Newyork’ta Broadway müzikallerinin sahnelerinin çok ilginç bir özelliği bulunur... Sahne değişirken; sahnenin kararmasıyla açılması arasında geçen 3-4 saniyede; bütün sahnenin değiştiğini görürsünüz...***Dekor tamamen değişir...Bütün mekan değişir...Bütün renkler, resim ve çerçeve değişir... Bu kadar kısa zamanda bunca değişikliğin nasıl yapıldığına hayret edersiniz... Amerikan tiyatro geleneğinin inanılmaz profesyonelliğinin yansımasıdır; dekor ve mekandaki inanılmaz süratteki değişim...15 TEMMUZ İLE 16 TEMMUZ ARASINDAKİ FARKLAR...15 Temmuz gecesi ile 16 Temmuz sabahı arasında Türkiye’nin siyasi çehresi; toplumsal düzeni, ittifakları, dekoru, fotoğrafı; renkleri “tam bir Broadway müzikalinin profesyonelitesinde değişiyor...”***15 Temmuz 2016 günü sabah saatlerinde Türkiye’de;İktidar partisi AKP ile liderliği değiştirilmeye çalışılan MHP bir tarafta bulunuyor...***CHP-HDP-MHP’de başkan olmaya soyunan Akşener, Fetullahçılar; PKK; Suriye’deki kolu PYD diğer tarafta konuşlanıyor...***15 Temmuz 2015’de;Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı; yüzde 52 dışında kalan kesim tarafından kabul edilmiyor...“Saray” kelimesiyle tescillenen bir muhalefet yürütülüyor...***16 Temmuz 2016’da...Tayyip Erdoğan darbeye karşı, teslim olmayan, direnen bir siyasi lider...Eleştirilen Saray;Darbeciler tarafından bombalanan bir sivil siyasi ikametgah oluyor...***15 Temmuz 2016 sabahı Türkiye;‘Sivil diktatörlüğe gitmekte olan bir ülke’ resmiyle dünya sahnesine çıkartılıyor...15 Temmuz’da örnekler Hitler’den veriliyor...Anayasa’nın ve rejimin değiştiğinden söz ediliyor...***16 Temmuz sabahı ve izleyen günlerde;Dünyada ve Türkiye’de ülkeler ile liderler;Sivil demokrasinin yanında durduklarını ilan eden açıklamalar, telefonlar ve mesajlarıyla yeni sahne ve dekordaki yerlerini alıyor...***Tayyip Erdoğan; ana muhalefet ile diğer muhalefet partisinin liderini arıyarak onlara teşekkür ediyor...Oluşmakta olan bir detantın işaretlerini veriyor...Türkiye; iktidar ve muhalefet arasındaki kutuplaşmanın ve gerginliğin sonuna gelindiği günleri yaşamaya başlıyor...***Dün Başbakan ile Ana Muhalefet lideri; beraber resim veriyorlar...Gerginliğin azaltılması için ortak açıklamalar yapıyorlar...İktidar, muhalefet ilişkileri bir anda yumuşuyor, rahatlıyor, tansiyon azalıyor...15-16 TEMMUZ ARASINDA MEDYA...15 Temmuz 2016 sabahı;Türkiye’de medya “on senedir bitmek bilmeyen bir kavganın” parçası durumunda...AKP öncesi Türkiye’nin en etkili ve en başat medya kurumu ile; Tayyip Erdoğan arasında “seçim meydanlarına yansıyan bir siyasi kavga var...”***Ne yapılırsa yapılsın, ne edilirse edilsin bu kavga bir türlü bitmek bilmiyor...Tayyip Erdoğan siyasi hedef aldığı o medyayı; teröre destek çıkmakla...PKK’yı palazlandırmakla...Darbeci olmakla... Kendisini indirtmeye çalışmakla suçluyor...***16 Temmuz 2016 sabahı;O medya; Tayyip Erdoğan’ın; Marmaris’teki otel odasından; millete “meydanlarda toplanın” çağırısını yaptığı merkez haline geliyor...Medyadaki en büyük siyasi düşman; halka meydanlara çıkın çağrısının yapıldığı arena oluyor... Darbeci olmakla suçlanan, PKK terörünü desteklemekle itham edilen “medya”; darbeye karşı medya direnişinin en önemli karargahlarından biri haline geliyor...***Dekor tamamen değişiyor...Sahnedeki değişiklik seyircinin algısının bütünüyle ötesine taşıyor...O kadar farklı, o kadar değişik, o kadar zıt bir sahne var ki; burası aynı yer, aynı ülke mi anlamak zorlaşıyor...***Newyork’ta Broadway müzikalleri de tıpkı böyle sahneleniyor...Bir sahne öncesinin dekoru, rengi, zamanı, mekanı, çerçevesiyle 3-5 saniyelik karanlıkta her şekilde değişiyor...Tamamen farklı bir resim, bir öncesiyle hiçbir benzerlik taşımayan bir dekor sahne alıyor...BÜTÜN SAHNE BİR GÜCÜN TASFİYESİYLE; DEĞİŞİYOR...Her şey kanlı bir darbe girişiminin başarısızlığa uğratılmasıyla; değişiveriyor...***O kanlı darbe girişimini yapanlar; kendi kendilerini siyaset sahnesinden tasfiye ediyorlar...Ancak ondan daha önemlisi; darbe girişiminin ertesi günü; “tamamen farklı bir sahnenin, dekorun ve siyasi tablonun resmini” oluşturuyorlar...***Broadway’i iyi izleyen bir seyircinin; “iki sahne arasındaki bu siyahla beyaz arasındaki farkın” profesyonel aklını düşünmemesi mümkün değil...Tabloda ve sahnede bir gece içinde yaşanan bunca değişiklik; siyahla beyaz arasında gidip gelen bunca zıtlık; bir profesyonel aklın ürünü mü sormadan edemiyor...***Her ne olursa olsun...Bu gerçek; Türkiye demokrasisinin; yeni bir mevzi kazandığı...Halkın direnişinde, demokrasi şehitlerinin kanında; bu ülkenin geleceğine dair yeni umut tomurcukları belirdiği gerçeği değişmiyor...
