“Benim adım Nick VujicicDünyayı dolaşmaktan,golf oynamaktan ve yüzmekten hoşlanırım.Hayatı yaşamayı seviyorum.Ben mutluyum...”Bunları söyleyen kişinin iki kolu ve iki bacağı yok!Hem de doğuştan...Adı, Nick Vujicic.Konferanslarında solukların kesildiği an, iki kolu ve iki bacağı olmayan Nick’in yerden kalkış anı...Kalkmadan önce, yerdeyken şunları söylüyor: “Her insan hayatta zaman zaman bu derece umutsuz olduğu zannedilen durumlara düşebilir. Hatta tekrar ayağa kalkabilmek için her türlü imkan ve enstrümandan yoksun da kalabilir. Şimdi sizlere soruyorum: ‘Benim iki kolum ve iki bacağım yok. Ben 100 kere tekrar ayağa kalkmayı denesem ve 100nde de başarısızlığa uğrasam, tekrar ayağa kalkabilme hususunda tüm umutlarımı yitirmeye hakkım veya şansım var mı? Sizce 101. sefer denemeyi dahi düşünmemeli miyim?’ Maalesef benim öyle bir şansım yok. Yaşamımı devam ettirebilmek için ne yapıp edip tekrar ayağa dikilmek zorundayım.”Bir an sessizlik oluyor, sonrasında müthiş bir uğultu, alkış sesleri yankılanıyor...Herkes ayakta...Parıldayan gözler, aynı zamanda yaşlı...Nick’in alnı kıpkırmızı, yerden kalkmak için kitaptan destek alıyor...***Doğumu esnasında babası da doğumhanede, annesinin yanındaymış. Doğum anında Nick’in sol omzunun olmadığını görmüş, dayanamayıp doğumhaneden dışarı çıkmış. Doğum sonrası doktor yanına gittiğinde, “Çocuğumun sol kolu yok!” demiş. Doktor, “Hayır, sadece sol kolu değil, çocuğunuzun kolları ve bacakları yok!” cevabını vermiş...Nick, uzun bir süre annesine gösterilmemiş...Sonra psikologlar devre giriyor ve olayı anneye açıklıyorlar.Anne, önce olayı kabullenemiyor...***Avustralya’da 1982 yılında dünyaya gelen Sırp asıllı Nick Vujicic, çok ender görülen bir gen bozukluğu sebebiyle uzuvları olmadan dünyaya geldi.Tetra-Amelia sendromu yüzünden kolları ve bacakları olmayan Nick’in, sol ayağında sadece iki parmak bulunuyor.Çocukluk ve gençlik yıllarında çok zorlandı, ağır depresyonlar geçirdi.Okulda kendisiyle alay edildiği için 10 yaşında intihara teşebbüs etti, kendini suya atıp boğmak istedi. Başaramadı...Ailesi destek oldu. Annesi, bir gün engelleri olan fakat buna rağmen hiç pes etmeyen bir adam hakkında bir makale okudu.Bu yazıyı, Vujicic’in hayata bakış açısını değiştirdi, engellerini benimsemeye başladı.“Sahip olmadıklarım için Tanrı’ya kızmaktansa,sahip olduğum şeyler için şükretmeyi öğrendim.Sınırları olmayan bir yaşam için,ne kola muhtaçsın, ne de bacağa.İhtiyacın olan tek şey,sınırları olmayan bir akıl...”***Kısa sürede günlük işlerini tek başına yapmayı öğrendi. Vücudunda bulunan iki ayak parmağıyla kalem tutup yazmaya başladı. Bilgisayar kullanmayı, tenis topuyla oynamayı, davul çalmayı, saçını taramayı ve tıraş olmayı öğrendi.Yedinci sınıftayken okul birliğine üye oldu. 17’sine geldiğinde yaptığı konuşmalarla binlerce insana umut aşıladı. Kısa bir süre sonra ‘Life Without Limbs’ (Uzuvsuz Hayat) derneğini kurdu.21 yaşında çift anadal yapan Vujicic, kitap yazdı ve konuşmalarını DVD formatında piyasaya sürdü. Kitapları satış rekorları kırdı...Kitabını sol ayağındaki iki parmağıyla yazdı...Kısa filmlerde ve belgsellerde rol alan Vujicic, California’ya taşındı.25 ülkede yüzlerce konferansa katılan Nick, 29 yaşına geldiğinde 3 milyonu aşkın insana yaşamın öneminden bahsetti. Konuşmalarında, umut ve pozitif düşüncenin hayata tutunmak için çok önemli olduğunu vurguluyor. Kanae Miyahara ile evlenen Nick’in iki çocuğu var.Yazımızı Nick’in bir başka sözüyle sonlandıralım: “Sınırlı olan insan değil, onun düşünceleridir. Zihnimizdeki duvarları kaldırdığımızda belki de kendimizi bile hayretler içerisinde bırakabilecek şeyler yapabiliriz. Kaç kere denediğiniz değil, nasıl bitireceğiniz önemlidir. Ne kola ne de ayağa ihtiyacın var, yalnızca sınır kabul etmeyen bir akıl yeterlidir.”***Milli Eğitim Bakanı olsam, yapacağım en önemli iş, Nick’i Türkiye’ye davet etmek olurdu.Öğrencilerle buluşmasını sağlar, onlarca konferans verdirirdim...
