Tehdide dayanan ahlak bir erdem olmadığı gibi, güvenilir de değildir...***Kuşbeyinli kişilere kendinizi beğendirmek hevesine düşmeyiniz... Bunun hiçbir kıymeti ve önemi yoktur...***Bir milletin ahlak değeri; o milletin yükselmesini sağlar...***Bir millet zenginliğiyle değil ahlak değeriyle ölçülür...***Saygısızlığın; saldırının küçüğü büyüğü yoktur... Samimiyetin lisanı yoktur...Samimiyet sözlerle açıklanmaz...O gözlerden ve tavırlardan anlaşılır...Medeniyetin esası, ilerlemesindeki gücün temeli aile hayatındadır...Aile hayatındaki olumsuzluk; kesin olarak toplumsal, siyasi ve ekonomik belirsizliği doğurur...ATATÜRK; “HİÇBİR ULUSUN ALEYHİNE OLMAYAN BİR BARIŞ YOLU BİZİM İLKEMİZ OLACAKTIR...”Ulusal egemenlik öyle bir nurdur ki; onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, mahvolur...***Bağımsızlık; uğruna ölmesini bilen toplumların hakkıdır...***Dünyada ve dünya milletleri arasında sükun, huzur ve iyi ilişkiler olmazsa, bir millet kendisi için ne yaparsa yapsın, huzurdan mahrumdur...***Türkiye’nin güvenliğini amaç edinen; başka hiçbir ulusun aleyhinde olmayan bir barış yolu, her zaman bizim ilkemiz olacaktır...***Biz Türkler tarih boyunca hürriyet ve istiklal timsali olmuş bir milletiz...***Bağımsızlıktan yoksun bir ulus; medeni insanlık karşısında uşak olmaktan kurtulamaz...***Ulusun bağımsızlığını, yine ulusun kesin kararı ve direnişi kurtaracaktır...***Bilelim ki milli benliğini bilmeyen milletler; başka milletlerin avı olmaya mahkumdur...***Ben yaşayabilmek için, kesin olarak bağımsız bir ulusun evladı olarak kalmalıyım...Bu yüzden ulusal bağımsızlık, bence hayat sorunudur...***Ya istiklal, ya ölüm...MUSTAFA KEMAL; “FEKALETLER İNSANLARI...”Birlik ve beraberlik; ölümden başka her şeyi yener...Bir ulus; birbirine sımsıkı bağlı olduğu müddetçe, yeryüzünde onu dağıtabilecek bir güç düşünülemez...***Bugün vatanımızda bir milli kudret varsa; o cereyan, felaketlerden ders alan ulusun kalp ve dimağından oluşmuştur...***Cumhuriyet; düşüncede, bilgide, sağlıkta güçlü ve yüksek karakterli koruyucular ister...***Cumhuriyet; demokratik idarenin tam ve mükemmel bir ifadesidir...Cumhuriyet rejimi; halkın gelişimini ve yükselişini sağlayan, o halkı; esirlik, soysuzluk, dalkavukluktan uzaklaştıran yoldur...***Beni görmek demek; mutlaka yüzümü görmek demek değildir...Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyor ve hissediyorsanız bu yeterlidir...***Büyük ve tarihi olayları, ancak büyük milletler yaşayabilir...***Felaketler insanları zeki; milletleri daha azimli hamlelere sevk eder...***Bu millete hizmet eden, onun efendisi olur...***Bu millet; tarihini iftiharlarla doldurmuş bir millettir...Türk milletinin geleceği, bugünkü evlatlarının doğru görüşü, yorulmak bilmez çalışkanlığı ile büyük ve parlak olacaktır...***Halkın sesi; Hak’ın sesidir...ATATÜRK; “BU DEVLETİN DAYANDIĞI ESASLAR TAM BAĞIMSIZLIK VE KAYITSIZ ŞARTSIZ MİLLİ EGEMENLİKTİR...”Vatan; imar istiyor, zenginlik istiyor, refah istiyor...Bilim ve ustalık, yüksek uygarlık, hür düşünce ve uyanış istiyor...***Bu vatan, çocuklarımız ve torunlarımız için cennet yapılmaya layıktır...***Ey kahraman Türk kadını...Sen yerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın...***Egemenlik; kayıtsız şartsız milletindir...***Türk Milleti yeni bir iman ve kesin bir milli azim ile yeni bir devlet kurmuştur...Bu devletin dayandığı esaslar; “Tam Bağımsızlık ve Kayıtsız Şartsız Milli Egemenlik”ten ibarettir...Yeni Türkiye devletinin yapısının ruhu Milli Egemenlik’tir...Milletin kayıtsız şartsız egemenliğidir...“HERŞEY ADALETLE KAİMDİR...”İstiklal, istikbal, hürriyet her şey adaletle kaimdir...***Tarihi yaşadığımız gibi yazdık... Fakat geleceği cumhuriyete inananlara, onu koruyanlara ve yaşatacaklara emanet etmek lazımdır...***Ey yükselen yeni nesil...İstikbal sizindir...Onu yükseltecek ve sürdürecek sizlersiniz...***Gerçi bize milliyetçi derler...Ama biz öyle milliyetçiyiz ki, işbirliği yapan bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz... Onların milliyetlerinin bütün kapılarını tanırız...Bizim milliyetçiliğimiz hodbin (bencil) ve mağrur bir milliyetçilik değildir...***Milli egemenlik öyle bir nurdur ki; onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar batar, mahvolur...Milletlerin esirliği üzerine kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkumdurlar...***Arkadaşlar, efendiler ve ey millet; iyi biliniz ki; Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz...En doğru en hakiki tarikat medeniyet tarikatıdır...***Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına; Türk milleti denir...***Biz ‘cahil’ dediğimiz zaman mektepte okumamış insanları kastetmiyoruz...Kastettiğimiz ilim ve hakikati bilmektir...Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okumak bilmeyenlerden, hakikati en fazla görebilen gerçek alimler çıkabilir...***Benim Türk milletine, Türk cemiyetini, Türklüğün istikbaline ait ödevlerim bitmemiştir...Siz onları tamamlayacaksınız...Siz de sizden sonrakilere benim sözümü tekrar ediniz...”
