“Terörle mücadele ordunun elinden alınıp polise verilmeli”Başlıktaki cümleyi önceki gün Vatan’da yer alan, Prof. Sedat Laçiner’le yapılmış mülakattan aldım. Son yıllarda hep karşımıza çıkıyor: Hemen her etkili PKK saldırısının ardından Güneydoğu’da görev yapan askerlerin durumu masaya yatırılıyor, bir dizi hata, eksik ve yetersizliğin altı çiziliyor ve genellikle sorunların “profesyonel ordu” ile çözülebileceği söyleniyor. Bu arada ordunun profesyonelleşmesinin de yeterli olmayacağını düşünüp yerini bütünüyle polise bırakmasını önerenler de var ki Prof. Laçiner, bu tezin önde gelen savunucularından biri.Sorunun “profesyonel ordu” veya “özel eğitilmiş polisler” tarafından çözülebileceği iddiası başlangıçta kulağa doğruymuş gibi geliyor ama yanlış. Yanlış, çünkü her iki önerme de kalkış noktası olarak PKK ile mücadeleyi esas olarak bir “güvenlik sorunu” olarak görme yanlışını alıyor. Halbuki karşımızda siyasi ve kültürel yönleri çok daha baskın olan bir sorun (Kürt sorunu) ve Kürtler içinde alabildiğine kök salmış ve sahiplenilen bir örgüt (PKK) var.Ortada gayri nizami bir çatışma varsa ve bunun esas alanı Güneydoğu Anadolu ve onun kırsal alanıysa, söz konusu çatışmanın seyrinde tarafların askeri güçleri kadar, hatta belki de ondan daha fazla, söz konusu bölgede yaşayan insanların tutumları belirleyici olacaktır. Yaklaşık 30 yılda onca kayıp vermesine rağmen PKK’nın hâlâ güçlü bir şekilde varlığını sürdürebilmesindeyse asıl olarak bu toplumsal destek faktörü etkili olmuştur.Diyelim ki PKK ile mücadele ordudan alınıp polise verildi, ne olur? Bu soruyu yakın geçmişteki “özel timler” deneyimine bakarak cevaplamaya başlayalım. Uzun uzun anlatmaya gerek yok, özel timler bu ülkenin hafızasında genellikle olumsuz izler bırakmıştır. AKP hükümetinin acı deneyimlerden ders çıkarttığını ama özel timlerin tepeden tırnağa yenilenmesinin tam anlamıyla gerçekleşemediğini görüyoruz. Ama eğer ordunun rolü polise devredilecekse herhalde öncelik yine özel timlere veya benzer yapılanmalara verilecektir. Sayıca nispeten az olmalarına ve yetki alanları sınırlı olmasına rağmen nice hataya imza atmış olan özel timlerin (veya benzer yapılanmaların) sayıları iyice artıp yetki alanları alabildiğine genişleyince ne yapacaklarıysa tam bir muammadır.Polisin askerin yerini alması durumunda olabilecekleri tartışmak için emniyet güçlerinin şehirlerde PKK ile mücadelede gösterdikleri performansa bakmak da isabetli olacaktır. Genel olarak bakılacak olursa çok geniş imkanlarla donatılmış olan polisin, PKK’nın kentsel alanlarda, özellikle de büyükşehirlerdeki faaliyetlerini büyük ölçüde kontrol altına almış olduğunu görüyoruz. Fakat buna rağmen PKK’nın veya ona bağlı taşeronların etkili terör eylemleri (genellikle intihar saldırıları) düzenleyebildikleri de bir gerçek.Polisin kentlerdeki “kör terör” eylemlerini en aza indirgemesi artı hanesine yazılabilir ama toplumsal olayları kontrol etme noktasında pek başarılı olduğu söylenemez. Bu noktada, emniyet güçlerinin, uzun çalışmalar sonucunda hayata geçirmiş oldukları ülke çapındaki KCK operasyonları projesinin tam anlamıyla bir fiyasko olduğunu vurgulamalıyız. 2009 yerel seçimleri arifesinde başlatılan ve DTP’nin o seçimlerden zaferle çıkmasını cezalandırırcasına abartılarak sürdürülen KCK operasyonlarında yüzlerce seçilmiş belediye başkanı, parti yöneticisi ve sivil toplum aktivisti gözaltına alındı, çoğu tutuklandı.Bu operasyonun amacı PKK’nın toplumsal bağlarını ortadan kaldırmaktı, ama tam tersine bir sonuçla karşılaştık: Güvenlik güçlerinin budadığı dallar daha gür açtı ve PKK toplumsal destek bakımından tam bir zirve yaptı. Polis KCK operasyonlarını, bir zamanlar TSK’nın sıklıkla yaptığı gibi bir “toplum mühendisliği projesi” olarak görüyordu. Ama teknolojik imkanlarına fazlasıyla güvendikleri, buna karşılık gerek toplumu, gerekse PKK’yı gerçekten tanımadıkları için tam bir faciaya sebep oldular.Sonuç olarak, bugün PKK ile mücadelenin ordudan alınıp polise verilmesi önerisi özünde doğrudur. Ama bu öneriyi getirenler, “askerin mücadelesi”nin yerine “polisin mücadelesi”ni değil “asker”in yerine “polis”i koymak istiyorlar.Özetle, PKK ile mücadele üniformaları değil kafaları değiştirerek başarıya ulaşabilir.