SORU: Yaşadığım bir olayı sizinle ve okuyucularınızla paylaşmak istiyorum: Kocatepe Camii’ne cuma namazına gittim. Abdesthanede bir bayan kardeşimiz, “Buraya geldim ama ne yapacağım, ne kılacağım bilmiyorum” dedi. Ben de ezandan sonra cumanın 4 rekât ilk sünnetini kılacağını, daha sonra cuma hutbesini dinleyeceğini, hutbeden sonra hocanın 2 rekât cumanın farzını kıldıracağını söyledim. Sonra da 4 rekât cumanın son sünnetini kılacağını anlattım. Orada bulunan genç bir bayan, öğle namazının farz ve sünnetlerini de kılması gerektiğini söyledi. Ben cuma kıldığı için öğle namazının kılınmayacağını söyledim. O ısrar etti. 24 yaşımda hacı oldum. Geçtiğimiz Ramazan ayında umre yaptım. Orada diğer Müslüman kardeşlerimiz sadece 2 rekât cumanın farzını kılıp gidiyorlar. Ancak Türkler ve Pakistanlılar sünnetleri kılıyor. Hocam size sorum şu: Cuma namazı nasıl kılınır? (Serpil Erkan)Farzdan önce hutbe okunurCEVAP: Cuma namazı toplulukça kılınan namazdır. Cuma günü öğle namazı yerine “Cuma namazı” kılınır. Cuma namazı, 2 rekâttan ibaret bir farzdır. Farzdan önce hutbe okunur. 4 rekât ilk, 2 rekât da son sünneti vardır. İlmihal kitaplarında cumanın son sünnetinin 4 rekât olduğu yazılıdır. Ama hadis mecmualarında Hz. Peygamber’in cumanın farzından sonra 2 rekât kıldığında ittifak vardır. Cuma namazı kılınabilmek için ne kadar cemaatin bulunması hakkında mezhep imamları arasında hayli ihtilaf vardır. Kimine göre imam dahil 2 kişi, kimine göre imam dahil 3 kişi, kimine göre imam dahil 4 kişi, kimine göre 7 kişi, kimine göre 9 kişi, kimine göre 12 kişi, kimine göre 13 kişi, kimine göre 20 kişi, 30 kişi, 40 kişi, 50 kişi, 80 kişi, kimine göre de büyük bir kalabalık gerekir. Belli bir sayı şart değildir. Bir köy sakinleri kadar kalabalık bulunmalıdır. Öyle 3-4 dört kişiyle olmaz. Ebu Hanife’ye göre imam dahil 4 kişi olmalıdır (Ruhul-Meani: 28/102).Aşırıların görüşleri battı gittiÖzetle: Cuma namazı 2 rekâttır. Hutbeden önce 4 rekât sünneti vardır. İbn Mace’nin rivayetinde Peygamber, cumanın farzından (ve hutbeden) önce 4 rekât kılardı. Abdullah ibn Ömer de Peygamber’in, cumayı kıldıktan sonra evine gittiğini ve evinde 2 rekât kıldığını rivayet etmiştir. Demek ki cumanın farzından önce 4, farzından sonra da 2 rekât sünnet vardır. Fakat ayette emredilen, farz namazdır. Son zamanlarda, “İslâm’ın hükümleriyle idare edilmeyen yerlerde cuma namazı kılınmaz” diyerek cuma namazlarını boykot eden bazı aşırılar görüldü ama artık o düşünce battı gitti. Cumayı farz kılan ayet geneldir. Cuma namazının kılınmasını, İslâm’ın hükümlerinin uygulanması şartına bağlamamıştır.* DEVAM EDECEK
SORU: Anne karnındaki bebeğe 3-4 aylıkken ruh üflendiğini biliyoruz. Bebeğin anne veya babasından fiziksel özellikler aldığı gibi ruhsal özellikler alması da mümkün mü? (Ahmet Çınarcı) CEVAP: 3-4 aylıkken ruh üflenmesi, bebeğe hücre bilincinden akıl bilincinin verilmesi anlamına gelir. Yoksa her bebeğe Allah zaten ruh vermiştir. Bebek anne karnında döllenir döllenmez onda canlılık vardır. Yumurta da onu dölleyen sperm de canlıdır. Bu ikisinin bileşkesinden oluşan embriyo da canlıdır. Canlı olmasa bölünerek çoğalmaz. Her canlıda ruh vardır. Ancak o aşamadaki ruh, sadece maddeye canlılık veren ruhtur. Henüz insan ruhu değildir. Ne zaman ki fetüs 3-4 aylık olur, o zaman beyinle organlar arasındaki iletişimi sağlayan sinir sistemleri tamamlanır. Beyinle organlar arasında iletişim sağlanır. O durumda bebeğe canlılık veren ruh olgunlaşarak insan ruhu olur. Her ruh ayrı bir varlıktır. Yoksa 3-4 aylık olunca bebeğe dışarıda bulunan ruhlar deposundan bir ruh alınıp o bebeğe üflenir demek değildir. Öyle olsa bu durum reenkarnasyon anlamına gelir ki İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu bunu kabul etmez.