Hoşgörü kavramının, bu kadar yüceltilmesine, okullarda üzerinde durulmasına rağmen toplumumuzda ve günlük hayatımızda pek de karşılık bulduğu söylenemez. Bunun bir çok nedenini sayabiliriz. Aslına bakarsanız, ilişkilerimizde aslolan hoşgörü değil, saygıdır. Toplumumuzda çok yüceltilen bir kavramdır hoşgörü. Birçok yerde süslü püslü söylemlerle karşımıza çıkarılır. Hepimizin birbirimize karşı hoşgörülü olması gerektiği söylenir durur. Hatta öyle ki, eğitim programlarımızda bile en önemli değerlerden biri olarak yer alır. Sonuçta, kültürümüzde ve söylemlerimizde çokça dile getirilir.Bu kavrama sahip çıkar ve tarihsel geçmişimizden örnekler vererek gurur duyarız.İlginç olan şudur ki, hoşgörü kavramının, bu kadar yüceltilmesine, okullarda üzerinde durulmasına, büyükler tarafından küçüklere sık sık nasihat olarak verilmesine rağmen toplumumuzda ve günlük hayatımızda pek de karşılık bulduğu söylenemez. Nereye baksanız bir hoşgörüsüzlük ortamı olduğunu açıkça görebiliriz.Neden hoşgörüyü bu kadar dillendirmemize rağmen yaşayamıyoruz?Bunun bir çok nedenini saymak mümkün. Ancak, kavramın kendisiyle ilgili de bir sorun var. Aslına bakarsanız, ilişkilerimizde aslolan hoşgörü değil, saygıdır. Toplumsal ve kültürel dokumuza hoşgörüden çok saygıyı işlemek zorundayız. Sağlıklı bir ilişki ortamı ancak saygının içselleştirildiği durumlarda gerçekleşir.Hoşgörü ile saygı arasındaki temel farklar nedir?Hoşgörü keyfiyet, saygı zorunluluk içerir. Kişiler, karşısındaki kişilere isterlerse hoşgörü gösterirler, istemezlerse göstermezler. Oysa saygı bir zorunluluktur. Eğer bir ilişki normal ve doğal bir ilişki ise, saygı göstermemekten söz edilemez. Bu anlamda saygı tercih olmaktan öte ilişkilerin varolabilmesi için sahip olunması gereken temel bir değerdir.Hoşgörü sadece kendi görüşünü doğrular, saygı ise karşıdakinin görüşüne şans verir. Hoşgörü gösteren, hoşgörü gösterilenle kurduğu ilişkide sürekli kendini haklı çıkarır. Kendi görüşü, bilgisi ve eylemleri kesin doğru, karşısındaki kişinin birikimleri ise yanlıştır. Dolayısıyla, hoşgörü gösterme eylemi, karşı tarafı yanlışladıkça kendine meşruiyet alanı kazandırır. Saygı ise yanılabileceğini kabul eder ve gerçeği anlamak adına başka görüş ve bilgilere de fırsat verir. Dinler, anlar ve gerekirse kendi durduğu yeri değiştirme cesareti gösterir.Hoşgörü gizli bir aşağılama, saygı ise gerçek bir değerbilirliktir. Hoşgörü gösteren, hoşgörü gösterdiği kişiye göre kendini üstte konumlandırır. Üst bir tavrın dili olan hoşgörü, yukarıdan aşağılara bakarak kendince aşağıdakini affedip durur. Önüne gelene hoşgörü göstererek yukarıdaki konumunu güçlendirir. Gücünü artırmanın yollarından biri, sağa sola hoşgörü gösterip karşısındakileri ezerek narsizmini beslemektir.Saygı ise hem kendine hem de karşısındakinin değerini bilir. Bilir ki, kendi varlığı karşısındakinin varlığı ile iç içedir.Hoşgörü ego oyununu, saygı ise ego kalitesini yansıtır. Hoşgörülü olma çabaları çoğu zaman bir gösteridir. Çevreye yapılan bir pazarlamadır. Hoşgörü gösterenlerin çoğu, bunu kendi içinde yaşamak yerine sosyal ortamlarda gözler önüne sererler. Böylece prestijlerine prestij katarlar. Saygı ise, gösteriye ihtiyaç hissetmez. İçselleşmiş bir saygı,sağlıklı ve kaliteli bir egonun en anlamlı tepki biçimidir. Sonuçta, saygıyı kişiliğinin ana eksenlerinden biri haline getirmiş kişiler, neyi yapma hakkına sahip olduklarını bildikleri gibi, neyi yapma hakkına sahip olmadıklarını da bilirler. Hoşgörünün kabul göreceği tek alan tolerans alanıdır. Karşımızdaki kişi açık olarak bir hakkımızı tehdit ettiğinde, sınırlarımızı ihlal ettiğinde ona hoşgörü gösterebiliriz. Bu, bizim kişisel tercihimizdir ve son derece de anlamlıdır. Ancak, bunun dışındaki hoşgörü tanımlamaları az ya da çok tartışmalıdır.
