Kur’ân-ı Kerim’de vicdan özgürlüğünü bildiren ayetlerden bazılarını gözden geçirelim: “Rabbin isteseydi, yeryüzündekilerin hepsi mutlaka inanırdı. O halde sen mi insanları inanmaları için zorlayacaksın? Allah’ın izni olmadan hiç kimse inanamaz. Allah, pisliği akıllarını kullanmayanların üzerine kor” (Yunus: 51/99-100).Allah istediği takdirde yeryüzündekilerin hepsinin inanacağını, Allah’ın izni olmadan hiçbir canın inanmayacağını bildiren bu ayetlerin asıl amacı, kavminin inanmamasından üzülen Peygamber’i teselli etmektir. Allah isterse, bütün canları inanmaya zorlar. Ama bunu yapmamış, herkesi özgürce inanmakta serbest bırakmıştır. Ayette, Peygamber’e hitaben Allah zorlamadıktan sonra “Sen mi insanları inanmaya zorlayacaksın?” denilerek yine dinde zorlamanın olmadığı vurgulanmaktadır. “Onların Allah’tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek taşkınlıkla Allah’a sövmesinler. Biz her ümmete, yaptıkları işi süslü gösterdik, sonunda dönüşleri Rablerinedir. O, onlara ne yaptıklarını haber verecektir” (Enam: 55/108).Birisinin inancına hakaret edilirse o kimse de karşısındakinin inancına hakaret eder. İşte bu psikolojik gerçeği anlatmak üzere ayette müminlere, putperestlerin taşkınlığa kapılıp Allah’a sövmemeleri için onların tanrılarına sövmemeleri emredilmiştir. Bu ayet de din ve vicdan özgürlüğünün çok güzel bir ifadesidir. Kimsenin inancına hakaret etmek doğru değildir. “Böylece her millete, yaptıkları işi süsledik” ayetinin de belirttiği gibi her ulus, kendi yaptığını beğenir, inanç ve kültüründen hoşlanır. “Yüce Allah işitendir, bilendir”“Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan seçilip belli olmuştur. Kim tâgutu inkâr edip Allah’a inanırsa muhakkak ki o kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah işitendir, bilendir” (Bakara: 92/256). Dinde ikrah (zorlama) olmadığını, doğru yolun sapıklıktan ayırdedilip belli olduğunu, tâgutu kabul etmeyip Allah’a inananın, kopmayan sağlam bir kulpa yapışmış olacağını belirten bu ayet de İslâm’daki din ve vicdan özgürlüğünün en kesin garantilerinden biridir.Kur’ân-ı Kerim, Allah’ın kullarını eşit saymış, değeri mevkiye, soya sopa, servete değil, güzel ahlaka vermiş, insanların eşitliğini şöyle vurgulamıştır: “Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız, (günahlardan) en çok korunanınızdır. Allah bilendir, haber alandır” (Hucurat: 105/3). Daima adil olmayı, bir topluluğa karşı duygusal değil, hakkaniyetle işlem yapmayı emretmiştir: “Bir topluma karşı beslediğiniz kin, sizi suç işlemeye itmesin. İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın, Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı çetindir” (Maide: 110/2).