Çocuğa ruhun üflenmesi, ona bilinç verilmesi demektir. O zamana kadar mevcut olan hücre bilinci yerine bütün vücudu yöneten akıl bilincinin verilmesidir. Bebeğin fizik organlarıyla birlikte gelişen ruh, elbette anne babanın kabiliyetlerini, bazı özelliklerini taşır. Buna kalıtım denmektedir. İnsan, anne babasından bazı fizik özellikler aldığı gibi ruhsal özellikler de alır. Ama kendisine verilen bilinç yani akıl onu doğruya yönlendirir. İnsan, aklını kullanarak kötü dürtülerini frenler, iyi dürtülerini eyleme geçirir. İşte bu seçimdir. İnsana eylemlerini seçme, kötü dürtülerini önleme yeteneği verilmiştir. İnsanın sorumluluğu da bu seçimden ileri gelir. Yetiştiği ortam ve çevre faktörünün de insan davranışlarında önemli bir etken olduğunu unutmamak gerekir.Fitne-fesat temsilcileriSORU: Müddesir Suresi 30 ve 31’inci ayetler konusunda yazdıklarınızda dikkatimi çeken bir husus var: Cehennem meleklerinin sayısının 19 olduğu ve bu sayının bir sınav aracı, fitne olarak kullanılacağı gerçeğinden yola çıkarak Reşat Halife’nin liderliğini yaptığı ve “Kur’ân’da 19 mucizesi” diye başlayarak sonradan Tövbe Suresi’nin son 2 ayetinin vahyedilmiş olmadığına, insan eliyle Kur’ân’a eklendiğine kadar varan iddiaların, bu fitnenin günümüzdeki örneklerinden biri olduğunu söyleyebilir miyiz? (M. Ali Tatari)CEVAP: O zatın nasıl tutarsız sözler ve savlar ileri sürdüğünü İslâm Araştırmaları Dergisi’nde açıklamıştım. “İslâm’da Güncel Tartışmalar” adlı eserimde de konuya açıklık getirmiştim. Bu iddia sahipleri fitne ve fesat temsilcileri olmuşlardır.
SORU: Dindar bir ailede yetişen çocukla dindar olmayan bir ailede yetişen çocuğun İslâm’ı yaşaması aynı değildir. Bunların sorumlulukları birbirinden farklı mıdır? (Esef Bükülmez) CEVAP: İslâm’da sevap ve günah bireyseldir. İnsan elbette çevrenin etkisinde ve yönlendirmesinde yetişir ama düşünce yetisine kavuştuğu yani iyiyi kötüyü ayırdetme yaşına geldiği zaman artık hem kanun karşısında hem de Allah huzurunda kendisi sorumludur. Allah ona akıl vermiş. Akıl doğal bir peygamber gibidir. İnsanı yanlışlara karşı uyarır. Bunun yanında peygamberler göndermiş. Düşünce sahibi insan aklını kullanarak kendisine anlatılanları ve yönlendirildiği yönün doğruluğunu sorgulamalıdır. Diyelim ki bu sorgulama kapasitesine sahip değil, kendisini doğruya yöneltecek bir ortam da yok. O zaman onun durumu, fetret dönemindeki insanların durumudur. O kişi bulunduğu ortamın yasalarına uygun hareket ederse bilmediği, öğrenemediği din kurallarından sorumlu olmaz. Ama bu imkâna kavuştuğu ve kendisine gerçekler anlatıldığı halde batılda direnirse sorumludur. Çünkü bile bile kör taassupla Hakk’ın buyruğuna uymamak büyük vebaldir. Yine de her şey ilahi iradeye ve O’nun nasibine bağlıdır. *****SORU: İsmail Hakkı İzmirli’nin bir yazısında şöyle diyor: “Kur’ân-ı mübini tercüme caizdir. Bunda asla şüphe ve ihtilaf yoktur. İhtilaf tercümeyle namazın sahih olup olmamasındadır. Eimme-i hanefiye indinde