Eren Talu’nun TOKİ’ye 234 milyon TL idare payı vermeyi taahhüt ettiği Seyrantepe ve buna bağlı Mecidiyeköy Projesi’nin tamamlanamayacağı daha ilk bakışta okunabiliyordu. Ancak kimse telaffuz etmek, Talu’nun hevesini kırmak istemedi. Talu, hesabını iyi yapmadan dersini çok çalışmadan bu işe girmişti. Büyük ihtimalle ‘İhaleyi alırım, üzerine komisyonumu ekler işi gerçek bir müteahhite paslarım’ diye düşünmüştü. Talu, nefessiz kalıp teslim bayrağını çekti.Sonra yeni bir ihale daha yapıldı, Siyah Kalem adında kimsenin o güne kadar adını duymadığı bir firma 64.7 milyon liralık bir teklif yaptı. TOKİ bu teklifi “Aşırı düşük” buldu. Dünkü ihalede ise 3 teklif geldi. En iyisi AFA Prefabrik’in teklifi gibi duruyor. Rakamları irdelemeden önce şu ihalenin metodolojisini açmakta fayda var. Zira gördüğüm kadarı ile oldukça kafa karıştırmış vaziyette. Kafa karışıklığına da ihalede ortaya çıkan 3 ayrı rakam neden oluyor. Önce onların neyi ifade ettiğine bakalım.Bu ihale iki yönlü bir ihale. İhaleyi kazanan firma öncelikle Galatasaray için 52 bin kapasiteli çatısı açılır kapanır tipte bir stad yapacak. Bu stadı kendisi finanse edecek. Buna karşılık Mecidiyeköy’deki Ali Sami Yen stadını yıkacak ve buraya rezidans, ofis, alışveriş merkezinden oluşan bir kompleks yapacak. Bu kompleksi satıp hem stadın yapım masrafını, hem TOKİ’ye verdiği bedeli çıkaracak, şayet işler umduğu gibi giderse üzerine de para kazanacak.Toplam gelirden arsa payı TOKİ’ye öncelikle ödenecek tutarı ifade ediyor. Yani ihaleyi AFA alırsa TOKİ’ye 112 milyon lira verecek. Ardından stadı yapmaya başlayacak. Stadın şu an bulunduğu seviyeden son haline gelebilmesi için 150 milyon dolara yani 225 milyon TL’ye daha ihtiyacı olduğu belirtiliyor. İhaleyi alan kurum sonra Mecidiyeköy’ü yıkıp inşaata başlayacak. Mecidiyeköy’de 102 bin metrekarelik inşaat alanı var. Metrekaresini bin dolara inşa etse orada da 153 milyon TL’den fazla bir maliyet ortaya çıkacak. Yani ihaleyi alan firmanın altına girdiği yük, 112 artı 225 artı 153 olmak üzere 490 milyon TL’yi bulacak.Sonra Mecidiyeköy’ü satmaya çalışacak. Mecidiyeköy’deki stadın yerine yapılacak rezidansı satacak. Ofisleri alışveriş merkezini de ya satacak ya da kiraya verecek. Şu an için Mecidiyeköy’de lüks inşaatlarda metrekare satış fiyatı 7 bin dolarlar seviyesinde. Yani ihaleyi alan firma Mecidiyeköy’deki projeden yaklaşık 1 milyar TL civarında bir satış geliri elde edecek. Bu arada satış geliri üzerinden payın anlamını da açalım. Örneğin AFA diyor ki ben Mecidiyeköy’den 864 milyon TL satış geliri bekliyorum. Şayet üzerine çıkarsa, 864 milyon TL’nin üzerindeki her liradan ekstra yüzde 1 daha TOKİ’ye pay veririm. Aslında kağıt üzerinde fena iş değil. Ancak işin en büyük riski 487 milyon TL ’lik harcamanın önce yapılacak olması, satış gelirinin ise çok geriden gelmesi. Bu yüzden finansman gücü yüksek olmayan bir firmanın bu modeldeki bir işe girişmesi cesaret işi. Zaten Eren Talu’yu nefessiz bırakan da bu model oldu.Ancak Galatasaray Kulübü bastırıyor. Bir an önce stadın bitmesini, 2010-2011 sezonuna yetiştirilmesini istiyor. Bu iş modeli ile yani harcamaların önce yapılacağı, gelirin arkadan geleceği bir iş modeli ile stadın yetişmesi mevcut ekonomik koşullarda kolay görünmüyor. Projeyi üstlenenin çok güçlü mali yapısı olması lazım. Metrekare fiyatlarının artması, inşaatların kolay satılır hale gelmesi lazım. Çünkü diğer türlü kredi verecek banka bulmak zor. Galatasaraylı değilim. Ancak olsaydım Seyrantepe’den kombine almak için biraz daha beklerdim...