Yıl, 2008... Tek basamaklı sınav sistemi... ÖSS... Sınava katılan aday sayısı 1 milyon 600 bin...300’lü puan sistemi...Türkiye birincisi sınavdan 300 puan alıyor, daha üstü yok!Hatırlarsınız, o tarihlerde AOBP (Ağırlıklı Ortaöğretim Başarı Puanı) vardı. Okul birincilerine 80 puan ekleniyordu. Okul puanı da eklenince, 380 son sınır oluyor, yani Türkiye derecesi...12 Temmuz Cumartesi günü ‘2008-ÖSS Yerleştirme Sonuçları’ açıklandı…***Yer, Hakkari...Yüksekova, Hacıtepe Mezrası...İrfan Töreci, sınavda Y-ÖSS-SAY-2’den 372 puan alarak Hacettepe Üniversitesi İngilizce Tıp Fakültesi’ni kazandı. Türkiye birincisinden 8 puan eksik, ilk 2 binde...Töreci ailesi 12 nüfuslu, anne baba ve 10 çocuk...Toprak bir evde yaşıyorlar. İrfan, ikinci büyük, kendinden büyük bir de abisi var. Abi de okumuş... İrfan, bir yandan okuyor bir yandan da çobanlık yaparak, aile ekonomisine katkıda bulunuyor.Beş yaşında elektrik akımına kapılarak bir kolunu, sağ kolunu kaybetmiş.Oyun oynarken fark etmemiş, yerde açık uçlu bir elektrik kablosu... İhmalkarlık ve doktorsuzluk... Hastaneye geç kalıyorlar, gittiklerinde de doktor yok!Sağ kol felç, bir daha çalışmıyor...***İrfan, elektrik çarpması sonrasında doktor bulamadıkları için kolunu kaybettiğini belirterek, “O yıllardaki ihmalkarlık ve doktorsuzluktan dolayı müdahale yapılmadığı için kolumu kaybettim, ancak bu durum hayata tutunmamı engelleyemediği gibi, üstelik tıp okuma idealimde etkili oldu. İlköğrenimimi Adaklı köyü ve Yüksekova ilçesinde tamamladıktan sonra Yüksekova Süper Lisesi’ne devam ettim. Kolunu kaybetmem, doktorsuzluktan kaynaklandı. Bu nedenle küçük yaşlardan itibaren hep doktor olmayı hayal ettim” diyor.***Töreci, bunun için çok fazla çalıştığını, ilköğretimi birincilikle bitirerek Van Alparslan Anadolu Öğretmen Lisesi’ni kazandığını, bir süre sonra yeniden Yüksekova’ya döndüğünü belirtiyor. Yüksekova’da eğitimine devam ettiğini ve okulu birincilikle bitirdiğini ifade eden Töreci, düzenli ve disiplinli çalışması sayesinde Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni kazandığını vurguluyor. Hiç kimsenin başaracağına inanmadığını belirten İrfan Töreci, çok büyük çabalar harcayarak bu başarıyı yakaladığını söylüyor. Töreci, “Hiç kimse başaracağıma inanmıyordu, ama disiplinli bir çalışma şekli izledim ve başardım. Günde yaklaşık 10 saat çalışıyordum. Bu sayede Hacıtepe’den Hacettepe’ye gidebildim” diyor.***Günde 10 saat...Hem de ders!Dile kolay...Birçok aday, ‘Vaaay, günde 10 saat çalışılır mı?’ der... Neden çalışılmasın?Kimse kimse için çalışmıyor ki, herkes kendi geleceğine yatırım yapıyor. İnsan, kendi geleceği için çalışmaz mı?Önce sağlık, sağlığa dikkat edilecek, bu şart; uyku ve beslenmeden kısmak yok!Diğer şeyler, ölmeyecek kadar...Yasak yok, ama kontrol şart!***Puan bakımından belki İrfan’ı geçemem, ama bir şeyde geçerim...İrfan günde 10 saat çalışıyor ya, ben günde 11 saat çalışırım!Peki, herkes mi bu kadar çalışmalı?Tabii ki değil, ama herkes ne kadar çalışması gerekiyorsa, o kadar çalışmalı!İşin kolayına kaçmak yok!Bence, sonuç önemli değil; süreç önemli, ne yaptığınız önemli.Süreci iyi yönetirsen, diğeri zaten arkadan geliyor...