Yapılan araştırmalar gösteriyor ki, hayattaki başarı, mesleki bilgi kadar ve hatta daha çok iletişim becerilerimizden geçiyor. Amerika’da yapılan bir araştırmada işten çıkarılma nedenleri sorgulanmış. 4 bin kişi üzerinde yapılan araştırmadan elde edilen sonuçlara göre, çalışanların sadece yüzde 10’u kalifikasyon sorunundan dolayı, yüzde 90’ı ise iletişim sorunlarından dolayı işten çıkarılmış görünüyor.İletişim, en geniş anlamıyla “İnsanın yaşadığı evrenle buluşma çabası”dır. İletişimi başlatan şey de bizim, evren varlıkları olan gök cisimleri, dünya, doğa, canlılar, toplum, insan ve nihayetinde kendimizle kurduğumuz ilişkilerdir.Hayatımızın her alanında başkalarıyla kurduğumuz ilişki ve iletişimler de, özü itibariyle kendimizi anlama ve varlığımızı koruma dürtümüzün günlük hayata yansıdığı alanlardır. Çevremizdeki insanları anlayabilir ve ne zaman ne yapacaklarını kestirebilirsek, olası risklere karşı kendimizi koruyabilir ve sosyal, psikolojik, ekonomik avantajlarımızı sürdürebiliriz. Bu bir noktaya kadar doğal ve kaçınılmaz bir süreçtir. Bu derin bakışa sahip olup olmamak, hayattaki başarının anahtarıdır aslında.Gerçek iletişim iki temele dayanıyorGerçeği anlama: İletişim süreci çoğu zaman bir soruyla başlar. Dolayısıyla kafamızda bir belirsizlik ve bilinmezlik vardır. İletişime geçtiğimiz kişi ya da kişilerle bu soru işaretinin cevabını ararız. O halde, biriyle iletişim kurmuşsak, sonucunda bir bilinmeyeni bilmiş, belirsizliği de açıklığa kavuşturmuş olmalıyız. Günlük hayatta pek de böyle olmadığını görüyoruz. Bir çok ilişki ve iletişim sürecinin aslında “iletişim oyunu” ya da “iletişim savaşı” olduğunu söyleyebiliriz. O halde, kendimize dönüp tekrar sormalıyız… “Asıl derdim gerçeği anlamak mı, iletişim oyunları oynayarak kendimi kandırmak mı?”Problem çözme: İletişimin temel hedeflerinden biri de problem çözmedir. Küçük ya da büyük bir problem yaşadığımızda, bunu çözmenin yolu, kendimizle ya da başkalarıyla iletişim kurmaktan geçer. O halde, herhangi bir iletişim süreci başlayıp tamamlandığında bir sorunumuzun çözümlenmiş olmasını beklememiz gerekir. Birileriyle kurduğumuz ilişki ve iletişimler sayesinde, yaşadığımız problemi tanımlayabiliyor, çözüme dair seçenekler üretebiliyor, seçenekler arasında karar verebiliyor ve kararımızı uygulama motivasyonuna sahip olabiliyorsak, gerçek bir iletişim sürecinde olduğumuzu söyleyebiliriz. Oysa, günlük hayatımıza baktığımızda, bu konuda çok da başarılı olduğumuzu söylemek mümkün değil. Çünkü, kurduğumuz ilişkiler ve iletişimlerin çoğunda problemlerimizi çözmüyor, adeta artırıyoruz. Çözüm odaklı değil, kriz üretme odaklı bir yaklaşım sergiliyoruz. O halde, kendimizi gözden geçirmeliyiz.