1999 depreminden bugüne 10 yıl geçti. Yapılan hesaplamalara göre uluslararası yardımlar, hibeler ve deprem vergilerinden bugüne kadar 20 milyar dolar toplandı. Ancak bunun topu topu 6 milyar dolara yakın kısmı depremzedeler için kullanıldı. Geriye kalan 14 milyar dolarlık kaynak ise bütçeye yama olduOysa başta hastaneler ve okullar olmak üzere binlerce kamu kuruluşu deprem analizlerinin yapılmasını ve güçlendirilmeyi bekliyor. Köprüler ve viyadüklerin acil sismik güçlendirmeye ihtiyacı var. O günden bugüne 4 hükümet kuruldu ancak deprem paralarının nereye gittiği tam olarak belirlenemediGölcük ve hemen ardından Düzce merkezli yaşanan depremlerin üzerinden tam 10 yıl geçti. 10 yıllık sürede yaraları sarmak için öncelikle vergilere yüklenildi. Vatandaşların bağışları, çıkarılan bedelli askerlik uygulaması, uluslararası kuruluşların ve ülkelerin hibe şeklindeki yardımları da deprem felaketinin yaralarını sarmak için hükümetlerin kontrolüne bırakıldı.Ancak aradan geçen 10 yıl sonunda Türkiye’nin hala kamu kuruluşlarında deprem taramasının yüzde 10’unu bile bitirememiş olması, köprü ve viyadüklerde sismik güçlendirme çalışmalarına yeni yeni başlanıyor olması, hastanelerde ve okullarda deprem güçlendirme çalışmalarında istenen sonuçların bir türlü alınamaması, deprem için devreye sokulan kaynakların heba edildiği, amacının dışında kullanıldığı kuşkusu uyandırıyor.Depremlerden sonra Türkiye’de 4 hükümet kuruldu. Deprem döneminde Türkiye’de Ecevit başbakanlığında 57’nci hükümet vardı. Depremden hemen sonra yaraların sarılması için acil harcamalar yapılması gerekiyordu. Kasım 2002’ye kadar iktidarda olan bu hükümet döneminde yapıldı. 2002’de yapılan bir araştırmada 3 yıllık periyotta deprem bölgesine yaklaşık 3 milyar dolar harcama yapıldığı belirlendi. Ardından önce Abdullah Gül ve daha sonra da iki dönemdir Erdoğan hükümetleri iktidarda.İSMMMO gündeme getirdiAncak deprem için toplanan paraların, vergilerin şeffaf bir şekilde nereye harcandığına dair, tüm hükümetler döneminde de doyurucu bir açıklama yapılamadı.Deprem için toplanan paraların nereye gittiği konusunu önceki gün İstanbul Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odası bir raporla gündeme getirdi. İSMMMO yaptığı araştırmada sadece vergi gelirlerini ortaya koydu ve 1999 yılından sonra bugüne kadar yaklaşık 24.1 milyar TL deprem vergisi toplandığını hesap etti. 2009 yılı sonuna kadar elde edilecek devrem vergisi geliri ise 27.2 milyar doları bulacak. İSMMMO’nun hesabına göre sadece cep telefonuyla konuştuğumuz için ödediğimiz vergi 22.2 milyar TL’yi geçti. Yılsonuna kadar ise 25 milyar TL’yi geçecek. 2004 yılında sona erdirilen özel işlem vergilerinden ise 1.8 milyar TL geldi. Türkiye 2004 yılına kadar olan dönemde, at yarışlarında oynadığı kolonlardan, iç hat uçuşlarındaki biletlerinden, tapu işlemlerinden, otomobil alımındaki tescil işlemlerinden depremzedeler için ödeme yaptı.Hibeler de önemli gelirKuşkusuz depremzedeler için sadece vergilerle kaynak yaratılmadı. Pek çok hayırsever depremzedelerin yardımına koştu. İlk 1 yıl içinde yapılan bağışların toplamı 180 milyon doları buldu. Ayrıca o dönemde bedelli askerlik de depremin yolaçtığı zararın tazmini için yeniden devreye sokuldu. 2 yıllık uygulama süresince yaklaşık 200 milyon dolar civarında bir gelir elde edildi. Deprem vergilerinin yanısıra en büyük yardım ise uluslararası kuruluşlardan ve ülkelerden geldi. Başta Dünya Bankası ve IMF olmak üzere İslam Kalkınma Bankası, Avrupa Yatırım Bankası gibi kuruluşlar ve ülkeler yardıma koştu. Büyük bölümü hibe şeklinde olan uluslararası yardımların toplamı da 3.5 milyar dolar olarak hesap edildi. Böylece ana kalemlerden oluşan deprem geliri 20 milyar doları buldu.Deprem için nereye ne harcandı kimse bilmiyorİktidarda olan hükümetler, depremden sonra geçen 10 yıllık sürede depremzedeler ve deprem bölgesi için ne harcama yaptığı konusunda şeffaf olmadı. Şeffaflık olmayınca deprem için oluşturulan kaynakların başka amaçlarla kullanıldığına yönelik kuşkular da ister istemez arttı.Devletin hiçbir resmi