Dün bir arkadaşım yaşadığımız 2016 Ağustos’unu anlatan ve bir şey talep eden birkaç satırlık bir not gönderiyor bana...***Notta şöyle diyor;“Hiçbir yaza benzemeyen bu enteresan yaz günlerinde, ne okumalı ruhu beslemek için?..Günde 3-5 sayfa okuyacak vaktim olsa da, yine de küçük dosta ilham şırıngalamak iyidir...Şöyle beni içine alacak bir kitap okumadım ne zamandır...”***Arkadaşımın duygularının 2016 Ağustos’u Türkiye’sinin ortak duyguları olduğunu düşünerek, geçmiş bir yazıdan derleyerek bir adamın hayatını anlatmak istiyorum bugün...***“Dünyayı Güldüren Şarlo” isimli adamın ibret alınacak hayatını ve sonbaharında eriştiği olgunluğun hikayesini aktaracağım sizlere... Önce yaşadığımız coğrafyanın karanlık gündemine benzeyen Şarlo’nun Amerika’daki hayatı; LİNÇ EDİLMEYE ÇALIŞILAN YALNIZ STARO güne kadar hayatında; iki kez kendinden çok genç kızlarla evlenmiş boşanmış, yine bir genç kadınla yaptığı evlilikte aradığını bulamamış bir adamdı...Genç bir kadının hakkında açtığı babalık davasının mahkemesiyle uğraşıyordu...***“Rejim açısından sorunlu bir adamdı...”Rejime muhalifti; ona ‘komünist’ diyorlardı...O ise sadece ‘hümanist’ olduğunu söylüyordu...Rejimin, toplumsal ahlak kurallarının ve Hollywood düzeninin ‘linç etmeye yemin ettiği’ yalnız bir adamdı o...***Londra’nın kenar mahallelerinden çıkıp gelen, mazlum bir serseriydi aslında...Dokunaklı ve komik bir öyküsü vardı...***Londra’da doğmuştu... Babası alkolikti... Annesi dengesiz... 3 yaşındayken babasını kaybetti...Annesi babasının ölümünü kaldıramadı ve sinir krizi geçirip hastaneye kaldırıldı...***Yalnız kaldı... Erkek kardeşiyle parklarda yattı, çöp kutularındaki kırıntılarla karnını doyurdu...Sonunda kardeşiyle bir yetimhaneye gönderdiler onları...Ağlamamak için gülmeyi o sırada öğrendi...***Kendisine pandomim ve komikliklerle dolu bir hayal dünyası yarattı...Ağlamasını gülerek kamufle etmesini ve güldürmesini öğrenince; Londra’lı tiyatroseverler ona “gülmeye“ başladı...Charlie Chaplin böyle doğdu...GENÇ KADINLARA İLGİSİ...Genç kadınlara ilgisi vardı... Evlendiği ilk eşi; evlendiklerinde 16 yaşındaydı...İkinci eşi de...Şimdi de genç ve güzel oyuncu Joan Berry, Charlie’nin doğmamış çocuğunun babası olduğunu iddia ediyordu...***Kan testi durumun böyle olmadığını söylüyordu...Genç oyuncunun hamile kaldığı kişi Charlie Chaplin değildi...Ama o yıllar Amerika’da Soğuk Savaş vardı...Charlie Chaplin “komünist” olarak biliniyor ve rejim tarafından istenmeyen adam ilan ediliyordu...***Böyle insanlara, “hayatın zindan edilmesi, o günlerin Soğuk Savaş Amerika’sında pek revaçta bir uygulamaydı...”GENÇ BİR KADININ FİLİZLENEN AŞKI...Hayatın bütün dramasına, yalnızlaştırmasına, itibarsızlaştırmasına inat o sırada genç bir kadın; masum, komik, gariban görünümlü Charlie Chaplin’e inanmaya başladı...***17 yaşındaydı ve 1943 yılında; evlendiğinde Şarlo 54 yaşındaydı...***Üç kuşaktan alkol ve uyuşturucu bağımlısı bir aileden gelen 17 yaşındaki çekici güzel kızla, kendisi gibi alkolik bir babanın oğlu olan, 3 yaşından beri annesiz babasız, yetimhanelerde büyüyen, dünyanın en ünlü aktörü haline gelen, masum ve berduş görünümlü Şarlo hayatı beraber göğüslemeye ve sevmeye karar verdiler...***Amerika’da Mc Carthy rejimi; kendisine muhalif olan, Şarlo’yu Amerika’da istemiyordu...***Şarlo da hayatı kendisine cehennem eden; ahlak bekçisi kisvesindeki operasyon merkezinden, rejim muhafızlarından, Soğuk Savaş cellatlarından kaçıp kurtulmak istiyordu... Genç karısıyla İsviçre’ye sürgüne gittiler birlikte...***Orada mutlu bir hayat sürdüler...Çocuk üstüne çocuk yaptılar...Doğan 8 çocuk da sevginin bebekleriydiler ve annelerine çok benzediler...***Charlie Chaplin’in (Şarlo) Hollywood’a girmesi yasaktı; ama o bütün dünyada oynayan filmlerinden yılda yaklaşık 11 milyon dolar para kazanıyordu... İsviçre’de Genova yakınlarında, bir villada yaşadılar genç karısıyla... Hayatın, onlara alkol ve uyuşturucu yüklediği genetik mirasa inat, 37 yıllık yaş farkına aldırış etmeden mutlu bir yaşam geçirdiler...***Soğuk Savaş cellatları, insanlıktan nasibini alamamış haysiyet tecavüzcülerine karşı, 34 yıl İsviçre’de yaratıcılık dolu bir hayat geçirdiler...ŞARLO...Yarattığı Şarlo karakteriyle ilgili şöyle derdi Charlie Chaplin:“Şarlo romantizme karşı inanılmaz açlığı olan bir adamdı... Sonsuza kadar aşkı aramak istiyor, ama ayakları ona izin vermiyor...” ***Filmlerinde oynadığı “romantik kendisiydi Charlie Chaplin’in...“Hayatta utangaç bir saygı ve yumuşak bir bağlılık” aradığını söyleyen; komik ve berduş adamın filmlerinde yarattığı “güvercin yürüyüşü“ mazlum ve masum karakterinin simgesi olarak dünya durdukça titrek siyah beyaz karelerde onu yaşatacaktı... ŞARLO’NUN ACILI HAYATINDAN ÇIKARDIĞI BİLGE SÖZLERİ...“Kendimi gerçekten sevmeye başladığımda anladım ki; Duygusal acılar ve keder yapılmış birer uyarıydı bana... Kendi gerçeğime karşı yaşadığımı anımsatıyorlardı... Biliyorum bugün buna ‘özgün olmak’ diyorlar...***Kendimi gerçekten sevmeye başladığımda... Zamanı gelmediğinde ve o kişinin hazır olmadığını bildiğin halde, istediğini yaptırmaya zorlamanın... Zorladığın kişi bizzat kendin de olsa, çok utanç verici bir şey olduğunu anladım... Bugün buna; “kendine saygı duymak” deniyor...***Kendimi gerçekten sevmeye başladığımda, başkalarının hayatlarına özenmekten vazgeçtim... Önüme çıkan zorlukların; Olgunlaşmam için aşmam gereken engeller olduğunu fark edebildim... Günümüzde buna “bilgelik” dendiğini biliyorum...