Annem 15 gün yoğun bakımda kaldıktan sonra kendine geldi. Bugün bir aksilik olmazsa kalp ve beyin anjiyosu yapılacak ve inşallah sağlığına kavuşacak. “Hayatı öğrenmenin en iyi yolu yaşamaktır” denir. İşte hayata dair son günlerde öğrendiklerim... Annem yirmi gün önce gecenin bir vakti aniden solunum yetmezliği, bilinç kaybı ve kalp durması yaşadı. 3 yıl önce babamı kaybederken yaşadığım manzaranın aynısını görmek büyük bir acıydı. Annemi, ambulansla Kartal Dr. Lütfi Kırdar Eğitim ve Araştırma Hastanesi aciline yetiştirdik. Yaklaşık 15 gün hastanenin yoğun bakımında ve dahiliye servisinde kaldıktan sonra kendine geldi ve bu kez de Kartal Koşuyolu Yüksek İhtisas Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne transfer edildi. Bugün bir aksilik olmazsa kalp ve beyin anjiyosu yapılacak ve inşallah sağlığına kavuşacak. Bu arada, annemin sağlık sorunlarıyla uğraşırken iki gün önce benim tansiyonum 21-11 ile zirve yaptı ve bu kez de ben acilen Dr. Siyami Ersek Göğüs Kalp ve Damar Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne gittim. Gece boyu hastanede yattım ve tahlil sonuçlarımın temiz çıkması sonucu taburcu edildim.“Hayatı öğrenmenin en iyi yolu yaşamaktır” denir. Ben de bu son yirmi günde yaşadıklarımdan hareketle hayata dair kendi öğrendiklerimi ve çıkarımlarımı sizlerle paylaşmak istedim:Hayat “an”lardan ibarettir. Doğumdan ölüme bir ömür yaşıyoruz. Ömür dedikleri kimine hiç bitmeyecekmiş gibi gelen kimine de göz açıp kapayana kadar çabuk geçen bir zaman dilimi… Geleceğe dair bir çok plan yapıyoruz ve gelecekten sayısız beklenti oluşturuyoruz. Bu kaçınılmaz bir şey ama çoğu zaman geleceği planlarken “an”ın anlam ve değerini kaçırabiliyoruz. Sonuçta, her an her şey olabiliyor. Geleceği yaşayacağım derken “an”ı kaçırmamalısınız.İyi ve kötü kardeştir. Hayatın içinde iyi ya da kötü bir çok şey yaşıyoruz. Bu öyle bir iç içe geçmişlik ki, iyinin ardından kötü, kötünün ardından iyi geliyor. Bazen küçücük iyi bir haber kocaman bir servet değerinde oluyor, bazen küçücük kötü bir haber ruhunuzu daraltıyor. Sanki hayatla aranızda bir köşe kapmaca oynanıyor.Geriye çekilip baktığınızda ise hayatın hep aynı döngüyle devam ettiğini fark ediyorsunuz. İşte bu yüzden ne iyiyi ne de kötüyü abartmamalı, hayatı olgunlukla karşılamalısınız.Zaman sandığımızdan hızlı akıyor. Zor şeyler yaşadığınızda hayatın bütünü gözlerinizin önünden geçmeye başlıyor. Bir tür hızlandırılmış muhasebe yapıyorsunuz. Doğrularınız ve yanlışlarınız, yaptıklarınız ve yapamadıklarınız bir bir kendini size hatırlatıyor. Her hatırladığınız yaşantı duygularınızı harekete geçiriyor. Sonra dönüp tekrar bugüne geldiğinizde zamanın ne kadar da hızlı akıp gittiğini anlıyorsunuz.Dostlar ve dostluklar biriktirmelisiniz. Kimi zaman hiç beklemediğiniz anda ve hiç beklemediğiniz samimi yürekli dostlardan “Senin için ne yapabiliriz?” diye bir ses duyduğunuzda tekrar enerji doluyorsunuz. Tüm samimi akrabalar, komşular ve arkadaşlar teşekkürün en güzelini hak ediyor.Aileniz hayatınızdaki en değerli şeylerden biridir. Her duygunuzu sizinle paylaşan bir aileniz olması müthiş bir şey. Aileniz, mutluluk ve sevinçlerinizi artırırken, üzüntü, kaygı ve öfkenizi azaltır.Sağlık çalışanlarına hak ettikleri değer verilmelidir. Bu ülkede sağlık çalışanlarının işi gerçekten de çok zor. Hastasıyla ayrı, ziyaretçisiyle ayrı uğraşıyorlar. Laftan sözden anlamayan, kural tanımayan, istediği şey olmadığında tehdide bile başvuran bir anlamazlar grubuyla boğuşarak işini yapmaya çalışmak büyük başarı.Zor günlerimde desteklerini ve emeklerini esirgemeyen Kartal Dr. Lütfi Kırdar Eğitim ve Araştırma Hastanesi Yoğun Bakım Servisi ve Dahiliye Servisi çalışanlarına, Kartal Koşuyolu Yüksek İhtisas Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kardiyoloji Servisi çalışanlarına ve Dr. Siyami Ersek Göğüs Kalp ve Damar Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Acil Servis çalışanlarına bütün kalbimle teşekkür ederim.