kurumunda deprem bölgesi ve depremzedeler için yapılan harcamaların sağlıklı bir kaydına ulaşmak mümkün değil. Ancak bu konuda derleme bilgilerden bir toplama ulaşmak mümkün. Fakat kimse bu toplamın da tam doğruyu yansıttığını iddia edemiyor.Yapılan hesaplamalara göre deprem bölgesi için en önemli harcama kalemi, yapılan kalıcı deprem konutları oldu. Bayındırlık Bakanlığı, depremden etkilenen 3 büyük ilin Valilik kayıtlarına göre toplam 41 bin 335 adet kalıcı konut inşa edildi. Bu konutların büyük bölümü Sakarya ve Kocaeli’nde yapıldı. Harcama tahminlerine göre de bu konutların yapımı için yaklaşık 2.5 milyar dolar harcama gerçekleştirildi.İkinci önemli gider kalemini depremde tahrip olan altyapı oluşturdu. İçme suyu projelerine, kanalizasyon projelerine yaklaşık 1.3 milyar dolar harcandı. İzmit’i, Yalova’ya bağlayan D130 karayolunun ikişer şeritli gidiş geliş yol haline getirilmesi de depremden sonra projelendirilen önemli bir yatırım oldu. Ancak geçen süre içinde 20 milyar dolara yakın kaynak yaratılmasına rağmen hala okulların büyük bölümünde, hastanelerde ve kamu kuruluşlarında gerekli takviyeler yapılamadı. CHP soru önergesi verdi: Vergiler nerede kullanıldı?CHP Gaziantep Milletvekili Yaşar Ağyüz, geçici deprem vergisi gelirlerinin nerede kullanıldığını sordu. Ağyüz, Bayındırlık ve İskan Bakanı Mustafa Demir’in yanıtlaması istemiyle verdiği soru önergesinde şu soruların yanıtlanmasını istedi: Geçici deprem vergileri, deprem yaralarının sarılması için mi kullandı, bütçeye yama mı oldu? Güçlendirme çalışmaları kapsamında bugüne dek ne kadar dış kaynaklı kredi kullanıldı, kaç adet kamu binası güçlendirildi? Deprem ve Afet risk haritaları yaptırıldı mı? Olası bir depreme karşı yeterli planlama ve hazırlık yapılıyor mu?” 68 kilometrelik yolu 10 yılda bitiremediler İzmİt’İ Karamürsel ve Yalova’ya bağlayan D130 Karayolu. 1999 17 Ağustos’unda saat 04.50’de oradaydım. Yani depremden hemen hemen 2 saat sonra. Değirmendere, Gölcük ve Ereğli’deki yakınlarıma ulaşmaya çalışıyordum. İstanbul’dan İzmit’e kadar otoyolu kullanarak rahat gelmiştim. Ancak Başiskele mevkiinde dehşet manzara ile karşılaştım. Yol ortadan ikiye yarılmıştı. Bir arabanın yolun diğer tarafına geçmesi mümkün değildi. Körfez’in karşı kıyısında alevler içindeki Tüpraş tesisleri ile birlikte sabahın henüz ilk ışıklarında manzara sanki bir felaket filminin içindeymişim hissi yaratmıştı.Arabayı güvenli gördüğüm bir yere parkettim ve koşmaya başladım. Yaklaşık 20 kilometrelik yolu nasıl koştuğumu hatırlamıyorum. Sağımda ve solumda yıkılmış evler. Cam kırıklarının, kiremitlerin üzerine basarak, yaralılara sadece göz ucuyla bakarak...Önce Gölcük’e ardından Değirmendere’ye vardım. Akrabalarımı buldum. Sonra bir bisiklete binip 12 kilometre daha ilerideki Ereğli’ye yöneldim. Tanık olduğum sahneler hakikaten inanılmazdı. Yıkılmış evlerin içinden çıkarılan yaralıları hastaneye götürmek mümkün değildi. Çünkü yol kilitlenmişti. Gölcük Değirmendere, Halıdere, Ulaşlı’da gençler yola çıkmış ellerinde sopalarla trafiği açmaya çalışıyordu. Ne umutsuz bir manzaraydı. Eminim o gün enkaz altından yaralı çıkarılan onlarca belki yüzlerce kişi, hastaneye yetiştirilemediği için hayatını kaybetti. O gün milat oldu. O yolu iki yönlü çift şeritli bir hale getirmek için çalışma başlatıldı. Aradan tam 10 yıl geçti. O yol hala bitmedi. Halıdere’ye ancak varan yol, Askeriye’nin olduğu Gonca’yı bir türlü geçemedi. Yalova’ya kadar topu topu 68 kilometre olan yol 10 yılda tamamlanamadı. Her yıl 6.8 kilometre, günde 18.6 metre yol yapsalar bile biterdi ama bitmedi. Üstelik İspanya ve Japonya’dan hibe kredi de bulunmuştu. Ancak o paralar başka yerlere gitti. O yoldan her geçişimde 17 Ağustos sabahına geri dönerim ve o yolu bir türlü bitiremeyen, kaynağı kimbilir nerelerde indiragandi