Vicdanlar üzerinden baskının kalkmasını isteyen Kur’ân, daha ilk surelerinden olan Kâfirun Suresi’nde din ve vicdan özgürlüğünü şöyle vurgulamıştır: “Sizin dininiz size, benim dinim banadır.” Kur’ân’ın getirdiği din ve vicdan özgürlüğü prensibi, çeşitli surelerde vurgulanmaktadır. Hz. Muhammed’in görevi, insanları dini kabul etmeye zorlamak değil, gerçeği anlatmaktır: “Sen onların üzerinde zorlayıcı değilsin” (Kaf: 34/45), “Öğüt ver çünkü sen ancak öğüt verensin. Onların üzerinde zorlayıcı değilsin” (Gaşiyeh: 68/21-22), “Elçinin görevi sadece açıkça duyurmaktır” (Ankebut: 85/18, Nur: 102/54) gibi pek çok ayet, Peygamber’in görevinin insanları zorlayarak yola getirmek değil, gerçekleri duyurmak olduğunu bildirmektedir. Bunlar, vicdan özgürlüğünün en güzel kanıtlarıdır.“Müşrikler sizinle topyekün savaştıkları gibi siz de onlarla topyekün savaşın” (Tövbe: 113/36), “Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın fakat saldırmayın. Çünkü Allah saldırganları sevmez” (Bakara: 92/190) gibi ayetler, dinlerini değiştirmek için insanlara saldırmayı değil, saldırgan düşmanlarla savaşmayı, ama saldırmamayı emretmektedir. Zaten İslâm’ın temel anlamı barış içine girmek, esenlik ve huzura ermek, sadece Allah’a teslim olmak demektir. Öyle ise Müslüman, düşmanlık değil, barış sunan insandır. Enfal Suresi’nin 61’inci ayetinde Hz. Muhammed’e, düşman barışa yanaştığı takdirde kendisinin de barışa yanaşması emredilmektedir.Savaşı emreden ayetler, müşrikleri zorla dine sokmak için değil, onların saldırılarına karşı koymayı, şerlerini savmayı, vicdanlar üzerindeki baskılarını kaldırıp herkesin özgürce inandığı dini uygulamasını sağlama amacına yöneliktir. Ayrıca “Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan menetmez. Çünkü Allah, adalet yapanları sever. Allah sizi ancak din hakkında sizinle savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanıza yardım eden kimselerle dost olmaktan men eder. Kim onlarla dost olursa işte zalimler onlardır” (Mümtehine: 111/8-9) ayetleri, Kur’ân’ın savaşılmasını emrettiği insanların, başka din ve inanç mensubu, kendi halinde, barışçı insanlar değil, Müslümanlara saldırmış, onlara işkence etmiş, onları yurtlarından sürmüş, mallarına mülklerine konmuş Mekke müşrikleri ve onların müttefikleri olduğunu gösterir. Hz. Muhammed, Medine’ye geldiği zaman kitap ehli olan Yahudilerle savunma ittifakı kurduğu gibi çıktığı Tebuk Seferi’nde de birçok Hıristiyan emirlerle saldırmazlık ittifakı yapmış, kimseyi din değiştirmeye zorlamamıştır. Din, vicdan ve kanaat işidir. İnsan bir dini zorla kabul etmiş görünse de gönülden inanmadıkça mümin sayılmadığı gibi gönülden gelmedikçe zor karşısında yapılan inkâr da küfür sayılmaz. *****DÜZELTME: Dünkü yazımda İslâm’da recmin olmadığınıbelirtmek üzere sunduğum delillerden Nisa 25. ayet, 15. ayet şeklinde yazılmıştır. Ayet numarasını 25 olarak düzeltir, okurlardan özür dilerim.
CEVAP: İslâm’ın kitabı Kur’ân’dır. Hadislerin çoğu, Hz. Muhammed’den sonraki dönemlerde iktidara gelenlerin kamuoyundan toplattıkları düşüncelerden ibarettir. Bu sözlerin çoğu Kur’ân’a aykırıdır. İslâm’a saldıranlar kasten bu sözlerin hepsini Peygamber‘in kesin sözü göstermektedir. Kur’ân, saldırgandan başkasına saldırıyı asla tasvip etmez. Sadece saldırgana cevap verilir. Bu konuda “Kur’ân Ansiklopedisi” adlı eserimden “Din ve Vicdan Özgürlüğü”yle ilgili maddeyi aktarıyorum. Yararlanacağınızı sanırım.Kur’ân, Tevrat’ın recm (taşlayarak öldürme) cezasını kaldırmış, zina cezasını yüz sopaya çevirmiştir. Gerçekte İslâm’da recm