***Kendimi gerçekten sevmeye başladığımda;Her zaman, her fırsatta... Doğru zamanda doğru yerde bulunduğumu anladım... O andan itibaren huzura erdim... Bugün buna; ‘yaşanmakta olana saygı’ dendiğini biliyorum...***Kendimi gerçekten sevmeye başladığımda;Kendime ayırmam gereken zamanı, başka şeylere harcamaktan... Geleceğe ilişkin büyük projeler yapmaktan vazgeçtim... Bugün artık yalnızca bana keyif ve mutluluk veren, Sevdiğim ve hoşuma giden işleri, Kendime özgü yol yordam ve tempoyla yapıyorum... Günümüzde buna ‘kendine karşı dürüst olma’ dendiğini biliyorum...***Kendimi gerçekten sevmeye başladığımda; Sağlıklı olmayan her şeyden kurtardım kendimi... Yemeklerden, insanlardan, nesnelerden, durumlardan... Hepsinden önce de beni benden koparıp diplere çeken şeylerden...Başlangıçta buna ‘sağlıklı egoizm’ diyordum... Bugün biliyorum ki bu ‘kendini sevmektir...’***Kendimi gerçekten sevmeye başladığımda... Vazgeçtim; her zaman kendi haklılığıma inanmaya... Daha az yanılmaya başladım böylece... Bugün anladım ki; Buna ‘sade olmak ve sade yaşamak’ deniyor...***Kendimi gerçekten sevmeye başladığımda; Düşüncelerimin beni hasta ve zavallı bir insan yapabileceğini fark ettim... Buna karşı, yüreğimin gücünü yardıma çağırdığımda... Aklım değerli bir ortak kazandı... Bu ilişkiye bugün ‘yürek bilgeliği’ diyorum...***Kendimle ve başkalarıyla tartışmaktan... Çatışmaktan ve sorun yaşamaktan korkmuyorum... Çünkü yıldızlar bile bazen birbiriyle çarpışıyor...Yeni dünyalar oluşuyor... Bugün bunun ‘yaşamak’ olduğunu biliyorum...”
1880’de İstanbul’da bir memurun oğlu olarak dünyaya geldi Enver...Yaşadığı dönemden bugüne kadar hakkında çok yorum yapıldı... ***“Enver Paşa” adlı eserinde Şevket Süreyya Aydemir, “1908-1914 arasında; imparatorluğun tek söz sahibi olan, genç, inançlı, muhteris, kaderci aynı zamanda kaderini yaratan adamdı...” der onun için...***Bugün Enver’in ölümünün 96. yılı...Hayatı, Türkiye’de yaşayan insanların büyük çoğunluğunun geçmişine acı bir şekilde değdi Enver’in...Bugün insanlar; onun hayatından dersler çıkartıp, ibret alırlar mı bilinmez; ancak gazeteci-yazarların görevi; tarihe ışık tutarken, tarihe tanıklık etmek ve “ibret”leri ortaya sermektir...***Gazetecinin dedesi; Ruslarla Sarıkamış’ta savaşmak için Doğu sınırına gönderilen iki tümenin içindeydi...Ordu 90 bin kişilikti...SARAY’A DAMAT OLUP, BİRKAÇ GÜNDE “PAŞA”LIK ALAN ADAM...1908’de Genç Türkler darbesi ile yıldızı parlayan Binbaşı Enver’in hızlı yükselişi 1913’te Yarbayken aynı yılın sonlarında Albaylığa, 19 gün sonra generalliğe, yükselmesi ile başladı...***Kabineye Savunma Bakanı olarak girdi; arkasından Genelkurmay Başkanlığı’nı bir süre sonra da Başkumandan Vekilliği yetkilerini elinde topladı...ENVER’İN HAYALLERİ VE NACİYE SULTAN’LA EVLİLİĞİ...Naciye Sultan’la evlenip, Saray’a; Padişah’a damat oluşu da bu döneme rastladı...Enver; kendini zirveye ulaştıran basamakları kendi elleriyle döşüyordu...***Hayal gücü genişti...Hayal gücünün genişliği ile gerçeklerin zıtlığının; birbirine karıştığı zamanlar; kararlarının ağır bedelini ülke ve insanlar hayatlarıyla ödediler... ***Hayallerini süsleyen İran, Hindistan, Turan ve Kafkasya’ya hakim olmak düşüncesi; o günün şartlarında gerçek temellere oturmuyordu...***Cemal Paşa anılarında “Hakikati söylemek gerekirse, Enver Paşa’nın istediği Birinci Kanal Seferi’ni yaptığımız zaman hiç kimse bu Kanalın nasıl geçileceğini bilmiyordu...” diyordu...***“Sefer” gerçekleştiğinde; Kanal Türk askerlerinin cesetiyle dolmuştu...***Kanal felaketinden önce Sarıkamış’ta yaşananlar ise tam bir felaketti...ENVER’İN; EKSİ 25 DERECEDE ORDUYA HÜCUM EMRİ...90bin askerden 10 bininin sağ kalabildiği, özellikle de donmaktan zor kurtulabildiği bu sefer, sonuçları açısından korkunçtu...***Hayatında Alay kumandanlığı dahi yapmamış olan Enver; tecrübeden ziyade gençliğinin getirdiği coşkuyla kumanda etti ordusuna... Amaç 1878 Berlin Antlaşması’nda kaybedilen toprakları geri almaktı ve Enver hayal gücüyle başarılı olacağına inanıyordu...***Ordu Kumandanı Hasan İzzet Paşa’nın hava şartları, soğuk, karın şiddeti gibi uyarılarına kulak asmadı...Sarıkamış gibi bir bölgede, Aralık ayının ortasında; taarruz emri verdi; 1914 yılında... Ordunun ölüm emriydi bu...***Yollar karla kaplıydı...Kimi yerlerde karın kalınlığı birbuçuk metreyi bulmaktaydı... Sıcaklık eksi 20 ila 25 derece arasında seyrediyordu...***Çatışmalar esnasında Mehmetçik saatte ancak bir kilometre yürüyebiliyordu... 25 kilometrelik Allahuekber Yaylası’nda kar kalınlığı bir metreyi aşıyordu...***Gece gündüz demeden yürünmeye çalışılan yolda açlıktan, yorgunluktan ve dondan 10 bin kişi ÖLDÜ... Üçbin kişi ancak Sarıkamış’a ulaşabildi...80 BİN KİŞİNİN ÖLÜMÜ; DONMUŞ PARMAKLARLA KALAN BİR OSMANLI...Savaş sonunda Osmanlı Ordusu’nun kaybı 80 bin kişiydi...*** Gazetecinin dedesi; asker geçmişinde alay bile yönetmeyen Enver’in taarruz emrinin sonunda; savaştan donmuş ayak parmaklarını kaybederek kurtulabildi...Bir daha doğru düzgün yürüyemedi...***O günlerde genç bir Osmanlı’ydı..ENVER’LE; MUSTAFA KEMAL’İN İBRETLİK GÖRÜŞMESİ...Sarıkamış felaketinden sonra orduya katılıp görev almak için Sofya’dan gelen Mustafa Kemal ile Enver arasında bir konuşma geçti...Mustafa Kemal konuşmayı şöyle anlattı;***“Enver Paşa, zayıf düşmüş, rengi solmuş bir haldeydi...Söze ben başladım:·Biraz yoruldunuz.