yapan zihniyete selam ederim.Mecidiyeköy viyadüğünün yapımına ancak başlandıDepremden tam 10 yıl geçtikten sonra İstanbul’un en önemli merkezlerinden biri olan ve yapılan sismik taramalarda depreme karşı çok güçsüz olduğu belirlenen Mecidiyeköy viyadüğünde bile takviye çalışmaları kısa bir süre önce ancak başlayabildi. Her gün binlerce aracın geçtiği çok stratejik bir nokta olan Mecidiyeköy’deki sismik güçlendirme çalışmaları şayet bir aksilik olmazsa 2010 yılı Temmuz ayında bitirilecek. Bu viyadükte çalışmalara başlanabilmesi için tüm deprem vergileri ve hibeler bir yana, Japonya’dan ekstra kredi çıkması gerekti. Zaten genel olarak devreye giren projelere bakıldığında büyük bölümünün uluslararası kuruluşlardan ve ülkelerden sağlanan hibe kredilerle yürüdüğü dikkati çekiyor.
Türkiye’de 1.6 milyar euro ciroya ulaşan Bosch Türkiye’nin Genel Müdürü Hermann Butz ,“İşler nasıl gidiyor” diye soranlara işte bu cevabı veriyormuş. Butz, bu yılın Ocak ve Şubat aylarında müthiş bir dip yapıldığını dolayısıyla bugün gelinen noktada iyileşme olduğunu söylemenin çok doğal olduğunu belirtip,“Bakış noktamız 2007 olmalı. Oradan bakınca da işler hiç de iyi değil. Önümüzdeki Ekim-Kasım ayları biz dahil tüm reel sektör için çok kritik” dediBosch Türkiye Genel Müdürü Hermann Butz ile bir sabah kahvaltısında buluştuk. 2010 senesinde Türkiye’deki 100’üncü yılını kutlamaya hazırlanan 123 yıllık çok köklü bir şirketin temsilcisi olan Butz, mükemmel sayılabilecek Türkçesi ve Türkiye’nin sorunlarına olan hakimiyeti ile ilk andan itibaren çok pozitif bir etki yaratıyor. Bosch Genel Müdürü Hermann Butz, Ekim-Kasım aylarının çok kritik olduğunu, işlerin iyiye gidip gitmediğinin ancak bu aylarda belli olacağını, 2010 ve sonrasındaki 3 yıllık periyodla ilgili daha somut verilerin de ancak bu dönemde alınabileceğini belirtiyor.Gelişmeler sevindirici ’İşler nasıl?’ diye sorulduğunda verdiği cevabı aktarıyor: “Olay tamamen bakış noktanıza bağlı. Bu yılın Ocak ayına göre değerlendirirseniz işlerimiz süper. Ancak 2007’ye göre bakarsanız hiç sormayın gitsin. Durum iyileşti mi? Evet 2008 ilk çeyrek 100 ise 2009 ilk çeyrekte 60’a gelmiştik. Şimdi 65’e çıktık. Öyle bakınca güzel. Belki 70’e çıkacağız, biraz daha güzel olacak. Ancak ben arkadaşlarıma da söylüyorum. Lütfen kıyaslamaları 2008’e göre yapmayın diyorum. Bizim için bakış noktası 2007 olmalı. İşte o döneme göre bakarsak yüzde 30-40 gerideyiz. 2007 seviyesine gelmek için de öyle tahmin ediyorum ki 2013 yılına kadar beklemek zorunda da kalabiliriz.”Butz, olaya böyle bakmak gerektiğini, şayet böyle bakılmadığı takdirde gerçeklere göz kapatılmış olacağı uyarısında da bulunuyor. Bu sözleri, “Sevindirici gelişmeler oluyor. Sanayi üretiminde Şubat’a göre yüzde 30 artış var. Krizden hızla çıkıyoruz” diyen Hükümet kanadına bir uyarı olarak algılıyorum. Butz’un da dediği gibi rakamları istediğiniz gibi yorumlamak çok kolay. Sadece nereden baktığınıza, hangi noktayı referans aldığınıza bağlı...Önemli olan 2010 ve sonrasıButz’un sözlerinden Ekim-Kasım’ın pek çok şirket için kritik olduğu sonucunu çıkarıyorum. Bosch da 2010 ve sonraki 3 yıllık döneme ilişkin perspektifini öyle görünüyor ki bu aylarda gelinen noktaya göre çizecek. Butz’a göre şu an kimse yanlış birşey yapmak istemiyor. Yani işçi çıkarırsa, ama piyasalar açılırsa terste yakalanabilir. Piyasaların açılıp açılmayacağına dair net bir bilgi henüz yok. Aylık verilerdeki değişkenlik, sanayicinin belli ki kafasını karıştırmış vaziyette. Orta vadeli plan yapmak neredeyse imkansız. Ancak Ekim-Kasım aylarına gelindiğinde iyileşme belirginleşmemişse şirketler daha radikal tedbirler alabilir. Butz, kendi firması için de bunun geçerli olduğunu söylüyor: “2009 artık önemli değil. Bu yüzden krizde sert önlemler almadık. Haftada 4 gün vardiyaya