SORU:“Darbe girişimi; Türkiye’ye Başkanlık Sistemi’ni getirmek için planlanan gizli bir senaryoydu...” diye yorumlar yapılıyor sosyal medyada... Bunlar doğru olabilir mi?.. İktidar elini güçlendirmek ve önünü açmak için böyle derin bir plan uygulamış olabilir mi?..***CEVAP:-”Bu olay eğer bir senaryoysa; o senaryo; kesinlikle Türkiye’de yazılmadı...Eğer varsa; Türkiye menşeili değildir bu senaryo...***Amerika’da ya da başka bir ülkede; Başkanlık sistemi için manipülasyon amaçlı böyle bir senaryoyu yazan ve yöneten olduysa, onu şu aşamada kimse bilemez...Ancak bu kadar generali, subayı, kurmayı; ‘darbe yapmaya soyunduracak onları inandıracak’ iktidar yakın bir metin yazarının olduğunu düşünmek pek gerçekçi değil...“HALKI SOKAĞA ÇAĞIRMA DEMOKRATİK BİR DAVRANIŞ MI?..”SORU:Darbe girişiminin ortaya çıkmasıyla; halk gece boyunca sokağa çağrıldı... Halkı ve özellikle AKP teşkilatını sokağa çağırmak; demokratik rejime ne derece uygun bir davranış?..***CEVAP:Halkı sokağa çağırma; darbe veya AKP’ye karşı herhangi bir yapılanmayı bertaraf için Tayyip Erdoğan’ın uzun zamandır uyguladığı en etkili yöntem...***Gezi Parkı olayları esnasında; kendi sempatizan kitlesini Atatürk Havalimanı’na çağırmış; yurt dışından Türkiye’ye dönerken meydanda toplanan AKP yanlısı bir milyon insan; olayların gidişatını baştan sona değiştirmişti...***Tayyip Erdoğan; halk üzerindeki popülaritesiyle iş yapan bir lider...Gezi Parkı’ndaki olaylara karşı, Atatürk Havalimanı’nda toplanan bir milyon AKP’li; o günlerin şartlarında Türkiye’deki kutuplaşmayı arttırıcı bir rol oynamıştı...***Ancak iki gün önce; ‘darbe eylemine karşı’ halkı ve özellikle kendi kitlesini sokağa çığırmak; bir siyasi partinin demokratik hakkı...Bunun AKP açısından çok etkili bir cevap olduğu da açık...85 BİN CAMİDE SELA OKUTULMASI DEMOKRATİK BİR DAVRANIŞ MODELİ Mİ?..SORU:Camilerde gece boyu sela okutularak halk sokağa çağrıldı...Bunun neresi demokratik bir tepki olarak addedilebilir?..***CEVAP:Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez;“Savaş uçakları ile milletimize bir korku salmak istediler... Biz buna karşı sela okutarak milletimize güç verdik... Daha önce Kıbrıs ve Kurtuluş savaşlarında sela okutulmuştu... Biliyoruz ki milletimizin zor zamanlarında, sela sesleri onlara güç veriyor...Diyanetin görevi, sadece millete namaz kıldırmak değil, milletimizin maneviyatını yüksek tutmaktır... Tankların namluları milletin kalbine yöneltildi, milletin meclisine, milletin kurumlarına yöneltildi... Bu gibi zamanlarda Diyanet İşleri Başkanlığı üzerine düşeni yapacaktır...” diyor...***Diyanet İşleri Başkanı böyle diyor; ancak Türkiye’nin laik kesimleri “siyasetin dini bir çağrıdan güç alarak harekete geçmesini” kolay kabul edemiyor...Bu yöntem AKP’nin “tehlikeleri bertaraf etmede en etkili olduğu yöntem...”***Ancak bu olay “önemli bir kitle tarafından garipsenmeye” devam edecek...Sadece garipsense iyi...Bu olayın varlığı; darbeyle uzaktan yakından ilgisi olmayan laik kitleyi; ‘biz bu ülkeden yavaş yavaş uzayıp gitsek” duygusuyla baş başa bırakıyor...Bu nokta önemsenmeli...AMERİKA DARBEDEN YANA MIYDI; KARŞI MIYDI?..SORU:Amerika darbeden yana mıydı; karşısında mı?.. Duruma ve gelişmelere göre mi pozisyon aldı?..***CEVAP:Özellikle iktidar yanlısı bazı kalemler; halkın tanklara karşı direnişini, siyasilerin duruşunu överken; Amerika Birleşik Devletleri’nin, ‘olayları aportta izlediğini, ancak kimin kazanacağını anladığında; tavrını netleştirdiğini’ yazdılar...***ABD Başkanı saat 02.00’de ‘Türkiye’yle ilgili tavrını belirten’ konuşmayı yaptı...Saat 02.00 böyle bir tavır için geç bir saat değil... Gece bütün hızıyla devam ediyor o saatlerde...***Ancak Amerika’nın tavrını; yaptığı açıklamanın saatinden belirlemeye çalışmak, bu işleri pek bilmemek anlamına geliyor...***Amerikan yönetiminin kime sempatiyle, kime antipatiyle baktığı; esas olarak açıklamalarından anlaşılmaz...***Çok önemli anahtar kriterler vardır bunun için;Bazı siyasi partilerin tutum ve davranışları...Bazı etkili figürlerin olayın başından itibaren aldığı tavırlar...Amerika’yla içli dışlı büyük aktörlerin tavır ve tandansları...Ulusal ve uluslararası medyanın etkili kuruluş ve kişilerinin sıcak olay anında aldığı tavırlar...Bunları iyi okuyanlar; Amerika’nın tavrını anlarlar...***Bu cümleler çoğu kişiye “bulmaca” gibi gelebilir...Küçük bir ipucu verelim...Gezi Parkı olayları sırasında Amerikan Yönetimi’nin tavrı; “Gezi Parkı protestolarını haklı ve demokratik bulmak” biçimindeydi...***“Bulmaca”nın aktörleri de; bu tavra koşut hareket ettiler o tarihte...Darbe kalkışmasında ise; aynı aktörlerin hepsi; diğer taraftaydı...***Elbette bunu şöyle açıklayanlar çıkacaktır;“Gezi Parkı olayları sivil ve demokratik bir tepkiydi... Biz onun için Gezi Parkı’ndan protestoların yanında yer aldık...Amerika da yanında yer almış; bu bizi alakadar etmez...***Darbe girişimi ise dünyada ve Türkiye’de kabul edilebilir bir girişim değil...Bunu Amerika gördü diye değil; biz sivil olduğumuz için böyle görüyoruz...”***Haklı gibi görünebilir bu tezleri...O zaman şunu sorun onlara;-”Mısır’daki darbe mi değil mi?.. Darbeyse niye karşı çıkmıyorsun?.. Karşı çıkıyorsan; nerede karşı çıkıyorsun?..***Elbette amacım Amerikan yönetiminin politikalarından etkilenenleri; ofsayta düşürüp, zor durumda bırakmak değil...Olayların perde arkasındaki kodları aktarıyorum sadece...Önyargısız, gerçekçi ve olabildiğince objektif...
