Her şey o ahenkte saklı sanırım....Doğanın bizim ruhumuza pek de yansımayan bir ahenki var mesela...İçine doğduğu tabiatı değiştirmek isteyen tek canlı biziz herhalde...Sanırım tüm huzursuzluğumuzun, mutsuzluğumuzun ve muhteşem başarımızın sebebide bu, sahip olduğumuz koşulları asla kabul edemeyişimiz...İçimizdeki direnç...Olanı bir türlü sevemememiz...Ne olursa olsun olan her şeye ‘eksik’ diye bakmamız.***İnsan doğaya bakınca çok şey görüyor aslında hayatla ve kendisiyle ilgili...Biz asla ağaçlar gibi olamıyoruz mesela, hayatımızı ne olursa olsun aynı sakin güzellikte yaşamaya devam edemiyoruz...Bir ağacın kendini bildiği gibi biz kendimizi bilip güvenmiyoruz...Her fırtınada önce hayata sonra kendimize olan güvenimizi kaybediyoruz...***Ama ağaçlar öyle mi, neler geliyor başlarına yine de sırası geldiğinde en güzel çiçeklerini açıyorlar.Doğanın sahip olduğu o büyülü telaşsız ahengiistesek de yaratamıyoruz biz gerçekten...Onun sahip olduğu tekdüzeliğin mükemmeliyeti yok bizde...***Çünkü güzel de olsa tekdüzeliğe karşı bizim ruhumuz...İnsanoğlu hayatı kendine verildiği gibi kabul etmek için değil, onu değiştirmek için yaratılmış sanki...Bunu yapabildiği için gelişiyor.Bunu yapabildiği için de mutsuz oluyor.***Doğanın entresan bir cömertliği ve tekdüzeliği var insanı sarsan, öyle değil mi?Hep aynı şeyi, hep aynı güzellikte yapabiliyor...Mesela o ağaç her defasında o en güzel çiçeği açıyor.Sürprizsiz ama her defasında aynı çarpıcı güzellikle yapabiliyor bunu...Hayata ve olanlara hiç ‘darılmadan.’Sanırım sır da tam burada işte...***Biz doğanın belki de huzursuz olan parçasıyız...Ağaçlardan o tekdüze mükemmelliğin gücünü öğrenmemiz gerekiyor belki...Ama belki de o ahengi böyle tamamlıyoruz biz de...***Bunları yazarken şunu fark ettim; aslında benim şu an yaptığım karşılaştırma da hala bir direnç...Kendimizi olduğumuz gibi kabul edememe...Öyle değil mi?Yoksa bu bir gelişme çabası mı?Hem öyle, hem böyle herhalde...Bizi huzursuz kılan da bunun farkında olmak belki de…
Konuları bilenler, bilmeyenler, muhalifler, militanlar, yandaşlar, bilgisayarı olanlar , herkes, hepimiz yazıyoruz... Uzunca bir süredir üstelik.Ben bir süre ne siyaset duymak, ne yazmak, ne okumak istiyorum aslına bakarsanız...Baharın gelişine tutunarak buralardan gitmek istiyorum hatta, başka şeyler yazmak istiyorum.Türkiye’yle beraber çürüsün istemiyorum hayatım ve harflerim.Çürüyormuş gibi hissediyorum çünkü…***Bu isteğin aslında bir “yenilgi” duygusundan kaynaklandığını da biliyorum elbette.Kuşak kuşak süren bir mücadelenin çaresizlik ve yenilgi duraklarından birini yaşıyoruz uzun zamandır...Adalet, ahlak, özgürlük, eşitlik çığlıklarının toplumun duvarlarına çarpıp eridiğini görmek çok da kolay değil...