düştük ama işten çıkarmaya gitmedik. Önemli olan 2010 ve sonrasındaki 3 yıl. O dönemi çözmeye çalışıyoruz. Bunu da öyle tahmin ediyorum ki Ekim-Kasım gibi görebileceğiz. Üretim artmazsa Ekim’den sonra daha radikal önlemleri düşüneceğiz...”Hermann Butz, dünyada otomotiv sektörünün 74 milyon adetlik satıştan 59 milyona gerilediğine dikkat çekerken “85 milyon kapasite kurulmuştu. Bir anda 59 milyonluk satış rakamına geri gelindi. Bu bile işlerin bir anda nasıl bozulduğunu gösteriyor. Bundan sonra her yıl yüzde 10 büyüme olsa bile 74 milyonluk eski rakama ulaşmak epey zaman alacak. 2010’da bir canlanma olmazsa boş kapasitelere bağlı olarak istihdam gözden geçirilecek” şeklinde biraz karamsar konuşuyor.Hurda teşviği denince neden akla sadece otomobil geliyor, beyaz eşyaya da teşvik gerekBosch Sanayi ve Ticaret, cirosunun büyük bölümünü otomotiv sektörüne yaptığı satışlardan sağlıyor. Örneğin Bosch’un en modern benzin püskürtme sistemleri Türkiye’deki Bursa fabrikasında üretiliyor. Otomotiv sektörünün ciroya katkısı 800 milyon euro civarında. Bunun yüzde 90’ı yani yaklaşık 720 milyon euroluk kısmı da ihracattan sağlanıyor. Bosch Türkiye’de toplam ciroda ihracatın payı ise yüzde 60 civarında. Bosch için otomotiv en can alıcı sektör. Hermann Butz, otomotiv sektörünün ÖTV indirimleriyle desteklendiğini, ancak devreye hurda teşviğinin de alınması gerektiğini söylüyor. Butz, aynı zamanda beyaz eşya ile de hurda teşviğinin kapsamının genişletilmesi gerektiğine dikkat çekiyor. Üstelik hurda teşviğinin Türkiye’nin enerji faturasına da ciddi katkı sağlayacağını söylüyor. Bir buzdolabının 8-10 yıl arası ekonomik ömrü olduğunu ifade eden Butz, çok enerji tüketen bulaşık makinası, çamaşır makinası ve buzdolaplarının çevre dostu ürünlerle değiştirilmesinin önemine dikkat çekiyor. ‘Beyaz eşyada daha pahalı A plus’ı alın zarar etmeyin’Butz’un bu noktada verdiği rakamlar hayli çarpıcı. Sadece fiyat odaklı tüketicilerin aslında uzun vadede zarar ettiğini de ortaya koyuyor. Bir buzdolabı yaklaşık 10 yıl süresince devrede kalıyor. A plus olmayan yani çok enerji tüketen buzdolapları 24 saatlik sürede ortalama 0.36 kilowatsaat enerji tüketiyor. Artık eskimeye yüz tutmuş buzdolaplarının günlük enerji tüketimi 1 kilowatsaati de geçebiliyor. Oysa çevre dostu A plus ürünler 24 saatte en fazla 0.16 kilowatsaat enerji tüketiyor. Yani 0.36’lık ortalamaya göre bile yüzde 56 daha az. Dolayısıyla ürün almaya gittiğinizde bir yerde 1.500 TL’lik bir ürün varsa, 900 TL’lik daha ucuz ancak A plus olmayan ürünü tercih etmeyin. Buzdolabını kesintisiz 24 saat kullanıyorsunuz ve enerji tüketimini dikkate alıp hesap edince aslında astarı yüzünden pahalıya geliyor.Son 5 yılda Türkiye’ye 900 milyon euro yatırdık, verdiğimiz önemi gösterdikHermann Butz, Bosch için Türkiye’nin en az Çin kadar önemli bir ülke olduğunun altını çiziyor. Bosch, 2010’da Türkiye’deki 100’üncü yılını kutlayacak. Butz’un Türkiye ile ilgili verdiği rakamlar ve yaptığı tespitler de ilginç:* 5 yılda 900 milyon euro yatırım yaptık. Bir firma bunu yapıyorsa bu yatırımlar sonucunda da 2 bin kişinin üzerinde ilave istihdam sağlıyorsa, o firma yatırım yaptığı ülkeye büyük önem veriyor demektir. Türkiye, Bosch’un Çin’den sonra en çok yatırım yaptığı ülkedir.