Topla, tüfekle, tankla caddeleri... Havadan jetleri...Devlet televizyonundan da bildirileri yayınlatarak;, “darbe yapma” ihtimalinin kalmadığını; uzun zamandır görüyor Türkiye...***Yüzden fazla özel televizyon kanalının bangır bangır yayın yaptığı; sosyal medya ağının sınırsız olduğu bir ülkede; eski zamanlardaki gibi Batı’nın özellikle de Amerika’nın kesin desteği olmadan;Jetlere alçak uçuş yaptırarak, hassas merkezleri bombalayarak elde edilecek bir “iktidar gücünün” kalıcı olmayacağını çok kişi önceden görüyor...***Öyleyse; nasıl olup da ordu içinde Fetullahçı olduğu söylenen bunca kurmay; general, albay, yüzbaşı, teğmen, subay böyle bir silahlı eyleme kalkışıyor?..***-”Başkalarının hayatından ders çıkartın...” diyor Lev Tolstoy;-”İnsan; bütün hataları kendi yapacak kadar uzun yaşamıyor...”***Türkiye’de “askeri darbelerin” gerçekleşmesi hakkında, bazı önemli gerçeklerin artık bütün açıklığıyla bilinmesi gerekiyor...***Türkiye’de yapılan; 27 Mayıs ihtilali; 12 Mart muhtırası, 12 Eylül emir komuta zinciri darbesi; 28 Şubat metazorik iktidar değişimi hamlesi, hep Amerika Birleşik Devletleri destekli; eylem ve girişimler...***Türkiye bir NATO ülkesi...Türk Silahlı Kuvvetleri; NATO’nun silahlı kuvvetleri...TSK’nin Amerikan Silahlı Kuvvetleri’nden farklı tellerinden çalması hayatın doğal akışına aykırı...***Bu askeri harekatların hepsinde zamanın Amerikan yönetimlerinin; bilgisi ve ilgisi var...***Türk ordusu yönetime el koyacağını; NATO’daki Amerikalı meslektaşlarına haber vermeden, dolaylı destek elde etmeden böyle bir eyleme kalkışması mümkün olmuyor...***Bu olayla bağlantılı; Balyoz ve daha sonraki Ergenekon davalarının ne olduğunu iyi okumak ve anlamak gerekiyor...***Amerika Birleşik Devletleri; 2003 yılı Mart ayında; Kuzey Irak’ta harekata başlarken; Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ait birliklerin, Kuzey Irak’ta kendi kuvvetlerine destek olmasını istiyor...***O günlerde; Türk Hava Sahası’nın bu harekat için açılması ve Kuzey Irak’a birlik gönderilmesi kararı, Meclis’ten geçmiyor...Bunun için 267 oy gerekirken; kabul edenlerin oyu 264’de kalıyor...***ABD; kararın geçmemesinin sorumlularından biri olarak; tezkereye açıktan destek vermeyen NATO ordusu konumundaki Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komuta kademesini görüyor...***O günlerdeki “çuval hadisesi” bu olayın bir misillemesi...ABD; NATO merkezli müttefiki saydığı TSK’nin Kuzey Irak tezkeresini kabul ettirmemesini hazmedemiyor...***TSK’nin o günkü kuvvet komutanlarının yargılandığı ve hapse girdiği Balyoz davası bir süre sonra gündeme geliyor...***Ne ilginç bir tesadüf ki; bu davanın yargılama sürecinde Fetullah Gülen’e yakın olduğu söylenen savcı ve hakimler aktif rol alıyorlar...Fetullah Gülen o sırada Amerika Birleşik Devletleri’nde bulunuyor...***Balyoz davasıyla; Mart tezkeresinde ABD ile müttefiklik ilişkisine aykırı davrandığı düşünülen TSK’nin o günkü kuvvet komutanları tasfiye ediliyorlar...Sonradan cemaate yakın olduğu anlaşılan yargı çevrelerinin aktif rolleriyle...ABD VE FETULLAH GÜLEN...ABD; dünyanın değişik bölgelerinde ittifak kurdukları güçlerle ilişkileri istediği gibi gitmediğinde; ya da ABD yönetimlerinde değişiklik olduğunda; durumu yeniden gözden geçiriyor ve iyi gitmeyeceğini düşündükleri eski müttefiklerle ilişkisini tasfiyeye yöneliyor...***Türkiye’de; Adnan Menderes’ten; Süleyman Demirel’e, Bülent Ecevit’ten, Kenan Evren’e 27 Mayıs ve 12 Mart yönetimlerinden, Fetullah Gülen’e kadar; sayısız örnek siyasetin ve hayatın bu doğal akışının kuralına göre şekilleniyor...***Bülent Ecevit; “Kızdırmasınlar duvarın öteki tarafına geçeriz,”İsmet İnönü; “Yeni bir dünya kurulur Türkiye de orada yerini alır...”, türünden sözler söyledikten sonra Amerikan yönetimleriyle ciddi sorunlar yaşıyor...ABD VE TAYYİP ERDOĞAN...AKP’nin kuruluş ve gelişim yıllarında; ABD ile güçlü ve sıkı ilişkiler kuran Tayyip Erdoğan; yıllar geçtikçe ABD ile ilişkilerde ciddi sorunlar yaşıyor...***One Minute kriziyle İsrail ile kopma noktasına gelen ilişkilerden sonra; ABD yönetimiyle AKP yönetiminin ilişkileri bir daha eski “güvene dayalı” rayına oturmuyor...***Amerikan medyasının bütün gücüyle desteklediği Gezi Parkı eylemleri bu yıllara denk düşen eylemlerin önemlilerinden biri...***Ancak son aylarda; Tayyip Erdoğan ve yakın çevresinin; dış politikada önemli değişimler yaptığı fark ediliyor... İsrail ile ilişkiler düzeltiliyor...***Amerika’nın bölge politikalarına daha paralel (koşut) politikalar devreye sokuluyor... Tayyip Erdoğan ve yakın çevresinin ABD ile ilişkileri eski rayına oturtmaya çalıştığı görülüyor...***Türkiye gibi bölgede halen güçlü bir ülkenin, Ortadoğu’da Müslüman halklar üzerinde etkisi olan ve ülkesinde yüzde 50’lik destek bulunan lideri Tayyip Erdoğan’a; ABD yönetiminin mesafeli yaklaşımı değişiyor...***Tayyip Erdoğan; Ortadoğu’da izleyeceği politikalar ve bölgedeki siyasi etkisiyle; ABD’nin hemen elden çıkartmayı uygun bulmayacağı bir “müttefik haline” geliyor...MISIR’IN KADERİNDEN AYRILAN TÜRKİYE...Askeri müdahaleler, dünyada artık eskisi kadar revaçta değiller... Uygulanabilirlikleri eskisi kadar yok...Bunun belirli ülkelerde istisnası yok değil...***ABD ve Batı’nın hayati çıkarlarının zedelendiği Müslüman Kardeşler Örgütü ve Mursi’nin yönettiği Mısır; “ABD açısından tahammül sınırlarını” aşıyor...Sisi’nin iktidara gelişi; bundan dolayı ABD yönetimi tarafından destekleniyor...***Ancak ABD’nin perspektifinden; bir ara benzer şartların oluştuğu sanılan Türkiye ile Mısır örnekleri; zaman içinde; değişikliğe uğruyor...Bugünkü şartlarda; Türkiye’nin Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın kaderi; Mursi’nin kaderinden ayrılıyor...***Türkiye’de Cemaate yakın subayların; ellerinde silahlarla yönetimi ele geçirmeleri eylemi; “ABD ve Batı’yla oluşan yeni konjonktürde” böylece imkansızlaşıyor...ABD yönetimi; bir zamanlar Balyoz sürecini desteklediği gibi; bu süreci destekler görünmüyor...***Hayat her gün yeniden şekilleniyor...İttifaklar, konjonktürler çıkarlar; güne göre yeniden biçimleniyor...Amerikan yönetimi nezdinde şu anda aktif müttefik görünmeyen Cemaat’e yakın subayların; Türkiye’de askeri bir darbe ihtimalleri de ofsayta düşüyor...***Hayatı günü gününe önyargısız okuyabilmek; kurmaylığın gereklerinden biri sayılmıyor mu yoksa?..