Günlerden 1 Eylül 2010 Çarşamba...Meslekte 22’nci yılım...Bunca yıldır pek çok şey öğrendiğimi sandım, ama...Bir şey eksikmiş...Çöpten pet şişe, cam şişe, teneke, plastik toplandığını biliyordum, ama test toplandığını bilmiyordum.Öğrendiklerimin arasında bu yoktu!***İşe gitmek için hazırlanıyorum, bir yandan da ayaküstü gazetelere göz atıyorum. Acelem var, ama bir haber ilgimi çekti, bir solukta okudum. Çok hoşuma gitti, sabah sabah ilaç gibi geldi. Eşimi çağırdım, ‘gel oku!’ dedim.“Vay be, ne çocuklar var! Sadık, bu çocukları bulabilir misin?” dedi.İşe gidince muhabir arkadaşı aradım. Çocuklara nasıl ulaşabileceğimi sordum. “Hocam, gitmeden çocuklara ulaşamazsın, cep telefonları filan yok. Çocuklara ulaşmak için bir hayli mücadele etmeniz gerekecek. Gidince, kokudan içeri giremezsiniz; barakanın içine çukur kazmışlar, tuvalet olmuş. Gazetedeki fotoğrafı çekmek için akla karayı çektim, çünkü üstünde oturdukları kanepe dengede durmuyor. Çöp yığınlarının arasında yaşıyorlar, fareler barakanın içinde cirit atıyor” dedi...***Recep ile Hamza, Urfalı iki arkadaş, ama kardeş gibiler...Yaz tatillerini beş yıldır Ankara’nın İskitler bölgesinde, çöp yığınları arasında geçiriyor. Yaz tatili dediğime bakmayın, Ankara’ya çöp toplamaya gidiyorlar. Çöplerin arsından kağıtları topluyorlar...Yıkık dökük bir barakada kalıyorlar. Bu barakada elektrik ve su yok. Kaldıkları barakanın içinde sadece birkaç tencere ve yatak var. Recep’in 7, Hamza’nın 11 kardeşi var. Her ikisinin de babası rahatsızlıkları nedeniyle çalışamıyor. Kardeşlerine bakmak, evin geçimini sağlamak Recep ve Hamza’nın görevi olmuş...Recep ve Hamza’nın kazançları her akşam topladıkları kâğıtlara göre değişiyor; bir akşam 17 TL kazanırken, diğer akşam bu 30 TL oluyor. Eğer günde 30 TL kazanırlarsa, o gece en mutlu geceleri oluyor. Ayda en fazla 800 TL kazanıyorlar. Kazandıkları tüm parayı Urfa’ya, ailelerine gönderiyorlar. Bu kazanç, kış ayları için geçim kaynağı oluyor, bir kısmını da okumak için ayırıyorlar. Banyo yapmak için ‘tuvaleti’ kullanıyorlar.Recep’in dayısı çöpçü, çocuklar onun yanında kalıyor. Recep ile Hamza, bütün gün çöp topluyor, akşam üstü topladıkları kağıtları satıyorlar. Kağıtlar satılmadan önce eşeleniyor, bir şey arıyorlar, atılan testleri arıyorlar!Demek ki, o testler çöpten de toplanıyormuş!Kağıtlar satılıyor, testler barakaya götürülüyor.Akşam, gaz lambası eşliğinde testler çözülüyor. Sabah yine çöp...Çözülen testler atılmıyor, saklanıyor.Neden mi?Çünkü bunlar kolay elde edilmedi, bunlar için büyük uğraşlar verildi.***Recep, Ortaöğretim Kurumları Sınavı’nda 490 puanla Şanlıurfa’daki TOBB Fen Lisesi’ni kazanmış. İl genelinde 213. olmuş. Recep, Türkçe, Sosyal Bilimler ve Fen Bilimleri testlerindeki tüm soruları doğru yanıtlamış. İngilizce’de 2 yanlışı, 3 boşu var. Matematik testinde sadece 1 yanlış yapmış. Başarısını çöpten topladığı kâğıtlara bağlıyor Recep. Çünkü o ve Hamza, Urfa’daki diğer arkadaşları gibi çöpten topladıkları test kitaplarındaki soruları çözerek kazanmışlar sınavı. Hamza da, Şanlıurfa Anadolu Lisesi’ni kazanmış.***Sınavı sevincini, kaldıkları barakanın üstüne kazandıkları okulun adını yazarak kutlamışlar. Recep, “Matematik öğretmeni olmak istiyorum. Çöplerden pek çok test kitabı topladık. Urfa’ya dönüşümüzde okulumuza götürdük. Arkadaşlarla birlikte bu kitaplardan çalıştık. Okuldaki arkadaşlarımın koşulları bizden farklı değil. Pek çok arkadaşım sınavı bu şekilde kazandı” diyor.***Evet, sevgili dostlar; durum böyle...Ben rehberim, bu çocuklar da benim rehberim; ben onları örnek alıyorum...