***Öcalan’ı beklerkenÖcalan önceki gün avukatlarıyla kritik bir görüşme yaptı. Bugün PKK’ya yakın internet sitelerinde yayınlanması beklenen görüşme notlarında Öcalan’ın, aynı gün yaşanan Silvan saldırısı ve demokratik özerklik ilanı üzerine söylemiş oldukları merakla bekleniyor. Arkadaşımız Kemal Göktaş’ın haberine göre, Öcalan Silvan saldırısını alenen eleştirip kınamamış ve “Hem asker hem gerilla ölümlerine çok üzülüyorum. Bana göre hem askeri hem gerillayı yakan aynı ateştir” demiş. Bu hiç şaşırtıcı bir durum değil. Öcalan İmralı’dan yaptığı açıklamalarda PKK’yı “soyut” ve “genel” konularda acımasızca eleştirirken “somut” ve “özel” durumlar, özellikle silahlı eylemler söz konusu olduğunda daha ortayolcu bir tutum benimser. Bunun bir nedeni hiç kuşkusuz dışarda PKK’yı yöneten kadrolarla arasını iyi tutmak istemesidir. Ama daha önemlisi, 1999’dan beri hapiste bulunan Öcalan’ın devletle görüşmelerinde başta gelen kozu silhalı mücadeledir ve bunu terk etmeye de pek hazır gözükmüyor. Tüm ülkede büyük bir şok yaratan Silvan saldırısına “serinkanlı” yaklaşan Öcalan’ın, demokratik özerklik ilanını sert bir şekilde eleştirmiş olduğunu tahmin ediyorum. Bunu da, yasal ve yarı-yasal platformda faaliyet gösteren kadroların kritik birçok projesini, daha yolun başında boğmuş olmasından hareketle söylüyorum. Kaldı ki Öcalan’ın görüşlerini biraz takip edenler, DTK’nın özerklik ilanının, onun talimatlarına pek uygun olmadığını kolaylıkla anlayabilirler. Öte yandan bu tek taraflı ilan, muhtemelen devletle yürüttüğü pazarlıklara olumsuz etki yapmıştır.YARIN: ‘KOMUTANLAR İÇERDE OLDUĞU İÇİN ASKER ZAAF GÖSTERİYOR’
“Kürt sorunu yok, PKK sorunu var”Bugün ele almak istediğimiz “doğru bilinen yanlış”ı başlıktaki cümle çok güzel özetliyor: “Kürt sorunu yok, PKK sorunu var.”Bu cümlenin kullanıma giriş tarihi olarak PKK’nın ilk ciddi saldırılarını gerçekleştirdiği 15 Ağustos 1984 gününü alabiliriz. O günlerde değil “Kürt sorunu”, “Güneydoğu sorunu” bile denmekten kaçınılır, “PKK sorunu” yerineyse “terör sorunu” denirdi. Çünkü “PKK sorunu” tanımının , hep “bir avuç çapulcu” olarak tarif edilmek istenen PKK’ya fazladan itibar kazandıracağı düşünülürdü.PKK’nın kendini kanıtlamaya çalıştığı ilk yıllarda, yaşananları “terör sorunu” olarak nitelemenin bir ölçüde anlam ifade ettiği ileri sürülebilir. Fakat bir yandan olağanüstü güvenlik önlemleri ve operasyonlar, diğer yandan müthiş bir karşı propaganda faaliyetine rağmen PKK’nın varkalmayı becermesi, üstelik bunu her geçen gün daha da güçlenerek yapması, bu cümlenin özünde yanlış olduğunu gösteriyordu. Ne var ki resmi otoriteler ve medyanın büyük bölümü, bu yalana çok kötü bir şekilde bel bağlamışlardı ve bu yüzden “teröristle masum halkı ayırma” tiratlarını bitmek bilmez bir şekilde sürdürdüler.1990’lı yıllarla birlikte Türkiye “Kürt realitesi”ni tanımaya, buna bağlı olarak “terör sorunu”ndan “Güneydoğu sorunu”na, hatta “Kürt sorunu”na geçiş yapmaya başladı. Öcalan’ın yakalanıp Türkiye’ye teslim edilmesiyle birlikte PKK’ya bakışta da belirgin bir değişiklik gözlendi. Bunda devletin Öcalan’la düzenli olarak görüşmesi ve onun üzerinden örgütü belli ölçülerde denetlemesi etkili oldu.AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte devletin Kürt sorununa bakışında eski söylem ve stratejilerden adım adım uzaklaştığını gördük. Özellikle adı en son “Milli birlik ve kardeşlik projesi” olan “Kürt açılımı” ile brilikte bu değişim son derece hız kazandı ve devlet Başbakan Erdoğan’ın ağzından “asimilasyon ve inkar politikaları”na son verdiğini resmen ilan etti.PKK’nın miladıKimileri tam tersini umsa da Öcalan’ın yakalanması PKK’nın sonunu getirmedi, tam tersine, örgütün hiç olmadığı kadar kurumsallaşıp halkın içinde kök salmasına vesile oldu. PKK’nın yaşadığı bu çarpıcı gelişme, Kürt sorunu ile PKK sorununu ayrı göstermenin iyice imkanszılaşmasına yol açtı. Buna bağlı olarak Kürt sorunu ile PKK sorununun içiçe geçtiği ; bu ikisinin birlikte çözülmesinin kaçınılmaz olduğu ve teknik olarak önceliğin PKK’nın silahsızlandırılmasına verilmesi gerektiği görüşü giderek baskın hal almaya başladı.Ölen PKK militanlarının cenazelerine binlerce kişinin katılması, özellikle Diyarbakır’daki Nevruz/Newroz kutlamalarında insanların PKK ve Öcalan’la özdeşleşme konusunda birbirleriyle alenen yarışmaları, son “sivil itaatsizlik” eylemlerine gösterilen yoğun ilgi (özellikle alternatif Cuma namazları), PKK’nın yeni militan ve mali kaynak konusunda hiç ama hiç zorlanmaması ve nihayet bağımsız adayların son seçimlerde aldığı oy, Kürt siyasi hareketi realitesini alenen gözler önüne seriyor.Fakat Silvan saldırısının ardından birileri filmi tekrar başa sardırmaya çalışıyor. Bunların başında Başbakan Erdoğan’ın bulunması Kürt sorununun geleceği açısından hiç de parlak verici bir durum değil. “Kürt sorunu yok, PKK sorunu var” diyenlerin öncelikle şu PKK sorununu nasıl çözeceklerini bizlere anlatmaları lazım. Tam da bu noktada yarın bir başka “doğru bilinen yanlış”ı ele alalım.YARIN: TERÖRLE MÜCADELE ORDUNUN ELİNDEN ALINIP POLİSE VERİLMELİ