Promemade des Angles caddesi bir yanında ünlü otellerin sıra sıra dizildiği, diğer yanında ise Akdeniz’in mavi sularının sonsuzluklarla birleştiği; Nice’in en muhteşem caddesi...***Önceki gün 14 Temmuz’la ilgili yazımda; Paris’i anlatırken, “Parislilerin bu mevsimde sulu midye yemeğe, soğuk roze şarap içmeye, denize girmeye; denizle buluşmaya güneye giderler...” diyorum...İtiraf edeyim;O cümleyi yazarken “güney” kelimesi esnasında gözümün önüne gelen şehir Nice...***Nice şehri; yakınlarında konuşlanan Saint Tropez gibi, Cannes gibi, Monaco gibi uluslararası sosyetenin ya da creme de la cereme’in, tatillerini geçirdiği vur patlasın çal oynasın eğlendiği bir kent değil...***Nice; “kendi adını taşıyan havaalanından dolayı” Fransız Riviera’sının merkezi olarak bilinse de; turistik belde olarak yukarıda saydığım merkezlerle aşık atacak düzeyde bir yer değil...***Cannes’da zengin Arap turistler; Saint Tropez’de uluslararası sosyete, Monaco’da dünya sermayesini elinde bulunduran kalantorlar bulunurlar...***Nice ise, esasen orta sınıf Fransız yerli turistlere hitap eden bir şehir...Şehri böyle tanımlamamın nedeni; “Nice’in nasıl bir terör hedefi olarak seçildiğini” anlatabilmek...***Nice uluslararası bir tatil merkezi değil; esasen Fransızlara yönelik bir tatil beldesi...Saldırı; uluslararası turizmin istasyonu bir havaalanının ismini taşıyan bir şehirde yapılsa da, esas ve direkt olarak Fransa’yı ve Fransızları hedef alıyor... ‘ZAMANLAMA’ HEDEFİN “MÜNHASIRAN FRANSA” OLDUĞUNU GÖSTERİYOR...Nice’deki saldırının şifresini çözecek ikinci ilginç nokta; terörist saldırının zamanlaması...***Sadece bir ay önce; Avrupa Futbol Şampiyonası’nın grup maçlarından biri olan Türkiye-İspanya maçı Nice’de oynanıyor...Avrupa Futbol Şampiyonası’ndaki maçların oynandığı statlardan birisi Nice’in Alianz Riviera stadı...***Nice’in en ünlü caddesinde beyaz kamyonla gerçekleştirilen korkunç saldırı; Avrupa Futbol Şampiyonası, ya da herhangi bir uluslararası etkinlik esnasında değil de; Fransızların Milli Günü kutlamaları sırasında yapılıyor...***Avrupa Futbol Şampiyonası’nın üzerinden sadece birkaç hafta geçtikten sonra...Kamyon saldırısını; bütün dünyanın izlediği bir futbol şampiyonası sırasında değil de; Fransızların çoluk çocuk kutladığı Milli Gün havai fişek gösterisi esnasında yapmanın bir nedeni var...***Saldırının amaçladığı adres böyle açığa çıkıyor...Terörist saldırı Fransız Milli Günü’nde yapılarak; hedefin özellikle Fransa olduğunun altı çiziliyor...***Bu saldırıdaki hedefin “münhasıran Fransa olduğu, diğer hedeflerle ilgili şimdilik bir planın olmadığını” anlatmaya çalışıyor korkunç saldırının arkasındaki merkez...ATATÜRK HAVALİMANI; NİCE; TÜRKİYE; FRANSA VE TURİZM...Temmuz’un ortasında yüze yakın insanın öldüğü saldırı için Nice kentinin seçilmesinin; başka bir şifresi daha var...***Paris’in bir, on ve onbirinci bölgeleriyle Parc de Prince stadına; 2015 Kasım’ında saldırı gerçekleştiriliyor... Paris’liler Kasım ayında tatilde değiller; Paris’teler ve söz konusu bölgeler turistik olmaktan çok, Paris’lilerin yaşadığı bölgeler...***Saldırıdaki hedef burada da açık ediliyor... Hedef “münhasıran Fransa...”Temmuz saldırısında, bu kez Fransızların tatil için gittiği Nice kenti özellikle seçiliyor... Nice’deki Milli Gün kutlamalarına özellikle denk düşürülüyor...Milli Gün’ü kutlayan çoluk çocuk Fransızların üzerine beyaz kamyon sürülüp; aileleri ezerek korkunç saldırı gerçekleştiriliyor... Paris’te olduğu gibi, Nice’de de hedef münhasıran Fransa devleti, hükümeti ve Fransızlar... ***Temmuz saldırısının amacının; Fransız turizmini baltalamak olduğu açık bir şekilde gözüküyor...***Terör Paris saldırısında olduğu gibi, Atatürk havalimanı saldırısında yapıldığı gibi, Nice saldırında da nokta atışı yapıyor...***Hedef Türkiye’de ve Fransa’da 2016 yılında turizmi bitirmek...Saldırılar için seçilen lokasyonlar; bu amaca hizmet ediyorlar... Şifreler okunduğunda; saldırıların gelişigüzel belirlenen terör eylemleri olmadığı, arka planında derin ekonomik planların ve hedeflerin bulunduğu ortaya çıkıyor...***Bu ihtimaller; saldırıların sorumlusunun IŞİD olsa da; devrede başka merkezlerin ve çıkarların; bulunduğunu açıklıyor...IŞİD’İN SALDIRILARIN SORUMLULUĞUNU AÇIKTAN ÜSLENMEMESİ; “ÇOK TEHLİKELİ...”İstanbul Atatürk Havalimanı’ndaki saldırıyı, IŞİD açıktan üslenmiyor...Dün akşam saatlerine kadar Nice’deki saldırıyı da örgütün üslendiğine dair bir açıklama yapılmıyor...***Saldırıları örgütün açıktan üslenmemesi; birçok çevrede değişik yorumlara yol açıyor...-”IŞİD yapsaydı, bunları üslenmekten çekinmezdi...” gibi yorumlar yapılıyor...***Oysa bunlar doğru değil...IŞİD; “Müslüman nüfusun ezici çoğunlukta olduğu Türkiye’de”, saldırıyı açıktan üslenip, kamuoyunda, düşman bir algı yaratmak istemiyor...***Fransa’da da kamuoyunu karşısına almak istemiyor örgüt...Saldırıları bizzat üslendiğini açıklamaması; IŞİD’in biraz önce söylediğimiz gibi, sadece bir terör örgütü olmadığını; arka planında ekonomik hedefler, derin mesajlar ve muhtemel devletler olduğunu gösteriyor...***Bu saldırılar; adını duyurmak ve ne kadar güçlü olduğunu ispatlamak isteyen bir terör örgütünün saldırıları değil;Bu saldırılar amacı ve mesajı büyük ve derin saldırılar... Örgüt bu saldırıları yaptığında; muhatabı devletlerin (Fransa ve Türkiye), “mesajı hiçbir açıklama yapmadan alacaklarını” hesaplıyor...***Korkunç saldırıları yapan örgütün; saldırıları bile açıktan üslenmemesi “hayra” yorulacak bir işaret değil...Tersine; masum insanların katledildiği saldırıların içinde; sadece derin güçlerin anlayacağı mesajlar olduğunu gösteren bir olay...***Örgüt terör eylemlerini, masum sivil vatandaşların üzerine kamyon sürerek, havalimanına canlı bombalar göndererek yapıyor...***Ancak bu saldırılardaki amacını ve mesajını kamuoyuna ve öldürdüğü sivil vatandaşların ailelerine vermeye bile gerek görmüyor...***Örtülü mesajı, ölen masum insanların cansız vücutları üzerinden sadece derin merkezlere veriyor...Bunların bir terörist saldırının ötesinde; “birçok devleti içine alan bir savaş olduğu” gerçeği burada yatıyor...Tehlikenin esas büyüğü bu...
