Öcalan’a ve Karayılan’a: Evet ama yetmez!

Haberin Devamı

Önce gazeteci Cengiz Çandar’ın TESEV için hazırladığı başlığı “Dağdan İniş: PKK Nasıl Silah Bırakır?” olan ve “Kürt Sorununun Şiddetten Arındırılması” altbaşlığını taşıyan 100 sayfalık rapor, ardından Hasan Cemal’in iki yıl sonra Kandil’de yeniden Murat Karayılan’la görüşmesi; tabii bu arada artık genel medyada da geniş yer bulan Öcalan’ın avukatlarıyla yaptığı görüşmenin notları bir kez daha PKK konusunu gündemimize getirdi. Her ne kadar bazıları “Kürt sorunu ayrı, PKK, terör sorunu ayrı” demekte ısrar etse de, çoğunluğun, bu iki sorunun iç içe geçmiş olduğuna ve Kürt sorununun kalıcı bir şekilde çözülmesi için önceliğin PKK’nın silahtan arındırılmasına verilmesine inanmakta olduğunu gözlemliyoruz. Kuşkusuz gelinen bu nokta son derece olumludur. Fakat PKK’nın nasıl silah bırakması gerektiği konusunda dengeli bir yaklaşım sergilenmemesi durumunda kamuoylarının (burada kabaca Türk ve Kürt kamuoyları şeklinde bir ayrıma gidiyorum) kalıcı çözüm noktasında ikna edilmesi zor olacaktır.

“Dengeli” derken esas olarak çatışan taraflardan herhangi birinin karşısındakine herhangi bir şekilde çözüm dayatmamasını kastediyorum. Özellikle çözüm konusuna angaje olan aydınlar, sivil toplum aktivistleri ve kanaat önderleri kendilerini taraflardan birinin yanına daha yakın konuşlandırmaları durumunda çözüme katkı sunmak yerine çözümsüzlüğü besleyebilirler.

‘İmha ve tasfiye’ endişesi

Söylediklerimin çok “soyut” kaçtığının farkındayım, bu yüzden somutlaştırmaya çalışayım: Hükümet, Kürt açılımını başlattıktan sonra aydınları, STK’ları, kanaat önderlerini sürece katmak için epey çaba gösterdi. Başlangıçta her şey yolundaydı, fakat Habur’la beraber işler karışınca hükümet yetkililerinin frene bastıklarını, kendilerine yönelik eleştirilere karşı tahammülsüz davrandıklarını ve daha önce bir tür “arabuluculuk” misyonu yüklemiş oldukları kişi ve kurumlara “ya bizdensiniz ya onlardan” diye özetlenebilecek bir tutumla, öncelikle Kürt siyasi hareketini mahkum etmelerini dayattıklarını gördük.

Kürt hareketi de Habur sonrası yaşanan bocalamaları alelacele “imha ve tasfiye” politikalarının hortlaması olarak tanımlayıp hükümete açıktan cephe almaya başladı ve kendi tutumunu yadırdayan kişi ve kurumlarla arasına iyice mesafe koymaya başladı. Bu karşılıklı hataların en çarpıcı ve üzücü örneği olarak, PKK’nın terör eylemlerinin ardından Güneydoğu’daki STK’lara yönelik “tavır koyun” baskılarını ve Kürt hareketinin de PKK’yı açıkça eleştirme cesareti gösteren kişi ve kurumları hemen kara listeye almasını gösterebiliriz.

PKK da barışa muhtaç

Buradan Çandar’ın raporunda ve Cemal’in Karayılan röportajında (aslında bu durum ilk röportajı için de geçerli) gördüğüm eksiklere geçmek istiyorum. Her iki usta gazeteci de PKK’nın “bağımsız Kürdistan” fikrinden vazgeçmesini ve artık silahı bırakmak istemesini temel alıp bundan böyle topun devlette olduğunu söylüyorlar. Evet haklılar ama galiba şunu görmüyorlar ya da yeterince önemseyip öne çıkarmıyorlar: PKK devlete bu pası, bir lütuf olarak değil mecburen veriyor. Nasıl onca yıllık deneyime bakıp devletin PKK’yı, kendisine rağmen silahsızlandırması, diğer bir deyişle “yenmesi”nin imkansız olduğunu düşünüyorsak, aynı süreç bizlere PKK’nın devleti yenmesinin daha da imkansız olduğunu gösterdi.

Dolayısıyla Türkiye “kimsenin kazanmadığı ve kazanamayacağı bir savaş”tan herkesin kazanacağı bir barışa geçmek istiyorsa tarafların daha yapması gereken çok şey var demektir. Tekrar PKK’ya dönecek olursak, örgüt ve tabii ki liderleri Öcalan üzerlerine düşenleri tamamıyla yerine getirmiş değiller. Örneğin gerçekten “savaş dili” yerine “barışın dili”nin hakim olmasını istiyorlarsa “eğer barış olmazsaÖ” diye başlayan tehdit cümlelerini kullanmaktan vazgeçmeleri gerekiyor. Bu bağlamda, çoğunlukla taşeronları kullanarak sivilleri hedef alan “kör terör” eylemlerini mutlak bir şekilde sonlandırmaları gerekiyor. Şahsen, genç bir kadının Etiler’de işine yetişmeye çalışırken, çöp tenekesinde patlayan bomba yüzünden bacağının kaybetmesinin “Kürt isyanı” ile ilikisini anlayabilmiş değilim, ki nedense kısa sürede unutulan bu “eylem” seçimden hemen önce gerçekleşti.
Özetleyecek olursak, barış Türkiye’nin ihtiyacıdır, barışa belki de en çok ihtiyacı olanlar Kürtler, PKK ve Öcalan’dır. Dolayısıyla barışı “bahşeder” gibi davranmayı bırakıp onu gerçekten hak etmek için çaba göstermeleri gerekiyor.

DİĞER YENİ YAZILAR