nazm-ı kerim rükn-i asli olmamakla manaya delalet eden tercümeyle namazda kıraat caizdir.” Tam olarak ne demek istiyor? CEVAP: İmam-ı Azam’a göre Kur’ân soyut manadan ibarettir. O manayı taşıyan söz kalıpları asıl Kur’ân değil, manayı taşıyan tali unsurdur. Bundan dolayı manayı taşıyan Arapça söz kalıplarıyla namaz kılındığı gibi yine aynı manayı taşıyan başka söz kalıplarıyla da namaz kılınabilir. Yani Kur’ân’ın manasını ifade eden Türkçe, İngilizce, İbranice ya da herhangi bir dille de namaz kılınabilir. Çünkü asıl Kur’ân, soyut manadır. Söz kalıpları ikinci unsurdur, mananın taşıyıcısıdır. Aynı manayı taşıyan her söz kalıbı da Kur’ân’dır. O halde Kur’ân’ın anlamını ifade eden her doğru çeviriyle namaz kılınabilir. İzmirli’nin anlatmak istediği budur.*****SORU: Emekli subayım. 1996 yılından beri bir miktar parayı Ordu Yardımlaşma Kurumu’na ödeyerek üye oldum. Her yıl bana birikimimin ne kadar olduğunu bildiriyorlar. Ben de o miktarın zekâtını veriyorum. Bu doğru mu? (Hüseyin Çağlayan)CEVAP: Kurumdaki paranız aynen bankadaki mevduat gibiyse uygulamanız doğrudur. Mevduatınızın zekâtını verirsiniz. Ama kurumdaki paranız birine verilmiş ödünç gibiyse o zaman ödünç verilen paraların zekâtları tahsil edildikten sonra geçmiş yılların tümünün zekâtı verilir. Bence sizin uygulamanız daha güzeldir.
SORU: Bir yazınızda ölü arkasından yapılacak duaya değinmiştiniz. Çevremdeki birçok arkadaşım, insan öldükten sonra amel defterinin tamamen kapandığını ve dolayısıyla onun arkasından yapılacak dua ve bağışlanma dileğinin hiçbir faydası olamayacağını söylüyor. Haşr Suresi 10’uncu ayeti insanın kendisi, kendisinden önce gelmiş ve “imanda kendini geçmiş” kişiler için mağfiret dileyebileceğini ve bunda bir yanlışlık olmadığını buyurmaktadır. “İmanda kendini geçmiş” sözü ne anlama geliyor? Kur’ân’da cenaze salatıyla (namazıyla) ilgili olarak sadece Tövbe Suresi 84’üncü ayeti, küfredenlerin mezarı başında dikilmemeyi ve onlara salat etmemeyi emrediyor. Toplumumuzda, bir örf olarak gördüğümüz her cenaze namazına katılır, ölüye mağfiret dileriz. Hatta uygulamada iyi bir Müslüman olmadığından emin olduğumuz kişilerin bile cenazesine katılırız. Bu gibi cenazelere katılmakla Allah’ın emrine karşı gelmiş olup bundan hesaba çekilir miyiz? (Mehmet Ali Tatari)CEVAP: Yapılan duanın ölüye faydası olmadığını söyleyen kişiler, ruhun varlığını sürdürdüğüne inanmayan kuru cahillerdir. Söyledikleri Kur’ân’a ve Peygamberimizin uygulamalarına aykırıdır. Kur’ân’da çeşitli peygamberlere selam verildiği vurgulanır. Eğer selam vermenin onlara faydası yoksa Allah niçin onlara selam verildiğini vurguyla anlatıyor? Kaldı ki İbrahim Suresi’ndeki bütün müminlerin bağışlanmasını dileyen dua ayeti her namazın ardından yinelenir. “Rabbimiz, hesap gününde beni, ana babamı ve bütün müminleri bağışla.” Faydası yoksa niçin bu ayet inmiştir? Cenaze namazı da ölüye duadan ibarettir. Faydası yoksa niçin cenazeye namaz kılınıp dua edilir? Cenaze namazındaki dua şudur: “Allahım dirimizi, ölümüzü, burada olanımızı, olmayanımızı, erkeğimizi, kadınımızı, küçüğümüzü, büyüğümüzü bağışla. Allahım bizden yaşattığını İslâm üzerine yaşat, öldürdüğünü iman üzerine öldür. Bu ölüye de sevinç, rahat, mağfiret ve rıza ihsan eyle. Allahım eğer (bu kimse) iyi idiyse iyiliğini artır, eğer kötü idiyse kötülüklerinden geç. Onu güven, müjde, ikram ve