“Öcalan iyi, çevresi kötü”Silvan’daki saldırı haberini memleketimde, yani Hopa’da öğrendim. Kemalpaşa’da, ailemizin en yaşlılarından, 90’ını çoktan devirmiş Meryem Hala’nın (Lokumcu) elini öptükten hemen sonra aldığım bu haberin şokunu atlatmak kolay olmadı. Tatili bir kenara bırakıp hemen bu saldırı üzerine yazmayı düşündüm ama tıpkı daha önce, Dağlıca saldırısının ardından olduğu gibi, sıcağı sıcağına yazmak yerine bekleyip, tepkileri ve gelişmeleri gördükten sonra yazmaya karar verdim. Silvan saldırısı bir kez daha Kürt sorunu ile PKK sorunu arasında nasıl bir bağ bulunduğu, hangisinin öncelikli olduğu sorularını da beraberinde getirdi. Bu vesileyle, bittiğini düşündüğümüz birçok tartışmanın hiç de bitmemiş olduğunu, sorunu çözmek yerine daha derinleştirdikleri kanıtlanmış bazı “terörle mücadele” taktik ve stratejilerinin hiç de rafa kaldırılmadığını veya kaldırıldıkları raflardan indirilmekte olduklarını gördük.Eğer PKK ve Kürt sorununu kalıcı bir şekilde çözmek istiyorsak öncelikle doğru bilinen bazı yanlışlardan arınmamız gerekiyor. İşte bu yazı dizisinde, birbirinden farklı, hatta birbirlerine düşman kesimlerin kimi zaman ayrı ayrı, kimi zamanda birlikte dile getirdikleri bazı değerlendirmeleri irdeleyeceğiz. Ve işe “Öcalan iyi, çevresi kötü” diye özetlediğimiz yaklaşımı eleştirerek başlamak istiyoruz.Bu yaklaşım, Öcalan’ın devletle düzenli olarak görüştüğünün resmen kabullenilmesiyle kendini gösterdi ve PKK liderinin birçok kritik anda AKP hükümetini rahatlatacak çıkışlar gerginlikleri gidermesiyle iyice güçlendi. Öyle ki Kürt siyasal hareketinin yasal (BDP) ve/veya yasadışı (KCK-PKK) kollarıyla sorun yaşandığında başta hükümet olmak üzere birçok kişi ve çevrede “nasılsa Öcalan müdahale eder ve kriz sona erer” duygusu hakim oldu. Örneğin DTP’nin kapatılmasının ardından “sine-i millet“ kararı alan milletvekilleri Öcalan’ın talimatıyla tekrar TBMM’ye döndüler; PKK defalarca “eylemsizlik” kararını uzatmak zorunda kaldı. Özellikle referandum ve genel seçim öncesinin nispeten az çatışmalı geçmesi siyasi iktidarın işini epey kolaylaştırdı.Son TBMM boykotunun da Öcalan’ın talimatları gereğince sona ermesi beklenirken, üstelik PKK lideri “barış konseyi” kurulması konusunda anlaşmış olduklarını daha yeni açıklamışken yaşanan Silvan saldırısı birçok kişinin “PKK Öcalan’ı da dinlemiyor“ şeklinde tepki vermesine neden oldu. Öcalan’ın Silvan saldırısı hakkında ne diyeceğini bilmiyoruz. Çok sert bir şekilde mahkum da edebilir, ortayolcu bir şekilde de davranabilir veya saldırıyı bir şekilde onaylayabilir. Onun tavrı ne olursa olsun, Silvan saldırısının “Öcalan’a rağmen” yapılmış olduğunu söylemek doğru olmayacaktır.“Öcalan’sız PKK düşünülemez”Birçok nedenle doğru olmayacaktır:1 PKK tarihine başından sonuna kadar Öcalan damga basmıştır. Dolayısıyla PKK’nın her adımında Öcalan’ın izi vardır.2 Yakalandıktan sonra daha uzlaşmacı ve barış yanlısı tutumlar takınsa da Öcalan esas gücünü silahlı mücadeleden almayı sürdürmektedir. İmralı’daki açıklamalarının hemen tümünde PKK’nın silahlı gücünü en önde gelen kozu olarak, sık sık da tehdit aracı olarak kullandığını görüyoruz.3 Öcalan “kayıtsız şartsız silah bırakma” noktasına gelmedi, geleceğe de benzemiyor. Dolayısıyla şu ya da bu saldırıyı tasvip etse de etmese de, bunların herbirinden, silahlı PKK militanlarının varlıklarını sürdürmelerinde ısrarcı olduğu için, birinci derecede sorumludur.4Sanmıyorum ama diyelim ki Silvan benzeri saldırılar Öcalan’dan habersiz, ona rağmen ve üstelik onun otoritesini zayıflatmak için yapılıyor, eğer birileri Öcalan’ı gerçekten çözüm için bir “sigorta” olarak görüyorlarsa, bu eylemlerin ona rağmen yapıldığının altını çizmeleri hiçbir işe yaramayacaktır. Çünkü o zaman kamuoyu, “madem PKK Öcalan’a rağmen hareket edebiliyor, o zaman onunla niye görüşülüyor ki!” diye hakıl bir şekilde soracaktır.Bugünlük bu konuyu bitirirken, şu noktayı vurgulamak istiyorum: Çözüm için Öcalan’ın, hatta PKK’nın bir şekilde muhatap alınması söz konusu olabilir, hatta kaçınılmazdır. Fakat gerek Öcalan’ı, gerekse PKK’yı oldukları gibi kabul etmek, onlara, özellikle de Öcalan’a, temennilerimize dayalı anlamlar yüklemekten vazgeçelim. Aksi takdirde her çarpıcı saldırı önce bizi çarpmaya devam eder.*****YARIN: ‘KÜRT SORUNU YOK, PKK SORUNU VAR’Örnek bir sivil toplumcu:Ahmet ŞişmanBundan çeyrek yüzyıl önce İslami hareketlerle ilgili çalışmaya başladığımda karşıma çıkan ilk isimlerden biriydi Ahmet Şişman. Okuduğum ilk kitap ve dergilerin birçoğunun arkasında onun mali katkıları vardı. İslami camiadaki hayır işlerinin, modern ve global anlamda bildiğimiz sivil toplum faaliyetlerine dönüşmesinde öncülük etti. Özellikle imam hatiplilerin uğradıkları haksızlıklara karşı yürüttüğü mücadele takdire şayandır. 28 Şubat sürecinde bu yaygın sivil toplum çalışmalarından bir “sivil itaatsizlik” kampanyası üretmek istediğini ama kısmi bir hayal kırıklığına uğradığını da gördüm. İstanbul dışında olduğum için cenazesine katılamadım ama bu köşeden Ahmet için “iyi bilirdim” diye şahitlik ediyorum. Allah rahmet eylesin.