·Yok, o kadar değil.·Ne oldu?·Çarpıştık... O kadar...·Şimdi vaziyet nedir?·Çok iyidir!..”***Savaş felaketle sonuçlanmış 80 bin kişi ölmüş, kalan on bin kişi donmuş sakat kalmıştı...Enver bu şartlarda; Mustafa Kemal’e; “Vaziyetin çok iyi olduğunu” söylüyordu...***Mustafa Kemal daha sonrasını şöyle anlattı:- “Enver’i daha fazla üzmek istemedim. .. Sözü kendi işime getirdim...Numarası 19 olan bir tümene beni kumandan tayin buyurmuşsunuz... Bu tümen nerededir... Hangi kolordu ve ordunun emrinde bulunuyor?...”***Enver hiç beklemediği cevap verdi Mustafa Kemal’e...-“Bunun için Genelkurmayla görüşürseniz daha kati malumat alabilirsiniz...”***Bunu söyleyen Enver; o sırada Başkomutan Vekili’ydi...19. tümene komuta görevini kendi imzasıyla Mustafa Kemal’e kendisi vermişti...Ancak tümenin nerede olduğu ve nereye bağlı olduğu konusunda en ufak bir bilgisi yoktu...-“Genelkurmay’a sorun...” diyordu...-“Nerede olduğunu?..”***“O halde sizi daha fazla rahatsız etmeyeyim... Ben Genelkurmayla görüşürüm...” dedi ve kalktı Mustafa Kemal...***Konuştuğu kişi, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu’nun komutanlığını yapan Enver’di...Tıpkı bugün gibi bir 4 Ağustos’ta; 42 yaşında, öldü Enver...
Darbe girişiminin olduğu günden bu yana; dile getirdiğimiz önemli bir gerçeğin; nihayet Genelkurmay eski Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ tarafından söylenmesi; tarihi taşların yavaş yavaş yerine oturacağını gösteriyor...***İlker Başbuğ CNN Türk’te Ahmet Hakan’a;-“Fetullah Gülen grubunu darbeye iten istihbarat unsurları, bu darbenin başarısız olacağını biliyordu...” diyor...-“Fetullahçılar ise kendilerinin başarılı olabileceklerini düşünmüş, ya da bu kalkışmayı kendileri açısından son çare olarak görmüş olabilir...”***İstihbarat güçleri tarafından kullanılan insanlar ve örgütler bir süre kendi açısından temel bir zaafa ve önüne geçemedikleri bir hataya düşüyorlar...***Elemanlar ve örgütler; yıllar içinde sırtlarını dayadıkları; istihbarat örgütlerinin derin bağlantılarına fazlaca güven duymaya ve her şeyi yönetebileceklerine inanmaya başlıyorlar...***Onlara göre; dünyadaki olaylar istihbarat örgütlerinin inisiyatifinde cereyan ediyor; onlar da bu güçleri arkalarına aldıklarından; kendilerini yapacakları hukuksuzluklar konusunda ‘güvende’ hissediyorlar...***Oysa istihbarat servisleri; ilişkide oldukları elemanları, örgütleri ‘çıkar’ ilişkisi temelinde ve süreli barındırıyor...‘Çıkar’ ilişkisinin süresinin dolduğu veya bozulduğu dönemlerde; “var olan ilişki de nitelik değiştiriyor...”***Fetullahçı örgütlenme ABD’nin içinde yürütüldüğünden, darbe girişimlerinden CIA’in haberdar olmadığını, söylemek abes olur...***Ancak CIA gibi bir istihbarat örgütü ve genel anlamda ABD’yi, Fetullahçı örgütlenmeyle temas halindeki CIA istihbarat elemanları yönetmiyor...Onlar “görevlerini” yaparken, başka bir üst akıl başka bir başka politikayı yürürlüğe sokuyor...***Fetullah’çı örgütün iddialarıyla hapis yatan Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ; “Fetullahçıların darbe girişiminde bulunurken, başarılı olacaklarını zannetiklerini, ancak onları teşvik eder görünen istihbarat teşkilatının (CIA’yi kastediyor), darbe girişiminin başarısız olacağını başından beri bildiğini söylüyor...***Başbuğ’un değerlendirmesi ‘kurmay’ bir değerlendirme olarak tarihe geçiyor... Amerika Birleşik Devletleri; Mısır’da Sisi için verdiği sınırsız desteği, bu darbe girişimi için vermiyor...***Başbuğ’un sözlerinden; başından beri kastettiğimiz çok önemli bir gerçek daha ortaya çıkıyor...“CIA; eğer İlker Başbuğ’un dediği gibi; Fetullahçı darbe girişiminin başarısız olacağını baştan biliyorsa; bu durumda; darbe girişimine karşı çıkmayarak; Fetullahçı yapının tasfiyesini istemiş oluyor...”***İstihbarat servisleriyle iş tutan eleman ve örgütler; bir süre sonra “kendilerine ve konumlarına gereğinden fazla önem atfetmeye başlıyorlar...Arkalarındaki gücün her zaman yanlarında duracağına inanıyor; “eski günlarin ila nihaye” süreceğini zannediyorlar...***Oysa hayat değişiyor...Gücü hala ellerinde tuttuğunu zanneden eleman ve örgütler; ağır bodoslama dalışlar yaparken arkalarında hiç kimsenin kalmadığını, ancak iş işten geçtikten sonra fark ediyor...***Geçmişin bu dramatik tecrübeler; sonraki kuşaklar için ‘ibret’ oluyor mu?..Pek emin değilim...DARBELER GÖREN BEŞİKTAŞ BAYRAĞI...Gazeteci; darbelerin fısıltısını bile duymadığı günlerin birinde; bir öğle vakti babasına şöyle diyor:-“Bu sene Beşiktaş şampiyon oldu... Yıllardır şampiyon olduğumuz sezonun sonunda büyük bir Beşiktaş bayrağı asmak nasip olmadı... Bu yıl kulübe söyleyeceğim... En büyük bayraklardan birini getirsinler... Çatıdan aşağı doğru, evin yüzünü kaplayacak şekilde assınlar...”***Söylediğini yapıyor ve kulübü arıyor...Bir hafta sonra kulüpten iki kişi geliyorlar ve çatıdan yere uzanan 9’a 6 metre boyutlarındaki Beşiktaş bayrağını Boğaz’daki eve asıyorlar...***Bayrak bir ay kadar Boğaz’daki evlerinde asılı kalıyor...Gazeteci okulların tatile girmesini izleyen günlerde; çocukları ve babasıyla İstanbul dışına gidiyorlar...Giderken evlerinde Beşiktaş bayrağı asılı kalıyor... -“Yazın burada asılı kalsın bayrak... Döndüğümüzde bakarız...” diyor Gazeteci...