hükmü yoktur. Çünkü Nisa Suresi’nin 15’inci ayetinde evlenen cariye zina ettiği takdirde ona, zina eden hür kadının cezasının yarısının uygulanması emredilir. Zina eden hür kadının cezası yüz sopadır. Bunun yarısı elli sopa eder. Zina ağır bir suçtur. Toplumun korunması için böyle bir ceza konulmuştur. Ama Tevrat’ta zinanın cezası recmdir.Kur’ân bunu hafifleterek yüz sopaya indirmiştir. Ancak cariye kendini koruyamayacak, karakter itibariyle zayıf durumda olduğundan yüce Allah merhametiyle onun cezasını hafifletmiş, 50 sopaya indirmiştir. Eğer zina edenin cezası recm olsaydı, onun yarısı olmazdı. Çünkü ölümün yarısı yoktur. Kur’ân, fuhuşun çeşitli biçimlerine, hafiften en ağırına kadar üç türlü ceza belirlemiştir. Lezbiyenlik yapan kadınlara göz hapsi, eşcinsellik yapan erkeklere mahkemenin takdir edeceği uslandırma cezası (bir iki tokat yahut halk içinde sözlü hakaret), kadınla erkek arası fuhuşa (yani zinaya) da yüz sopa. Bu ceza sadece kadına değil, erkeğe de uygulanır. Recm hakkındaki hadislerin hepsi Kur’ân’a terstir. Tevrat’tan alınıp hadis şekline sokulmuştur. Dinden dönmenin cezası da ölüm değildir. Bunun bir cezası da yoktur. Çünkü Kur’ân “Dileyen inansın, dileyen inkâr etsin” (Kehf Suresi) diyerek geniş inanç özgürlüğü getirmiştir. Dinden dönenin öldürüleceği hakkındaki rivayetlerin hepsi Peygamber’den sonraki iki üç neslin anlayışlarını yansıtan sözlerdir. Bu konuda “Kur’ân Ansiklopedisi” adlı eserimden “İrtidad” maddesini okuyabilirsiniz. Yahut “İslâm’da Güncel Tartışmalar” adlı eserimden bilgi alabilirsiniz. Ayrıca sizinle tartışan o nasipsizlerin savları da yeni değildir. Turan Dursun adlı kişi “Din Bu” adlı kitabında böyle tutarsız savlar ileri sürmüştü. Ben de ona cevaben “Gerçek Din Bu” adlı iki ciltlik bir eser yazdım. Ondan da yararlanmanız mümkündür. Bu savların hepsinin cevabı orada vardır. Ben ancak bu kadarını özetleyebilirim. “1- De ki: Ey nankörler, 2- Ben sizin yaptığınız ibadeti yapmam. 3- Siz de benim yaptığım ibadeti yapmazsınız. 4- Ben asla sizin yapmış olduğunuz ibadeti yapıcı değilim, 5- Siz de benim yapmakta olduğum ibadeti yapıcı değilsiniz. 6- Sizin dininiz size, benim dinim banadır” (Kâfirun: 18/1-6).
SORU: Üniversite öğrencisiyim. Yurtta kalıyorum. Burada değişik düşüncelere sahip arkadaşlarla tanıştım. Bunlardan ikisi aşırı din düşmanı, ateist. Ancak Kur’ân’ı ve hadisleri çok iyi biliyorlar. Onlarla tartışırken elimden geldiğince cevap vermeye çalışıyorum. Ama diğer arkadaşlarımdan hiçbiri bana destek olmuyor. Tek başıma kalıyorum. O iki kişinin iddiaları şöyle: Sizin kitabınızda din ve vicdan özgürlüğünün olduğunu mu söylüyorsunuz? Siz Müslümanlar ne kadar cahil insanlarsınız. Hadisleri okuyun, Muhammed ne yapmış ya da ne demiş: “Kim dininden dönerse, onu öldürün” (Buhari, Cihad, 148), “Müslüman bir kimsenin öldürülmesi ancak şu üç sebepten biriyle helal olur: İmandan sonra dinden çıkma, evlilikten sonra zina, haksız yere birini kasten öldürme” (Buhari, Diyat 6, Kasame 25, 26). Bu iki hadise cevap veremedim. Tabiri caizse bu ateistlerin alay etmesine boyun eğmek zorunda kaldım. “Bunun bir açıklaması olmalı” diye düşündüm. Çok araştırdım ama net cevaplar bulamadım. Oysa Yüce Allah ayetlerde, “isteyen iman etsin isteyen küfretsin” diye buyuruyor. Bu hadisler ne demek oluyor? Kafam karıştı. Bu iki arkadaşın başka bir iddiası da şöyle: Hz. Peygamber’in vefatından sonra, Hz. Ebubekir’in halifeliğinin ilk günlerinde dinden dönme olayları görüldü.Ebubekir onlara savaş açarak kararlı tutumuyla İslâm’ın bütünlüğünü korumuş