AKP’nin seçim kampanyasında öne çıkan sloganlarından biri “İstikrar sürsün, Türkiye büyüsün”dü. Başbakan Erdoğan’ın istikrarı ne kadar önemsediğini yeni kabineyle birlikte gördük: Birkaç giden, birkaç gelen ve birkaç yer değiştiren isim var ama omurga yerli yerinde duruyor. En önemlisi, ne gidenler, ne gelenler, ne de yer değiştirenler arasında hayret uyandıran kimse yok.Örneğin daha belediye başkanlığı döneminden beri Erdoğan’la çalışan, AKP Genel Sekreteri İdris Naim Şahin’in İçişleri Bakanı olacağı birkaç gündür söyleniyordu. Ancak Şahin’in, Kürt açılımının (son adıyla Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi’nin) sorumluluğunu üstlenip üstlenmeyeceği belirsizdi. Sonunda Beşir Atalay başbakan yardımcılığına kaydırıldı ve açılım da daha önce olduğu gibi yine ona emanet edildi. Bu kapsamda Kamu Güveliği Müsteşarlığı’nın İçişleri’nden Başbakanlığa kaydırılması ve Atalay’a bağlanması bekleniyor. Kuşkusuz açılımın Şahin yerine yine Atalay tarafından yürütülecek olması olumlu fakat “ölü doğan” ve Muammer Güler’in milletvekili seçilmesiyle iyice devre dışı kalan Kamu Güvenliği Müsteşarlığı’nın ayağa kaldırılıp kaldırılmayacağı belirsiz. Yine açılım sürecinde defalarca söz verilen bazı kurumların yeni dönemde hayata geçirilip geçirilmeyeceği de belli değil. Tabii son olarak, Atalay’ın açılım sürecinde yapılan hatalardan hangi dersleri çıkardığı ve bunları telafi etmek için ne tür plan ve projelere sahip olduğu önem arz ediyor. Tam da bu noktada Başbakan’ın, Atalay’ı “terörle mücadele koordinatörü” şeklinde sunmasının, açılımın yolunu daha baştan tıkama riskinin altını çizmek gerekir. Yeni kabinede en çok dikkatimi, bazılarının sandığının aksine Milli Eğitim Bakanlığı’na Atalay’ın değil eski Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer’in getirilmesi çekti. (Nimet Çubukçu herhalde TBMM Başkanvekilliği gibi bir göreve kaydırılır) Dinçer de tıpkı İdris Naim Şahin, Binali Yıldırım, Hayati Yazıcı, Veysel Eroğlu gibi, Erdoğan’ın belediye başkanlığı döneminin kurmayları arasında yer alıyor. Dinçer’in Milli Eğitim’e kaydırılmasını bir “taltif” olarak görebiliriz. Bu noktada Sadullah Ergin, Nihat Ergün ve Ertuğrul Günay gibi bazı isimlerin yeni kabinede daha yüksek sorumluluklu bakanlıklara atanıp taltif edilecekleri yolundaki tahminlerin tutmadığını da vurgulayalım. Ergin ve Ergün 2007 genel seçimlerinin ardından, AKP grup başkanvekili olarak gösterdikleri başarılar sonucunda bakanlığa hak kazanmışlardı. Bu sefer Bekir Bozdağ ve Suat Kılıç’ın tıpkı onlar gibi bakanlığa getirilmiş olmaları, Erdoğan’ın grup başkan vekilliğini bir tür bakanlığa alıştırma makamı olarak gördüğünü gösteriyor.Ahmet Davutoğlu’nun istisnai durumunu bir kenara bırakacak olursak, ilk kez milletvekili seçilip kabinede yer alan sadece iki isim var: Erdoğan Bayraktar ve İsmet Yılmaz. Böylelikle birçok isim hakkında yapılan “Erdoğan onları aday gösterdiğine göre kesin kabineye alır” türü yorumlar da boşa çıkmış oldu. İstikrar tamam da...Tekrar başa dönecek olursak, Erdoğan istikrarı seçti, riskli olabilecek görevlendirmelere gitmedi. Üç seçimde de oyunu artıran bir iktidar partisinin önceliği, başarıyı sağlayan zemin ve kadroları korumaya vermesi kadar anlaşılır bir şey olamaz. Bu noktada Ali Babacan, Beşir Atalay, Binali Yıldırım ve Recep Akdağ’ın 2002 sonundan beri tüm AKP hükümetlerinde yer alıyor olmaları son derece normaldir. Yine, Başbakan’ın “kriz bizi teğet geçti” sözünün doğrulanmasını sağlayan ekonomiyle ilgili bakanlıkların hemen hiçbirinde, bir kısmının adları değişmiş olsa da hiçbir değişikliğin yaşanmaması da şaşırtıcı değildir.Evet istikrar sürüyor, bakalım bu “istikrar kabinesi” Türkiye’yi, tabii bu arada AKP’yi daha da büyütebilecek mi.
