Şampiy10
Magazin
Gündem

Üç ay sesi çıkmayan herkes yasalara göre ölü sayılır

"Kalbi boş bir kadından daha tehlikeli olan tek şey, kalbi kırık bir kadındır. İkisinin de ne yapacağı hiç belli olmaz." -Bitli Pileyboy

Bundan bin yıllar evvel Babil'de bir prenses yaşarmış.

Bir gün prens kocası sefere çıkmış.

Ve bir daha dönmemiş.

Tam üç yıl.

Prenses, kocasının akıbetini öğrenmek için civar illere ulaklar göndermiş.

Dağı taşı birbirine katmış.

Geri dönen ulaklardan bazıları kocasının öldüğünü, diğerleri esir düştüğünü, kimiyse kürek mahkumu olduğunu söylemiş.

Prenses bir türlü emin olamamış.

Sonunda bilge bir büyücünün kapısını çalmış.

Bilgeye demiş ki "Söyle bana, kocam hala hayatta mı? Öldüyse başka biriyle evlenmem hak mı?"

Bilge, prensesin asıl derdini hemen anlamış.

Kocasının öldüğünden emin olmak istiyormuş prenses.

Çünkü gönlü başkasına kaymış.

Bilge, bilgeliğini kuşlanarak suçu üstüne almadan bir çözüm üretmiş prensese.

Demiş ki, "Ey prenses, şimdi civar illere ulak çıkar. De ki üç ay sonra evleniyorum. Kocan eğer hayattaysa ve seni seviyorsa bu üç ayda çıkar gelir. Yok üç ay içinde sesi çıkmazsa evlen gitsin. Çünkü üç ay sesi çıkmayan yasalara göre ölü sayılır. Ve bir prens bile yasalardan üstün değildir."

Prenses büyük bir sevinçle çıkıp gitmiş bilgenin yanından.

İşin acayibi...

Ortada üç ay sesi çıkmayanın ölü sayıldığına dair bir yasa da yokmuş.

Büyücü bunu kendini durumun dışında tutmak için uydurmuş.

Eğer sorarlarsa bu yasayı eski büyü kitaplarından öğrendiğini söyleyecekmiş herkese.

Ama sorun çözülmüş.

Yalanın yalan doğurmasına gerek kalmamış.

Bu hikayede bilgenin yalan söylemesi değildir ahlaksızlık.

Asıl ahlaksızlık kadınının ihtiyaçlarını görmezden gelmek, yok saymaktır.

Bir prens de olsa bir erkek kadınını yalnız bırakıyorsa, o kadına her şeyi yapma hakkı düşer.

İhtiyaçları karşılanmayan kadınlar her zaman çare ararlar ve kimse onları bunun için suçlamamalı.

Reel aldatma oranları açıklandı geçende.

Kadınlar erkeklerden fazla aldatıyormuş ülkemizde.

Acaba niye?

Cinselliğe sadece kendi tatmini olarak bakan,

Birlikte olduğu kadınla yeterince ilgilenmeyen,

Ona sevgi, şefkat, ilgi göstermeyen her erkek aldatılır da ondan.

Bir kadın üstünüze düşüyorsa, onu aldatmanızdan korktuğu için değil,

Kalbini başkasına kaptırmaktan korktuğu içindir.

Size son bir joker verdiği içindir.

Çünkü kadınlar gittiklerinde, her şeyi toplayıp giderler.

Sadece cinsel uzuvlarıyla gitmezler.

Aldatılmayı bilmem ama sevdiğiniz kadının başkasına aşık olması koyar size beyler.

Ve bir kadının en büyük savaşı da budur zaten...

Kadınlar başıboş bırakırsanız başkasını severler.

Bilmediğiniz gerçek de budur.

Yazının devamı...

Kardashian ailesinin büyük sırrı

"Bir sırrı saklamanın en iyi yolu, ortada bir sır yokmuş gibi davranmaktır."

Kim, Kourtney, Khloe...

Küçük kız kardeşleri Kylie, Kendal...

Ve cinsiyet değiştirme ameliyatı geçiren babaları Bruce (Caitlyn) Jenner.

Dünyayı öyle bir ele geçirdiler ki, her şeyi popo görür olduk.

Göz önünde yaşamanın, şöhretin ve şöhret sayesinde çuvalla para kazanmanın bir de artçıları var tabii.

Bu kızların tamamının anaları Kris, zamanının moda tasarımcısı.

Ermeni asıllı avukat Robert Kardashian'la 1978'de evleniyor.

Dört çocukları oluyor.

Kourtney, Kim, Khloe ve Robert Jr.

İkili 1990'da boşanıyor.

Kris bu sefer ünlü atlet Bruce Jenner ile evleniyor.

Son dönemin popüler modeli Kendall ve daha 19'una gelmeden yaptırdığı estetikler sayesinde servet istifleyen Kylie doğuyor.

İkinci kızı Kim'in pornosunun internete düşmesiyle bir anda şöhret kazanan aile, televizyon şovlarıyla yıllardır şöhrete sıkı sıkı tutunuyor.

Her biri bunun için ekstra çaba sarf ediyor.