Toplumumuzda “uzlaşma” yerleşmiş bir kültür ve davranış biçimi değildir. Ailede, okulda, sokakta, işyerinde yaşadığımız fikir ayrılıkları ya da çatışmaları uzlaşma ile değil, güç kullanarak çözmeye çalışıyoruz. Fiziksel güç, makam gücü, psikolojik baskı gücü, para gücü… Anne-babalar çocuklarını, öğretmenler öğrencilerini, yöneticiler çalışanları, eşler birbirini hep güç oyunlarına başvurarak ikna (!) etmeye çalışıyor. Sonuçta, aklın ve vicdanın hakim olduğu ilişkiler yerine, egonun ve gücün hakim olduğu ilişkiler hayatı çekilmez hale getiriyor. Çocuklarımıza uzlaşmayı öğretmek zorundayız. Değer ve anlam üreten ilişkiler, çözüm üreten bir toplumumuz ancak bu yolla bir gerçeğe dönüşebilir.Uzlaşmak ne demektir?Uzlaşma kültürü ve becerileri belirli değerlere dayanır. Bu temel değerler şunlardır:- Çözüme odaklanmakUzlaşmak isteyen insan için ana konu sorunun çözümüdür. Eğer kişinin niyeti bağcıyı dövmek değil de üzümü yemekse, sorunun çözümünü samimi bir şekilde ister ve kendi payına düşen sorumluluğu alır.- Değişime hazır olmakUzlaşmayı tercih eden kişi değişime hazırdır. Bir anlamda, kendisi için doğru olan bazı şeylerden vazgeçmeye de hazırdır. Elbette kendi fikrini ve doğrusunu savunacaktır ama az ya da çok durduğu noktadan geri adım atmayı da hazmedecektir. İnsanın doğası değişimi kolay kabul etmez. Ancak, gerçek uzlaşma, egomuzu aşıp gerektiğinde kendi doğrularımızı da tartışmaya açabilecek güçte olmayı gerektirir.- Ortaklaşmak ve paylaşmakKarşımızdaki kişinin farklılıklarını kabul edebilmek ve onunla bu farklılıklarına rağmen iletişim halinde olup birlikte yaşamak uzlaşmanın olmazsa olmazıdır. Sonuçta, benim fikrimi değerli kılacak olan da farklı bir fikrin olmasıdır. O halde, farklı fikirler ve doğrular bir arada olmayı başardığında, kendi farklılığına anlam katmış olacaktır.- Karşımızdaki ile empati kurmakBir sorun en az iki tarafa aittir. Çözümü üretecek olan da bu iki taraftır. O nedenle, her iki tarafın çözüme giden yolda birbirini algılaması, anlaması ve birbiriyle empati kurması şarttır. Ne zaman ki, karşıdakinin yerine kendimizi koyabilirsek, onun ihtiyaçlarını ve yaşadığı zorluğu daha iyi anlayabiliriz. Uzlaşma, bir anlamda karşımızdakinin işini kolaylaştırmak demektir. Karşımızdakinin işini kolaylaştırdıkça kendi işimizi de kolaylaştırmış oluruz.- Çocuklara uzlaşma becerisi nasıl kazandırılabilir?Peki, uzlaşma becerisini kazandırmak için neler yapabilirsiniz?- Çocukla yaşanan sorun ve çatışmaları uzlaşma becerilerini kazandırmak için fırsat olarak görmelisiniz.- Bir çatışma çıktığında, “Uzlaşma Masası”, “Uzlaşma Saati” adı altında bir kavram üreterek çocuğa farkındalık kazandırmalısınız. Sorunlar ve çatışmaları bu kavram altında çözmeye çalışmalısınız.- Uzlaşma süreci ile ilgili paylaşımları bir kağıt üzerinde yazarak çalışmalısınız. Her iki tarafın fikirlerini, önerilerini, zorluklarını vb. yazarak somutlaştırmalısınız.- Uzlaşma sürecinde, “gerçek ihtiyaçlar”, “sorunun karşılıklı tanımlanması”, “çözüm önerileri”, “çözüme ilişkin kişisel zorluklar ve engeller” üzerinde durmalısınız.- Uzlaşma adına, nelerden vazgeçebileceğinizi düşünmeli ve ortaya koymalısınız. Çocuğunuzun da aynı şeyi yapmasını sağlamalısınız.- Uzlaşma ve çözüme ilişkin karşılıklı üstlenilen sorumlulukları açıklığa kavuşturmalı ve yazmalısınız. Bu süreçten sonra karşılıklı ortak çözümleri netleştirmelisiniz.- Verilen kararın uygulama koşulları ve uygulanmadığında karşılaşılabilecek durumları da değerlendirerek süreci tamamlamalısınız.