***Koca Beşiktaş bayrağı evin cephesinde asılı; onlar yola çıkıyor Bodrum’a gidiyorlar... Üzerinden 3 hafta geçiyor...Bir gece Bodrum’da otururlarken; aniden haber geliyor;“Darbe için girişim başladı... Silahlı çatışmalar var... Uçaklar çok alçaktan uçuyorlar... Tanklar köprüye çıktılar...”***Gazetecinin aklına; onca hengame arasında “İstanbul’da evinde asılı bıraktığı büyük Beşiktaş bayrağı” geliyor... -“Bayrağa bir şey olmasa bari...” diye içinden geçiriyor...***Olaylar o gece ve hafta bütün hızıyla sürüyor...İlk saatlerde darbeciler güçlü görünürken, sonra durum değişiyor...İstanbul o hafta inanılmaz olaylar yaşıyor...***Tanklar Boğaz köprüsüne çıkıyorlar...İnsanlar tanklara karşı direniyorlar...Ateş açılıyor siviller ölüyorlar...F-16’lar alçak uçuş yapıyor...İstanbul Boğaz’ı şiddetli çatışmaların olduğu en hassas yerlerden biri haline geliyor...***Darbeciler; darbelerinin adının “Yurtta Sulh” olduğunu söylüyorlar...Sivil iktidar; halkı “demokrasiyi korumak için” sokağa çağırıyor...Halk sokağa fırlıyor...Tanklar harekete geçiyor...Darbecilerin bir kısmı; Beşiktaş Arena stadının çimlerine iniyorlar...***Tüm bu olaylar sırasında; 6’ya 9 ebadındaki büyük Beşiktaş bayrağı Boğaz’daki evin cephesinde asılı kalmaya devam ediyor...***Darbe girişiminin üzerinden üç hafta geçiyor...Girişim bastırılıyor...Tutuklamalar, yargılamalar, hesaplaşmalar bütün ağırlığıyla ülkenin gündemine hakim oluyor...Evin ahalisi İstanbul dışında...Evde bayrağı indirecek kimse yok...Bu durumda; Beşiktaş Bayrağı, darbenin ağır gündemine şahit olmaya devam ediyor...***Önceki gün bir tanıdığı Gazeteci’yi arıyor... -“Tekneyle evin önünden geçtik...” diyor...-“Beşiktaş bayrağı asılı olduğu yerde aynen duruyor... Ne darbe girişimleri gördü, ne çatışmalar, ne hesaplaşmalar...Orada öyle asılı kalmaya devam ediyor o Bayrak...”***Bazen hayat; bir bayrak üzerinden kendini anlatır...Vakurluğunu ve asaletini...Gazeteciler’e düşen, tarihe tanık olmaktır...
Türkiye’de darbeler tarihine dikkatlice bakanlar; tarihi önemi büyük darbelerin; tereyağından kıl çeker gibi kolay gerçekleştiğini görürler...***12 Eylül 1980 darbesinin olduğu sabah saat 05.30’da evden çıkıp çalıştığım haber ajansına giderken; o zamanlar “darbe”nin nasıl olup da; Her gün 20-30 kişinin ölümüne yol açan anarşiyi; Ankara’nın ortasında; Kızılay’da, Bakanlıklarda her öğlen asılan bombalı pankartları...Üniversitelerdeki işgalleri... Sağcı ve solcu sendikalardaki direnişleri...Kahramanmaraş’da çıkartılan mezhep savaşlarını...Sivas’daki aydın katliamını... Taksim’deki kitlesel ölümleri... Ünlü gazetecilere yönelik cinayetleri...Eski Bakan ve Başbakan suikastlerini...Durduracağını düşünüyor; “Bu hiç de mümkün görünmüyor...” diyordum...***Böyle düşünmemin bir nedeni vardı...76 yılında liseyi bitirmiş; 4 yıl önce sokaklarda sonra iki farklı üniversitede adına eğitim denirse eğitim görmüştüm...Olayları biliyordum...Gençliğin içindeydim...***O günlerde içinde bulunduğum gençliğin; eylemleri sona erdirmesi, arasındaki kan davasını bitirmesi, makulde karar kılması mümkün gözükmüyordu...***Bırakın sağ-sol kavgasını; sadece Marksist sol kendi içinde 49 fraksiyona bölünmüştü...Bu fraksiyonlar; birbirleriyle öldüresiye mücadele ediyor, her gün kendi aralarında çatışıyor ve neredeyse bütün çatışmalar ölümle sonuçlanıyordu...***Olay bir sağ-sol kavgası olmaktan çıkmış; toplumsal bir şiddet histerisine dönüşmüştü...***Kanlı olaylar “askerler darbe yaptı diye bitmezdi...” Öyle düşünüyordum...Saftım...***12 Eylül sabaha karşı böyle düşüne düşüne, tankların arasından geçerek Kavaklıdere’deki evden; Kızılay’daki haber ajansına yürüyerek tek başına geliyordum...***O zamanlar Ankara’nın etkili gazetecileri; “Genelkurmay’da ışıklar kaça kadar yandı” sorusuna cevap ararlardı...***Bir de “liderler nereye götürüldüler?..” Yolda tankların üzerinde gördüğüm askerler; yasak savar cinsinden “ne yaptığımı soruyorlar”, ben de gazeteci olduğumu söyleyip; haber ajansına gittiğimi belirtiyordum...***Herkes kendinden o kadar emindi ki gazeteci kartına öylesine bir bakış yeterliydi, “geç” demeleri için;Asayiş berkemaldi...***12 Eylül darbesini izleyen günlerde; hayret ettiğim bir gelişme oldu...12 Eylül sabahı saat 04’den itibaren; “Türkiye’deki bütün anarşik şiddet olayları, grevler, boykotlar, direnişler, çatışmalar, eylemler bıçakla kesilmiş gibi kesiliverdi...”***Numune niyetine bile tek bir eylem yapılmıyordu ülkede...Ne Kızıldere direnişini kutsayan “devrimci örgütlerden” ses seda çıkıyor; ne liderleri saklanan ülkücülerden tek bir eylem haberi geliyordu... Yer yarılmış, herkes yerin altına girmişti...Şaşırmıştım;Ne oluyor acaba diyordum...***Askerler ne yapmışlardı da iki saat içinde, hiç kimsenin tek bir sesi çıkmaz olmuştu... Bunca şiddeti, bunca kanı dökenler nasıl olup da “askeri darbenin ilk günlerinden itibaren hiçbir eylemin içine girmez olmuşlardı...”***Sendikalar; üniversiteler, öğretmen dernekleri, memur dernekleri, öğrenci birlikleri, pol-der’ler, pol-bir’ler, hepsi birden sessizliğe bürünmüştü...*****AMERİKAN BAŞKANINA DARBE HABERİNİN VERİLMESİ...O gün Washington’da Damdaki Kemancı müzikalini izleyen Amerikan Başkanı Carter’a, Türkiye’deki Amerikan İstihbarat Örgütü CIA’in istasyon şefi Paul Henze’nin ünlü sözü iletilmişti...