***Türkiye kendi sorunlarından alabildiğince korkan bir yer...Her olay bu ülkenin sorunlarını çözmeye cesaretinin yetmeyeceğinin, bu cesaretsizliğinde koca bir şaşkınlığa dönüştüğünün işareti…Sürekli kavga eden insanlarla bu ülkenin hangi sorununu çözebilirsiniz aslında düşünsenize...Hiçbirini…Sorunları çözebilecek bir siyasal örgütlenmeyi de bu toplum henüz kendi bünyesinden çıkartamıyor ne yazık ki…***Toplum kilitlendi bana sorarsanız, çökmüş bir devlet yapısı ve iflas etmiş bir siyasal sistemle yaşamaya çalışıyoruz…İnsanlar muhalif olmayı vatan hainliğine sokacak kadar eleştiriye düşman...Nazım Hikmet herhalde, “akrep gibisin kardeşim” şiirini böyle bir çaresizlik zamanında yazdı.***Dışarda insanı alabildiğine kışkırtan, yaşamaya çağıran bir bahar var...İçimizde “bir hayat burada, bu saçmalıklarla kayboluyor” kederi.“Burası kolay kolay düzelmez, burası yüzyıllardır süren baskılarla, yasaklarla sakatlanmış, iyileşmesi çok uzun sürecek” düşüncesi.***Biz yılgınlığa yenik mi düşeceğiz?Bu gerçeklerle, bu kederlerle, bu acılarla büyüdük hepimiz.Yenilgilerle öyle kolayından yıkılmayız… Alışkınız yenilgiye.Asıl ümit etmekten vazgeçtiğinde biter bu hayat, ağaçları görmezsin, çiçeklerle neşelenmezsin...***Bu ağaçlara, bu bahara, bu hayata bir borcumuz var...Her defasında yeniden başlamak, her yenilgiyle bir daha başlamak....Bahar geldi…Bütün kedere, yılgınlığa, kaçıp gitmek arzusuna ragmen… Hadi bir daha…Kaçmadan ve yılmadan.
“Acının usta, insanın çırak” olduğunu söyleyen şaire hep inandım ben.Acı usta, bizler çırağız...Ama acı hep acı, hep usta olmasına rağmen, bizler çıraklar hep kötü çıkıyor, ustadan neredeyse hiçbir şey öğrenmiyoruz...İnsanlar bir türlü acılardan bir bilgelik, bir ustalık çıkaramıyor sanki...Ne tuhaf değil mi, acılarla bile yontulamıyoruz.***O yüzden mi acaba başkalarının acılarına, başkalarının fikirlerince, başkalarının mutluluklarına tepkiliyiz, acının çırağı olamadığımız için mi?Kendi kişisel hayatlarımızda içinden geçtiğimiz acıları usta kabul edebilsek, yine aynı insanlar mı olurduk, merak ediyorum...Olmamız mümkün değildi sanırım, öyle değil mi?Acıların ustalığından geçen, çırak olmanın hakkını bütünüyle veren biri, en azından başkalarının acılarına saygı duymasını bilir.***Peki bunca acıya rağmen bu ülkenin insanları neden acılardan bir şey öğrenmiyor, neden hep acılarla dolu aynı yola sapıyoruz?Ne kötü bir çıraklık bu böyle...Hiç ders almamak, nasıl bir aymazlık?Bu yüzden herhalde burada acılar hiç bitmiyor.***Acılar usta olmaya devam etse de çıraklar hep kötü çıkıyor bizim ülkemizde...Neden mi böyle düşünüyorum, bu topraklardaki gelmiş geçmiş hiçbir acı yeni acılardan bizi koruyamadı da ondan…Gençken, çocuğunu kaybetmiş askerler, politikacılar beni şaşırtırdı mesela, nasıl olur da bu ülkede savaşın devam etmesini isterler kendi yaşadıkları acıya rağmen, bunu birtürlü anlayamazdım.Ölümü tanıyan, ölümü bilen, başkalarının çocuklarını nasıl ölüme gönderir diye hayret ederdim…***Acının ustalığını görür, çırağın kötülüğüne şaşardım.Bugün çıraklık da, aynı acemilik de devam ediyor…Ezilmiş, itilmiş, hakları zapt edilmiş herkes, hepimiz,kendimize yapılmışı daha da fazlasıyla başkasına yapmak istiyoruz, yapıyoruz...Acı artık en ortak sahip olduğumuz şey bu ülkede...Ama biz öğrenmiyoruz.Hiç öğrenmiyoruz.