Bilmek başka, hissetmek başkadır. Hayatımızı bildiklerimiz değil, hissettiklerimiz yönetir daha çok. His dünyamızın en değerli varlıkları da annelerimizdir.“Anne!” sözünü duyunca, aklımızdan çok kalbimiz çalışır. Öyle ki, “Bana dünyayı tek kelime ile anlat” deseler, kesinlikle “Anne” derim.Anne toprak demektir. Bizi dokuz ay karnında taşıyıp hayata armağan eden anneler toprak gibidir. Toprak gibi karnında yaşatır, toprak gibi doğurur, toprak gibi koynunda büyütür… Minerallerini, suyunu, kokusunu bize verir.Onun sayesinde köklerimiz derine, dallarımız yükseğe gider.Anne kişisel tarihimiz demektir. Doğduğumuz andan itibaren bütün yaşamımıza şahitlik yapar anneler. Bebeklik, çocukluk, ergenlik ve gençlik öykümüzün en önemli karakteridir onlar. Kimi zaman kahkahaların, kimi zaman kızgınlıkların, kimi zaman da gözyaşının içinde hep o vardır.Anne demek kocaman bir yürek demektir. Anne-evlat ilişkisi akılların değil, yüreklerin buluşma yeridir. Anne yüreği bir başka çalışır. Göründüğünden daha büyüktür. Yüreğinin her hücresinde evladı saklıdır. Öyle ki, biz o yüreği incitsek de sever; hoyratça davransak da sever; hatırını sormasak da sever… Severken keşkeleri yoktur anne yüreğinin.Anne demek teslim olmak demektir. İlk olarak ona güveniriz, ona bağlanırız. Onu gördüğümüz andan itibaren karnımızın doyacağını, altımızın temizleneceğini, bir yerimiz ağrısa hemen ilgilenileceğini hissederiz. Hayata ve insanlara karşı duyduğumuz güvenin perde arkasında annemiz vardır. Başkalarına duyduğumuz güven aslında annemize duyduğumuz güvendir. Kopyalayıp çoğalttığımız güven duygusuyla başkalarını hayatımıza sokarız.Anne demek, güvenli çatışma alanı demektir. Bütün huysuzluklarınızı, öfkenizi ilk ona yansıtırsınız. Delilik çağlarımızın en çok tepinme alanıdır annelerimiz… Bağırırsınız, tepki gösterirsiniz, eleştirirsiniz, suçlarsınız… Size kimi zaman susarak, kimi zaman kızarak tepki verse de bilirsiniz ki, en güvenli alandır anne yüreği. Gerçek anlamda hiçbir zaman size zarar vermez.Anne demek konfor demektir. Yaşınız ne olursa olsun o sizin için düşünür; sizin için hisseder; sizin için yapar. Arada hayatınıza karışıyor diye kızar gibi yaparsınız ama içten içe de bu konfordan hoşlanırsınız. Büyümüş olmanız onun umurunda değildir. Daha doğrusu yüreğinde değildir. Onun yüreği, takvim yaşınızla ilgilenmez.Anne demek şımarmak demektir. Kimseye kolay kolay şımaramazsınız ama annenize şımarmak kolaydır. Yaşınız kaç olursa olsun rahatlıkla çocuklaşabilir, şirinlikler yapabilir, kucağına yatıp yanağınızı okşatabilirsiniz. Yanağından alacağınız küçücük bir makasla muzip bir sohbeti başlatabilirsiniz.Anne demek canını feda etmek demektir. Tehlikedeyseniz iki kere bile düşünmez; kendini riske ilk o atar.Gözü karadır, kendinden daha büyük düşmanın bile üstüne yürür.Evlatlara birkaç hatırlatma…- Annenizin ömrünü uzatmak istiyorsanız, yüzünüze ve gözbebeklerinize kalbinizden geçen sevgi ve gülümsemeyi kondurun ve onlarla öyle konuşun. Dokunun, öpün, sarılın… Bunu her fırsatta yapın.- Size bir şey anlatmak istediğinde, ne anlatacağını bilseniz bile susun, dinleyin.- Sizden bir şey yapmanızı ya da yapmamanızı istediğinde hemen karşı çıkmak yerine biraz durun ve düşünün. Sizin hayatınızı ciddi anlamda değişikliğe uğratmayacaksa bu isteklere duyarlılık gösterin. Hepsine tepkisel bir şekilde karşı çıkmak yerine, hangilerine dikkate alabileceğinizi düşünün.