BDP’yi konuşmadan, onu eleştirmeden önce demokrasimizin hâlâ tam oturmamış olmasının ve bu durumdan en çok zarar görenlerin başında Kürt siyasi hareketinin, dolayısıyla BDP’nin geldiğinin altınız çizmemiz gerekir. Yüzde 10 gibi aşırı bir baraj nedeniyle seçimlere bağımsız adaylarla katılan BDP beklenenin üzerinde bir performans göstererek 36 milletvekiline ulaştı. Ama daha ilk günden bunlardan Hatip Dicle’nin milletvekilliği YSK tarafından iptal edildi. Dicle gibi KCK davasından tutuklu olan 5 milletvekili yargılandıkları mahkemeler tarafından tahliye edilmedi. Geri kalan 30 milletvekilinden 25’i beklendiği gibi BDP’ye katılıp TBMM’de grup kurma hakkı kazandı. Leyla Zana, Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk siyasi yasaklı oldukları için BDP’ye giremediler. Şerafettin Elçi KADEP, Levent Tüzel de EMEP Genel Başkanı oldukları için BDP’ye katılmadılar. Elçi, Tüzel ve siyasi yasaklı üç milletvekilinin BDP Grubu ile birlikte hareket edecek, KCK tutuklularının da tahliye olur olmaz onlara katılacak olması demokrasimizin içler acısı durumunu hafifletmeye yetmiyor. Boykot yanlışıBu zorunlu girişten sonra BDP’nin geleceğini konuşabiliriz: Önceki gün yazdığım gibi, BDP’li milletvekillerinin Hatip Dicle olayı nedeniyle TBMM’yi boykot etmelerini anlayışla karşılıyor ama doğru bulmuyorum. Çünkü 12 Haziran seçimlerinin AKP ile birlikte en büyük galiplerinden olan bağımsızlar tüm Türkiye’nin ve hatta uluslararası kamuoyunun dikkatleri üzerlerindeyken, ilk gün TBMM’ye gelmeyip Diyarbakır’da toplanarak çok büyük bir fırsatı kaçırdılar. Diğer bir deyişle yasal Kürt siyasi hareketi bir kere daha o büyük açmazın esiri oldu ve Kürt kamuoyuna seslenmeyi tercih edip diğer kamuoylarını geri plana ittiler. Eğer Salı günü TBMM’ye gelmiş olup yeminlerini etselerdi, diyelim ki en çok ilgi gören milletvekilleri arasında en az 5 tane bağımsız, örneğin Leyla Zana, Ahmet Türk, Sırrı Süreyya Önder, Ertuğrul Kürkçü, Şerafettin Elçi, Altan Tan bulunurdu.Elimde somut bir delil veya kulis bilgisi yok ancak çok geçmeden TBMM’ye gelip yemin edeceklerini, dolayısıyla TBMM Başkanı seçimi, yeni hükümete güvenoyu gibi süreçlere dahil olacaklarını tahmin ediyorum. Diyelim ki Pazartesi günü yemin ettiler, muhakkak belli bir ilgiyi yine göreceklerdir fakat bu ilginin, Salı günü AKP ve MHP’lilerle aynı anda yemin etmiş olmaları durumunda göreceklerinin çok gerisinde kalacağı açıktır.DTP’nin kapatılmasıyla birlikte devreye giren BDP’nin bugüne kadar çok hata yaptığına tanık olduk. Ancak toplu olarak baktığımızda başarıları hatalarının önüne geçtiğini, daha önemlisi, başta AKP olmak üzere rakiplerinin BDP’nin hatalarından tam olarak istifade edemediklerini, hatta orta vadede bu hatalardan garip bir şekilde BDP’nin kazanımlar elde etmiş olduğunu görüyoruz.HEP’le başlayan yasal Kürt siyasi hareketinin bugün BDP ile zirveye tırmandığı açıktır. İşte BDP’nin temel sorunu tam da bu nokatada karşımıza çıkıyor: Ya bu aşırı güçlenmenin nedeniyle bir tür özgüven zehirlenmesi yaşıyor ya da kendi gerçek gücünün farkına varamıyor. Tabii bu bocalamalarda, Öcalan ve PKK ipoteklerinden kurtulamamanın (daha doğru deyişle buna razı olmanın) da payı yüksek. Mesela DTP kapatıldığında “sine-i millet” kararı alınmıştı. Hareket pekala bu kararın arkasında durabilir ve sistemi acil çözüme mecbur bırakabilirdi. Fakat Öcalan’ın devreye girmesi üzerine geri adım attılar ve peşinden, uzun bir süre düşük ölçekli bir stratejiye yöneldiler. Daha sonra “sivil itaatsizlik” kampanyası başlattığında BDP’nin bunun altından kalkamayacağını düşünenler (başta iktidar partisi) çok kötü yanıldılar. Özellikle “sivil Cuma namazı” uygulamasının sonuçları birçokları için tam bir alarm niteliğindeydi.Sözü çok fazla uzatmaya gerek yok bugün BDP çok güçlü bir konumdadır ve bu gücünü TBMM’ye taşırsa Türkiye’de çok şeyler değişebilir. Bunun yerine Diyarbakır’da haftada bir grup toplantısı yapmayı tercih ederlerse ne kendileri, ne Türkiye kazanır. Sonuç olarak, BDP’nin boykotu daha fazla uzatma ihtimali olduğunu düşünmüyorum. Sanıyorum Öcalan da devletle pazarlık sürecinde güçlü bir BDP’yi arzu edecek ve kısa süreli “sembolik direniş”in ardından onlara adres olarak TBMM’yi gösterecektir.