oldu. Ebu Hüreyre’den şöyle dediği nakledilmiştir: Resulullah vefat edip de ondan sonra Ebubekir halife seçildiği ve Araplardan bazıları dinden döndüğü zaman Hz. Ömer, Ebubekir’e şöyle dedi: Allah resulu “İnsanlar, Allah’tan başka ilah yoktur, deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Kim, Allah’tan başka ilah yoktur, derse, malını ve canını benden korumuş olur. Ancak İslâm’ın hakkı müstesnadır. Onun asıl hesabı ise Allah’a kalmıştır” buyurduğu halde nasıl olur da sen insanlarla savaşırsın? Ebubekir şöyle cevap verdi: “Allah’a yemin ederim ki namazla zekâtın arasını ayıranlarla mutlaka savaşacağım. Çünkü zekât mali bir haktır. Allah’a yemin ederim ki, Resulullah’a vermiş oldukları bir deve yularını bile bana vermezlerse, onlarla savaşırım.” Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle dedi: “Allah’a yemin olsun ki, Aziz ve Celil olan Allah, Ebubekir’in gönlünü savaş için genişletmiş ve yine anladım ki, onun görüşü doğrudur” (Ebu Davud, Zekât, I). Hz. Ebubekir’in zekât vermeyenlerle savaşa karar vermesinin delili, Hz. Peygamber’in şu uygulamasıdır: Allah Resulü, Eşca kabilesinden birisinin zekâtını alması için bir memur göndermiş. Vermeyince, ikinci defa göndermiş. Üçüncüde yine vermezse boynunu vurmasını söylemiştir (Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih Tercümesi, Ankara 1984, V, 21). Diğer yandan, namaz kılmayanlarla harp edileceğine dair sahabenin icmaı vardır. Ebubekir burada zekâtı, namaza kıyas etmiştir. (Sünen-i Ebi Davud Terceme ve Şerhi, N. Yeniel- H. Kayapınar- N. Akdeniz, İstanbul 1988, VI, 93). Hocam bu hadis ve bu iddialar doğru mu? (Ali Emir Gürbüz)* Okurumun sorusunu yarın cevaplayacağım.
SORU: “Fakat onlara katımızdan hak gelince, ‘Musa’ya verilenin eşi, buna da verilmeli değil miydi?’ dediler. Daha önce Musa’ya verileni de inkâr etmemişler miydi? ‘Birbirine destek olan iki büyü’ dediler. ‘Biz hepsini inkâr ederiz’ dediler.” Bu ayette geçen “birbirine destek olan iki büyü” derken Hz. Musa’ya verilen iki mucize asası ve elini koynuna sokup bembeyaz çıkarması mıdır? Başka meallerde geçen “birbirine destek olan ya da sırt sırta vermiş iki büyücü” müdür? Bunlardan Hz. Musa ve kardeşi Harun kastediliyor. Yoksa hem sihirbazların büyüsüne hem de Hz. Musa’nın göstermiş olduğu mucizeye mi denmiştir? Çünkü halk “ikisine de inanmayız” demiş. (Aydın Yılmaz)CEVAP: Allah katından insanlara gerçek geldiği halde onlar, “Musa’ya verilen kitap gibi buna da bir kitap verilmeli değil miydi?” demişlerdir. Bunlar, Musa’ya kitkbın levhalar halinde verildiğini duydukları için Hz. Muhammed’e de -gerçekten peygamber ise- Musa’ya verildiği gibi bir kitap verilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Gerçekte Musa kitabının büyük bölümü de kendisine gelen vahiylerin yazılmasından ibarettir. Ona vahyedildiği gibi Hz. Muhammed’e de vahyedilmiştir. Musa da kendisine gelen vahiyleri levhalara yazdırmıştı, Hz. Muhammed de vahiyleri levhalara yazdırıyordu. Bu iki kitap arasında bir fark yoktu. Esasen bu insanlar, Hz. Muhammed’den önce Musa’yı da inkâr etmişler, ona da inanmamışlardı. Önce Musa’yı ve kitabını tanımayan bu Araplar, şimdi de Hz. Muhammed’i ve onun kitabını tanımamış, iki kitabın yani hem Tevrat’ın hem de Kur’ân’ın birbirini pekiştiren iki büyü olduğunu yahut Hz. Musa’nın da Hz. Muhammed’in de aynı şekilde büyüleriyle halkı etkileyen iki büyücü olduğunu söylemişlerdir.Ahiret hayatıSORU: Öldüğümüzün farkına varacak mıyız? Ölümle hesap günü arasındaki dönem nasıl olacak? Kabir azabı ya da kabir saadeti denen