Malum, yakında okullar açılacak. Bir müddet sonra hanelerden şu sesler yükselmeye başlayacak: “Çalış, çalışmıyorsun, n’olacak senin bu vurdum duymaz halin, bu kafayla gidersen...’Kimseyi suçlamayacağım, kimseye de ders vermeye çalışmayacağım; yalnız ebeveyinlerden tek bir ricam var, bu yazıyı önce siz okuyun, sonra da yavrunuza okutun...Sadece bir örnek, gerçek bir örnek vereceğim; anlayana...***Günlerden 14 Kasım 2010 Pazar...Yanlış hatırlamıyorsam, Kurban Bayramı’nın ya arife günü ya da arifeden bir iki gün öncesi...Bugünü hiç unutmam, ölene kadar da unutacağımı sanmıyorum.Hanım kahvaltıyı hazırlıyor, pazar keyfi yapacağım...Kahvaltı yaparken, gazete keyfi yapacağım...Gazetenin sayfalarını yavaş yavaş çeviriyorum. Orta sol sayfaya gelene kadar her şey güzel.Sol sayfanın üst köşesinde bir fotoğraf, aman Allahım...Bitti, her şey birbirine karıştı...O gün, o anda bitti; ne pazar kaldı ne de kahvaltı keyfi.O günün acısı hiç bitmedi!Evde etrafıma baktım, bir şeyler var; dedim ki ‘ben bunları hak ediyor muyum?’Sonra ellerime baktım, dedim ki ‘ben bunların hakkını veriyor muyum?’O fotoğrafı yazıya iliştirmedim, çok acı...Bu olayı konferanslarda hep anlatırım, her anlatışımda gözlerim dolar, bazen sesim titrer...Bu olay beni çok etkiledi, şunu anladım; okumak ne kadar değerliymiş... Onun için neler feda edilirmiş!***Yer, Şırnak...4 yaşındaki Nujiyan ile 6 yaşındaki Beşir, her gün 1 TL kazanmak için köyde buldukları hurdaları topluyorlar. Günde iki kilo, haftada on kilo...Haftada bir Şırmak’a hurdacı geliyor; ver on kiloyu, al 10 TL’yi...Hurdacılardan aldıkları parayla da kendilerine kalem, defter, silgi alıyorlar. Nujiyan seneye anaokuluna, Beşir de ilkokula başlayacak. Şimdiden havaya girmişler, okuyacaklar...Çocukların babası, Abdulgafur İdem: “Yedi çocuğum var. Köyümüzde gönüllü koruculuk yapıyorum, maaş alamıyorum. Maddi sıkıntım olduğu için yevmiyem çıksın diye bazen günübirlik Irak’a gidiyorum. Çocuklarım her gün evin etrafında hurda bakmak için dolaşırlar. Nerede büyük ve ağır demir parçası bulsalar hurdacılar iyi para verirler diye eve getirirlerdi. Param olmadığını bildikleri için benden oyuncak falan hiç istemezlerdi.Nujiyan, hurda toplarken, ayağındaki eski ayakkabısı yırtılmış. Arkadaşının ayağında kırmızı ayakkabı görmüş, ondan istedi. Ben de Irak’ta ucuz olduğu için bayramda giyer diye getirecektim. Seneye okula gidecekleri için hurdalardan aldıkları parayla kalem, defter alıyorlardı. Köye gelen hurdacılar onların topladığı hurdalara 1 TL veriyordu. Her gün 2 kiloya yakın topluyorlardı, eve çok yorgun geliyorlardı. Ben çocuklarımın ellerinin hurda değil, kalem tutmasını istedim hep, ama buna mecburduk.Bir hafta önce Irak’tayken kötü bir rüya gördüm. Annemi aradım ‘Evde, çocuklarda bir şey var mı, kötü rüya gördüm’ dedim, sanki içime doğdu...Nerede büyük ve ağır demir parçası bulsalar, hurdacılar iyi para verir diye eve getirirlerdi. O gün de, ağır cisme iyi para verirler diye alıp götürmüşler. Yani bombayı evin önüne getirmişler. Buldukları hurdaları çöp poşetine koyarlardı. Onu da poşete koydukları anda ellerinde patlamış .... sanki içime doğdu. Beşir seneye okula gidecekti ama şimdi kalem tutacak eli bile kalmadı. Nujiyan’ım da kalem parası için öldü.”***Gazetedeki fotoğrafa gelince...Beşir’i ameliyattan yeni çıkarmışlar, babası eğilmiş, yavrusunun başında. Beşir’in İki eli kesilmiş, tek gözü sarılı, kaybetmiş. Yavrum, tek gözünle kameraya gülümsemiş. Hayatımda gördüğüm en acı fotoğraf, hayatımda gördüğüm en güzel gülümsemeydi...İşte, böyle...Herkes neyi yapması gerektiğini bilecek, kimsenin bir şey demesine gerek yok!