Youtube kanalları, instagram hesapları, akıllı telefon uygulamaları, güzellik ürünleri, moda markaları derken, Kardashianlar ve Jennerlar her yerde.

Şimdi size son günlerde Amerika'da bomba etkisi yaratan asıl dedikodudan söz edeceğim.

Kris'in zamanında Robert'ı aldatması bir de üstüne çocuk yapması dedikodusundan.

Her şeyi normalleştirmeyi büyük bir azimle başaran Kris'in bu vartayı da sümen altı edip paraya çevirmesi an meselesi.

O arada siz dedikoduya haiz olun yeterli.

Kris ve OJ Simpson, zamanında yakınlaşıyorlar.

Robert'ın, Simpson'ın avukatlığını yaptığı günlerde.

Çok sık görüşen iki aile, kalbinde bir de gizli aşk barındırıyor yani.

Sonuçta Khloe doğuyor.

Diğer Kardashianlara hiç benzemeyen, 180 boyuyla bunlar nasıl kardeş dedirteni hani.

Evet, Khloe, OJ Simpson'ın kızı.

Simpson bunu kabul etti.

Khloe de kabul ediyor.

Ancak babalık testi hala resmen yapılamadı.

Çünkü Simpson, Khloe'ye kendisini hapiste ziyaret etmediği için kırgın.

Mesele bu değil bence.

Mesele şu...

Kris susuyor.

Hiç böyle bir şey olmamış gibi davranıyor.

Skandal yönetiyor.

Robert'ın hayatta olmaması da duruma yardımcı bir faktör olarak devreye giriyor.

(Zaten Rob'un arkasını bulmasa ne o kızlar bu halde ne de biz Kardashianlardan haberdar olurduk.)

Çok aşırı zorlanırsa çıkıp durumu kabul eden bir konuşma yapacak ve konu kapanacak.

Her zamanki gibi.

Diyorum size, esas mesele doğru davranmak değil.

Hatanın arkasında durma biçimi.

Başkasına göre hata, sana göre hayatın gerçeği.

Yanlışların üzerine konuşup düşünerek alınacak yol yok.

Durumu kabullenip yola devam edeceksin.

Kardashian ve Jenner ailelerini ayakta tutan, zirveden indirmeyen de bu işte.

Krizleri yönetme biçimleri.

Krizleri kendilerine faydaya döndürme biçimleri.

Elbette ki bu know how'ın arkasında Kris var.

Bunu da herkes biliyor.

Kim'i alıp ilk Playboy çekimine zorla götüren de Kris'ti mesela.

Her şey ortada.

Yoksa o kızlardan hiç biri, kendi akıllarıyla üç adım atamazlar.

Alın size Kardashian klanının en büyük sırrı.

Siz Khloe'nin babasının OJ Simpson çıkmasını kastediyorum sandınız, değil mi?

Değil işte.

Mesele o değil.

Detaya takılmayın.

Genele bakın.

Yazının devamı...

Kafayı duvara toslamak

"Bir insanın sabrı ancak ahmaklar ve deliler arasında sınanır."

İki gün önce kafamı duvara çarptım.

Mecazen değil.

Gerçekten.

O kadar şiddetli çarptım ki bütün ev inledi.

Beynimin sarsıldığını hissettim.

Görüşüm kayboldu.

Önümde iki seçenek vardı.

Bağırıp yardım istemek ya da bastıran uykuya yenilip hayatta kalma işini şansa bırakmak.

İkincisini yaptım.

İşimi şansa bıraktım.

Eğer uyanmayı becerebilirsem bir daha asla eskisi gibi düşünemeyeceğimin farkındaydım.

Uyandım.

Bambaşka bir yerden.

Kafaya sert bir darbe indirirseniz, hafıza kaybına uğramış birinin anılarını geriye getirebilir ya da onu öldürebilirsiniz.

Bana başka bir şey oldu.

Günlerdir gözümün önünde duran perde kalktı.

Kaldırmaktan korkuyordum ama kalktı.

Önem sırası, öncelikler ve olaylar netlik kazandı.

Bazen, siz bir şeyi görmezden gelmek için direndiğinizde, bir olay olur.

Tüm gerçekler gözünüzün önüne serilir.

Ben kafamı çarptım.

Tam arkasını.

Sol arka lobunu beynimin.

Size bu satırları yazarken hala bulanık görüyorum mesela.

Beynim ağrıyor.

Ellerim her zamankinden fazla titriyor.

Reflekslerim sıfır.

Aşağı doğru baktığımda bayılacak gibi oluyorum.

Ama her şey gayet net artık.

Uzun süredir hiç bu kadar net olmamıştı.

Bu çarpışmadan birkaç ders çıkardım.

Şuraya sıralasam, dünya sarsılır.

Tek bir şey söyleyeceğim...

Olaylara bakarken, kafanızı çarpmış gibi bakın.

Dışına çıkıp bakın.

Üstünüze alınmadan bakın.

Ve kimseyi dinlemeyin.

İnsanlar bilerek ya da bilmeyerek sizi manipüle ederler.

Kötü niyetsiz.