Geçen gün güneş yaramaz bir çocuk gibi dolanıyordu penceremin önünde.Beni baharın geldiğine iyice inandırmak, sıcaklığıyla bu ülkede bile mutlu olunabileceğini düşündürerek kandırmak istiyordu sanki.Oysa dışarısı buz gibiydi.Güneşe kanıp çıkarsanız dışarı, neredeyse bir kış günü gibi soğuktan titriyordunuz aslında...Ama bir yanda da güneşe kanmaya da korkmayalım artık ne olur yani biraz üşüsek diye aklımdan geçiyordu...Gerçekten mevsimlere bile temkinle yaklaşılması gereken bir zamandan geçiyoruz.Üşümek bile bizi korkutuyor sanki artık, güneşin bile bizi kandırmasına tahammülümüz kalmamış gibi...Temkinli, kederli, ağırbaşlı ve uslu duruyoruz..Sokakları, aşkı, kadınları, erkekleri düşünmemeye çalışıyoruz.Deniz kenarındaki salaş lokantaları, baş başa yemekleri, ılık bir rüzgârla müziğin ritmine bıraktığımız bedenleri, gülüşmeleri aklımıza getirmemek için uğraşıyoruz...Ama düşünüyoruz...Öyle değil mi?Acı çekiyor bir yanımız ama bir yanımız hala yaşıyor..Ne mutlu ki, öyle görünse de tek derdimiz bu ülkenin nereye gittiği değil!Ben düşünüyorum doğrusu.Sokakları, kahkahaları, rüzgârı, çıplak ayaklarla dolaşmayı, deniz kokusunu...Bahar tüm haşmetiyle yerleşiyor şehre...Havada kışkırtıcı bir şeyler var.Ağırbaşlı ve uslu olamıyorum ben artık. Olmak da istemiyorum en azından...Bazen bi deniyorum, haksızlıkları, memleketin durumunu, kutuplaşmayı, sıkıcı daha birçok şeyi düşünüyorum ama olmuyor.Ben bahara da güneşe de kanmak istiyorum.William Wordsworth’un sevdiğim bir dizesi var :“Bırakın da doğa size dadılık etsin.”Ben bırakıyorum...Kanıyorum bu serin güneşe...Memleketle ilgimi kesmek istiyorum böyle anlarda..Herhâlde memleket biz bahara inandık, doğanın uyanışını seyretmek istiyoruz diye batmaz.Nasılsa daha geride bahara kanmayan pek çok ‘akıllı’ var...Öyle değil mi?
Size olur mu? Ben genelde bahar ve yaz başlarında bir değişirim, değişmek isterim, acı çekerim, dönüşürüm ve her şeye rağmen bir kez daha inanırım “bu yaz hersey çok güzel olacak” diye…Biliyorum henüz Mart’a girdik...Ama Şubat tüm şaşırtıcı olağanlığıyla bizi bahara inandırdı...Biz de inandık, en azından ben inandım...***Ve her bahar gibi aynı şeyi düşündüm:“İnsanlar niye anlaşamaz?”Ağaçlara bakıyor musunuz, papatyalara, havanın rengine, kuşlara...İnsanlar doğada bunca mucize varken neden anlaşamaz?Tüm kavgaların anlamsız olduğunu, her bahar dallarçiçeklendiğinde, her yaz başı meltemler estiğinde bir kez daha anlıyorum ben.Mevsimlerin değişimi bana geçiciliğimizi, milyarlarca yıllık doğanın içindeki önemsizliğimizi, kısa hayatlarımızın içindeki çatışmaların beyhudeliğini hatırlatıyor.***Mevsim dönümlerini en sarsıcı ve en ümitli biçimde baharlarda yaz başlarında kavrıyorum.Sonra her sonbahar dallar kupkuru kaldığında da nedense ben de hepimiz gibi geçiciliğimizi unutup yeniden anlamsız çatışmaların parçası oluyorum.Kendimi ve hayatı gereğinden fazla ciddiye alıyorum herkes gibi.***Koca bir kış işte yine “savaşmakla” geçti...Hayatla, toplumla, parayla, acıyla, aşkla, haksızlıklarla, yokluklarla...Bu kış hayat ve insanlar ağır geldi.Belki de bu yüzden baharı, daha o şöyle birgöründüğünde “işte geldi” diye sevinçle karşılıyorum.Sanki bütün o acılardan kurtulacakmışız umuduyla.***Ben insanlardan vazgeçtikçe “yaz hayallerine” sığınıyorum galiba...O hayaller sanki beni kendimden, insanlardan, hayattan veçatışmalardan koruyor.“Yaz hayali” bana yaklaştıkça da bütün çatışmalar ve anlaşmazlıklar bana biraz anlamsız gözüküyor.Neden sakin ve huzurlu duramadığımızı merak ediyorum.Ve, aynı soru yeniden çınlıyor içimde.İnsanlar neden anlaşamıyor hayatla ve birbirleriyle?***Her yaz başı, bir kez daha açılıyorum ben hayata…Kendi içimdeki vahaya belki bu yaz rastlayacağımı umarak.Tüm savaşlara, didişmelere, haksızlıklara, kederlere, acılara hep aynı nedenle dayanıyorum, “bu bahar, bu yaz her şey çok güzel olacak.”Umut ederek ve umut etmekten hiç vazgeçmeyerek.