rahmetine yaklaştır. Ey merhametlilerin en merhametlisi.”Duanın ölüye faydası yoksa niçin cenaze namazı kılınır? Bu tür sözler faydasız, geçersiz sözlerdir. Musallaya konan insanın kimliğini araştırmak gerekmez. Biz ona dua ederiz ama bütün günahlarını silemeyiz. Zaten cenaze başında gittikçe şova dönüşen o çığırtkanlıklar, İslâm’ın ruhuna aykırıdır. O imamların döne döne “Hakkınızı helal ettiniz mi? Hakkınızı helal ettiniz mi? Hakkınızı helal ettiniz mi?” sözleri, tam bir şovdur. Ölüye hiçbir yararı olmaz. Ölmüş kişi zaten çoktan varacağı yere varmıştır. Cemaatin tanımadığı o kimseye ne hakkı var ki helal etsin? Sonra hakkı bulunan da öyle “Helal ettim” demekle bu işin hemen bitivereceğini sanmam. Her kişi yaptığı iyilik ve kötülüğün ruhu üzerindeki izini taşır. Yüce Allah huzuruna varan kulunu ya bağışlar veya cezalandırır. Bu dünyadakiler, ahirete gitmiş olanın cezasını sildiremezler. Yapılan dualardan ölünün ruhu rahatlık duyar ama bu dualar zalimi, gaddarı, kafiri ilahi adaletin pençesinden kurtaramaz.
SORU: Çocukluk yıllarımda inanan, namazında niyazında, kısaca Allah’tan korkan biriydim. Daha sonra isyan edip Tanrı tanımaz oldum, O’na şirk ettim. İlerleyen zaman içinde tanıştığım bir kadının Allah’a olan aşkına âşık olup yüce Rabbimi sevmeye başladım. Ama bu arada büyük bir günah işledim, zina yaptım. Allah’a tövbe ettiğim vakit hamile kaldığımı öğrendim. İlişkim bitmiş olduğundan bunu babasına inandıramadım. Ardından Kur’ân’da geçen şeytan insanlar var ya, öyle bir varlıkla biyolojim ve ruhumla el verdiğince mücadele ettim. Ancak adam kabul etmedi. Benden 20 yaş büyük bu adam daha önce tek hayalinin çocuk olduğunu bana ve çevreme sürekli olarak söylüyordu. 28 yaşındayım. Daha fazla dayanamadım, çocuğu dünyaya getirip böyle bir babanın elinde harap edemezdim. Allah şahidimdir ben doğurmak istedim. Bunun için yalvardım yakardım ama nafile. Beş haftalıkken sonlandırdım. Her an tövbe içindeyim. En son çocukken secdeye giden ben, şimdi secdeden ayrılmak istemiyorum. Allah’ın, bu dünyada da ahirette de yolumu, yolu etsin diye dua ediyorum. Kur’ân’ı kılavuzum eyledim. Allah kabul ederse tövbe içindeyim. Size sorum şu: Beş haftalık bebeğimin ruhu üflendi mi yani Allah kavuşturursa ben öte âlemde onunla beraber olabilir miyim? Tövbemin kabulü için yapmam gereken ibadet var mı? Beni kınamayın, Allah rızası için derdime yardımcı olun. Allahım bu olayı, hicranlı hayatımın son matemi eylesin. Ben bebeğimi sonlandırdığım gün kendimi de öldürdüm. Bu hayattan vazgeçtim. Derdimin çaresi nedir? (E. B.)CEVAP: Hanımefendi, zina da çocuk aldırmak da büyük günahtır. Ama artık olan olmuş. Bunun geri dönüşü yok. İçtenlikli tövbe, her günahı siler. Çünkü Cenabı Hak, kullarına umut vermiş: “Ey nefislerine yazık eden kullarım, Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Zira Allah bütün günahları bağışlar” buyurmuştur. Peygamberimiz de “Günahtan tövbe eden, hiç günah işlememiş gibi olur” demiştir. Siz şirkten Hak yoluna döndüğünüze göre artık eskileri düşünüp durmayın. Allah’a gönülden bağlanın. Bir hadiste “Kul Allah’a yürüyerek giderse Allah kula koşarak gelir” buyurulmaktadır. Aldırdığınız bebeğin sorumluluğuna gelince: Annenin sağlığı için ciddi bir tehlike oluşturmadıkça çocuğu aldırmak büyük hatadır. Şayet çocuğun doğumu, annenin sağlığını tehlikeye atacak, ailede büyük sıkıntılara