Bilmeden.

Ve siz, kafanızı dolduran seslerle baş edemezsiniz bir süre sonra.

O sesler size ne fısıldıyorsa onu gerçek sanmaya başlarsınız.

O insanların korkuları korkularınız, düşünceleri düşünceleriniz olur.

Bundan daha önce bahsetmiştim.

En kötü kararları başkalarının etkisindeyken alırsınız.

Ve benim diyeniniz, o etkinin altına girmekten kurtulamazsınız.

Kendinize saklayın.

Hislerinizi, düşüncelerinizi, yaşadıklarınızı.

Diğerlerinin gözlerine, sözlerine, yönlendirmelerine maruz kalmamanın başka bir yolu yok çünkü.

Herkes kendi bildiği kadar bir şey anlatacak size.

Kaçın.

Uzaklaşın.

İçinize dönün.

Gereksiz konuşmalardan, gereksiz eleştirilerden, yorumlardan, çok bilmelerden kaçın.

Olabildiğince uzağa.

Üstelemeyin.

Baş etmeye çalışmayın.

Kendinizi dinleyin.

Göreceksiniz ki,

Her şey kafanızı duvara çarpmışçasına berraklık kazanacak.

Bu hayatta emin olmanın başka bir yolu yoktur çünkü.

Tam bir içsel sessizlik tüm çözülmelerin ve iyileşmelerin anahtarıdır.

Bilge Kaskana'dan bu hafta kullanmanız için 10 anahtar:

1-Ticarette büyük kayıpları göze alanlar büyük kazançlar elde ederler.

Bunu özel hayatınıza da uyarlayın. Masaya her şeyinizi sürün ve eliniz boş kalkmayı göze alın.

2-Dirayet, bir şeyi tuttuğunuzda onu koparmadan geri dönmemektir.

Dirayetli olun. Bunun için sabıra, zekaya ve pratik düşünmeye ihtiyacınız olacak. İstediğinizi almak için tüm varlığınız ve tutkunuzla hareket edin.

3-İbretlik bir durum tanrının sınavıdır. Ancak sabrederek olayların ardındaki perdenin yırtıldığını görebilirsiniz.

Hiçbir şey nedensiz değildir. Bulunduğunuz ortamı değerlendirin. Bir çölde çakallar bütün gece ulur. Ama sabah olunca sesler diner. Gereksiz korkulara ya da endişelere kapılmayın.

4-İnsanlar başkalarını kendi düşüncelerini onaylatmak için dinler. Onlarla anladıkları dilden konuşun. Bir tüdcarla, bir din adamıyla konuştuğunuz gibi konuşamazsınız. Zaten anlamaz. Yeni biriyle karşılaşınca önce onun dilini öğrenin. İnsanlar kendi dillerinden konuşan insanlara daha kolay güvenir.

5-Acele yapılmış işin eksiği çok olur. Bir işe kalkışmadan önce bütün planınızı hazırlayın.

6-Bir başkasının iki kazanmadığı yerde siz bir kazanamazsınız. Ya bırakın başkası ikiyi kazansın, siz bire razı olun. Ya da ikiyi kazanacak kadar akıllı olun.

7-Herkesin eşit olduğu yerde başarısızlık kaçınılmazdır. Her kafadan bir ses çıkar ve çok konuşulan yerde az iş olur. Bir işin üç sahibi olmaz. Biri emreder. Diğerleri yapar.

8-Bir kadın aşkla ilgili davranışlarından sorumlu tutulamaz. Onların beyninde olağanın dışında bir kontrol mekanizması vardır.

9-Hasta olan mekandır. İnsan değil. Özellikle söz konusu aşksa. Kapkara bir odada yaşamaya mahkum edilmiş insanın hayal edebileceği hiçbir şey gün ışığıyla ilgili olamaz. Çünkü mekan hastalıklıdır. Aşkın ilacı mekan değiştirmektir.

10-Aşık olduğumuz şey olasılıkların hayalidir. Bir mizansene, kafamızda yarattığımız bir sahneye aşık oluruz. Ve o sahneyi tamamlamak için birine ihtiyaç duyarız. Bu da aşık olduğumuz kişidir. Oysa hiçkimse diğerinin kaderi değildir. Kimse kimse için tanrı tarafından yazılmamıştır. Attığımız her adımda kaderimiz yeniden şekillenir. Sahne değişir. Ve artık ne film aynı filmdir ne de oyuncular.

Aşkla, inançla, güçle

Ve sevgiyle...

Yazının devamı...

Ve bir zamanlar sevdiğim çocukların hepsi eski fotoğraflarda güzel...

"Biz seninle birbirimize öylesine iliştirilmedik çünkü. Bir sebeple bir yerde kesişti yollarımız." -Vurgun Yiyenler

Anaokulu günlerimi hiç unutamam.
Annem anaokulu öğretmeni olduğu için resmen boşu boşuna üç sene takıldım anaokulunda.
Maksimum bir tane arkadaş edindim.
Üç tane çocukla flört ettim.
Bir tanesine aşık oldum.