dönemi şuurlu mu yaşayacağız? Hesap gününden sonraki sonsuz yaşamda sevdiğimiz insanları görebilecek miyiz? Bu konularla ilgili tavsiye edebileceğiniz bir kitap var mı? (Ayşen Işık)CEVAP: Ölen her ruh, Allah’ın huzuruna gider veya götürülür. Orada yaptıklarının sonucunu görür. Yüce Divan orasıdır. Kıyamet de Yüce Divan duruşması demektir. Her ölen kişinin kıyameti başlar. Yüce Divan kararı sağ tarafından verilenler cennete giderler. Sol tarafından verilenler cehenneme giderler. Suçlular, ne kadar uzun da olsa cezalarını çektikten sonra cennete giderler. Ruhani hayatta zaman söz konusu değildir. Benim Kur’ân’dan anladığım budur. Vakıa Suresi’nin son sayfasını, Fecr Suresi’nin ikinci bölümünü ve “Görünmez Âlemin İzleri” adlı eserimi okuyun. Konuyu etraflıca öğrenirsiniz.
Ömer Hayyam’ın birçok bilimsel çalışması olduğu bilinmektedir. Astronomi hakkında “Ziyc-i Melikşahi”, geometri hakkında “Kitab un fi Burhani Sıhhat-ı Turukıl-Hind”, cebir ve denklemler hakkında “Risaletun fi Berahinil-Cebri vel- Mukabele” , aritmetik hakkında “Müşkilatul-Hisab”, Öklid’in bir probleminin çözülmesi hakkında “Risaletun fi Şerhi ma Eşkele min Musaderat”, felsefe ve ontoloji hakkında “Risaletun fil-Vucud”, fizik hakkında “Muhtasarun fit -Tabiiyyat” ve “Risaletun fil-Kevni vet-Teklif”, pırlantalı eşyanın kıymetini bulma yöntemine dair “Mizanul-Hikem” gibi 18 eseri tespit edilmiştir. Şimdi bu kadar bilimle meşgul olan ve matematiğin çok güç promlerini açıklama başarısını gösteren bir bilim adamının, bir filozofun ayyaş biri olması mümkün müdür? Bu bilimsel çalışmalar, aklı fikri eğlencede ve şarapta olan bir ayyaşın yapacağı iş midir? Onun gerçek kimliği araştırılınca içkiye yönlendirici, eğlenceyi över niteliğindeki şiirlerin bir çoğunun ona yakıştırma olduğu anlaşılır.Yaşadığı dönemi izleyen yıllar boyunca İslâm dünyasında düşünce ve aklı reddeden bir yapının oluşması, İslâm coğrafyasında siyasi iktidar mücadelesi, toplumsal sınıflar arasındaki mücadelelerde iktidarların geniş halk kitleleri üzerinde otoritelerini koruyabilmek adına dini kullanması sonucunda aşırı tutuculuğun iktidara oturtulması, Ömer Hayyam gibi insan aklına ışık tutmaya çalışmış birçok düşünürün “sapık” ilan edilmesine, genel anlamda toplumsal eğitim seviyesinin düşmesi nedeniyle de Ömer Hayyam’ın şarap ve zevk düşkünü olarak anlaşılmasına sebep olmuştur. Hasan Sabbah iyi eğitim görmüşPek çok rubai, ünü sebebiyle Hayyam’ınkilerle karıştırılmıştır. Bilinen kadarıyla kendi rubailerinin sayısı 158’dir. Fakat kendisine mal edilenler binin üzerindedir. Geçtiğimiz yıl, Ömer Hayyam’ın okul arkadaşı olduğu söylenen Hasan Sabbah hakkında yazılmış “Semerkand” diye bir roman okumuştum. Romanın kahramanı Hasan Sabbah, hiç de anlatıldığı gibi din yıkıcısı bir insan değilmiş. Medreselerde iyi eğitim görmüş, son derece zeki, önceleri Melikşah’ın veziri olmuş, ülkenin maliyesini, gelir giderlerini kısa süre içinde sultana sunmak üzere yaptığı hesap defterlerinin, dokümanların, kendisini kıskanan başvezir Nizamül-Mülk’ün emriyle çalınması üzerine sultana karşı mahcup olup kovulunca Melikşah’a karşı isyan bayrağını açmış ve çekildiği Alamut kalesinde bağımsız bir yönetim kurmuş. Burada dinin kurallarını ödünsüz biçimde uygulamış ve dinin yasağını çiğneyip zina etmiş olan öz oğlunu din kuralı uyarınca şiddetle cezalandırmıştır. Onun hakkında söylenenlerin tarafsız ve bilimsel bir gözle irdelenmesi gerekir. Çünkü onun hakkında yazılanların çoğu, aleyhtarlarının eserlerinden alınmıştır ki, bu yöntem sağlıklı bir fikir vermez.