Sadece Türkiye’de değil, dünyada da milyonlarca öğrenci iyi bir üniversitede okumanın hayalini kuruyor. Peki, dünyada öğrenciler nasıl üniversiteli oluyor, hangi süreçlerden geçiyor, ülkeler bu sistemleri nasıl uyguluyor?Dünyanın birçok ülkesinde üniversitelere öğrenci alımları çeşitli kriterlere göre yapılıyor. Öğrencilerin kişisel nitelikleri ve yetenekleri ölçülmeye çalışılıyor. Amaç öğrencileri doğru üniversitelere yerleştirmek. Son yıllarda üniversiteler kendi içlerinde esnekleşerek öğrencinin bölüm ve alan değişikliği yapmasına olanak tanıyor. Bu da öğrencilerin kendi ilgi ve yeteneklerine göre seçimler yapmasına ve ülkenin insan kaynağını doğru yönlendirmesine olanak sağlıyor.KANADA: Kanada’da üniversite giriş sınavı yok. En önemli ölçüt, lisede alınan dersler ve bu derslerin notları.JAPONYA: Japonya’da üniversiteye girişte, öğrenciler arasında ciddi rekabet var. Öğrencilerin tamamı merkezi bir sınavına girmek zorunda. Üniversiteler, ayrıca ikinci bir sınav yapıyorlar. Yerleştirme, bu iki sınavın ortalaması alınarak yapılır.RUSYA: Rusya’da üniversite girişte fırsat eşitliği sağlamak, rüşveti önlemek ve öğrenciler için başvuru masraflarını azaltmak üzere, 1999’da merkezi bir sınav sistemine geçildi. Eğitim Bakanlığı, üniversiteleri merkezi sınavı veya kendi sınavlarını kullanmakta özgür bırakmıştır.ALMANYA: Lise bitirme sınavlarını başarıyla geçen lise mezunlarına Abitur sertifikası verilir. Öğrenciler bu olgunluk belgesiyle, üniversiteye gidebilir. Bazı bölümlere (tıp, diş hekimliği) rağbet çok fazladır ve bu bölümlere yerleşebilmek için, Abitur’da belli bir puanı geçmek gerekir.FİNLANDİYA: Finlandiya’da, Almanya’dakine benzer bir üniversite giriş sistemi var. Lise bitirme sınavlarını başarıyla geçen öğrenciler, üniversiteye girişe hak kazanır. Sınavlar yılda iki defa düzenleniyor. Üniversiteler ayrıca kendi sınavlarını yapabilirler.AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ: ABD’de merkezi bir yükseköğretim seçme ve yerleştirme sistemi yok. Üniversiteler bu konuda özerk, yani kendi kabul şartlarını belirlemekte ve uygulamakta özgürler. Üniversiteler, öğrenci başvurusu için genellikle şu belgeleri içeren bir dosya isterler: Bir tür yetenek testi olan SAT ya da bir başarı testi olan ACT sonuç belgesi, lise notları, okul ve sınıf derecesi, sosyal sorumluluk projelerine katılım, niyet mektubu ve öğretmenlerden alınmış tavsiye mektupları. Öğrenciler genellikle fakülteye kabul edilir, öğrenci daha sonra bölüm değiştirme olanağına sahip.FRANSA: 1808 yılından beri uygulanan, ulusal ölçekte ve açık uçlu sorular içeren, lise olgunluk sınavını (Baccalauréat) geçmek, üniversiteye giriş için gerekli tek şart. Sınava üç alandan giriliyor: 1- Fen Bilimleri, 2- Sosyal ve Ekonomik Bilimler, 3- Edebiyat. Seçkin üniversitelere (Grandes Écoles, Instituts D’études Politiques, Instituts Universitaires de Technologie vb.) gitmek isteyen öğrenciler, olgunluk sınavı dışında, üniversitelerin düzenlediği başka sınavlara da girmek zorunda.İNGİLTERE: Üniversiteye kabul için İleri-düzey (A-level) veya eşdeğeri lise bitirme sınavlarında en az iki dersten başarılı olmak gerekir. Üniversiteler, giriş şartlarını genellikle kendileri belirler. İleri-düzey sınavlar, üniversite girişte en belirleyici faktördür. İş tecrübesi, niyet ve referans mektubu vb. hususlar da etkili olur. Üniversiteler bunların dışında başka sınavlar veya belgeler isteyebilirler. Tıp veya diş hekimliği fakltelerine başvuru için, klinik yetenek testi (UKCAT) istenir. Üniversitelere başvurular University and Colleges Admissions Service (UCAS) adlı bir kuruluş aracılığıyla yapılır. Öğrencileri seçme kararı, üniversitelere aittir.İSPANYA: Türkiye’de olduğu gibi, burada da merkezi bir sınav (Selectividad) var. Öğrencinin bu sınavda aldığı skor ile öğrencinin lise notlarının ortalamasının belli bir kombinasyonuna göre (sınav yüzde 60, notlar yüzde 40) öğrencilere puan verilir. Üniversiteler minimum puanlarını açıklarlar ve öğrenci puanı tutan üniversitelere kabul edilir.İSRAİL: Üniversiteye giriş için, lise bitirme sınavlarında (Bagrut) minimum bir puan almak gerekiyor. Üniversite adayları, ayrıca standart bir yetenek sınavına girmek zorunda. Adayların yetenek sınavından almaları gereken minimum puanlar, üniversiteler tarafından belirleniyor.ÇİN HALK CUMHURİYETİ: Üniversiteye girmek isteyen öğrenciler, merkezi giriş sınavına katılmak zorunda. Türkiye’deki gibi, Çin’de de merkezi sınav var. Genellikle lise son sınıftaki öğrenciler sınava girerler, fakat daha erken yaşlardaki öğrenciler de sınava katılabilir. Öğrencinin sınavda aldığı puan, testin alanlarına göre ağırlıklandırılır.