Bir bayram daha geldi. Umarız ki tüm toplumumuzda bayram anlamına uygun şekilde yaşanır. Bayramlarda en çok beklediğimiz şey, barış, huzur ve mutluluğun tüm toplumda doya doya yaşanmasıdır. Bayramların en sevimli yüzü de çocuklardır.Bayramlar toplumsal kültür hazinemizin en değerli parçaları arasındadır. Gelenekselleşmiş bayramlar, toplumsal kimliğimizin ortak kodları; zihin ve gönül beraberliğimizin de çimentosu ve ispatıdır. Bayramları algılama, hissetme ve yaşama şekilleri de bir toplumun ortak dilidir.Bu ortak dil sayesinde, toplumsal empati duygumuz güçlenir.Birbirimize bol bol duygusal ödüller verir; mutlu ederek mutlu olmayı öğreniriz.Bayramların en sevimli yüzünü de çocuklar oluşturur. Bayramlar daha çok çocuklara gelir aslında… En çok onlar heyecanlanır, onlar sevinir.Birkaç gün öncesinden başlayarak giyeceği yeni ve güzel kıyafetlerin, toplayacağı harçlık ve şekerlerin hayaliyle yaşarlar.Bayram süresince çaldıkları kapı, ziyaret ettikleri ev ve topladıkları ganimetle büyük başarılar elde ederler. Arkadaşlarıyla karşılaştırma yaparak başarılarıyla da gurur duyarlar. Ah çocuklar ah…Modern kültür ve kentleşme, en çok çocukların bayramlarını elinden aldı. Kalabalıklaşan ama kalabalıklaştıkça da yalnızlaşan ve yabancılaşan kentsel toplumlar, en büyük zararı çocuklarına verdi.Çocuklara sesleniyorum:Hey çocuklar, hadi bakalım bu bayramda çocukluğunuza sahip çıkın. Yetişkinlerin çaldığı çocukluğunuzu geri alın. Geleneklerin verdiği haklarınızı kullanın. Bu bayramı çocuk gibi yaşayın. Sizin de “Nerede o eski bayramlar!“ diyecek bir geçmişiniz ve çocukluğunuz olsun.Geleneksel bayram anlayışımız nedir?Bayramlar kendine özgü davranış ve alışkanlıklarıyla yaşanır. Bu da toplum bireyleri arasında bir anlamda sözsüz anlaşmadır. Bir yıl boyunca yaşadığımız koşturmacalar içinde bir nefes alma ve birbirimizi farketme zamanıdır. Bayram özel bir zaman dilimidir ve bu zaman dilimini kendi kültür dokumuza uyan gelenekselleşmiş eylemlerimizle doldururuz. En küçüğümüzden en büyüğümüze bizim için bayram demek;- Günler öncesinden başlayan tatlı bir telaş ve hazırlık demektir.- Yüzlerce insanla bayram namazı kılarak dualarda buluşmak demektir.- En güzel kıyafetlerimizi giyerek içimizdeki güzeli dışımıza yansıtmak demektir.-Ailemizde her zamankinden daha fazla neşelenmek ve mutlu olmak demektir.- Küs olduklarımızla barışma zamanı demektir.- Mezarlarında bizi bekleyenleri ziyaret ederek vefa göstermek demektir.- Akraba ve komşularımızı ziyaret ederek hatır sormak demektir.- Tatlı yiyerek tatlı konuşmak demektir.- Bayram harçlığı ve şeker biriktirmek demektir.Bayramda neler yapalım?Bayramın geleneksel yanları toplumlar için büyük kazançtır. Ancak, yine de bayramlarımızı sadece geleneksel sorumluluklarımızla sınırlamamalıyız. Hatta geleneklerimizi daha farklı ve anlamlı faaliyetlerimizle zenginleştirmeli ve mutluluklarımızı çoğaltmalıyız. Sevgili anne-babalar, bu bayramda çocuklarımıza “mutlu et ki mutlu olasın” düşüncesini kazandırmak için çaba harcayalım.Sevgili anne-babalar, sevgili çocuklar… Bu bayramda;- Yaşlıları ziyaret etmeyi unutmayalım.- Çocuk esirgeme kurumlarındaki çocuklara da bayramı yaşatalım.- Hastaları ziyaret edelim.- Hayvanlar için bir iyilik yapalım.- Şeker yerine kitap hediye edelim.Bir de uyarıda bulunalım! Şeker ve şekerli ürünler tüketimine dikkat edelim lütfen. Bedenimizde bir şeker zehirlenmesine yol açmadan gönüllerimizde şeker tadını yaşama dileğiyle iyi bayramlar dilerim.