Tahminim, aşk çocuğu olmamdan kaynaklı dünyayı bebeyken bile hoşlandığım, aşık olduğum çocuklar üzerinden izleyişim.

Hatırladığım çocuklardan biri Selim.
Neredeyse hiç konuşmayan içine kapanık bir tipti.
İlişkimiz aşktan ziyade asosyal iki çocuğun sınırlı kısıtlı iletişimiydi.
Güzel çocuktu ama...
Selim'e ne oldu bilmiyorum.
İyidir inşallah.

Ertesi sene Ertürk geldi.
Ufak tefek sevimli bir çocuktu.
Ama çok net hatırlıyorum onda ilgimi çeken şey üstün zekalı olmasıydı.
Daha beş yaşında okuma-yazma biliyordu şerefsiz.
Bir de neşeliydi.
Beraber aptal aptal eğleniyorduk.
En iyi arkadaşımdı da aynı zamanda.
Yazmayı ondan öğrendim.
Okumanın büyük bir kısmını da beraber çözdük.
Üzerimde hakkı yok diyemem şimdi.
Allahı var.

Bir gün ihtirasıma hakim olamayıp annesinin karşısına dikildim.
Bakın, ben beş yaşında bile ne istediğini bilen biriydim.
Annesi ilkokul öğretmeniydi ve annemin arkadaşıydı.
Yan okulda çalışıyordu.
Öğle aralarında anaokuluna damlıyordu.
"Gülbahar Örtmenim" dedim ellerim belimde.
"Efendim Arzumcum" dedi.
"Ben Ertürk'le evlenmeyi planlıyorum. Ne düşünüyorsunuz?"
Kadın koca bir kahkaha atıp "Ona büyüyünce bakarız" dedi.
"Yeeeeaaa?" dedim öfkeyle. "Öyle miiiiy?"
"E yani..." dedi.
"İyi" dedim. "Siz bilirsiniz. Valla milli piyango gibi kızı kaçırdınız. Bu saatten sonra gel alalım deseniz gelmem."
Ciddiye almadı tabii.
Ertürk'le ilişkimiz ciddi bir darbe aldı ama.
Anında soğudum çocuktan.
Bitirdim arkadaşlığımızı.
Madem benim olmayacak, ne olursa olsun dedim herhalde.
Ne bileyim.
Benim olan şeyleri ne kadar çok seviyorsam, benim olmayan şeyleri de o kadar sevemiyorum.

Ertesi sene Ertürk ikinci sınıftan ilkokula başladı.
Ben ufak tefek olduğum için ilkokulun ana sınıfına.
Bu sefer de babamın arkadaşının oğluna aşık oldum.
Mesut.
Hayatımda gördüğüm altı yaşındaki en güzel çocuktu.
Resmen ölüyordum oğlan için.
O da bana boş değildi elbette.

Bir yılanlık yapıp sınıf müsameresinde Pamuk Prenses rolünü kaptım.
Prens rolünü de tabii ki Mesut'a kaktırttım.
Ne demek?
Biri beni öpecekse Mesut öpecekti.
Daha altı yaşındaydım.
Ve şimdi anlıyorum ki en az Hürrem kadar yılandım.

Ancak müsamereden bir hafta önce ilk öpücüğü başkasına kaptırdım!
Cebren ve hile ile öpüldüm!
Bu Ertürk oğlanının kuzeni Ozan, sınıfın ortasında laps diye dudaklarıma yapışıp öptü beni!
Altı yaşında çekilir travma değil canlarım.
Ben Mesut'a, o bana aşıkmış meğer.
(Altı yaşında girdiğim aşk üçgenine bak!
Ben yazar olmayayım da kimler olsun?)
Planlarım alt üst oldu.

Sevgilim Mesut rencide olmuştu.
Ancak kalbimin sahibi oydu.
Durumu anlayışla karşıladı herhalde.
O da sessiz sedasız bir çocuktu.
Kabullenmese de tepki verebileceğini sanmıyorum.
Neyse müsamerede Mesut beni annelerimizin önünde öptü.
İlişkimiz resmiyet kazandı.

(Gerçi annem o müsamereye o kadar geç kalmıştı ki öncesinde uzun bir süre ağladığım için öpücüğün filan manası kalmamıştı. O da ayrı mesele.)

Birkaç ay sonra okul tatile girdi.
Sonra ilkokula başladık.
Mesut'tan bir daha haber alamadık.
Ertürk'ün annesi okulda müdür yardımcısıydı.
Benim oğlunu isteme hikayemi beni her görüşünde anlatırdı.
Bu hikayeye bayılırdı.
Bense sinirden yumruklarımı sıkardım.

Sonra şehir değiştirdik.
Sonra hayat değişti.
Elbette ki ben Ertürk'ü değil ama Mesut'u hep hatırladım.
Ertürk meselesi başarısız bir kalkışma olarak kaldı hayatımda.
Otuz yaşını geçtim hala ailede en çok gülünen hikayedir.
O zaman hiç komik değildi.
Ama artık ben de gülüyorum tabii.
Komik bulduğumdan değil, daha o yaşta ne kadar net olduğumu görüp kendimle gurur duyduğumdan.