* Biz bu ülkeye 1910’da geldik. Seneye Türkiye’deki 100’üncü yılımızı kutlayacağız. En modern teknolojileri Türkiye’deki fabrikalarımızda kullanıyoruz. En modern benzin püskürtme sistemlerini Bursa’da üretiyoruz.Teşvikler yetersiz* Yeni teşvik sistemi bana çok gerçekçi gelmedi. Sizi belli bölgelere gitmeye zorluyor. Oysa Türkiye’nin yatırım konusunda rekabet ettiği diğer ülkelerde böyle bir bölge zorlaması yok. Doğu Avrupa ülkelerinde kimse sizi özel bir bölgeye yönlendirmeye çalışmıyor. Bu açıdan Türkiye’deki teşviklerin etkisi biraz kayboluyor.Zira gidilmesi istenen bölgelerde kalifiye eleman bulma sıkıntısı var. Aslında Türkiye’nin esas problemlerinden biri ara eleman sıkıntısı. En alt ve en üst kademede eleman buluyorsunuz ancak ara kademede Türkiye’nin büyük açığı var. Bu konuda eğitime destek verilmesi şart. 78 bin patent var* Biz yaşam için teknoloji üreten 123 yıllık bir şirketiz. Bu içi boş bir slogan değil. Hayata katkı sağlayacak teknolojiler üretiyoruz. Bu üretimi gerçekleştirmek için de AR-GE’ye büyük önem veriyoruz. Bosch’un geçen yılki toplam cirosu 45 milyar euro civarında. Bunun yüzde 8’i yani 4 milyar euroya yakın bir bölümünü araştırma geliştirmeye harcadık. Özellikle çevre dostu ürünler için yatırım yapıyoruz. * İnovasyon bizim şirketin olmazsa olmazı. Toplam 78 bin patente sahibiz. Sadece geçen yıl 3 bin 400 patent aldık. İnovasyona araştırma geliştirmeye önem verir yatırım yaparsanız uzun ömürlü bir şirket oluyorsunuz.
Rusya’nın Lideri Putin bugün Türkiye’ye çok önemli bir ziyaret yapıyor.Gelen sinyaller bu ziyaret öncesi en heyecanlı ikilinin Samsun-Ceyhan Boru Hattı’na petrol arayan Ahmet Çalık ile, verdiği nükleer santral teklifinin kabulünü dört gözle bekleyen Turgay Ciner olduğunu gösteriyor. Ortada sanki bir pazarlık havası var. “Al nükleer santral ihalesini, karşılığında ver petrolü” şeklinde...Gelin bu iddianın dayanaklarını biraz açalım.Enerji Bakanı Taner Yıldız, dün nükleer santral ihalesinde fiyatın düşürülmesi beklentisi içinde olduklarını söyledi. Bu çok kritik bir açıklamaydı. Demek ki Bakanlar Kurulu, nükleer santral için fiyat pazarlığı hakkı getirecek. Zira yasa gereği TETAŞ’ın indirilmiş fiyat kabul etme hakkı bulunmuyor. Hatırlanacağı üzere Rus-Türk ortaklığı Atomstroyexport-Inter RAO-Park Teknik’ten oluşan konsorsiyumunun tek katılımcı olduğu nükleer santral ihalesinde ortak girişim grubu önce 21.16 kWh/cent’lik teklif vermiş, ardından “fahiş” bulanan bu rakam ikinci bir zarfla kWh başına 15.3-13.4 cent aralığına indirilmişti. İhale sonrası 21.16 cent’lik rakam için yapılan değerlendirmeler “Turgay Ciner, Rus ortağı ile nükleer vurguna çıktı” şeklindeydi. Zira herkes teklifin 8-10 cent aralığında olmasını bekliyordu. Zaten sonra onlar da uçtuklarını anlamış olacaklar ki rakamı aşağı yönlü revize ettiler.Aslında mevzuat 15.3-13.4 cent’lik teklifin değerlendirilmesine dahi imkan vermiyor. Tek katılımcılı ihale sonrası yasa gereği yapılacak tek şey vardı. 21.1 cent’lik fiyat incelenip “Kabul ediyoruz ya da etmiyoruz” denilecekti.Ancak o gün bugündür tek bir resmi açıklama yapılmadı iş sürümcemede bırakıldı.Bu teklifin değerlendirilmesi hatta daha da düşürülebilmesi için top Bakanlar Kurulu’na geçiyorsa ortaya bir pazarlık masası kuruluyor demektir.O pazarlık masasında, Türk Hükümeti’nin elindeki karşı kozun ne olduğu ister istemez merak konusu oluyor.İşte tam da bu noktada bir başka ilginç gelişme çıktı karşımıza.Yıllardır Samsun-Ceyhan petrol boru hattına karşı çıkan Ruslar bir anda yumuşayıverdi.Önce Rusya Enerji Bakanı Sergei Ivanovich Shmatko çıktı ve “Samsun Ceyhan Petrol Boru Hattı’na petrol ve kaynak sağlamak konusunda ilgi duyacağımızı ifade ettik. Bu işbirliğimizin bir üst seviyeye çıkması anlamına gelir” diye konuştu. Dün de Rusya Başbakan Yardımcısı Igor Seçin, Samsun-Ceyhan hattı ile ilgili olarak sorunların aşılması için bazı çözüm önerilerinin bulunduğunu ifade ederek, “Hattan geçecek petrol miktarı, hattın fizibl olmasını sağlamalı. Bu ticari bir projedir ve yatırılan parayı geri getirmelidir. Rus şirketleri bu hatta katılmayı değerlendiriyor” dedi. Rosneft, Gazprom ve Transneft’in boru hattı ile ilgilenen Rus şirketleri olduğunu duyurdu.Dün bu şirketlerin temsilcileri, yanlarında finansı sağlayacak bankacıları da alarak Ceyhan’a gittiler. Ceyhan’da Rus yetkilileri gezdirenler Çalık Grubu’nun yöneticileriydi. Samsun-Ceyhan Boru Hattı projesi ihalesiz olarak Çalık Grubu’na verilmişti. Ancak Çalık o hattan geçirecek petrol bulamadığı için proje yıllardır kağıt üzerinde kaldı.Şu an geldiğimiz nokta gösteriyor ki nükleer santral ihalesinin Rus konsorsiyuma verilmesi karşılığında bu hatta Ruslar petrol akıtacak. O yüzden Putin’in ziyareti öncesi en heyecanlı ikili Turgay Ciner ile Ahmet Çalık... Karşılıklı olarak birbirlerinin işini desteklemiş olacaklar...