Eğitimin rüya ülkesi, Finlandiya eğitim sisteminden söz edeceğiz...Bireysel özgürlüğe ve bağımsızlığa önem veren, öğrencilerine kendi eğitim programını kendi düzenleme sorumluğunu yükleyen, eğlenerek öğrenmeyi temel eğitim felsefesi olarak kabul eden Fin eğitim sistemi, hala eğitimin rüya ülkesi olmaya devam ediyor...İşte, Finlandiya’nın eğitimde doğru yaptığı uygulamalara genel bir bakış...Türkiye’de öğretmenlerin yıllık zorunlu çalışma saati 1808 saat olarak hesaplanmış . Finlandiya’da öğretmenler yılda 600 saat ders veriyor. Kalan zamanlarını mesleki gelişime, iş arkadaşlarıyla, öğrencileriyle ve ailelerle bir araya gelmeye ayırıyorlar. Finlandiyalı eğitimcilere göre, yetenekli çocukları daha da yüksek performans göstermeleri için teşvik etmektense, zayıf ve geride kalan öğrencilere daha çok eğilmek, toplamda çok daha iyi sonuçlar veriyor. Buradaki ana fikir, daha zeki konumdaki çocukların, kendi gelişimlerini engellemeden, kendilerinden daha geri konumdaki arkadaşlarına yardımcı olacağı ilkesi üzerine kurulmuş.Finlandiya’da özel okul yok, öğrenciler günde 4 saat ders yapıyor, küçük çocuklar oynayarak öğreniyor, sınav yapılmıyor, ileri sınıflarda yapılısa da sonuçları öğrenciye söylenmiyor. Finlandiya’da öğretmen olmak için lisansüstü eğitim almış olmak şart. Öğretmenlerin hepsi yüksek lisans diplomasına sahip. Devlet, öğretmenlerin doktora yapmaları için teşvik ediyor. Öğretmenler, en dezavantajlı çocuğu bile en iyi seviyeye getirecek kadar azimliler ve eğitimde fırsat eşitliği eğitimdeki temel prensipleri. Öğretmenler kendi öğretim metotlarını seçmede ve kendi eğitim malzemelerini belirleme konusunda özgürler.Finliler’in okumaya duydukları derin aşkın, Finlandiya’daki eğitim sisteminin başarısına yaptığı katkı tartışılmaz. Kişi başına kitap okuma oranı yılda 57 kitap. Finlandiya’da doğan her çocuğa devlet tarafından verilen hediye paketinin içinde mutlaka resimli bir kitap yer alıyor. Pek çok kütüphane ise alışveriş merkezlerinin hemen yanında. Şehrin banliyölerine günlük seferler yapan ‘kütüphane o tobüslerini’ de unutmamak gerekir.Finlandiya’da okul toplumun merkezinde yer alıyor. Okul sadece eğitim hizmeti değil, sosyal hizmetler de sunuyor. Eğitimin asıl amacı, kişilik yaratmak.Okulu sınırlayan bahçe duvarları yok, öğrenciler kendi sorumluluklarını alacak şekilde yetiştiriliyor. Dersleri bitince bisikletine binip gidiyorlar, duvar ile öğrenciye sınır çizilmiyor.Finliler, en önemli öğrenmenin sınıf dışında gerçekleştiğine inanıyor. Çocuklar küçük de olsa, karda kışta bile her gün en az bir saat dışarı çıkarılıyor. Lisedeki öğrencilerin aldığı derslerin 3’te 1’i seçmeli. Hangi yeterlik sınavına gireceklerine kendileri karar veriyor.Tüm eğitim hizmeti gibi öğlen yemekleri de devlet tarafından karşılanıyor. Öğrenci ve öğretmenler aynı yemekhanede yiyor. Öğrencilere bu yemeğin, vergiler ile karşılandığı ve israf edilmemesi gerektiği vurgulanıyor.Lavabo neredeyse tüm sınıflarda var, ama ocak ve bulaşık makinesi yaygın olmamakla birlikte kullanılıyor. Öğrenciler, bulaşık yıkayıp sorumluluk almayı öğreniyor, ayrıca ev ekonomisi hakkında bilgi sahibi oluyorlar.Finlandiya çift dillidir ve her öğrenci hem Fince hem de İsveççe öğrenir. Başarılı olmak isteyen her Finli, mutlaka başka bir dil bilmek zorundadır. Bu dil genellikle İngilizcedir.Türkiye ile Finlandiya eğitim sistemlerini karşılaştırdığımızda, ‘bizim yaptığımız, bunların tam tersi’ desek, çok mu haksızlık yapmış oluruz...