Sözlerini hafife alma...Sözler oldukça güçlüdür...Bir şey söylediğinde; söylemek istediğin şeyde samimi ol... Ve samimi olduğun şeyi söyle... Gerçek bir konuşma; güçlü bir etki bırakır...Ve nadir bulunur...***Başarı belli başlı unsurlar arasında ustaca biçimlendirilen tutarlılıktan doğar...İnsanlara iyi davranmak...Çok çalışmak...Vazgeçmekten imtina etmek... Başkalarının başarısızlık gördüğü yerde fırsatlar görmek...Kendinize karşı dürüst olmak gibi;Mükemmellik prensiplerine güçlü bir biçimde odaklanarak, en iyi şeyleri hak eder insan...***Mutluluk; kendini başarmaya adadığın değerli amaçlar üzerinde kafa yormak ve her gün başarıya ulaşmak için gereken eylemlerde bulunarak elde edilir...En önemli şeylerin; daha az öneme sahip şeyler uğruna feda edilmemesi; ebedi felsefenin doğru uygulanış şeklidir...SERVET NEDİR?..Güzel şeylerin olsun; ama onların tutsağı olma...Onlara sahip ol, ama onların sana sahip olmalarına izin verme...Yaşamın en temel hedeflerini;Potansiyelinin zirvesine erişmek...Başkalarına hizmet etmek...Başkalarının yaşamlarında fark yaratmak...Kendinden daha önemli şeyler için yaşamak olarak belirle... Başarı güzeldir...Ama bu oyunun asıl adı ‘anlam’dır...***Servet sahibi olmanın birçok çeşidi vardır...Maddi servete sahip olmak, onlardan sadece biridir...Zengin ilişkilere ve çevresinde kendisini seven bir topluluğa sahip olan kişi servet sahibidir...Sağlıklı, maceralı, heyecanlı ve sürekli öğrenmeyle dolu bir yaşama sahip kişiyse başka türlü bir servete sahiptir...Yaşama derinden bağlı olan, her sabah yoğun bir huzur ve gerçeğin farkındalığıyla kalkan kişi de kesinlikle zenginliğe sahip kabul edilir...İçinde yaşadığımız toplum; bize maddi servetin peşine düşülmesi gereken tek servet türü olduğunu öğretir...Bu gerçek değildir...PARA NEDİR?..Para sadece başkalarına değer katmanın, onlar için iyi şeyler yapmanın yan ürünüdür...Yaptığın işte en iyi olmaya odaklan...Kendini başkalarının yaşamlarını daha iyi bir hale getirmek için, elinden gelen her şeyi sunmaya ada...Meslek ve özel yaşamının her bir noktasında gerçekten mükemmel ol...Başkaları için olağanüstü değerler oluştur...Para kendiliğinden gelecektir...***Genellikle büyük bir başarı elde edebilmek için; gerçek bir kahramanlık gerektiren eylemlerde bulunmamız gerektiği yanılgısına düşeriz...Günün sonunda doyuma ulaşmak için pahalı oyuncaklar biriktirmek ve abartılı şeylere sahip olmak inancıyla kendimizi kandırırız...Gerçek mutluluğa giden yol bu değildir...Gerçek ve kalıcı mutluluk; düzenli olarak biriken unutulmayacak özel anların sonucunda elde edilir...***Mükemmel bir yaşam sürmek; kişinin kendine duyduğu sevginin bir tezahürüdür...Yaşamını sanki dünyadaki en büyük insanlardan biriymiş gibi sürdürebilen kişi; sadece devasa bir özgüvene sahip olmakla kalmaz, aynı zamanda doğanın kendisini yaratan gücüne de derin bir saygı duymaya başlar...BİLMEDİĞİN KORKULARINLA YÜZLEŞMEYE CESARETİN VAR MI?..Gerçek ve yüce bir benlik için yola çıkan kişi; varolduğunu dahi bilmediği korkularıyla yüzleşmek zorunda kalır...Bilinçsiz bir yaşam sürerken birçok korkumuz bilinçaltımızın egemenliğinde yaşamaya devam eder...O korkuların orada yaşadığından haberimiz bile olmaz... İçimizde uyku halindedirler...Ama vardırlar...Ve her bir tercihimizi etkileyip, yaşamlarımızı görünmeyen bir boyuttan yönetirler...Biraz uyanıp, hayatımızı gerçekliğin çerçevesinden görmeyi tercih ettiğimizde, korkularımızın birer birer gün ışığına çıkmaya başladığını görürüz...Eğer üstlerinden gelmek istiyorsak, onlarla yüzleşmemiz gerekir...DIŞINDAKİ DÜNYA SENDEN BÜYÜK DEĞİL...Sanat eseri sayılabilecek bir yaşam yarat...Bu potansiyele sahipsin...Aslında herkes sahip...O potansiyele erişmek için yerine getirmen gereken şey, bu uğurda içsel çalışmayı yapmayı isteyip istememenle ilgilidir...Benliğine hakim olman, yaşamına hakim olmanla başlar... Dışındaki dünya senden daha büyük olamaz...***Düzenli olarak anı defteri tutmak, oldukça güçlü bir etkinliktir...Kendini daha iyi tanımanı ve benliğinle olan ilişkini güçlendirmeni sağlar...Anı defterin; kendini ziyaret ettiğin ve kendin hakkında incelemeler yaptığın bir yer olmalıdır...Onun sağladığı farkındalıklar; daha iyi seçimler yapmana yol açarlar...Daha iyi seçimler ise daha iyi sonuçlara yol açar...MEZARLIKTAKİ EN ZENGİN KİŞİ OLMANIN KİME NE FAYDASI VAR Kİ?..Eğer vücuduna; yani kişiliğine ev sahipliği yapan mabedine saygı gösterecek cesaretin varsa; kendi üzerindeki hakimiyetin çok uzaklarda değildir...Egzersizlerini yapmak için, spor salonuna her gittiğinde sadece spor yapmış olmazsın...İnsan olarak daha güçlü hale gelirsin...Yataktan çıkıp, koşmaya gittiğinde insani tarafını biraz daha açığa çıkarmış olursun...Fiziksel durumun için çaba harcaman; yaşam kaliteni ve karakterini zenginleştirmek için harika bir yoldur...Sağlıklı olmak, gerçek bir servettir...Mezarlıktaki en zengin kişi olmanın; kime ne faydası var ki?..***Yaşamdaki küçük şeyler aslında büyük şeylerdir...Yaşayacağın başarının kalitesi, gün içinde her bir dakika içinde alacağın küçük kararlara bağlıdır...(Robin Sharma)