Önce Hürriyet’te Eyüp Can yazdı. Ardından dün de Şermin Topçu’nun benzer bir yazısını okuyunca dayanamadım ve konuya girme ihtiyacı hissettim. Gazetelerde ve televizyonlarda mutlaka görmüşsünüzdür. Makina Tanıtım Grubu (MTG) yaklaşık 1.5 aydır ’Tıkır tıkır’ sloganı ile bir reklam kampanyası yapıyor. Bu kampanya ile İtalya’dan Almanya’ya, Hollanda’dan Brezilya’ya pek çok sanayicinin fabrikasında Türk makinalarını kullandığı ve halinden de memnun olduğu vurgulanıyor.İşte bu reklamları ne yazık ki Türk’ün Türk’e propagandası olarak algılayanlar oldu. Eyüp Can, Makina Tanıtım Grubu Eşbaşkanı Adnan Dalgakıran imdadına yetişmeden ve onu ikna etmeden önce ‘MTG, Türk kamuoyuna ‘Türkiye’nin makineleri dünyanın 200 ülkesinde TIKIR TIKIR işliyor’ mesajını neden versin? Madem ‘kalitesi, servis ve satış sonrası hizmetiyle Türkiye’nin makineleri sanayisi gelişmiş batı ülkelerinde tercih ediliyor’, ne demeye 10 milyon TL tanıtım bütçesi olan bu kampanya o ülkelerde değil de Türkiye’de yapılıyor?” diye sordu.Benzer bir soru da Şermin Topçu’dan geldi. O da “Bir ihracatçı birliği ne amaçla iç tüketime yönelik reklam çalışmalarına para harcar? Para harcayacak yer mi aramaktadır, yoksa kalkındıracak ajans mı aramaktadır. Yoksa bu noktada yorum yapmamak mı gerekmektedir. Ben şahsen işin içinden çıkamadım” diyor.Aslında işin içinden çıkmak hiç de zor değil.Şu vereceğim rakamlara bakıldığında reklamların ne amaca yönelik olduğu gayet açık görülecek.Türkiye’ye 2008 yılında tam tamına 24 milyar dolarlık makina ithalatı yapıldı. Ve ne yazık ki o ithalatı yapılan makinaların yüzde 75’i Türkiye’de üretilebilen makinalardı.Şayet ithalatı yapanlar Türkiye’de üretilen ve tıkır tıkır çalışan makinaları kullanmış olsalardı en az 18 milyar dolar Türkiye’nin cebinde kalacaktı. 18 milyar doların anlamını ve kriz ortamında Türkiye için ne anlam ifade edeceğini de vurgulamaya gerek yok sanırım.Bu ilanları verenler, 18 milyar dolar değil belki ama hiç olmazsa 5 milyar dolarlık ithalatın önünü kesmeye çalışıyorlar.Hedefleri Türk sanayicisine, Türkiye’de üretilen makinaların ithal edilen makinalardan hiçbir farkının olmadığını anlatmak.Bir örnek vereyim. Türkiye’de canavar gibi ekskavatörler üretiliyor. Dışardan gelenlerden fazlası var eksiği yok. Ama biz ne yapıyoruz. Sadece ekskavatör ithalatına 4 milyar dolar ödüyoruz. Tarım makinaları, kompresörler, pompalar, iklimlendirme makinaları, kazanlar ve asansörler için yurtdışına ödenen paranın da haddi hesabı yok.Yabancı makina hayranlığı öyle ileri safhadaki bazen komik olaylar da oluyor.Bu hayranlık yüzünden Türk üreticiler çareyi yurtdışında şirket kurmada ve marka yaratmada bulmuş. Ürün aynı ürün. Ancak satış merkezi Almanya ve satan firmanın adı da haliyle yabancı.Türk alıcı gidip o makinayı alıyor.O yüzden yaklaşık 9 bin üyesi olan Türk Makina Tanıtım Grubu’nun yaklaşımını çok doğru buluyorum. Yerli makinaların da tıkır tıkır çalıştığını insanların bilmesi lazım.Rakamlara hakim olmadan yapılan bu tip eleştiriler makina üreticilerinin şevkini kırmasın. ‘Acaba gerçekten parayı sokağa mı atıyoruz?’ diye hiç düşünmesinler. Kampanyada Türk makinalarının gücünü meslek okullarına, ilkokullara kadar götürecek etaplara geçsinler.