SORU: Ünlü düşünür Ömer Hayyam’ın inançlı biri olduğu ama bunu gizlediği söyleniyor. Şiirlerini, İslâmiyet başta olmak üzere kutsal değerlerle alay eder bir üslupta yazmış. İçki içmenin zevk ve sefa yapmanın yaşamın tek gayesi olduğunu vurguluyor. Cennet ve cehennem yalan, tek hayatın dünyada olduğunu söylüyor. Bu nasıl inanç, nasıl dindarlık? Acaba bu şiirleri uydurup ona mı mal ediyorlar? (Göker Önen)CEVAP: Ömer Hayyam’ın asıl adı Gıyaseddin Ebul Feth Ömer İbni İbrahim el Hayyam’dır (doğumu 18 Mayıs 1048 - ölümü 4 Aralık 1131). İranlı şair şair aynı zamanda filozof, matematikçi ve astronomdur. Nişaburlu’dur. Yaşadığı dönemin ünlü veziri Nizamül-Mülk ve Hasan Sabbah ile aynı medresede zamanın ünlü âlimi Muvaffakuddin Abdüllatif’ten eğitim görmüş ve hayatı boyunca her ikisiyle de ilişkisini kesmemiştir. Bazı kaynaklar Nizamül-Mülk’ün yaşça Ömer Hayyam ve Hasan Sabbah’tan büyük olduğunu, bu nedenle aynı medresede eğitim görmediklerini belirtmekte buna karşılık Ömer Hayyam, Hasan Sabbah ve Nizamül-Mülk’ün ilişki içinde olduklarını reddetmemektedir. Evreni anlamak için yetiştiği İslâm kültüründeki hâkim anlayıştan ayrılmış, kendi içinde yaptığı akıl yürütmeleri, eşine az rastlanır bir edebi başarıyla dörtlükler halinde aktarmıştır. Çadırcı anlamına gelen “Hayyam” takma adını, babasının çadırcılık yapmasından almıştır. Hayyam aynı zamanda çok iyi bir matematikçiydi. Binom açılımını ilk kullanan bilim adamıdır. Rubailerinde dünya, varlık, Allah, devlet ve toplumsal örgütlenme biçimleri gibi hayata ve insana ilişkin konularda özgürce ve sınır tanımaz bir şekilde akıl yürüttüğü görülmektedir. Bunu yaparken kendinden önce yaşayanların insan aklına koymuş olduğu sınırları kabullenmemiş, bir anlamda dünyayı, insanı, varoluşu kendi aklıyla baştan tanımlamış, bu nedenle de çağını aşarak “evrenselliğe” ulaşmıştır. Ancak unutmamak gerekir ki, Hayyam’ın yaşadığı dönem, kendisi gibi çağları aşan ve tarihin gördüğü en büyük düşünürlerden birini yaratacak sosyo-kültürel altyapıya sahipti. Kendi tarihinin belki de en aydınlık dönemlerini yaşayan İslâm dünyasında felsefenin hak ettiği ilgiyi gördüğü, Selçuklu saraylarında ise sentez bir Ortadoğu kültürü (Türk-Hint-Arap-Çin-Bizans) oluşmaya başladığı bir dönemde yaşayan düşünür, böylece nispeten yansız ve bilimsel bir öğrenim görmüş, Müslüman fakat felsefeyi günah saymayan bir toplum içinde özgürce felsefeyle ilgilenebilmiştir.Hayyam, aynı zamanda dünya bilim tarihi için de önemli bir yerdedir. Dünyanın ilk rasathanesini kurmuştur. Günümüzde kullanılan miladi ve hicri takvimlerden çok daha hassas olan Celali Takvimi’ni hazırlamıştır. Okullarda Pascal Üçgeni olarak öğretilen matematik kavramı aslında Ömer Hayyam tarafından oluşturulmuştur. Matematik ve astronomi konularında dünyanın önde gelen bilim adamlarındandır.