Bugün 14 Temmuz...Fransızların Milli Günü...Fransa; dün aldığı bir kararla terör ihtimalini göz önünde bulundurarak; Türkiye’deki büyükelçiliğini ve konsolosluğunu kapatıyor; Milli Gün kutlamalarını iptal ediyor...***Fransızların Milli Gün’lerine katılan bir gazeteci değilim ben...Resmi davetler, diplomatik kabuller, devletlerarası münasebetler çok zamandır ilgi alanımın tamamen dışında faaliyetler...***Gidilmeyecek bir Milli Gün, kaç yüzüncü kez yaşanmakta olan kronik sorun, analizlere ihtiyaç duyurmuyor...***Kişisel tarihimde 14 Temmuz; Fransızların Milli Günü olmasından çok daha öte anlamlar taşıyor...O anlamlar Fransız Milli Günü’yle ilgili değil; Fransızların başkentiyle ilgili...***Bu 14 Temmuz; terörden etkilenmiyor...Kalbim; hayatında ilk gittiği Paris 14 Temmuz’unu; kendi seromonisi ve ritüeliyle kutlamaya devam ediyor...Yeni haliyle ortaya çıkan 14 Temmuz yazısı aşağıda...YENİ PARİS YAZISI...Paris anadan babadan ve yedi kuşaktan Fransız doğanlara “nasıl bir özgürlük vaad eder” bilmiyorum...***Ancak ‘demokrasisi nakıs, bireysel özgürlükleri kısıtlı coğrafyaların‘ aydın ruhlarına Paris; “bir özgürlükler cenneti gibi” görünür...***O ruhlar eğer bir parça romantik, bir miktar protest, az biraz rezistansiyalist, epeyce egziztansiyalist, sos baabında bir parça da anarşist ruh ve esans taşıyorlarsa; Paris onlar için bir şehir değil, “dini meçhul bir kıblenin yegane adresi” olup çıkacaktır...***Fransızlar’ın Milli Gün’üne denk düşen 14 Temmuz 1980’de; ilk kez tek başına Paris’e gidiyor genç gazeteci...21 yaşında ve amacı “bir ihtimal Paris’te kalıp; okumak...”***Cebinde 250-300 euro’ya karşılık gelen döviz; Ankara Siyasal Gazetecilik ikinci sınıfını bitirdiği yarım kalmış istikbali meçhul bir üniversite macerası var...***Birkaç ay önce başladığı taze gazeteciliğe bile veda etmeye razı bir haleti-ruhiyeye sahip; Paris’te kalıp okumak için...***Derniere Danse parçasının ünlü yorumcusu Indila’nın Paris fonunda çizdiği portreden pek bir farkı yok...***Onun gibi dünyanın çocuğu olduğuna inanan bir kalbi, cüzi bir miktar parası var... ***Tek başına gelmiş; muhtemelen tek başına dönecek Paris’ten...Yanında iki Polonya’lı kız arkadaşı; metrolarda dolaşıyor; Paris’i geziyor...Özgürlüğünü hissediyor, gençliğini yaşıyor; hülyalara dalıyor...***“Uçmak, uçmak, uçmak istiyorum”; diyor Indila; Paris’te...Ne ki uçamıyor o ve arkadaşları Paris’te; o günlerde istedikleri gibi... Polonya’lılar bir süre sonra Varşova’ya, o da ülkesine dönüyor; gazeteciliğe...***Paris; sevgisine hamile gittiği o 14 Temmuz seyahatinde; içinde muazzam bir seromoniyle doğuyor...***O günden sonra;Hayatın tüm keskin virajlarda...Tüm yaşamsal kararlarda... Bütün duygusal alaboralarda...Tüm nihai hesaplaşmalarda... “Evrenden gelen kallavi tüm mesajlarda...”Paris kalple hayatın beraber attığı ortak öznesi haline geliyor...***İçteki “Ben”le, kalpteki “Paris” birbirinden hiç kopmuyor...***Otuz yıl sonra kentte bir gece şöyle anlatmak geliyor içindeki duyguları;***“Ruhumun gizli kalmış tapınaklarıyla, kentin gizemli arka sokakları;Akortu bozulmamış bir armoniyle dans ediyor içlerimde...***Seine nehrinin iki yakasına kurulan kentin gizemli hüznü; ruhumun dalgalı melankolisiyle yağmur olup taşıyorlar yüreğimde...”***Alışılmış hüzünlü sokaklarında...Solmuş sarı yapraklı geniş caddelerinden yürüyor...Sokak lambalı dik merdivenlerden çıkıyor...***Paris’in en çok bir Sonbahar kenti olduğunu en çok o anlarda keşfediyor gazeteci...***“Çiseleyen yağmur üzerine değil, içine yağıyor Paris’te...”***En hüzünlü mutlulukların;En sevinçli huzursuzlukların... En emprovize tiradların...En cool dramların şehri;***Son Dans müziğinin romantik tınısında...İkinci kuşak genç bir göçmen kızın, boğuk vurgusunda; Rüzgarın ve fırtınanın ortasında; Paris’le gazeteciliğin hayatındaki ironik tezatı düşünüyor içten içe...***Biliyor ki; 1980’in 14 Temmuz’undaki 21 yaşında o seyahat; “Türkiye’ye dönmek yerine; Paris’te kalmak şeklinde tecelli etmiş olsaydı”, bugün gazeteci; “gazeteci” olmayacak: başka bir kader çizgisinin aktörü olacaktı...***Gazetecilikle; Paris; hayatın ironik bir tezatı olarak gazetecinin hayat tahteravallisinin iki tarafına oturmaya devam ediyor...Birbirlerine bakıyorlar...Birbirlerini süzüyorlar...Gazetecilik;-“Ben ağır bastım... Beni seçti, ben kazandım...” diyor...Paris;-“Ama hep beni sevdi... Senden her kaçtığında bana sığındı... Sen onun eşi olabilirsin... Ben onun bir ömür boyu metresiyim...” diye cevap veriyor...***Şimdi bomboştur caddeleri sokakları;Öksüz kalmıştır kendiyle bir başına Paris...Şehri terkederler bu aylarda Paris’liler...Soğuk roze şarapla; sulu midye yemeğe güneydeki plajlara hücum ederler...***Şehir metrosu, yerlerde kıvrılan dilencisi, şarapçısı, akordeoncusuyla başbaşa kalır...Hüznü çağırır; yaz gecelerinin ışıklı sessizliğinde...***Hayata başlamakta olan bir gence; yaz günlerinde kendini sunmak; ona ilham olmak için usul usul beklemektedir; şehir...***Bir gün o gencin şöyle diyeceğini bilir; ama söylemez ilk gördüğünde kendine saklar;-“Çokça “gurbette kalınır ve memleket özlenir...”Memlekette kalınıp da gurbetin özlendiği dünyadaki tek şehirdir Paris...”