Dün Meclis’te CHP’nin kararı daha belli değilken yapılan yorum ve tahminlerin ezici bir çoğunluğunun isabetsiz çıktığını söyleyebiliriz. Evet hemen herkes CHP’nin, Mustafa Balbay ve Mehmet Haberal konusunda bir tavır almasını bekliyordu ama bunun daha çok “sembolik” bir tepki olacağı düşünülüyordu. Örneğin sadece Balbay ve Haberal’ın seçim bölgelerinden, yani İzmir ve Zonguldak’tan milletvekillerinin yemin etmemesi bir “ara formül” olarak dillerde dolaşıyordu. Benim de içinde yer aldığım bir grup ise CHP’lilerin dün yemin etmeyip Pazartesi günü Meclis Bakanlığı seçimi için yapılacak oturumda yemin etmelerini bekliyordu. Bu arada CHP’nin tereddütsüz yemin edeceğine inananların sayısı da hayli fazlaydı. Nihayet kapalı oturumun ardından CHP Grubu’nun kapıları basına açıldı ve CHP milletvekillerinin ağzından çıkan “yemin etmeyeceğiz” cümleleri bir şok etkisi yarattı. Partinin üst düzey bir yöneticisine “Peki ne zaman edeceksiniz?” diye sorduğumda aldığım “beş vakte kadar” cevabı, bu tepkinin hiç de “sembolik” değil epey esaslı olduğunu gösteriyordu. Nitekim CHP Lideri Kılıçdaroğlu “arkadaşlarımızın yemin etme yolu açılana kadar yemin etmeyeceğiz” sözleri ana muhalefet partisinin protestosunun ucunun açık oldğunu gösteriyordu.Kılıçdaroğlu kararlıToplantının ardından bir grup gazeteciyle makamında ziyaret ettiğimiz Kılıçdaroğlu’nun, bu kararlarında hayli kararlı olduğunu gördüm. Hatta bugüne kadar doğrudan eleştirmemeye özen gösterdiği MHP’nin Engin Alan konusundaki tutumu sorulduğunda “Biz arkadaşlarımızı satmıyoruz” diye konuşması hayli şaşırtıcıydı.Kılıçdaroğlu ve dolayısıyla CHP’liler yargının tümüyle siyasallaşmış, diğer bir deyişle hükümetin denetiminde olduğuna, Ergenekon, Balyoz ve KCK tutuklusu milletvekillerinin tahliye edilmemesinde iktidar partisinin dahli olduğuna inanıyorlar. Buradan hareketle hükümetten gelecek ve sorunu çözmeye yönelik adımların anında karşılık bulacağını düşünüyorlar. Kılıçdaroğlu’ndan, AKP’nin, bazılarının sandığının aksine, sorunun çözümü için kendileriyle hiçbir şekilde irtibata geçmemiş olduğunu öğrendik ve anladığım kadarıyla bu kayıtsızlık başta Kılıçdaroğlu olmak üzere CHP’lileri çok kızdırmış. Bu arada Başbakan Erdoğan’ın “başka aday mı bulamadılar?” sözünün sadece BDP destekli bağımsızları değil CHP’lileri de oldukça öfkelendirdiği anlaşılıyor. Dün Meclis’te farklı kademelerden çok sayıda AKP milletvekiliyle de sohbet etme imkanı buldum. Hemen hepsi daha ilk günden yaşanan kriz nedeniyle keyifsizdi ama içlerinden hemen hemen hiçbiri yaşanan sorunların çözümünün kolay olduğunu düşünüyordu. Herbiri sözlerine “Biz yargıya nasıl müdahale edelim?” soru cümlesiyle başlıyor, ardından CHP’nin tavrını “çocukca”, “şantajvari”, “anlamsız” gibi sıfatlarla tanımlıyor ve nihayet, kısa vadede makul bir çözüm yolunun görünmediğinde birleşiyorlardı. Kuşkusuz siyasetin ve siyasetçilerin görevi sorun çözmektir ve aslında çözülemeyecek hiçbir sorun yoktur, daha doğrusu olmaması gerekir. Tutuklu milletvekilleri konusunda kuşkusuz en ideal çözüm mahkemelerin veya üst mahkemelerin tahliye kararı vermesidir. Ancak Ergenekon, Balyoz ve KCK davalarının savcılarının bu ihtimale şiddetle karşı çıktıkları ve yargıçların çoğunun da onlar gibi düşündüğü ortada. Eğer başta Erdoğan olmak üzere iktidar partisi sözcüleri ve hükümete yakın medya kuruluşları ve gazeteciler ilk andan itibaren tahliyelerin daha hayırlı olacağı yolunda bir çizgi tutturmuş olsalardı yargının kararı aynı olur muydu, emin değilim. Dolayısıyla çözümün olması için öncelikle iktidar partisi yetkililerinin tahliyeleri arzuladıklarını beyan etmeleri gerekiyor ki bunu yapacağa pek benzemiyorlar. Hal böyle olunca gerçekten “beş vakte kadar” beklememiz gerekebilir. Bütün bunların sonucunda, yeni yasama döneminde “yeni sivil anayasa”, buradan hareketle “Kürt sorununun kalıcı çözümü” gibi beklentilere kapılmak fazlasıyla hayalci kaçabilir.Sorun Güneydoğu’daİşin acı yanı sorun sadece CHP ile sınırlı değil. Beşi tutuklu, 35 bağımsız milletvekili CHP’nin yaptığını bile yapmıyor, TBMM’ye gelmiyor. Üstelik her hafta Diyarbakır’da grup toplantısı yapacaklarını söylüyorlar ki bu bölünmüşlük hali hiç de iyi bir şey değil. BDP destekli bağımsızları bu boykota yönelten Hatip Dicle olayında kısa ve hatta orta vadede hiçbir çözüm ihtimali gözükmüyor. Ortamı bir ölçüde yumuşatabilecek olan tutuklu 5 milletvekilinin tahliyesi için de, tıpkı Balbay, Haberal ve Alan gibi “beş vakte kadar” diyebiliriz.Peki bütün bu krizlerden nasıl çıkılabilir? İktidar partisin sorunlara ilgi göstermeyerek ve çözüm yolunda hiçbir sinyal yakmayarak yanlış yaptı. BDP destekli bağımsızlar boykot kararıyla ikinci bir yanlışa imza attılar. Ve nihayet CHP hepsinden daha büyük bir yanlış yaptı. Sonuçta herkesin değişik ölçülerde kaybettiği, kazananın olmadığı bir kriz sürecine girdik. Çözüm için tek çıkar yol, tarafların birbirlerini eleştirmekten vazgeçip hep birlikte hatadan dönmenin yollarını aramalarıdır ki bugünkü Kılıçdaroğlu-Cemil Çiçek ve Haluk İpek buluşmasının bu yönde kapılar aralamasını ummaktan başka şu an yapabilecek fazla bir şey yok.