Geçen gün annem Instagram'dan mesaj atmış birinin fotoğrafını.
Dedim yanlışlıkla attı herhalde.
"Anne bu kim?" diye sordum.
"Anaokukunda anasından istediğin oğlan" dedi.
"Heaa... Anası bence şimdi pişmandır. Ve ne kadar haklı çıktığımı düşünüyordur" diye ekledim.
Çocuk yarı kel kalmış. Çocuk evlenmiş. Allah mesut etsin.
Mesut'a ne oldu?
Allah bilir.
İnşallah da saçları yerindedir.
Okul öncesi eğitim de dahil olmak üzere ilk ve orta öğretim hayatım boyunca hoşlandığım, flört ettiğim çocukların tamamı kel kaldı büyüyünce.
Ama şimdi meselemiz bu değil.
Bunu sonra düşüneceğim.
("Frankly my dear, i don't give a damn!")

Bu konuya nereden geldik?
Hah...
Kızkardeşim ay sonunda evleniyor.
Ve Antalya'ya yerleşiyor.
Şu sıralar müstakbel gocasıyla evlerini döşüyorlar orada.
Geçen gün beyaz eşya almışlar birinden.
Annem bir şeyler anlattı ama "Bilmem ne amcanın oğlu, bilmem kimin kızı" muhabbetleri aklımda zerre kalmadığı için "He he" diyip kapattım telefonu.
Sonra geçen gün Facebook bana birini önerdi.
Ayşen'in anaokulu arkadaşı.
(Birkaç ay önce de evde orta birde İngilizce dersinde çizdiğim aile ağacını buldum.
Kızkardeşimin Nuh Nebi'den önceki en yakın arkadaşılarının adını o kadar net hatırlamam bundan.)
"Amanın!" dedim.
Ayşen'in anasınıfındaki en yakın arkadaşları evlenmiş!?

Sonra annemi aradım.
Bunların hepsinin öğretmeni annemdi sonuçta.
"Anne" dedim. "Böyle böyle mi oldu?"
"Oldu vallahi" dedi.
"Ama o çocuk o kıza bakar bakar iç çekerdi zaten... Çok severdi onu. Başka severdi. Bak onun için tüm hayatını değiştirdi" diye ekledi.
Tam ikisinin birlikte nasıl inşaat şirketi kurduklarını, mobilya mağazası zincirlerini filan anlatmaya başlamıştı ki...
"Anne" dedim. "Kapat. Şüvan duygusallaştım. Çok romantik değil mi? Çocuk ilk aşkıyla evlenmiş... Vay be! Sonra biz böyle şeyler yazıyoz, gerçekçi değil diyorlar."
"Hea romantik. Ertük'ü arayayım mı?" dedi Allahsızca.
"Ulan anne, ben neyin derdindeyim, sen neyi kovalıyon belli değil!" demek istedim,
"Ben o kadar romantik değilim" dedim.

Aslında öyleyim.
Hayatım boyunca tam bir şapşal gibi sonsuz aşka inandım.
Yine de inanırım.
Ve onun gerçek olduğunu gördüğüm anlarda mutluluktan ağlarım ben afedersiniz.
Ne ağlamayacağım?
Hep yaşama sevinci bunlar.

Ama bütün romantikliğime rağmen gidip anaokulundaki aşkımla evlenmem.
Bu gerçekliğime ters düşer.

Çünkü...
Dünya başka bir dünya.
Ben hala aynı ben.
Ve bir zamanlar sevdiğim çocukların hepsi, eski fotoğraflarda güzel.

Duamız belli:
Aşkla, inançla, güçle
Sevgiyle!

Yallah ya habibi!

Yazının devamı...

Gianluca Vacchi'yi neden bu kadar sevdik?

"Kötü yapılmış burun gibi, kötü sevilmiş kadının da telafisi olmaz." -Bitli Pileyboy

Instagram'ın yeni fenomeni Gianluca Vacchi (@gianlucavacchi).
Kadın değil. Gay değil. Bildiğin düz zengin.
48 yaşında. Boğa burcu. İtalyan.
Pırıl pırıl parlayan bir "sugar daddy".

İnstagram hesabından gerek kas yığını vücudunu, gerek lüks yaşamını, gerekse güzeller güzeli eşini sergilemekten çekinmiyor.
Adamın malı meydanda.
Her zamanki gibi züğürdün çenesini yoruyor.
Son bir haftada takipçi sayısı iki buçuk milyonu aştı bu abimizin.
Ne yalan söyleyeyim ben de takipteyim kendisini.
Karısıyla çektiği dans videolarına bayılıyorum.
İpek pijamayla gece kulübüne gitmesine bayılıyorum.
Porselen dişlerine ve Fedon kıvamı bronzluğuna bayılmıyorum.
Sürekli pehlivan gibi yağlanıp gezmesinin de hastası değilim ama mesela koluna taktığı at gibi bileziklere bayılıyorum.
Sirke bakar gibi bakıyorum adama.
Zaman zaman ucube bir şey gibi geliyor ama bayılıyorum.