neden olacak ise o takdirde anne ve babanın rızasıyla 3 aydan önce aldırılabileceği söylenir. Siz bebeği henüz insani ruh üflenmeden önce aldırmışsınız. Ayrıca babasının kabul etmediği bir bebeği doğurmanın, ileride sizin başınıza birçok sosyal problem açacağı sendromu da var. Yani bir bakıma bu eylemde mazur sayılırsınız. Ama çocuğa henüz insani ruh da üflenmemiş olduğuna göre sizin, onun ruhuyla karşılaşacağınızı düşünmeniz kanaatimce yersizdir. Çünkü onda, maddeye hareket sağlayan, canlılık veren bir ruh olsa da insani ruh yoktur. İnsanı insan yapan insani ruhtur. Özetle: Geleceğe bakın, bir daha böyle yanlış işler yapmayın. Allah size mutluluk versin.
Hamdi Öksüz adlı okurum, “Nur Suresi ile ilgili aşağıdaki açıklama ne derece doğrudur”? diye soruyor. Bir yazar, Nur Suresi 31’inci ayetin Fransızca, İngilizce ve Almanca çevirilerini karsılaştırdığını, Türkçe çevirisinin aslına uygun yapılmadığı kanaatine vardığını, bu sonuca Paris’teki üniversitelerden birinde Arap Edebiyatı ve Kültür Tarihi öğreten Tunuslu bir arkadaşının yardımıyla ulaştığını anlatıyor. Tunuslunun açıklamasına göre Nur Suresi 31’inci ayette geçen Himar (tekil), Humur (çoğul), İslâm öncesi dönemde Arapların giydiği giysinin bir parçasıymış (dokuma, bez parçası). Kesinlikle baş örtüsüyle ilgisi yokmuş. Buna göre ayeti şöyle çevirmek gerekiyormuş: “Söyle inanan kadınlara: Harama bakmaktan sakınsınlar ve cinsel organlarını saklasınlar? Örtülerini göğüsleri üzerine vursunlar?” CEVAP: Bu yazı açıkça çarpıtmadır. Bunu Arapça bilen biri yazamaz. Paris’teki Tunuslunun da nasıl bir bilirkişi (!) olduğu açıkça belli oluyor. Bütün Kur’ân uzmanları bilmiyor, o Paris’te şartlanmış olan mı biliyor? Bunun mantıklı yanı var mı? Khimar örtü demektir ama lügatlar bunu baş örtüsü olarak açıklarlar. Kur’ân uzmanları, 1400 yıldan beri tefsirler de böyle açıklıyor. Demek hepsi yanılmış, sadece o Tunuslu adam işin doğrusunu ortaya çıkarmış. Bu zorlamalara ne gerek var? Gerçekte baş örtüsü İslâm’ın getirdiği yeni bir şey değildir. Hicaz bölgesinde bu giysi kitap ehli (Yahudi ve Hristiyan) topluluklarının dini bir giysisi olduğu gibi İslâm’dan önceki Arap toplumunda da hür kadınların simgesiydi. Hür kadınların simgesiydiİslâm’dan önceki Arap toplumunun yapısını açıklayan tarih kitapları böyle söylüyor. Bu yorumdan sanki İslâm’dan önceki Arap kadınlarının, göğüsleri açık gezdikleri anlaşılır. Arap toplumunun yapısı kesinlikle buna müsaade etmez. Dediğim gibi khimar baş örtüsüdür. Ceyb de göğüs değil, yaka yırtmacıdır. Ayette gerdanlarını açık bırakan bazı kadınlara, baş örtülerinin sarkan uçlarıyla gerdanlarını kapatmaları emredilmektedir. Baş örtüsü, o zamanlar hür kadınların simgesiydi ama cariyelerin başlarını örtmelerine müsaade edilmezdi. Kur’ân da hür kadınların cariye sanılıp sataşılmaktan korunmaları için geleneksel kıyafete uygun hareket etmelerini emretmiştir: “Ey Peygamber, eşlerine, kızlarına ve inananların kadınlarına söyle: (Bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) örtülerini üstlerine salsınlar, onların tanınıp incitilmemesi için en elverişli olan budur” (Ahzab: 59). Haydi, siz bu görüşünüzü 1.5 milyar Müslüman’a ve bunların inandığı İslâm bilginlerine kabul ettirin de görelim. O Tunuslu’nun zaten İslâm ile ilgisini Allah bilir. Fransızın da derdine değil. Bu tür yorumlara çocuklar bile güler.