SORU: Töre cinayetine kurban edilen kızların yaşadıkları o korkunç anı düşününce kendimi çok kötü hissediyorum. “Yüce Mevlam niye bunlara engel olmuyor?” diye kendi kendime soruyorum. Biliyorum, O neylerse güzel eyler. Bazı insanların hayatı niye bu kadar acı dolu? CEVAP: İmam-ı Gazali, “Evrende var olandan daha iyisi olmaz, olamaz” diyor. Bize kötü, tahammül edilemez görünen olayların arkasında kim bilir ne hikmetler vardır. Çok sınırlı kapasitemizle bu esrarı çözemeyiz. Allah insanlara akıl vermiş, bununla doğru yolda gitmelerini sağlamış. Bu da yetmemiş, peygamberler göndermiş. Bu peygamberler insanlara nelerin yanlış olduğunu göstermiş. Sağduyunun ve peygamberlerin gösterdiği yolda gidenler olduğu gibi o yoldan sapanlar da çok. Bir serçeye dahi kıyamayanlar olduğu gibi 3 yaşındaki kızlara tecavüz edip öldüren, kendi öz kızına tecavüz edip ondan çocuk yapan, onun çocuğuna da tecavüz eden sapıklar, sokaktaki kadınların beynine kurşun sıkan canavarlar var. Allah bu kötü insanlara, bu vicdansızlara niçin engel olmuyor? Nereden biliyorsunuz engel olmadığını? Bizler zaman içinde yaşıyoruz, bize kötülerin cezalandırılması süreci uzun geliyor. Belki gözlerimizle göremiyoruz. Her kötülük mutlaka yapanın canına yapışır. Hayat şu dünya yaşamından ibaret değildir. Kötülük yapan, aslında kendi canına yapmaktadır o kötülüğü ama bunun farkında değil. Allah neden bu alçaklara fırsat veriyor? Verir, çünkü iradesi böyledir. İnsanlara küçük bir alanda özgürlük tanımıştır. İnsanın sorumluluğu da buradan ileri gelir. Kötülük yapan, er geç yaptığının karşılığını bulur. Ayrıca bu olaylar topluma ibrettir. Toplum bunları gördükçe muhakkak ki kamusal bir tepki uyanır. Bu tepkiler de toplumun iyiye gitmesini sağlar. Birkaç yüz yıl önceki toplumlarla günümüz toplumu karşılaştırılırsa şimdikinin daha iyi olduğu anlaşılır. Kötülükler yaşana yaşana iyiliklerin kapısı aralanıyor. Hayır da şer de kıyamete kadar sürer. Gece olmasa gündüzün değeri bilinmez. Şer olmasa hayır anlaşılmaz. Allah da ihmal etmez, imhal eder yani fırsat verir ama Hakk’ın azabı hiç ummadık bir zamanda zalimin yakasına yapışır. Zalimlere bir gün dedirir kudret-i mevlaTallahi lekad aserekallahu aleyna.(Ziya Paşa bu beyti, Hz. Yusuf’un kardeşlerinin söylediği sözden almıştır. Kıskançlık sebebiyle kuyuya attıkları ama kaderin sevkiyle Mısır’a başbakan olan Yusuf’un huzurunda kardeşleri gerçeği itiraf edip, ‘Allah’a andolsun ki Allah seni bize üstün getirdi’ demişlerdir.) Hakk’ın takdirine razı olmaktan başka mutluluk yolu yoktur. Aklımızı kullanacağız, kötülükleri düzeltmeye çalışacağız. Bu bizim görevimiz ama yapamadığımızdan sorumlu değiliz. Onu da Allah’a havale edeceğiz. “Gün doğmadan meşime-i şebden neler doğar. Yani güneş doğmadan kim bilir gecenin rahminden neler doğar” Bekleyelim, görelim. “Mevla neyler, neylerse güzel eyler.”