-“Your boys have done it... (Sizin çocuklar başardı...)”***Şifre burada gizliydi...12 Eylül uluslararası planda esas olarak; Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına geri dönmesini sağlamak amacını içinde barındıran bir darbeydi...***Türkiye Kıbrıs harekatı sırasında NATO’nun askeri kanadından ayrılan Yunanistan’ın; tekrar dönüşünü veto ediyordu...***Yunanistan’ın NATO askeri kanadına dönmesi için; Ege’deki sorunların Türkiye’nin tezlerine yakın bir şekilde karara bağlanmasını talep ediyor, bunu da anlaşmayla bağlamayı istiyordu...***Yunanistan bu talebe yanaşmıyor; böylece NATO’nun askeri kanadına dönemiyordu...NATO’da bir üye ittifaktan ayrıldığında, yeniden geri dönmesi için, bütün NATO ülkelerinin onay vermesi gerekiyordu...Türkiye bu onayı vermiyor, veto ediyordu...***12 Eylül’ü izleyen günlerde; Türkiye Rogers Anlaşması denilen anlaşmayla, Yunanistan’ın NATO’ya geri dönüşünü veto etmekten vazgeçti...12 Eylül’ün Amerika açısından taşıdığı en önemli anlam buydu...***O günlerde 20 yaşında olan genç gazeteci; 12 Eylül’ün arkasında Amerika’nın olduğunu anlasa da, “bunca şiddetin, terörün, akan kanın ve bitmeyen direnişin, nasıl bıçakla kesildiğini kestirmesi” mümkün olmamıştı...*****LİDERLER BİRBİRLERİNE SELAM VERDİLER Mİ VERMEDİLER Mİ?..Gerçek şuydu...1959 Küba krizinden bu yana; Türkiye dünya hinterland paylaşımında Amerikan etkisindeki ülkelerden biriydi...Amerika kendi hinterland’ındaki Türkiye gibi bir ülkeyi, sadece başbakan, ordu komutanı, kuvvet komutanı ilişkisi üzerinden yürütmezdi...***Sivil toplum kuruluşlarından, istihbarat örgütüne, basından üniversitelere kadar bir dizi bağlantıda Amerika; müttefiki Türkiye üzerinde etkiliydi...***12 Eylül gibi Amerikan Başkanı’na ‘senin çocuklar yaptı’ şeklinde bildirilecek kadar bağlı bir darbe yapılıyorsa; o darbe Amerika’nın Türkiye’de etkilediği tüm unsurların uyum içerisinde davranmasını zorunlu kılardı...***Nitekim 12 Eylül’de bir anda, her şey bıçakla kesilmiş gibi kesilmiş, ortalık süt liman olmuştu...***Darbenin başarılı olup olmadığı sorusu hiç sorulmamıştı o günlerde...Genelkurmay’da saat kaça kadar ışıklar yanıktı; ünlü gazeteciler bu sorunun yanıtını bulmaya çalışıyordu...Bir de Türkeş ne zaman yakalanacak?..Hamzakoy’a götürülen sivil liderler Demirel ile Ecevit darbe günü birbirlerine selam verdiler mi vermediler mi?..Manşetlere konu olan soru buydu...Darbeden önce selam vermiyorlardı çünkü...*****DARBE GİRİŞİMİNİ AMERİKA BİLİYORDU... AMA DARBE GİRİŞİMİNİN ARKASINDA AMERİKA YOKTU...15Temmuz darbe girişimiyle ilgili çok şey söyleniyor Türkiye’de...Amerika’nın bu işin arkasında olduğu, Amerika tarafından olayın bilindiği, İncirlik’in kullanıldığı gibi...***Bu soruların bazılarının yanıtı “Evet” bazılarının yanıtı “Hayır...”ABD’nin; kendi topraklarında yaşayan Fetullahçı örgütlenmeden ve darbe girişimlerinden habersiz olması düşünülemez...***Onların ne yaptığını, ne planladığını bilmemesi akla bile getirilemez...Amerika’da CIA ve onun bağlı olduğu kişilerin bilgi sahibi olmaması imkansız...Ancak konu Amerikan istihbarat servisinin ve yönetiminin neyi ne kadar bildiği değil...Neyin ne kadar arkasında olduğu...***12 Eylül örneğinde görüldüğü gibi; Amerika bir darbenin yüzde yüz arkasında olduğu gün, Türkiye’de etkileyeceği bütün siyasi, askeri ve sivil güçler bambaşka davranıyorlar...***15 Temmuz darbesini Amerika’da bilenlerin olduğu kuşku götürmese de...Bazı etkin kişilerin bu eyleme destek verdiği anlaşılsa da...Amerikan yönetiminin; 12 Eylül’deki gibi bir tutumun içinde olmadığı belli oluyor...***Türkiye’de Amerika’ya paralel düşünen, onunla siyasi olarak çatışmamaya özen gösteren, siyasi, ticari, kitlesel medya çevrelerine bakmak, pozisyonu anlamak için yeterli...***Amerika bütünüyle arkasında olduğu bir darbe girişimini; “ülke içinde bu kadar müttefiksiz bırakmaz...”12 Eylül sabahı 20 yaşındaki genç gazetecinin hayat tecrübesi bunu doğruluyor...
Monica Belluci “Çok güzel bir kadının ilişkileri asla normal olmaz” der...***Oysa “Çok güzel olan kadınlar, aslında şanssız ve bahtsız kadınlardır...”***En yakışıklısından, en çirkinine, en zengininden, en fakirine, en karizmatiğinden en sıradanına kadar her erkek onlardan bir parça bal almak ister...***Bu ilgi güzel kadını mutlu eder, ancak güzel kadının kaderi bir süre sonra erkekten gördüğü ilgiden, “diğer erkeklerden göreceği nefrete ve o erkeklerin yanındaki kadınların düşmanlıklarına” doğru kayar...***Güzel bir kadının bahtsızlığını ve kadersizliğini anlatan en iyi karakterlerden biri Parisli güzel Esmeralda’dır...AVLUDA BULUNULAN ÇİRKİN BEBEK...Victor Hugo’nun Notre-Dame’ın Kamburu’nda üç erkeğin arasında, bahtsız bir kadere savrulan Esmeralda’nın öyküsü vardır...***Güzel bir kadını delicesine sevip, ona sahip olamayınca öldürmeyi bile düşünen arıza bir aşkın, ihtirasın, hırsın, sevginin ve aşkın ölümsüzlüğünün ayrı ayrı erkekler üzerinde işlendiği bir klasiktir Esmeralda’nın hikayesi...***Frollo, Notre-Dame kilisesinde papazdır... Bir gün Paris’in Seine Nehri’nin üzerindeki dünyaca ünlü kilisesi Notre-Dame katedralinin önünde bir bebek bulur...***Bebek çok çirkindir...Ona Fransızca’da “eksik-tamamlanmamış” anlamına gelen Quasimodo adını verir...