Her çocuk, dünyaya geldiği andan itibaren aile değerlerini hissedip yaşayarak büyür. Anne-babanın konuşmaları, tercihleri, davranışları, o ailenin hakim değerlerini yansıtır. Aile ortamında geçerli olan hakim değerler, o ailenin kişilik yapısını gösterir. Çocuklar, anne-babalarının sergilediği bir çok davranışı izleyerek aile değerlerini öğrenir ve içselleştirir.Aileler hangi ilke ve değerlere sahip olmalıdır?Saygı İlkesiAile içinde en temel ilkelerden biri saygıdır. Sağlıklı ilişkilerde saygı bir zorunluluktur. Karşımızdaki kişinin varlığını kabul etmek, onun değerinin farkında olmak ve ona rastgele davranmamak saygının özünü oluşturur. Bizim kültürde saygı daha çok aşağıdan yukarıya gösterilen bir dizi davranış ritüeli olarak algılanır. Oysa, saygı esas itibariyle varoluştan gelir ve bütün varlığa gösterilir. Bu nedenle, “statüsel saygı” değil, “varoluşsal saygı” aile değeri haline gelmelidir. Her aile bireyi saygıyı hak eder. Tüm aile bireyleri birbirine gereken özeni göstermelidir. Bir anne-baba, aile ortamında saygıyı açık seçik bir değer olarak yaşar ve yaşattırırsa, çocuğun kişilik gelişimine en büyük yatırımı yapmış olur.Koşulsuz sevgi ilkesiAile bütünlüğü sevgiden geçer. Annenin babaya, babanın anneye, anne-babanın çocuğa, çocuğun anne-babaya göstereceği sevgi, ailenin duygusal atmosferini oluşturur. Anne-babanın hem birbirine hem de çocuğuna sevgi aktarımında koşulsuz ve cömert davranması gerekir. Bir çocuk doğduğu andan itibaren anne-babasından koşulsuz kabul, ilgi ve sevgi görürse, ruhsal açıdan sağlıklı olur. Bu nedenle, anne-babaların çocuklarına “Küstüm sana, konuşmuyorum”, “Böyle yaparsan seni sevmem” gibi hem gereksiz hem de gerçek dışı cümleler söylemesi doğru değildir. Bu tür cümleler, çocuğun duygusal güvenlik alanını tehdit eder.İletişime açık olma ilkesiİlişki ile iletişim aynı şey değildir. Aynı ailenin üyesi olanlar kaçınılmaz olarak bir ilişki içindedirler. Ancak, bu ilişki halinde olma, onların iletişim halinde oldukları anlamına gelmez. Aile bireylerinin gerçek anlamda iletişim kuruyor olmaları çok önemlidir. Gerçek iletişimin temeli de “samimiyet” ve “anlama” üzerine kuruludur. Ailedeki herkes, birbirinin konuşma ve kendini ifade etme hakkına saygı göstermelidir. Bir aile üyesi konuştuğunda da, diğer aile üyeleri onu gerçekten anlama niyetiyle dinlemelidirler. Her aile üyesi, diğer aile üyelerinden farklı da olsa görüşlerini özgürce söyleyebilmelidir. Bir sorun yaşandığında da dolaylı yollarla değil, doğrudan iletişim kurarak çözüme gidilmelidir.Sorumluluk ilkesiHer aile üyesi, kendi rolüne uygun olarak bazı sorumlulukları yerine getirmek zorundadır. Her gün yemek yapmak, aileye gelir sağlamak, okula gitmek, oyuncakları toplamak, ödev yapmak, evin temizliğini yapmakgibi sorumluluklarla karşı karşıyayız. Ortak bir yaşam alanı oluşturmak ve birlikte yaşayabilmek için bu sorumlulukların yerine getirilmesi gerekir. Bu sorumlulukların ne olacağı ve sınırları her aileye göre farklılaşabilir. Önemli olan,her aile üyesinin sorumluluk kavramını içselleştirmesi ve üzerine düşen sorumlulukların farkında olmasıdır. Zaman zaman aile toplantıları yaparak bu sorumlulukların gözden geçirilmesinde de yarar vardır.Kararlara katılma ilkesiHer aile üyesi, gerek kendi bireysel alanında, gerekse ailenin ortak yaşam alanında karar verme ve kararlara katılma hakkına sahip olmalıdır. Hangi yemek yenecek, hangi televizyon programı izlenecek, ne giyilecek gibi bir çok konuda karar vermek zorunda kalırız. Eğer söz konusu konu, ailenin ortak faaliyet alanına giriyorsa, herkes fikrini söyleyebilmelidir.Anne-babalar çocuklara bu değerleri kazandırmak için ne yapmalıdır?- Kendi aile felsefelerini ve değerlerini açıklığa kavuşturmalı ve bunu çocuklarıyla paylaşmalıdırlar.- Anne ve baba, kendi ilişkilerinde de aile değerlerine uygun hareket etmelidirler.- Çocuklarla kurulacak ilişkilerde bu değerler esas alınmalıdır.- Aile toplantılarında zaman zaman bu değerlerden söz edilmeli ve aile değerleri hakkında sohbet edilmelidir.