Bizi bir şeye bağlayan temel duygu da budur zaten.
Bazen o insandan tiksinir ama yine de ne yaptığını merak ederiz.
Muhakkak gözümüze bir şey sokuyordur çünkü.
Kabahat bizim değil.
Gözümüze sokulan şeyde.

Mesela ben bu adamın fotolarına bakıp bakıp...
Tövbe yüce tanrım, gözümüze onu neden sokuyorsun be adam diye düşünmüyor değilim.
Ve fakat, günün sonunda sempati duyuyorum kendisine.
Böyle bir babam olsun istemem.
Bu yaşta bir kocam olsun istemem.
Bu kadar parlayan birini yanımda gezdirmek istemem.
Ama yine de sempatim sabit.

Mesela playboy imajının altında karıya kıza düşkün bir it görüntüsü vermek yerine sadece ama sadece karısıyla ilgilenmesinin hastasıyım.
Beraber dans ettikleri her videoda aptal aptal sırıtırken buluyorum kendimi.
Sadakat önemli bir ülke.
Adam ilgi manyağı ama ilgiyi daha çok kadını mıncıklayarak almıyor.
Sadece herkesi kendine baktırıyor.

Bir arkadaşım var.
İsmi hiç lazım değil, o kendini biliyor.
Büyüyünce Gianluca olacak.
İnanıyoruz biz ona.
Geçen gün tatile gitti.
"Keşke sen de gelseydin fotoğrafta yan yana kusursuz duruyoruz" dedi.
"Oğlum" dedim "Sen benimle yanında güzel görünüyorum diye mi arkadaşlık ediyorsun?"
"Vallahi Arzümcüğüm, Allahın bildiğini kuldan esirgeyecek değilim, kişiliğin kadar star ışığını da seviyorum. Sanırım önce onu sevdim" dedi.
Sağolsun iltifat gibi bir şey herhalde bu.
Bizim Gianluca hesabı.
Parlak şeyleri seviyor insanlar.
Yanlarında parlak şeyler istiyorlar.
Kimseyi suçlamak elde değil.
Parlak bir şeye bakmak hepimizi tahrik ediyor.
Uzun vadede?

Çabalı olan her şey sıkıcıdır.
Yaldızı azıcık kazıdın mı altından başkalarının gözlerine, sözlerine, iltifatlarına muhtaç bir özgüvensizlik abidesi çıkar.
Düşünün, bütün kadınlar kendilerini özgüvensiz hissettiğinde İnstagram'a fotoğraf yağdırır.
Bütün erkekler terk edildiklerinde.
Bütün insanlar onaylanmaya muhtaçtır.
Ve buna mukabil, kendini onaylamak esastır.

Ben Gianluca'nın tarzını çapını parasını kaslarını değil, karısına olan aşkını seviyorum.
Umarım onu da dekor diye koymamıştır yanına.
Umarım gerçekten aşıktır.
Umarım adam yarın bir gün gay çıkmaz.
Ay ya çıkarsa?!

George Michael'ı yediniz. Ricky Martin'i yediniz. Gianluca'yı yedirmeyiz!
Şaka şaka.
Yiyin oğlum.
Onu da garısı düşünsün.
Bana ne?

İnançla, güçle, aşkla
Sevgiyle...

Yazının devamı...

Bana dedi ki...

"Birine düştüysen kalkmaya çalışma. Düştüğün yerin tadını çıkar"

"Ben" dedi. "Ömrümde ikinci kez böyle hissediyorum. Böyle hissetmek beni mahvetti."
"Sen" dedim "Böyle hissedip ziyan ediyorsun. Hissettiklerinin peşinden git."
Sonunda ben kötü oldum tabii.
İyi olmak değil, doğruyu söylemek benim işim.

Az bulunur bir duygu yakaladığınızda peşinden gidin.
O egoyu karizmayı filan çöpe atarak hem de.
Sürünerek gidin.
Salya sümük gidin.
Kükreyerek gidin.
Anırarak gidin.
Bütün riskleri göze alarak.

Annem hep "Aklında duracağına cebinde dursun" der.
Bu sözü tamamen yanlış anlamış olmam mümkün.
Ama bildiğimiz bütün kayda değer büyükler "Yaşanmış şeyin değil yaşamaya cesaret edemediklerimizin pişmanlıklarını yaşarız" der.
Bu sözü yanlış anlamış olmam mümkün değil.

İnsanı bütün dünya korkularıyla sınar.
Karşımıza çıkan herkeste bir kez daha sınanır o korkular.
Ve eğer üstüne gitmeyi beceremiyorsak, asılır kalırlar hayatımıza.

Ben ona dedim ki, korkularının üstüne git.
O beni yanlış anladı, duygularının üstüne gitti.
Kendi kaybetti.

Demiyorum ki hissetmek korkutmaz insanı.
Demedim ki bu yol tertemiz, sonu aydınlık.
Dedim ki "Kardeşim, o duygunun peşinden git. Peşinden gitmediğin her şey pişmanlıktır."
Pişman oldu tabii.
Olmalıydı tabii.