***Quasimodo büyüyünce aynı kilisede zangoç olur...Her gün çaldırdığı kilise çanının kulakları parçalayan sesiyle, Quasimodo kamburunun ve çirkinliğinin yanı sıra bir de sağır olur...DÜNYALAR GÜZELİ ESMERALDA...Bir gün kilise önünde inanılmaz figürlerle dans eden muhteşem güzellikteki Esmeralda adında kızla tanışır...***Kız bir çingenedir... Aslında Esmeralda ile Notre-Dame’ın Kamburu Quasimodo arasında bir kader ortaklığı vardır... Esmeralda çingeneler tarafından dünyaya çok çirkin ve tamamlanmamış bir bebek olarak gelen Quasimodo’nun yerine kaçırılmıştır...***Esmeralda’yı kaçıran çingeneler yerine sakat bir çocuğu; Quasimodo’yu bırakmışlardır... Esmeralda genç ve çok güzel bir kızdır, Quasimodo onu görüp âşık olur...***Esmeralda’ya ilk âşık olan, ona hayatı boyunca her türlü fedakârlığı yapacak olan, Quasimodo’dur... İnsanlar Quasimodo’yu sevmezler, görüntüsünden dolayı ondan kaçarlar...Ama Quasimodo Esmeralda’yı hayatı boyunca delicesine sevecektir...ESMERALDA İÇİN ÖLÜMCÜL REKABET...Papaz Claude Frollo bir din adamıdır... Esmeralda’yı “kilise önünde şarkı söyleyip dans ederken gördüğünde” şehvet dolu bakışlarını kızdan ayıramaz...***Genç kıza göz koyar... Ne yapıp edip onunla beraber olacaktır...***Bu uğurda her şeyi, her türlü komployu yapacaktır...***Esmeralda’nın bütün bu ve başka erkekler arasında kalbinin çarptığı tek erkek Phoebus’tur...Esmeralda Phoebus’la buluştuğunda, adamı yaralar ve suçu Esmeralda’nın üzerine atarak kaçar...***Esmeralda için karanlık günler “kendisine göz koyan kilise papazıyla, bir türlü beraber olmak istemeyince” başlamıştır...***Esmeralda’nın kalbini soylu ve zengin bir ailenin kızıyla nişanlı olmasına rağmen çapkın ama yakışıklı bir subay olan Phoebus çalmıştır... Başta Phoebus de Esmeralda’nın güzelliğinden çok etkilenip ona âşık olur...***Ancak Papaz Frollo kıskançlıktan, Esmeralda’ya komplo kurar ve bıçakla yakışıklı subay Phoebus’u yaralar...Suç güzel ama korumasız olan Esmeralda’nın üzerine kalır...***Başta Phoebus olmak üzere herkes Esmeralda’nın büyücü olduğunu ve parada gözü olduğundan bunu yaptığını düşünür.... Esmeralda suçsuz olduğunu haykırır ama insanlar bir çingeneye inanmaktansa bir rahip ve subaya inanmayı tercih ederler...***O sırada papaz bir kez daha Esmeralda üzerinde şansını dener...Eğer aşkına karşılık verirse, onunla birlikte olursa, hayatını bağışlatacağını söyler... Esmeralda, Papaz Frollo’yla yine beraber olmaz...***O âşık olduğu Phoebus’un kendisine inanıp onu kurtaracağını sanmaktadır hâlâ...Oysa çok güzel kadınlar, erkekleri etkileseler de, onların yanlarında bulunan kadınların sonsuz düşmanlıklarını çekerler...***O kadınlar, çok güzel kadınlardan etkilenen erkekleri de bir süre sonra kendilerine çekerler...Ve başka kadınlar böyle durumlarda çok güzel kadınların celladıdırlar...***Fleur-de-Lys yakışıklı subay Phoebus’un nişanlısıdır... Zengin ve soylu bir aileden gelmektedir ve nişanlısına gelecek vaat etmektedir... Olaylar olunca, genç subaydan uzaklaşır...***Esmeralda suçlandığında ise yeniden bir “yılan gibi devreye girer...”Subay olan nişanlısı Esmeralda’yı astırırsa kendisine geri dönecektir...ESMERALDA’NIN TUTUKLANMASIZaten Esmeralda’nın para için kendisini yaraladığından şüphelenen Phoebus bu teklifi kabul eder... Esmeralda tutuklanır, ölüm cezasına çarptırılır...***Dostları ve Quasimodo tarafından hapsedildiği zindandan kaçırılır... Ancak daha sonra Phoebus komutanlığındaki askerlerin çingene mahallesini basması sonucu yeniden yakalanır ve asılmak üzere meydana götürülür... Her şeyi Papaz Frollo kurmuştur... Esmeralda’nın âşık olduğu yakışıklı subay Phobeus nişanlısının esiri olmuş, nişanlısı da ondan Esmeralda’yı astırmasını istemiştir...***Güzel, ama bahtsız ve korumasızdır Esmeralda... Onu tek vücudunu siper edip koruyan kişi insanların tipinden korkup kaçtığı Quasimodo’dur... Quasimodo, Esmeralda’nın asılmaması için, velinimeti olan Papaz Frollo’ya yalvarır... Ama Frollo son teklifinde de kendisiyle beraber olmayacağını söyleyen Esmeralda’yı öldürtür...***Bunun üzerine Notre-Dame’ın Kamburu Quasimodo kilisenin merdivenlerinden Papaz’ı iter, Frollo ölür. Yıllar sonra, ölülerin atıldığı zindanda görevliler; birbirine kenetlenmiş iki ceset bulurlar...***Üzerinden; Quasimodo’nun giydiği kıyafet olan çürümüş bez parçası ve küller dökülür... Quasimodo’nun ve Esmeralda’nın külleridir onlar...GÜZEL KADINLARIN NORMAL BİR AŞKLARI OLMAZ...Monica Belluci, “Güzel kadınların hiçbir zaman normal bir aşkları olmaz” der... “Belle” diye başlayan Esmeralda parçasını dinlerseniz eğer...***O müziğin korkunç kreşendolarında, Notre-Dame katedralini seyredersiniz...Güvercinlerin dolaştığı bir banka oturup Saine Nehri’nin ortasında Esmeralda’nın dans ettiği kilisenin önündeki meydana bakarsanız ... Havaya belli belirsiz şeylerin uçuştuğunu görürsünüz...***Havada hep sanki fazladan bir şeyler vardır ve görünmeyen o şeyler Saine Nehri’ne doğru uçarlar... Esmeralda ile Quasimodo’nun küllerinin ruhlarıdır o uçuşanlar...