II. Meşrutiyet döneminde iki defa Maarif Nezareti (Milli Eğitim Bakanlığı) görevine iki kez getirilen Emrullah Efendi, yakın geçmiş Türk eğitim hayatının önemli şahsiyetlerinden birisidir...İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde etkin ve sözü sayılan bir isimdi. Eğitim tarihinde ‘Tûbâ Ağacı Nazariyesi’ adlı fikir sistemi ile tanındı. Bu fikir sistemi, Emrullah Efendi’nin ölümünden sonraki yıllarda siyaset ve kültür hayatının önemli tartışma konularından birisi oldu.Emrullah Efendi’ye göre devletin en önemli görevlerinden birisi, ilmi himaye (korumak, kollanamk) etmektir. İlim yukardan başlar. Devlet önce elit bir kadro yetiştirmeli, bu elit kadro ilkokul ve ortaokul öğretmenlerini, bu öğretmenler de çocukları ve gençleri eğitmelidir.Cennetteki Tûba Ağacı’nın da kökünün yukarıda olmasından dolayı bu görüş ‘Tûba Ağacı Nazariyesi’ olarak anılmış.. .Eğitimci Satı Bey ise, Emrullah Efendi’nin Tûba Ağacı Nazariyesine karşı çıkmakla tanınmış. Satı Bey, Darülmualimin’de öğretmenlik yaptığı yıllarda Batı pedagojisine dayanan bilimsel eğitim anlayışının Türkiye’de yerleşmesinde etkili olmuş ve öğretmen yetiştirme konusundaki çabalarıyla tanınır. Emrullah Efendi’nin geliştirdiği ‘Tuba Ağacı Nazariyesi’nin tersine, Satı Bey eğitimin tabandan başlaması gerektiğini savunuyordu .Satı Bey, “Beşiği sallayan el atiyi (geleceği) hazırlar” diyerek, eğitimin beşikten başladığını vurgulayıp, tabandan tavana bir model anlayışıyla Emrullah Efendi’ye karşı çıkıyordu.Tam 100 yıllık bir tartışma…Emrullah Efendi’nin bir nazariyesi daha var. 1912 yılında bir dost meclisinde şaka yollu söylediği “Şu mektepler olmasaydı, maarifi ne güzel idare ederdim” sözü de unutulmadı, bir asırdır o da geçerliğini koruyor. Bu söz şakaydı, ama bu sözü söyleyen zat, işinde hiç şakaya gelmezdi. Dönemin Maarif Nazırı, yenilikçi eğitimin temellerini atan kişilerin başında geliyor, her şeyden önce önemli bir alimdi. Rahmetli Emrullah Efendi yaşasaydı, acaba şimdiki eğitim anlayışımız için nasıl nazariye geliştirirdi?***Japonlar ilginç insanlar... Eğitim anlayışları da ilginç. Öğrencinin gözünün yaşına bakmayan, ağır bir eğitim sistemleri var. Öğrenciyi zorlayan en ağır sistem onlarda. Hafta içi yoğun ders programı, hafta sonu sınavına hazırlık kursları, ödevler, stajlar gırla gidiyor. Japon eğitim sisteminin en ilginç yanlarından biri, okullarında müstahdem bulunmaması… Dünyanın en gelişmiş üç ülkesinden birisi olan Japonya’da okullar ve sınıflar öğrenciler tarafından temizleniyor. Japonya Başkonsolosluğu Kültür elçisi Bay Takeshi Ishara’ya bunun nedeni sorulduğunda; “Okullar, birer eğitim yuvasıdır. Bizler, çocuklarımızı okula öğretimden ziyade, iyi bir eğitim almaları için göndeririz. Buralarda eğilmeyi öğrenirler. Bilgi, deneyim ve öğretiyi suya benzetmek gerekir. Eğilmeden su içmek mümkün değildir. İyi bir eğitim almamış insan ne çevresine, ne ailesine ne de kendisine yararlı bir insan olamaz. Bizlerde slogan budur. Önce eğilmek gerekir” demiş.***Yazar Mehmet Doğan, Türkçe’nin ciddi sorunlarla karşı karşıya olduğuna dikkat çekiyor. Doğan, çok köklü ve zengin bir içeriğe sahip Türk dilinin korunmasında herkese önemli görevler düştüğünü ifade ediyor. İlköğretim çağındaki çocukların öğrendiği kelime sayısının 500’ü geçmediğini ileri süren Doğan, “Dünyanın gelişmiş ülkelerinde çocuklar 2 bin 500 kelime ile yetişirken, bizim ülkemizde bu durum hiç de iç açıcı bir seviyede değil. 500 kelime hazinesi olan çocukla, 2 bin 500 kelime hazinesi olan çocuk arasında çok büyük farklar vardır” diyor.***Çukurova Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İbrahim Ortaş, çok önemli bir konuya dikkat çekiyor: “Türkiye’deki kaynak kitap sayısı, dünya ile kıyaslanmayacak düzeyde yetersizdir. Dünyanın en büyük kütüphanesi olan Amerikan Kongre Kütüphanesi’nde yaklaşık 30 milyon cilt kitap, Harvard Üniversitesi’nde yaklaşık 16.3 milyon civarında kitap bulunuyor. Türkiye’deki 186 üniversitede son rakamlara göre yaklaşık 15.3 milyon kitap bulunuyor. Benzer şekilde İngiltere’nin Cambridge Üniversitesi’nde 12 milyon ve Oxford Üniversitesi kütüphanesinde de yaklaşık 9 milyon kitap bulunuyor. Bu rakamlar Türkiye’nin bilgiye erişmede ne denli yetersiz olduğunun göstergesi olarak kabul edilebilir” diyor.İbrahim Hoca’nın açıklamasına ben de bir bilgi ekleyeyim: “Hocam, siz gene olaya iyi tarafından bakmışsınız, ben kütüphanesi olmayan, dolayısıyla kitapları olmayan üniversite gördüm, sadece 10-15 bilgisayar var, al sana kütüphane! Hatta kütüphanenin de ötesi, ‘online kütüphane’…