Sonra aradı beni.
Ağladı.
Kaybettiklerine değil, kendi zayıflığına ağladı.
O ağlarken düşündüm ben.
İnsan anlattığından ne kadar farklıydı.
O sayarken ağzına geleni bana "Ve sen beni korumadın ve sen beni bu belanın kucağına attın" diye,
Ben dinledim.
Dedim ki "Hissettiklerin için dünyayı suçlayamazsın. Hele ki beni hiç. Ben dünyanın sana sunduğu aracıyım. Senin için doğru olanı buldum. Ve sen şimdi, en doğrusuyla ne yapacağını bulamıyorsun. Bu senin beceriksizliğin."

Beceriksizlik.
Duygusal beceriksizlik.
Bu bir meseledir çünkü.
Kendini çok zeki zanneden herkesin hayatında ciddi bir meseledir.

Sonra ağlayıp ağlayıp kapattı o telefonu.
Bütün suçu bana yıktı.
Tamam dedim.
Biri beni suçladığında ben hep tamam derim.

Bütün suçum, karşısına aşık olacağı birini çıkarmaktı oysaki.
Bu kadınla bu adam tamamdır demekti.
Haklıydım.
Yanıldım.

Pardon ama ben kimin kime ne kadar aşık olacağını bilemem.
Pardon ama ben insanların duygularını kontrol edemem.
Pardon ama ben kimsenin hayatını yönetemem.
Tahmin edebilirim. Yardım edebilirim. Destek olabilirim.
Yolu bilemem.
Ben kendi kalbime bile söz geçiremem.
Kendi hayatını mahvetmeye kastetmiş birini yolundan döndüremem.
Ben her şeyi BİLEMEM.

Kendi faunamın insanlarına ne hissettiriyorum, bilmiyorum.
Bir yer geliyor, bütün hayatlarını yönetmemi bekleyen ARKADAŞlar buluyorum karşımda.
Ben kimsenin hayatını yönetemem.
Ben birbirinin hayatını yönetmeye çalışan insanlardan kaçarım.
Ben hayatını bana yönettirmeye çalışan insanlardan kaçarım.
Gereksiz sorumluluk kimsenin haddi, harcı değil.
Ben yardım eder, kalanını karşımdakine bırakırım.
Fazlası maaşa bağlatır çünkü insanı.
Vallahi holding yönetmek istesem, kalkar holding açarım.
Başkasının holdinginin başına geçmem.
Bu konuda da bu kadar açığım.

Günün sonunda bana dedi ki, "Sen benim arkamda durmadın."
Düşerken tekmeleyen biri dedi bunu.
Hep derler.
İnsanlara yüz kere iyi davran, bir kere sallama dünyanın en kötüsü sen olursun çünkü.
En iyisi hiç sallama.
Düşen düşsün, kalkan kalksın.
Otur izle.
Çayını iç.
Ağlayan ağlasın.
Ve kendi öğrensin,
Mendili cebinden çıkarıp gözünü silmeyi.
Ve kendi öğrensin,
Hissettiği şeylerin sorumluluğunu bilmeyi.
İnsanlara analarının öğretmedikleri şeyleri anlatmayı sen başaramazsın.

Duygularını sonuna kadar yaşayamayan, bastıran insanlar hep ağlar bu dünyada.
Bakın, bunu bir kenara yazın.
İyi-kötü tüm duygularınızı canını çıkarana kadar yaşayın.
Yoksa her köşe başında aynı duygunun korkusunu yaşarsınız.
Benden söylemesi.
Canınız istiyorsa kullanın.
İstemiyorsanız, bu yazıyı okuduktan sonra yakın.

Aşkla, inançla, güçle
Sevgiyle...

Yazının devamı...

Çapkın adamların mutsuz karıları

"Olmayan bir özgüvenin üstünde oturma. Boşluğu fark ettiğin an, düşersin." -Vurgun Yiyenler

Çapkınlıklarıyla tanınan ünlü iş adamları var.

En tatlı özellikleri buymuş gibi, gazetelerde de bu sıfatla yer alıyorlar.

Bu adamlar, sadakatsizlik totemi gibi, paraları sayesinde paraya biat eden ne kadar güzel ve yarı ünlü kadın varsa hepsiyle "aşk" yaşıyorlar.

Bildiğiniz metres hayatı yani.

Gerçi metresliğin ederi de düştü.

Artık kendini bir yurt dışı tatiline aşkın kucağına atan ablalardan geçilmiyor ortalık.

O da onların kendi tasarrufu elbette.

Ekmek aslanın midesinde diye düşünüp buldukları her lokmaya saldırıyor olabilirler.

Yoksa insan babası yaşındaki evli adamla niye "aşk" yaşasın, değil mi?

Aşk öyle bir şey değildir çünkü.

Parayla alınıp satılan şey de aşk değildir.

Bir de bu "çapkın" adamların karıları var.

Bin yıl önce artık şirket ortaklığından mı aile zorundan mı yoksa gerçekten sevdiklerinden mi evlendikleri belli olmayan.

Sabit o karılar.

Genelde evde de beklemiyorlar.