SORU: 1- Bir yazınızda, kaza namazları kılındıktan sonra içinde bulunulan vaktin namazının kılınacağını belirtmiştiniz. Ancak camide hoca tam tersini söyledi. Hangisi doğru? 2- Yunus Suresi 34’üncü ayet mealleri: Elmalılı Hamdi Yazır: “De ki: Sizin şeriklerinizden halkı ilkin yapacak, sonradan çevirip yapacak var mı? De ki: Allah halkı ilkin yaratır, sonra çevirir yine yapar. Artık nasıl saptırırsınız?” Diyanet İşleri Başkanlığı 1961 yılı mühürlü meal: “De ki: Koştuğunuz ortaklardan, önce yaratan, sonra bunu tekrar eden var mıdır? De ki: Allah önce yaratır, sonra bunu tekrar eder. Nasıl uyduruyorsunuz.” Süleyman Ateş: “De ki: Sizin koştuğunuz ortaklardan ilk defa yaratacak, sonra onu çevirip yeniden yaratacak olan var mı? De ki: Allah ilk defa yaratır, sonra onu çevirip yeniden yaratır. Öyleyse nasıl (doğru yoldan) çevriliyorsunuz.” Muhammed Esed: “De ki: O sizin tanrılaştırdığınız varlıklar arasında (hayatı) yoktan var edip de sonra onu tekrar tekrar yaratan var mı? De ki: (Ancak) Allah’tır, (bütün karmaşılıklığıyla hayatı) yoktan var eden, sonra tekrar tekrar yaratan. Hal böyleyken nasıl oluyor da yanlış hükmediyorsunuz?” Sayın hocam, mutlaka dikkatinizi çekmiştir. Sadece Muhammed Esed’in mealinde “tekrar tekrar” yazmaktadır. Diğer meallerde sadece bir kere “tekrar” yazmakta olup bu husus da kıyamet günüyle ilgili ruhun durumu olduğu belirtilmektedir. Yorumlar neden bu kadar farklı? (Turgay Devecioğlu)CEVAP: Din ve felsefe yoruma açıktır. Din hakkındaki yorumlardır ki, bu kadar mezhebi doğurmuştur. Ben, Kur’ân ve Peygamber’in sünneti çerçevesinde dini izah etmeye çalışıyorum. Ama o yorumcular Kur’ân’dan değil, bilgilerini 15’inci elden yazılmış kitaplardan alıyorlar. Siz onlara söyleseniz ki, şu iddia ettiğin şeyin Kur’ân’dan bir delili var mı? Hemen size falan filan kitabı gösterirler, Kur’ân’ı değil. Dini tahrif şimdinin meselesi değil, çağların meselesidir. Bu iş, Emevi devrinden başladı. Rivayetlerle Kur’ân’ın kendisi değil ama yalın anlamı çarpıtıldı. Hoca lakabını taşıyan birçok bilgisiz, vizyonsuz kişi bilgilerini o mezhepçi yorumlardan alıyorlar. Siz lütfen gidin o hocaya sorun: “Arkadaş tertip sahibi olan bir Müslüman’ın beş vakit namazı kazaya kalmışsa bu kişi önce o namazları mı kılacak, yoksa önce vaktin namazını mı kılacak?” Eğer, “Önce vaktin namazını kılacak” derse cahilin biridir. Mezhebini de bilmiyor. Ama “Önce kazaya kalan o namazları kılacak, sonra vaktin namazını kılacak” derse işte benim anlattığım budur. Meallerdeki farklara gelince: Maalesef birçok meal makaslama, kopyalama yöntemiyle yapılmıştır. M. Esed’in meali ise İngilizce’den çeviridir. İngilizce’den çeviri meal ne derece doğru olabilir? Elmalı’nın meali dediğiniz meal ise onun değildir. Elmalı mealinin orijinali farklıdır. Sizin gönderdiğiniz ayet meali sözde Elmalı mealinin sadeleştirilmişidir. Meal sadeleştirilir mi? Bir meali sadeleştirme yerine pekâlâ Kur’ân metninden çeviri yapılır. Demek ki sadeleştirme yapanlar Arapça meal yapacak güçte değillerdir. Onların sadeleştirmelerine ne derece güvenilir, o da tartışılabilir.