Herkesin bir yeteneği, herkesin diğerlerine benzemeyen farklı bir yönü, pırıltılı bir parçası olduğuna inanlardanım ben.Siz hayatınız içinde onu hiç keşfedemeseniz bile, o yetenek, o farklılık koca bir ömür boyu hiç ortaya çıkmasa bile siz o yetenekle doğmuş oluyorsunuz aslında.İçinizde “uyuyan” belki bir, belki birden fazlayetenek var...Ne sarsıcı bir inanç değil mi?***Çoğumuz, ömrümüzü “bende niye yok” diye üzülerek geçiririz de, “bende diğerlerinden farklı ne var diye düşünsek bambaşka hayatlarımız olabilirdi”diye aklımızdan geçirmeyiz...Suyun altındaki çakıl taşları gibiyiz…Hepimiz suyun altındayız, hepimiz taşız, kimimiz rengimizle, kimimiz şeklimizle birbirimize benziyoruz ama aslında hepimiz birbirimizden farklıyız...Benzer görünsek de farklıyız.***Sanırım hayatın en eğlenceli yanı da bu.Hem birbirimize benzeyip hem de benzememiz.Önemli olan, o benzemediğimiz yeri bulmak istiyor muyuz?Bu, sandığınızdan çok daha fazla bir çaba istiyor çünkü, önce bildiğiniz bütün tembellik numaralarını bırakmamız gerekiyor...“Yorgunum, kısmetim yok, hayat bana kötü davrandı, bunlar ailemin suçu, o şans bizde olacak ki, çocuğum var, ailem var, kimse elimden tutmadı”bahanelerinin sıcak ve karanlık sığınağından çıkmamız gerekiyor.***Yalan söylüyoruz kendimize pek çok şey hakkında ama öncelikle kendimiz hakkında... Kendimizi hiç tanımama, istiridyeyi kabuğundan çıkartamama nedenimiz de bu işte bence...Çaba göstermekten, bahanelerden sıyrılmaktan, bir şey yapabileceğimiz gerçeğiyle karşılaşmaktan sanki korkuyoruz.Kendi tembelliğimizin içine gömülüp, orada kendi kendimize acıyarak bir şey yapamayacağımızı kabul etmek daha kolay geliyor bize...Elimizdeki yeteneğimizi her gün biraz daha uğraşarak parlatıp bir sonuç almak ve hayatımızı aydınlatmak yerine kendi izbeliğimizde eskimeyi tercih ediyoruz.Ne tuhaf...***İnsan kendi yeteneğinden, gücünden korkar mı?Korkabilir... Hatta korkar...Bir şey yapmak, diğerlerinin senin hakkında bir karar vermesine de müsaade etmek anlamına geliyor çünkü...Sadece tembellikten değil belki bu kararlarla yüzleşmekten korkmak da bizi kendi parlaklığımızı görmekten uzaklaştırıyor.***Etrafınıza bir bakın…Bir türlü silkinemediği, tembelliğini ve korkaklığını yenemediği için parlaklığını gösteremeyen pek çok insana rastlayacaksınız.Hatta belki kendinizin de öyle olduğunuzu fark edeceksiniz cesursanız...Bir şey yapmamak için “taşının parlaklığını” görmemeyi tercih eden insanlar olduğunu anlayacaksınız.***Ben herkesin bir yeteneği olduğuna inananlardanım...Bazılarının yeteneği elbette diğerlerinden daha fazla ama gerçek yeteneğimizin ne olduğunu, o yetenek için çaba göstermeden bilebilir miyiz?Umberto Eco’nun ilk romanını 48 yaşında yazdığını okuduğumda düşündüm bunları.47 yaşında ölmüş olsaydı kimse “romancı” Eco’nun ismini duymayacaktı.Bazılarının “taşını parlatması” demek ki bazen diğerlerinden daha uzun sürüyor diye geçti aklımdan...***Acaba neden 48 yaşına kadar bekledi?Onunki tembellik değildi, o açık, korkuydu belki...Ama “taşını” parlattı sonunda…Silkindi ve içindeki muhteşem yeteneği ortaya çıkardı.***Tembelliğin çukuruna düşmeden, bahanelere sığınmadan, silkinerek aramızdan kaçının içinden bir cevher çıkartabileceğini biliyor muyuz?Acaba kaç tane Eco, 47 yaşında öldüğü için taşının parlaklığını hiç göremedik?Acıklı bir soru, değil mi?