Kocaları yarı yaşlarındaki piliçleri götürürken, onlar korkunç botokslar ve plastik müdahalelerle cinsiyet değiştirme operasyonu geçirmiş trans bireylerden daha trans görünmeyi başararak arz-ı endam ediyorlar her yerde.

Kendilerini artık para için mi, inat için mi bilinmez sonsuz değersizleştirdikleri için kendi gözlerinde, değerlerini başkalarının beğenisinde arıyorlar.

Yarı yaşlarındaki oğlanlarla flört ediyorlar, gece kulüplerinde puma sürüsü gibi geziyorlar, Yunan adalarında yakışıklı barmenlerle takılıyorlar.

Ama asla bırakmıyorlar kocalarını başka kadınların eline.

Öyle ya...

Soyadları, kocalarının paraları, insanlık onurlarından daha kıymetli.

Önemli olan hissettikleri filan da değil.

İnsanların onlar hakkında ne düşündükleri.

Kocaları birine gerçekten aşık olup onlara tonla para vererek ayrılsın diye beklerken, yine kocalarının paralarını, çantaya ayakkabıya filan yatırarak değerlendiriyorlar.

Ve bir gün o koca onları gerçekten boşadığı zaman genellikle ellerinde hiçbir şeyle kalıyorlar.

Sonuç: Çöpe atılmış mutsuz bir hayat.

Mutasyona uğramış bir yüz.

Mutluluğun ne olduğunu tamamen unutmuş bir kadın.

Bu hikayenin neresinden bakarsanız bakın kimseyi suçlayamayacağım.

Alan razı, satan razı.

Para için, inat için, hırs için seni sevmeyen, sana değer vermeyen birinin hayatında kalmak da para için evli bir adamla flört etmek kadar onursuzca bir tavır benim gözümde.

Konuşmak kolay, başına gelince anlarsın diyebilirsiniz.

İnsanın başına her şey gelir.

Önemli olan başımıza gelenler değil, başımıza gelenler karşısında sergilediğimiz tavır.

Gitmeniz gerektiğinde, gitmeyi bileceksiniz.

Yenilgi saymayacaksınız onu.

Artı hanenize yazacaksınız.

Sizi sürekli aldatan birinin aslında sizi sevmiyor olduğuna, daha da fenası size saygı duymadığına ikna edeceksiniz kendinizi.

Kim ne diyor diye düşünmeyeceksniz.

Alacaksınız ceketinizi, 100 yaşınızda da olsanız, kalan onurunuzla yeniden başlayacaksınız hayata.

Ardınıza bakmadan.

Kolay olmayacak.

Ama daha iyi olacak.

En azından yaşınızı sevgiyle karşılamaya başlayacaksınız.

Çizgileriniz kusur görünmeyecek gözünüze.

Kendinizi başkalarıyla kıyaslamayı keseceksiniz.

Ve her zamankinden çok seveceksiniz.

Bir deneyin.

Hayatınızda bir kez, insanlık onurunuzu seçin.

Bir şey kaybederseniz, gelin beni bulun.

Kaybetmezsiniz.

Para için ikinci kadın olmayı seçenlere gelince...

Böyle pis bir devirde bedavaya gitmedikleri için kendilerini iyi hissediyorlardır herhalde.

Yoksa çıkar uğruna biriyle "aşk" yaşamayı benim aklım almıyor.

Alan varsa beri gele.

Yazının son düzlüğünde...

Rahmetli Katharine Hepburn şöyle demiş:

"Bir sürü erkeğin ilgisini, bir erkeğin aşağılamalarına değişmek istiyorsanız, buyurun evlenin."

Ben bu sözünü düğünüme iki ay kala okumuştum.

Ertesi gün ayrıldım oğlandan.

Arkadaşlarımla kahvaltı ediyorduk.

On dakika önce arabada sonsuz söylenirken masaya oturup dünyanın en iyi insanı gibi gülümsemesi tepemin tasını attırdı bir an.

"Ulan" dedim "Bana verebileceği tek şeyin babasının parası olduğuna inanan bir sahtekarla evlenmek üzereyim. Ve galiba beni tıktığı yalının balkonundan atlayarak intihar edip öleceğim."

İşte o dakika hayatta kalma içgüdüm girdi devreye.

İnsanın canı her şeyden kıymetli.

Sekiz sene, on sene filan görünmüyor gözüne.

Başlarım böyle aşkın ızdırabına hissi basıyor bünyeyi.

"Canım biz bir süre görüşmeyelim" dedim sakince.

Karşımda oturan Serot'un ağzı bir karış açık kaldı. "Hö?" diyebildi sadece.

"Şaka mı ediyorsun?" dedi oğlan.

"Yok" dedim. "Sana tahammül edemiyorum artık."

Sakince.

Sakince kahvaltımızı ettik.

Beni evime bıraktı.

Bir daha görüşmedik.

Bitti.

Hayatta en son istediğim şeyin bana istemediğim şeyler verip sonra karşılığını bekleyen insanlar olacağını o zaman anladım.

Kimseye istemediği şeyler verip karşılığını beklememek gerektiğini anladım.

Geç anladım ama anladım.

Geç anlamak hiç anlamamaktan iyidir.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.