Çocuklar dünyayı oyunla tanırken anne- babalar da çocuklarını oyunda tanır. Çünkü çocuk demek oyun demektir. Çocuğunu anlamak isteyen ebeveynler onu oynarken izlemeli, onun oyunlarına bakmalıdır... Haydi çocuklarınızın oyunlarına siz de katılın!Çocuk, hayata gözünü açtığı andan itibaren önce kendisi ile dış dünyayı ayırt etmeyi öğrenir. Hayata ağlayarak başlayan çocuk, anne-babasının “agucuk gugucuk”larıyla dünyaya ilk gülücüklerini atar. Kendi dışındaki dünyayı tanımaya başlar. Merak eder, kaygılanır, şaşırır, heyecanlanır, mutlu olur… Küçücük dünyası ile uçsuz bucaksız kocaman dünyayı keşfe çıkar. Çocuk dünyayı oyunla tanırken, anne-babalar da çocuklarını oyunda tanırlar. Çünkü, çocuk demek oyun demektir. Çocuğa dair ne varsa oyunların içine saklanmıştır adeta. Çocuğunu anlamak ve tanımak isteyen ebeveynler, onu oyunlarında izlemeli, onun oyunlarına bakmalıdır. Oynadığı oyunlar, kurduğu cümleler, hissettiği duygular küçük yüreğindeki büyük ipuçlarını verir.- Oyun çocuğun en ciddi faaliyetidir.Hangi çocuğa sorarsanız sorun en çok yapmak istediği şeyin oyun oynamak olduğunu söyleyecektir. Bir çocuğun gün içinde zamanının en büyük bölümünü oyun alır. Hatta öyle ki, sık sık yemeği, tuvaleti bile unutur oyun söz konusu olduğunda. Peki nedir oyunu bu kadar çekici ve vazgeçilmez kılan şey?- Çocuklar neden sürekli oyun oynamak ister?Çünkü oyun özgürlük demektir. Çocuklar kendilerine sürekli talimat veren ve neyi yapıp neyi yapmamaları gerektiğini söyleyenlerden pek hoşlanmaz. Yetişkinlerin engellemelerinden de çok rahatsız olurlar. İşte oyun, çocuğa, kendi eylemlerinin kontrolünü eline geçirme fırsatı verir. İstediğini yapar, istemediğini yapmaz… Sıkıcı engellemelerle mücadele etmek zorunda kalmaz. Kendisi kendisine aittir. Biz yetişkinlerin psikolojik hapishanelerde yaşadığı düşünüldüğünde, çocukların oyunlaştırılmış özgürlüklerini kıskanmamak mümkün değil.Çünkü, oyunlarda gerçeği istediği gibi değiştirebilir.Oyunlar, çocuğun kendi hayallerine hayat verdiği yerlerdir. Gerçeğin, işine gelmeyen yanını değiştirebilir; hoşuna gitmeyen yanını görmezden gelebilir. Öyle ki, doğa üstü güçlere sahip olabilir; dünyanın her yerine anında gidebilir; uçabilir; kocaman bir dev olabilir… Hayvanları konuşturup, kendinden çok güçlü kişileri de dövebilir. Böyle bakınca, insan özeniyor…Çünkü, oyunlarda başrolü kimseye kaptırmaz.Hepimiz kendi hayatımızın baş rolündeyiz. Bu, çocuk için de böyledir. Çocuklar, özellikle kendi yönettikleri oyun senaryosunda başrolü de kendilerine verirler. Böylece, bütün ilgi, başarı ve güç kendilerinin olur.Çocuklardan kimi macera filminde, kimi aşk filminde, kimi de bir belgeselde başrolü oynar. Ne güzel değil mi? Senarist de, yönetmen de, başrol oyuncusu da kendisi…Oyun haz demektir.İnsanın bir davranışı devam ettirmesi için o davranışın sonucunda haz alıyor olması gerekir. Oyun da çocuğa bunu fazlasıyla sunar.Sonuçta, hareket ediyor olmak, kontrolü ele geçirmiş olmak, özgürce istediğini yapmak, sanal bir dünyada da olsa başrolde olmak bir çocuk için oldukça eğlenceli görünüyor. Bu kadar eğlenceli bir ortam sürekli olarak beyindeki ödül merkezlerini uyarınca daha fazlasını istemek de kaçınılmaz oluyor.Anne-babalara öneriler- Anne-babalar, çocuklarının doya doya ve dolu dolu oynamasına, eğlenmesine izin vermeli; onlara oynaması için ortam sağlamalıdır. Çocuğun oyun oynayabileceği her ortam yeri geldiğinde değerlendirilmelidir.- Çocuklarının oyunlarına katılmalıdır. İçlerindeki çocukla kendi çocuklarının buluşmasına izin vermeli ve gerektiğinde çocuklarının yönettikleri oyunlarda yardımcı oyuncu olmayı kabul ederek keyfini çıkarmalılar.Oyun çocuğun kurgusudur genellikle. Dolayısıyla, anne-babalar, çocuğun oyununa dahil olduklarında, onun yönergelerini dikkate almalı ve verdikleri görevleri yerine getirmelidirler.Oyun oynayamayan çocukların başarılı olması da beklenemez.Yaşınız ne olursa olsun, içinizdeki çocuğun sesine kulak verin.