SORU: Avrupa’da yaşayan Katolik bir kız arkadaşım var. Ben dini inancı olan, dört dörtlük olmasa bile İslâm’ı sosyal hayatında uygulamaya çalışan bir gencim. Kız arkadaşımla 2 aya yakın bir zaman içinde birbirimizi tanımaya çalıştık. Kendisi şu anda öğrenci. Ben ise bir üniversitede akademisyenim. Evlenmek istiyoruz. Ancak benim işim onun da eğitimi nedeniyle 2 sene daha beklemek zorundayız. Çocuğumuz olursa vaftiz ettirmeyeceğimi, ona Müslümanlığı en iyi şekilde öğretmeye çalışacağımı, kendisine dini konuda asla baskı yapmayacağımı ve ona saygımın sonsuz olduğunu belirttim. Kendisi de bana din konusunun aramızda bir sorun olmayacağını, dinini değiştirmeyeceğini, çocuğumuza kendisinin de dinini ona anlatmak istediğini, akıl baliğ olunca kararı çocuğun vermesi gerektiğini söyledi. Sorum şu: Acaba sevdiğim kız Türkiye’ye geldiğinde onun da rızasıyla iki arkadaşımızın şahitliğinde imam nikâhı kıysak Allah katında eş sayılır mıyız? Zina suçunun sorumluluğundan kurtulmuş olur muyuz? Biz sevgimize günah karışsın istemiyoruz. CEVAP: Sözlerinizdeki abartıya biraz dikkat çekmeme müsaade edin. Sizin ona, onun da size ve inancınıza saygısı sonsuz olamaz. Ne demek sonsuz? Bir ölçüde saygınız olabilir ama o sizin inancınıza hakaret ederse, Peygamberinizi ve kitabınızı kabul etmez de uydurma derse siz ona sonsuzca saygı mı gösterirsiniz? Eğer gösterirseniz siz tam inanmış bir insan sayılmazsınız. Yani bu sonsuzca ifadeleri abartıdır. Ama sizin bir Hristiyan’la evlenmenizde dinen sakınca yoktur. Siz benden nikâhın dini yönünü soruyorsunuz. Ben de size bu boyutta cevap veriyorum. Dinen nikâh icap ve kabulle iki şahidin tanıklığından ibarettir. Yani evlenecek olan kişiler iki tanık huzurunda birbirlerini karı-kocalığa kabul ettiklerini beyan ederler. Bu andan itibaren onlar karı-koca olurlar. İlişkileri ne boyutta olursa olsun günah değil, zina değildir. Ancak bildiğiniz üzere sadece bu tür nikâh, kanun önünde taraflara bir hak getirmez. ******Kur’ân, okunup anlaşılmak için inmiştirSORU: Kur’ân-ı Kerilm’i tecvidli okuyamıyorum. Buna rağmen yine de okumaya devam etmeli miyim? (Serpil Erkan)CEVAP: Tecvid, Peygamber döneminden sonra konulmuş güzel okuma ve diksiyon kurallarıdır. Allah kulundan tecvid kurallarıyla okumayı değil, elinden geldiğince yapmacığa kaçmadan, samimiyetle okuyup anlamayı ister. Kur’ân okunup anlaşılmak için indirilmiştir. Bir hadise göre kolay Kur’ân okuyan bir sevap, zorlukla okuyan ise iki sevap alır.