Önce gazeteci Cengiz Çandar’ın TESEV için hazırladığı başlığı “Dağdan İniş: PKK Nasıl Silah Bırakır?” olan ve “Kürt Sorununun Şiddetten Arındırılması” altbaşlığını taşıyan 100 sayfalık rapor, ardından Hasan Cemal’in iki yıl sonra Kandil’de yeniden Murat Karayılan’la görüşmesi; tabii bu arada artık genel medyada da geniş yer bulan Öcalan’ın avukatlarıyla yaptığı görüşmenin notları bir kez daha PKK konusunu gündemimize getirdi. Her ne kadar bazıları “Kürt sorunu ayrı, PKK, terör sorunu ayrı” demekte ısrar etse de, çoğunluğun, bu iki sorunun iç içe geçmiş olduğuna ve Kürt sorununun kalıcı bir şekilde çözülmesi için önceliğin PKK’nın silahtan arındırılmasına verilmesine inanmakta olduğunu gözlemliyoruz. Kuşkusuz gelinen bu nokta son derece olumludur. Fakat PKK’nın nasıl silah bırakması gerektiği konusunda dengeli bir yaklaşım sergilenmemesi durumunda kamuoylarının (burada kabaca Türk ve Kürt kamuoyları şeklinde bir ayrıma gidiyorum) kalıcı çözüm noktasında ikna edilmesi zor olacaktır.“Dengeli” derken esas olarak çatışan taraflardan herhangi birinin karşısındakine herhangi bir şekilde çözüm dayatmamasını kastediyorum. Özellikle çözüm konusuna angaje olan aydınlar, sivil toplum aktivistleri ve kanaat önderleri kendilerini taraflardan birinin yanına daha yakın konuşlandırmaları durumunda çözüme katkı sunmak yerine çözümsüzlüğü besleyebilirler.‘İmha ve tasfiye’ endişesiSöylediklerimin çok “soyut” kaçtığının farkındayım, bu yüzden somutlaştırmaya çalışayım: Hükümet, Kürt açılımını başlattıktan sonra aydınları, STK’ları, kanaat önderlerini sürece katmak için epey çaba gösterdi. Başlangıçta her şey yolundaydı, fakat Habur’la beraber işler karışınca hükümet yetkililerinin frene bastıklarını, kendilerine yönelik eleştirilere karşı tahammülsüz davrandıklarını ve daha önce bir tür “arabuluculuk” misyonu yüklemiş oldukları kişi ve kurumlara “ya bizdensiniz ya onlardan” diye özetlenebilecek bir tutumla, öncelikle Kürt siyasi hareketini mahkum etmelerini dayattıklarını gördük.Kürt hareketi de Habur sonrası yaşanan bocalamaları alelacele “imha ve tasfiye” politikalarının hortlaması olarak tanımlayıp hükümete açıktan cephe almaya başladı ve kendi tutumunu yadırdayan kişi ve kurumlarla arasına iyice mesafe koymaya başladı. Bu karşılıklı hataların en çarpıcı ve üzücü örneği olarak, PKK’nın terör eylemlerinin ardından Güneydoğu’daki STK’lara yönelik “tavır koyun” baskılarını ve Kürt hareketinin de PKK’yı açıkça eleştirme cesareti gösteren kişi ve kurumları hemen kara listeye almasını gösterebiliriz. PKK da barışa muhtaçBuradan Çandar’ın raporunda ve Cemal’in Karayılan röportajında (aslında bu durum ilk röportajı için de geçerli) gördüğüm eksiklere geçmek istiyorum. Her iki usta gazeteci de PKK’nın “bağımsız Kürdistan” fikrinden vazgeçmesini ve artık silahı bırakmak istemesini temel alıp bundan böyle topun devlette olduğunu söylüyorlar. Evet haklılar ama galiba şunu görmüyorlar ya da yeterince önemseyip öne çıkarmıyorlar: PKK devlete bu pası, bir lütuf olarak değil mecburen veriyor. Nasıl onca yıllık deneyime bakıp devletin PKK’yı, kendisine rağmen silahsızlandırması, diğer bir deyişle “yenmesi”nin imkansız olduğunu düşünüyorsak, aynı süreç bizlere PKK’nın devleti yenmesinin daha da imkansız olduğunu gösterdi.Dolayısıyla Türkiye “kimsenin kazanmadığı ve kazanamayacağı bir savaş”tan herkesin kazanacağı bir barışa geçmek istiyorsa tarafların daha yapması gereken çok şey var demektir. Tekrar PKK’ya dönecek olursak, örgüt ve tabii ki liderleri Öcalan üzerlerine düşenleri tamamıyla yerine getirmiş değiller. Örneğin gerçekten “savaş dili” yerine “barışın dili”nin hakim olmasını istiyorlarsa “eğer barış olmazsaÖ” diye başlayan tehdit cümlelerini kullanmaktan vazgeçmeleri gerekiyor. Bu bağlamda, çoğunlukla taşeronları kullanarak sivilleri hedef alan “kör terör” eylemlerini mutlak bir şekilde sonlandırmaları gerekiyor. Şahsen, genç bir kadının Etiler’de işine yetişmeye çalışırken, çöp tenekesinde patlayan bomba yüzünden bacağının kaybetmesinin “Kürt isyanı” ile ilikisini anlayabilmiş değilim, ki nedense kısa sürede unutulan bu “eylem” seçimden hemen önce gerçekleşti. Özetleyecek olursak, barış Türkiye’nin ihtiyacıdır, barışa belki de en çok ihtiyacı olanlar Kürtler, PKK ve Öcalan’dır. Dolayısıyla barışı “bahşeder” gibi davranmayı bırakıp onu gerçekten hak etmek için çaba göstermeleri gerekiyor.