İİBF bölümlerinde okuyan gençlerle sohbet ederken, bir takım sertifikalardan söz ederim. ‘CPA-CMA-CFA sertifikalarını duydunuz mu, bu konuda bilginiz var mı, bu belgeleri almayı düşünüyor musunuz’ diye sorarım. Gençler bu konudan bihaber, bu sertifikasyonları hiç duymamışlar, bu konuda hiçbir bilgileri yok! Üzücü... Biz, referans olarak hep şunları sunarız: ‘ODTÜ, Boğaziçi mezunuyum, yüksek lisansım var, İngilizce bilirim, çok tecrübeliyim, şu şirketlerde çalıştım vb.’Peki, bu ifadelerin uluslararası bir geçerliği var mı? Yok! Referansınız sadece bunlar mı?Dünyada ODTÜ ayarında, hatta daha üst düzeyde binlerce üniversite var; yüksek lisans yapmayan yok; İngilizce bilen milyonlar var, iş tecrübesi olan ve üstdüzey şirketlerde çalışan yüzbinler var; senin farkın ne, bunların arasından nasıl sıyrılacaksın? Ben diyorum ki, mahalli kalmayın; daha büyük düşünün, uluslararası boyutta düşünün... İşte, bu yazıda bunun yöntemini öğreneksiniz! ***Muhasebecilik, ABD’de şirket skandallarından sonra gündeme gelen önemli ve prestijli mesleklerden biri...Enron, Arthur Andersen ve diğer şirketlerdeki olaylar muhasebecilikte bütün dünyada prestij kaybının oluşmasına yol açtı. Bu olaylar muhasebecilik mesleği, etik kuralları ve güvenilirliği konusunda kafalarda soru işaretlerinin oluşmasına neden oldu. Türkiye’de sayıları bir milyonu aşkın muhasebecnin en önemli sorunu, yurtdışında ya da uluslararası işlerde imzalarının kabul edilmemesi. Bu nedenle Türkiye’deki uluslararası şirketlerin yönetim kademelerinde Türk muhasebeciler yer alamıyor. Muhasebe yöneticilerinin yurtdışındaki anlaşmalarda imzalarının geçerli olabilmesi için uluslararası geçerliliği olan sertifikalara sahip olmaları gerekiyor. Amerikan muhasebecilik sistemine uygun olan ve uluslarararası geçerliliği bulunan CMA (Certified Management Accountant - Yönetim Muhasebesi Sertifikası) , CPA (Certified Public Accountant - Sertifikalı Muhasebeci Sertifikası) ve CFA (Chartered Financial Analyst - Uzman Muhasebeci Sertifikası) dereceleri, muhasebecilikte en geçerli sertifikalar durumunda. Bu sertifikalara sahip olan muhasebecilerin uluslararası anlaşmalarda imzaları kabul görüyor . CMA, CPA ve CFA sertifikalarına sahip olanlar, internet üzerinden Amerika ve Avrupa’da istedikleri ülkelerde çalışabilir. Yabancı şirketler, bu sertifikalara sahip muhasebeciler arıyor. Bu sertifikaları alan kişiler, daha iyi işler bulma şansına sahip oluyor. Türkiye’de bu üç sertifikaya sahip olan kişi sayısı çok az. Bu sertifikalar, sahiplerine büyük avantajlar sağlıyor.Uluslararası geçerliliğe sahip muhasebecilik sertifikaları olan CMA-CPA -CFA kursları artık Türkiye’de de veriliyor. ABD’de bu konuda birçok yayın var, bunları internetten araştırıp bulabilirsiniz. Ayrıca bu konuda yazılan pekçok kitap var, CD’ler var, internet üzerinden kurslar var, bunları araştırın. Bunun için İngilizce şart, yani olmazsa olmaz, çünkü bunun dili İngilizce... Sınavlar zor değil, ama bir takım kuralları iyi öğrenmek (ezberlemek) gerekiyor. Sınavın yükü fazla. İş tecrübesi aranıyor, yani sektör deneyimi şart. Bence, uluslararası şirketlerde ve yurtdışında çalışma olanağnıı yakalamak için, bu yükün altına girilir...Bu sertifikalara sahip muhasebeciler; iş dünyasına global pasaport, uluslararası firmaların yurtdışı pozisyonlarına doğrudan başvurma olanağı, Türkiye’de faaliyet gösteren uluslararası firmalarca öncelikli tercih edilme şansı, hızlı yükselme ve yüksek gelir olanakları kazanıyor.Muhasebe alanında çalışan ve kariyerine devam etmek isteyen profesyoneller, yükseköğrenimini tamamlamış olup firmalarda yönetim kademelerinde görev almak isteyenler, öğrenimlerine devam etmekte olan öğrenciler bu sertifikalara sahip olabilir. Bu sertifikasyonu almaya hak kazanan profesyoneller, tüm dünyada bu alanda kabul görme derecesine sahip olurlar. ***Şikago’ya gittiğimde şuna şahit oldum, insanlar bu sertifikaları elde edebilmek için acayip çabalıyor. 20 yaşındaki üniversite öğrencisi de, 60 yaşındaki hukukçu da, çalışan finansçı da bu belgeye sahip olmak için kurslara gidiyor; haftasonlarını sırf bu işe ayırıyorlar ya da iş çıkışı akşam kurslarına katılıp, sınavın inceliklerini öğreniyorlar. ‘İİBF mezunu çok, iş sıkıntısı var’ deyip, yakınmakla bu işler olmuyor. Faklı olmak, fark yaratmak gerekiyor. Bunun da yolları var, arayıp bulmak gerekiyor...