Gazeteciye o yıllardaki patronu çok genç yaşında şöyle söylemişti:-”Seni sıcak olayların içine göndereceğiz... En tehlikelilerinin içinde... Başka bir ülkeye... Bir müddet orada kalacaksın... Yalnız olacaksın... Kararlarını kendin vereceksin... İnisiyatif alacaksın... Böylece bir gazeteci olarak gelişeceksin... Hangi haberin üzerine gideceğine sen karar vereceksin...‘Düşman’ görünen ülkenin ortasında haberi içinde yaşayacak, içinde gözlemleyecek, tehlikenin ortasında haberi yazacak, yorumlayacak ve böylece çok genç yaşta yoğrulacaksın...”***Heyecanlanmıştı...Henüz 24 yaşındaydı...Bu yaşta, kimselere böyle bir inisiyatif verilmezdi...Önemli bir “dönemecin” eşiğinde olduğunu hissediyor; tanımak istediği başka dünyaların içinde yoğrulacağı yıllara bodoslama yelken açtığını hissediyordu...BEŞ YIL SONRA HABERİ ALDIĞI LİZBON AKŞAMI...89’u; 90’a bağlayan yılbaşı haftasını geçirmek için, sevgilisi ve sevgilisinin abisiyle birlikte; kızın Portekiz’li yakın bir erkek arkadaşının evine konuk olmuşlardı...***Genç gazeteci; ilk kez gittiği Portekiz’in başkentinde; hayatını gözünün önüne getiriyordu...Beş yıl geçmişti; ona bu zorlu görevi verdikleri günden bu yana...***O günden sonra hayatı; “tehlikenin ortasındaki insanların; her an tehlikeyle burun buruna yaşadıkları adrenalinle yaşamak zorunda olduğunu” hissetmişti...İnişli çıkışlı, zikzaklı, tehlikenin nereden geleceğinin belli olmadığı, macera dolu bir hayattı bu...***Genç gazeteci kendisini bir tür savaş muhabiri olarak görüyordu... Savaş muhabirlerinin ilginç özellikleri vardı...Kurşunların ve tehlikenin ortasında yaşarlar; ama bunu dert etmezlerdi...Onlar gazeteci zırhı taşıyan insanlardı... Gerçek bir zırh varmış, kurşun adres sorarmış gibi kendilerine kurşun gelmeyeceğine inanır; bir şey olacağını akıllarına getirmezlerdi...***Ölümün fotoğrafını çekerken, yanıbaşlarındaki ölümleri yaşar ve yazarken, savaşan tarafların “tarihin bu kahraman! tanıklarını ölümü tattırmayacağına” inanırlardı...***Genç gazeteci beş yıllık “cephe görevine” yavaş yavaş alışırken zamanla; savaş alanında görev yapan gazetecilerin tehlikeli, gizemli, romansı maceracı hayatına benzer bir hayatı yaşar olmuştu...***Yunanlı bir sevgilisi vardı...Yunanlı sevgilisi Paris’te yaşıyordu...Genç gazeteci ise Atina’da yaşıyordu... Yunanlı sevgilisinin Portekiz’li bir erkek arkadaşı vardı...Gazeteci; Paris’teki Yunan sevgilisiyle onun Portekiz’li erkek arkadaşının evine yılbaşı tatili geçirmeye gidiyordu...***Atina-Paris-Lizbon-Portekiz...Birbiriyle ilk başta ilintisiz görünen kentlerin ortasında, bir cephe gazetecisi; tehlikeli hayatını sahneye koyuyordu...Lizbon’da bir hafta kalacak; tehlike içinde yaşadığı olaylardan uzakta, Okyanus kıyısında Avrupa’nın en batı noktasında; röportajlar yapacaktı...***Kendi ülkesi Avupa’nın en doğusundaydı... Büyüdüğü sahil şeridi; Avrupa’nın Asya’yla sınırındaki bir Boğaz’ın kıyısındaydı... Portekiz’de Avrupa’nın en batı noktasına gidecek; Avrupa’nın Doğu ile Batı sınırlarının karşılaştırmasını yapacaktı...“BİR TÜRK GAZETECİ VURULMUŞ...”“Bir Türk gazeteci vurulmuş...” dedi Nuno...Yunanlı sevgilisinin Portekiz’li erkek arkadaşının ismiydi Nuno...-“Televizyoncuymuş... Romanya’da vurulmuş... Çavuşesku’nun adamları olayı görüntülemek isteyen gazetecileri taşıyan aracı kurşun yağmuruna tutmuşlar... Türk gazeteci de o arabadaymış... Çok ağır yaralanmış... Komadaymış... Yaşayıp yaşamayacağı belli değilmiş...”***Ağır yaralanan gazetecinin ismini söylemeye çalıştı Nuno;Portekiz televizyonunu izliyor; genç gazeteci ve Yunanlı sevgilisine haberi tercüme etmeye çalışıyordu...***Portekiz’de Lizbon yakınlarında bir evde dört kişiydiler...Birbirinden ayrı milletlerden...Birbiriyle tesadüfen kesişmiş hayatların ortasında...Bir yılbaşı haftasını birlikte geçiriyorlardı...***Gazetecinin adını doğru düzgün söyleyemiyor bir acayip telaffuz ediyordu Nuno...Genç gazeteci; ağır yaralanan gazeteciyle ilgili gelen bilgilerden, aklına gelen kişi olmaması için dua ediyordu...-”Ağır yaralanan televizyoncunun yanında da Belçika’lı bir kameraman varmış” deyince, tahmin ettiği kişiden başkasının olması ihtimali hemen hemen kalmamıştı genç gazetecinin...***Çocukken; çok küçükken, ikisi el ele tutuşur okula beraber giderlerdi...Yedi yaşındaydılar...Aynı mahalledeydiler...***Şişman çocuk; gazetecinin annesiyle ders çalışmaya evlerine gelirdi...Annesi onların ikisine birden ders çalıştırırdı...***Yıllar sonra; annesinin evlerinde derslerini yaptırdıkları o çocuk da gazeteci olmuş, cephelerde savaş muhabirliği yapmaya başlamış; savaşın ortasında cephelerde görev yapar olmuştu...***Şimdi onun Romanya’da kurşunlara hedef olup ölmek üzere olduğunu öğreniyordu...Bütün bir gecesi, bütün bir yılbaşısı, bütün bir tatili zehir olmuş; “parantez olarak yaşamaya çalıştığı kaçamak” ona gerçekte nasıl bir hayatı yaşadığını göstermişti...***Ölümle burun buruna; bir gazeteci kahramanlığının kutsallığında yaşadıkları hayat gerçek yüzünü Lizbon’da gazeteciye göstermişti.***Yılbaşı gecesi derin derin Fado dinledi genç gazeteci...Kaderi anlatan yanık, Portekiz halk ezgilerinden oluşan “Fado”yu...Hayatının ondan sonraki yıllarında; ne zaman Portekiz dense; aklına hem çocukluk arkadaşının vurulduğu haberini aldığı Lizbon gecesi ve saatlerce yanık türküleri dinlediği Fado’lar geldi...***Fado’ları Portekiz gecesinden mütevellit bir başka sevdi...Onları dinlediği her yerde; o gecenin anısına kendisi de Portekiz haline geldi...