Türkiye’de Kürt sorununun yakın tarihinde siyasi liderlerin kimi cümleleri taşıdıkları çok derin sembolik anlamlar nedeniyle hafızalara kazınmıştır. Örneğin DYP’nin başındayken Süleyman Demirel’in “Kürt realitesini tanıyacağız” demesi; Mesut Yılmaz’ın ANAP lideriyken “AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” demesi ve yine DYP’nin liderlerinden, “terörle mücadele”nin starlarından Mehmet Ağar’ın “düz ovada siyaset” sözü...Türkiye 12 Haziran’da seçimini yaptı yapmasına ama değil dağdakileri ovaya indirmek, bağdakilerin eşit bir şekilde siyaset yapmasının önü ya YSK, ya da özel yetkili mahkemeler tarafından çok sert bir şekilde engelleniyor. Eğer Kürt sorununun çözümünün ilk zorunlu aşaması PKK’nın silahsızlandırılmasıysa ve bunu örgütün kendi rızası olmadan gerçekleştirmek imkansızsa (ki yılların deneyimi bunu kanıtlıyor) dağdakileri düz ovaya çekebilecek günler yaşamadığımız ortada.Olsun, Türkiye Kürt sorununda nice krizler yaşadı bunlar da bir şekilde, er ya da geç atlatılır ve büyük olasılıkla, daha öncekilerin çoğunda olduğu gibi bugünkü sorunlardan Kürt siyasi hareketi kârlı, onların başına bu dertleri açanlar zararlı çıkar. Dolayısıyla yaşadığımız kriz, sorunun özüne odaklanmamızı engellenmemeli. En hassas konularEvet sorunun özünde öncelikle PKK’nın silahsızlandırılması var. Bu konuda çok şey yazıldı, söylendi, ama ilk kez tüm boyutları ele alan; birçok kritik noktayı ayrı ayrı ve birbirleriyle ilişkileri üzerinden masaya yatıran ve somut, uygulanabilir öneriler getiren bir çalışmayla karşı karşıyayız: Gazeteci Cengiz Çandar’ın TESEV için hazırladığı ve önceki gün medya üzerinden kamuoyuna duyurulan “Dağdan İniş: PKK Nasıl Silah Bırakır?” başlıklı 100 sayfalık rapordan söz ediyorum. “Kürt Sorununun Şiddetten Arındırılması” altbaşlığına sahip olan raporun önemini vurgulamak için bazı konu başlıklarını peşpeşe sıralamak yeterli olabilir:Abdullah Öcalan faktörü; “Tek adam” ve örgütteki gücü; Irak, İran ve Suriye’de PKK ve Öcalan gücü; Kürtlerde kutsal üçleme: Apo, PKK, Dağ; Öcalan’ın askeri yetkililerle teması; MİT’in rolü ve Öcalan’la görüşmenin önemi; Görüşmelerin niteliği; Sınır dışına çekilmenin maliyeti; PKK’de yaşanan bölünme ve bir iç bütünlük aracı olarak silahlı mücadele; Habur, KCK tutuklamaları ve ağır sonuçları...Rapordan uzun uzun alıntılar yapmak istemiyorum. Herhalde bugünden itibaren medyada bu konuda çok sayıda haber ve köşe yazısıyla karşılaşacaksınız. Arzu eden şu linkten raporu edinebilir: http://www.tesev.org.tr/UD_OBJS/PDF/DEMP/Dagdan%20Inis-Son%20Hali-web.pdfUzun görüşme listesiYine de Çandar’ın nasıl bir çalışma hazırladığını daha iyi anlatabilmek için görüştüğü kişilerden bazılarının adını vermek gerekebilir: Cumhurbaşkanı Gül, Adalet eski Bakanı Sadullah Ergin, İçişleri eski Bakanı Beşir Atalay, MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Başbakanlık Müsteşarı Efkan Ala, AKP Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik, CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu, PKK yöneticileri Murat Karayılan, Zübeyr Aydar, Remzi Kartal, Muzaffer Ayata, PKK’dan ayrılmış eski yöneticilerden Osman Öcalan, Nizamettin Taş, Halil Ataç, Hıdır Sarıkaya; ayrıca Ahmet Türk, Leyla Zana, Osman Baydemir, Kemal Burkay, Yaşar Kaya ve Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani, Neçirvan Barzani...Raporun içeriğini ilerde daha geniş olarak tartışırız. Şimdilik raporun son cümlelerini aktarmakla yetinelim: “PKK tarafında da sorunun çözümüne, silahlı mücadelenin sona erdirilmesine yönelik bir istek mevcuttur ve bu istek devlet yetkilileri tarafından da bilinmektedir. O halde ülkede demokratik bir ortamın yerleşmesi, gerekli hukuki altyapının oluşturulması ve en önemlisi taraflar arasında güven ortamının yeniden inşa edilmesi durumunda Habur sonrası yaşananlar ve benzeri olaylar nedeniyle tıkanan sürecin yeniden canlandırılmaması ve Türkiye’nin yakın geçmişine damgasını vuran en büyük sorunlarından birinin barışçıl bir siyasi zeminde çözüme kavuşturulmaması için hiçbir neden yoktur. Kürtlerin, yeni bir anayasa ile kendilerini vatandaş hissedecekleri, bugünküne dek sahip oldukları ‘statü’den farklı bir statü elde edecekleri demokratik bir Türkiye’de ‘dağdan iniş’ de mümkün olacaktır.”Katılıyorum.