İşinde çok sevilen; onbinlerce öğrenci yetiştiren, her hükümete birkaç öğrencisi bakan atanan, yaptığı işte uzun zaman ülkede tek olan Osmanlıca ve Arapça dillerinin öğretim üyesiydi Hoca...***İki ayrı fakültede, bir kültür merkezinde, ayrıca bir de Genelkurmay’a bağlı; Ordu Dil okulunda ders veriyordu...Aynı anda dört yerde Hoca’lık yaparken; genç yaşına rağmen, bir akşam üstü yorgunluktan ders sırasında sendelemiş, düşecek gibi olmuştu...***Her kurumla yıllık ya da iki yıllık sözleşmeler yapıyor; gücü yettiğince Arapça ve Osmanlıca öğretmeye devam ediyordu binlerce öğrencisine...Eşi ve tek oğluyla Çankaya’da çok sevdikleri bir evde oturuyorlardı...Günlerden bir gün; oturdukları apartmanın eski ve yeni yöneticisi arasında bir para tartışması oldu...***Üniversite Hoca’sı, o tartışma esnasında diş doktoru olan yakın dostunun sözüne itimat etti; ve Albay olan öteki komşusuna;-“Size o parayı verdiğini söylüyor...” dedi...Albay hiddetlendi...-“Ben almadım parayı...” dedi...***Konunun birinci derecede muhatabı değildi Hoca...Biraz tatsız hava esmişti Albay’la arasında; ama kapandığını düşündü olayın...***Ne ki Albay bu işi bitirmeyecekti...Ders yılı bitti, araya yaz tatili girdi ve bir sene sonraki ders yılı günleri geldi çattı... ÜNİVERSİTE HOCA’SININ BAŞINA GELENLER...Hoca’nın fakülteleri, diğer kültür merkezi derslerin devamı için Hoca’nın kapısını aşındırmaya başladılar...***Hoca’nın haftalık ders saatleri çok fazlaydı ve bir yerden kırpıntıya gitmek istiyordu...O sırada fark etti ki; Ordu Dil Okulu Hoca’ya yeni sezon için teklif getirmedi...***Fazla geldiği için dersleri kesmek istiyordu; ancak teklif gelmemesi garibine gitmişti...Meslek hayatında hiç olmayan bir şeydi bu...Konu kafasını kurcalıyor bir türlü aklından gitmiyordu...Sonunda; hemşehrisi olan Genelkurmay İstihbarat Dairesi’nin başındaki Paşa’ya gitti;Ona ne olmuş olabileceğini sordu...***Paşa kendisini tanırdı...O dünyalarda herkesin Hoca’yı tanıdığı gibi...Yardım etmek istiyordu...Ancak görevinin sınırlarını aşmadan...Açıktan bir şey söylemedi...Ancak;-“Komşularınız hakkınızda bir şeyler söylemiş olabilirler mi?..” diye bir söz söyledi...Hoca o anda anladı...Albay; onun Ordu Dil Okulu’ndaki derslerini kestirmek için yalan bir ihbarda bulunmuştu...***Neydi ihbar peki?..Hoca’nın aklına hiçbir şey gelmiyordu...Hemşehrisi Paşa’ya üsteleyerek sordu...Ne söylemiş olabilirler ki?..-“Apartmanınızda oturan yabancı ülke vatandaşlarıyla dostluk ettiğiniz söylenmiş olabilir mi acaba?..” dedi Paşa...***Hoca; hayatında çok şey görmüştü; ama bir iftiranın bu derece hayasızca atılabileceğine ilk defa şahit oluyordu...O bir Kerkük’lüydü...Onun hiç alakası olmayan bambaşka bir dünyadan bir ülkenin eşinin dostu olan kadından kaynaklı “çiftiyle; çay sohbeti dostluklarının hangi iddianın hayasız iftirası olabilirdi ki?..***Oğlu; hemşehrisi paşayla görüşmeyi yapıp arabaya geldiğinde babasının yüzünü tanıyamadı...Hiç böyle görmemişti babasını...Çocuk korktu...Baba “böyle şey olur mu” deyip duruyordu...***O gece evde hiç kimse uyuyamadı...Ertesi günü; babası o sırada Ordu Dil Okulu’nun Başkanı olan “Kenan Evren’e hitaben” bir mektup yazdı...-“Hakkımda çok geniş bir tahkikat yapılmasını istiyorum...” dedi...-“Aylarca sürebilir bu tahkikat... Kime istenirse benim hakkımda sorulmasını istiyorum...” diye devam etti...-“Sizden bunu önemle istirham ediyorum... Namusum ve onurum için önemli...”BİNBAŞI SELİM’İN ZİYARETİ...Bu olayın üzerinden bir yıl geçti...O ders yılı sona erdi...Hoca; iki fakültede bir de kültür merkezinde derslerine aralıksız devam etti...Ordu Dil Okulu’na ise gitmedi...Bir yıl sonra evine bir ziyaretçi geldi...***Fakülteden öğrencisi Selim Binbaşı’ydı gelen...-“Hocam...” dedi;-“Ordu Dil Okulu’ndan beni görevlendirdiler... Sizin bu yıl Ordu Dil Okulu’nda ders vermenizi çok istiyoruz... Lütfen kırmayın bizi...”***Hoca derslerinin çok yoğun olduğunu; o yıl dört ayrı yeri kaldıramayacağını anlattı Binbaşı öğrencisine...Selim Binbaşı lafı ağzına tıkadı...-“Hocam hiç olmazsa bir sene... Bunu bizim için yapın... Geçen yıl gelemediniz... Lütfen bu yıl özellikle bu davetimize icabet ediniz...”***Hoca durumu anlamıştı...Mektubu üzerine gerekli çalışma yapılmış; “iftiraya kurban götürülmeye çalışılan Hoca tertemiz çıkmıştı...Şimdi Binbaşı; “iade-i itibar daveti için eve gelmişti...”ÇOK ‘AH’ ALINIR; O AHLAR GÜN GELİR...Ertesi günü; Hoca’yı okula götürmek üzere bir askeri cip geldi...Binbaşının cipiyle Hoca Ordu Dil Okulu’na gidecekti...Ordu Dil Okulu iade-i itibarın ihtişamlı olmasını istemişti...***Bu iftirayı atan komşuları Albay; kurmaydı...Generallik sınırında bulunuyor ve “Ha oldu ha olacak” deniyordu...Albay üç yıl boyunca beklediği Generallik terfiini alamadı...Ordudan çok istediği “paşa”lığı alamadan ayrılmak zorunda kaldı...***Üniversite Hoca’sı; sonraları mesleğinde en hayasız iftiralara uğrayan bir “Gazeteci”nin babasıydı...Hayatında tek bir leke olmadan 58 yıl üniversitede öğretim üyeliği yaptıktan sonra emekliye ayrıldı...***Gazeteci oğluna gelince...Tanrı katında; kaderleri planlanmış bir aile geleneğinin üyesiydi onlar;Ritüel şaşmadan sürüyordu...***Onlara iftiralar atılıyor;Güçlü ve devlet içinde nüfuzlu ihbarcılar bu iftiralarla sevmedikleri insanların hayatlarını karartmaya çalışıyorlardı...***Ne var ki bütün iftiralar duvara çarpıyor, atan kişilerin suratlarına bumerang olarak dönüyordu...***Darbe girişimleri ve sonrası günler; iftiracıların, hayasız ihbarcıların, kötülük timsallerinin çevrede at koşturduğu günler olur...Çok “ah” alınır...O “vah”lar sonra çok kötü çıkarlar...