Dilleriyle insanları kıranları; ibadetleri temizleyemez...Hazreti Muhammed s.a.v.***Kolun mu kırıldı?..Üzülme... Belki Allah sana kanat verecek... Mevlana***Hayatta en büyük eğlence; başkalarının ‘yapamazsın’ dediğini yapmaktır...W. Bagehot***Susmak kabullenmek değil, cevaptır anlayabilene...Kısa cümleler kuruyorsa, uzun yorgunlukları vardır sadece...Dylan***Bugün cesaret edemediğiniçin yapamadığın şeyleri, yarın zamanın olmadığı için yapamayabilirsin...P. Coelho“SAÇINI KESTİREN BİR KADIN; HAYATINI DEĞİŞTİRMEK ÜZEREDİR...”Saçını değiştiren bir kadın; hayatını değiştirmek üzeredir... Coco Chanel***Özlemle baş edemeyince hırçınlaşır kadın...Acısını da özlediğinden çıkartır...Özlenenin vay haline... Love A Lot***Neden durgunsun sorusuna cevap aramaktan... Ve bunu sormasınlar diye gülümsemekten yoruldum...Cemal Süreya***Değerlisin; ama değer misin inan bilmiyorum... Anonim***Birilerinin göz yaşları üzerine kurulan her mutluluk,Günü geldiğinde en dayanılmaz acılarla intikamını alır... N. Perra***Sen kendini biliyorsan;Bil ki kendini bilmezlerin söyledikleri anlamsızdır...Unutma; gereksiz eleştiri sadece gizli hayranlıktır... Aymatov***Hayvanlar karşılıksız sevgiyi ve sadakati insanlardan çok daha iyi biliyor... Katy Perry***Gitmek isteyince her yer yakındır...Kevin Durant***Mutluyken söz vermeyin...Kızgınken cevap vermeyin...Üzgünken karar vermeyin...Kızlar Sözlüğü***Herkesi sev... Pek azına güven...Shakespeare“TAHTERAVALLİNİN BİR UCUNDA OTURARAK, SAYEMDE YÜKSELEN İNSANLARA SÖYLEYİN...”Tahteravallinin bir ucunda oturarak sayemde yükselen insanlara; canım sıkılırsa kalkabileceğimi söyleyin...Donie Bresco***İstediğin kadar bağır, çağır...Susan birini yenemezsin...Fringe***Bazen daha güzel şeylere yol açmak için; bazı şeylerin yıkılması gerekiyor...How I Met Your Mother***Önce insanlara güvenmeyi öğrendim...Sonra da bunu bir daha yapmamayı... Ezel‘KAFANA ÇİVİ ÇAKMAYI İÇİMDEN GEÇİRİRDİM...’İnsanlar ikiye ayrılır...Tanıdıkça büyüyenler, tanıdıkça küçülenler... Diderot***Kafana çivi çakmayı bile içimden geçirdim... Sonra daha kötü bir şey yapmaya karar verdim...Seni görmezden geleceğim...The Libertine***Üzüntü kendi kendini giderir...Ama mutluluğun zevkini tam çıkartmak için, onu paylaşacağınız birinin olması gerekir... Mark Twain***İzin verdiğim kadar bilebilirsin beni... Gerisi sadece zannettiklerindir...Cemil İpekçi ***Uykular ikiye ayrılır...Gece gelmeyenler...Sabah gitmeyenler... Anonim***Aşk acıtmaz... Asıl acıtan yanlış kişiyi sevmektir... Beyonce***Kim mutlu edebilir seni?..Sen hazır değilsen... F. Nietzsche***Bir zamanlar senin çirkinliklerin bile güzeldi...Şimdi güzelliklerin bile çirkin...Özdemir Asaf“BENİM YALNIZLIĞIM İNSANLARLA DOLU...”Benim yalnızlığım insanlarla dolu...Franz Kafka***Kalp bir kez kırıldı mı, hiç kimseye aldırmaz, hiç bir şeyi umursamaz...Belki mutluluğun sonu; ama huzurun başlangıcıdır bu... Dostoyevski***Ağzınızdan çıkanlara daima dikkat edin... Çünkü bir sözü unutmak; bir yüzü unutmaktan çok daha uzun zaman alır...Lois Aragon***Ve kitaptaki insanları; sokaktaki insanlardan daha çok sevdim... Cemil Meriç***Unutmak en iyi intikamdır... Borges***Kimi kaldıkça gider...Kimi gittikçe kalır... Özdemir Asaf“EĞER SİZİ ÜZEN KİŞİLERE HALA SELAM VEREBİLİYORSANIZ; BU VİCDANINIZIN SADAKASIDIR...”Eğer sizi üzen kişilere hala selam verebiliyorsanız; bu vicdanınızın sadakasıdır...Mevlana***Dost gerçekleri...Düşman işine geleni...Deli ağzına geleni...Aşk içinden geçeni söylermiş...Özdemir Asaf***Asla bir salakla tartışmayın...Çünkü dışarıdan bakanlar; hanginizin salak olduğunu anlamayabilir...B. Dylan***Edepli, edebinden susar...Edepsiz; ‘Ben susturdum’ zanneder...Mevlana***Öç almaya gücü yeterken; affeden kişi, ne aziz bir kişidir...Hazreti Muhammed***Ne olursa olsun;Sana ait olmayana asla tenezzül etme...Ve ne kadar basit olursa olsun; senin olandan asla vazgeçme...Che Guevera***Gitmeden önce düşün;Çünkü döndüğünde bulduğunla giderken bıraktığın asla aynı olmayacak...Aragon“BİR ERKEKLE MUTLU OLMAK İSTİYORSAN ONU ANLA... BİR KADINLA MUTLU OLMAK İSTİYORSAN...”Bir erkekle mutlu olmak istiyorsan onu anla; sevmesen de olur...Bir kadınla mutlu olmak istiyorsan onu sev; anlamasan da olur...Paulo Coelho***En yakın olduğunuz kişilere güvenmemek, korkunç bir duygudur...Avatar***Başarının sırrını bilmiyorum...Ama başarısızlığın yolu, herkesi memnun etmeye çalışmaktan geçer...Bill Cosby***Cahille girme münakaşaya...Ya sinirini zıplatır tavana;Ya da yazık olur adabına...Mevlana***Kalbinizle yaptığınız her şey size geri dönecektir... Mevlana***‘Sana ihtiyacım var’ dediğiniz kişi, ‘niçin’ diye soruyorsa gelmez...‘Ne zaman’ diye soruyorsa gönülsüz gelir...‘Neredesin’ diye soruyorsa mutlaka gelir...Longton(Bak ne demiş isimli twitter hesabından derlenmiştir...)