Dünyada gördüğümüz her kavga, güce sahip olmak için...Her kavga, ‘ben öldüreceğim, ben ezeceğim, ezme hakkına ben sahip olacağım’ hırsıyla çıkıyor.Her kavga, güçlünün bileğinin hakkı olan ‘haracı ben alacağım’ dalaşı aslında.Her şey değişiyor da kavgalarınnedenleri hiç değişmiyor nasılsa...Güç sahibi olmayı güçlü olmak zannettiğimiz için savaşıp duruyoruz ‘düşmanlarımızla.’İnsanlar ‘birilerinin’ güce sahip olma ihtirası yüzümden ölüyor.Her birimiz için o ‘birileri’ farklı oluyor, herkesin kendine göre ‘birileri’ bulunuyor bu dünyada.***Kendi küçücük hayatlarımızda da bu böyle...Aşk için mi gözyaşı döküyoruz?Yaşanan acılar, boğuşulan sorunlar sadece sevgiden mi kaynaklanıyor?Aşk bile eninde sonunda bir güç savaşına dönüşmüyor mu?İlişkinin ‘efendisi’, ‘ağası’, ‘sultanı’ kim olacak çekişmeleri yaşanıyor, her ilişkide taraflardan biri ilişkinin‘haracını’ yemek istiyor.Güç ve iktidar tutkusu, orada bile değişik kılıklarla ortaya çıkıyor.***Herkes sanki iyi bir amaç için dövüşüyor gibi yapıyor, oyun da bu zaten...Hem politikacılar, hem gazeteciler, hem bunları izleyenler hem aşıklar, hem yalnızlar, kısacası hepimizDemediğimizi bırakmıyoruz savaşı kazanmak için.Ama biri gücün denetimini halka vermeyi öneren bir düşünce söylese elbirliğiyle karşı çıkıyoruz...Hep beraber gerçeklerin üstünü örtüyoruz.***Bizim gibi toplumlarda insanlar yalnızca gücü bölüşürken bölünüyorlar.Yoksa hep beraber uygarlığı, kültürü, demokrasiyi, hukuku reddediyorlar aslında...Bu hiç değişmeyen, neredeyse hiç çatırdamayan bir sistem.Her devirde bu aynı...***Her devirde siz de aynısınız...Değiştirmek mi istiyorsunuz her şeyi, değiştirebilir misiniz kendinizi?Buna cesaretiniz var mı?Bu soruları kendinize sormaya gücünüz var mı?***Biz gücümüzü, ‘güçlülük taslamadan’, ortak yarar için ortaya koymayı öğrenebilecek miyiz, bunu bir sormalıyız kendimize?Başkalarını suçlamak kolay, hele bu suçlamalarınızda haklıysanızdaha da kolay ama hiç mi bizim payımız yok yaşananlarda?Biz bu zavallı kavganın parçası değil miyiz, politikadan aşka kadar her yerde güç ve iktidar peşinde koşmuyor muyuz?***Gerçeği söyleyecek cesaret de pek yok buralarda.Karanlığı hep beraber yaratıyoruz...Bu hayat, biz böyleyiz diye böyle.Bunu kabul etmeye cesaretimiz var mı, galiba önce buna karar vermeliyiz.