Başbakan Erdoğan’ı dinlemek üzere dün Ankara’daydık. Güney Afrika ve İspanya ile birlikte küresel kriz döneminde işsizlik belasını en derinden hisseden 3 ülkeden biri olan Türkiye için Başbakan’ın açıklayacağı yeni teşvik sistemi ve istihdamı destekleyecek önlemler paketinin açılımı çok önemliydi.Teşvikler, genel hatlarıyla, daha önce 5084 sayılı yasa ile uygulanan sisteme göre daha adil duruyordu. Ancak bölgeler belirlenirken Malatya ve Trabzon’un da dördüncü bölgede yer alması biraz tuhaf karşılandı. Teşviklere kaynak yaratmak için İşsizlik Fonu’nun kullanılacak olması da özellikle sendikaları tedirgin ediyor.İşçi kiralanabilecekAncak sendikaları tedirgin eden çok daha önemli bir ayrıntı var. O da yeni modelde işçi kiralamaya imkan verilmesi.Başbakan Erdoğan, aktif işgücü programlarının güçlendirilmesi başlığı altında istihdama yönelik alacakları tedbirleri açıklarken özel istihdam bürolarına geçici iş ilişkisi kurma yetkisi verileceğini söyledi. Bunun anlamı şudur: İşverenler isterlerse kendileri işçi istihdam etmeden işçi kiralayabilecekler. Çalışmak isteyen, emeğini ortaya koymak isteyen öncelikle özel istihdam bürolarına gidecek. İşçiler bu büroların elemanı olacak. İşçilerin ücret ve sosyal güvenlik hakları özel istihdam bürolarınca karşılanacak. İşverenler de geçici olarak bu emekçileri özel istihdam bürolarından kiralayacak. Bu ne zamandır işverenin istediği, işçi sendikalarının ise şiddetle karşı çıktığı bir uygulamaydı. Bence yeni açıklanan modelde en hararetli kavgalar buradan çıkacak. Henüz kesip atmadıkSoru cevap kısmında ise Başbakan çok önemli bir sinyal verdi. Konuşmayı televizyonlardan izleyenler de herhalde aynı hisse kapılmıştır. Bu hükümetin IMF ile anlaşmaya kesinlikle niyeti yok. Dünyadaki şartlar çok fazla bozulmadığı takdirde hiçbir şekilde IMF ile anlaşılmayacak. Bunu bu kadar net söylememin ve kendimi bir yerde angaje etmemin tabii ki nedenleri var. Başbakan’ın şu sözleri anlamlı: Piyasa oyuncularının bir kısmı IMF ile anlaşılsın diye bir beklenti içine girebilir ama Türkiye Cumhuriyeti’nin piyasa oyuncuları, ‘IMF varsa var, yoksa yok’ noktasında olmamalıdır. Yani Türkiye Cumhuriyeti’nin piyasa oyuncularının, kendi ayakları üzerinde durma kabiliyetini gösterebilecek güce sahip olduğunu düşünüyorum. İşte son 14 ay içinde de bizim piyasa oyuncularımız IMF ile ayakta durmadı. Kendi kabiliyetleri kendi gücüyle ayakta durdular. Bu piyasa oyuncuları içinde birebir görüşme yaptığım birçok arkadaşımız var. Hepsiyle görüştüğümüzde, ‘biz ayaklarımızı üzerinde rahatlıkla durabiliyoruz’ diyorlar, onlarla iftihar ediyoruz. Başbakan IMF’nin siyasi içerik taşıyan istekleri olduğunu, bu istekleri ile haddini aştığına dikkat çekiyor. O siyasi isteklerin neler olduğuna dair ipucu vermiyor. Not almışım. Şu sözleri bence önemli ayrıntı: Görüşmeler devam ediyor, henüz kesilip atılmış bir durum yok ÖTV indirimleri ne olacak?Bir de tabii merakla beklenen ÖTV-KDV destekleri var. Dün Başbakan ile aynı masada yer alan bir bakanla ayak üstü sohbet etme imkanı da bulduk. Adını yazmayacağım. Görünen o ki 15 Haziran’dan sonra bazı sektörlerde ÖTV-KDV indirimleri devam edecek, bazı sektörlerde ise kesilecek. Vergi avantajı kesilecek sektörlerin başında elektronik geliyor. Otomobildeki ÖTV desteği de kesilecek. Ancak ÖTV desteğinin yerini hurda teşviği alacak. Motosikletlere sağlanan vergi desteği de 15 Haziran itibarıyla bitecek. Mobilyadaki ve gayrimenkuldeki desteğin ise sürdürülmesi gündemde. Ancak bakan bunların tam net kararının henüz verilmediğini ısrarla vurguladı. Yeşil kartlı korkmasınİstihdam açılımı olarak 120 bin kişiye kamuda geçici iş imkanı sağlanacağını açıkladı Başbakan. Ücretin belli olup olmadığını sordum. Asgari ücretin saate bölümü ile bir rakam çıkacağını söyledi. Benim bildiğim asgari ücret bir aylık bir de günlük belirleniyor. Aylığı 527 lira, günlüğü ise 22 lira. Günlük 22 lirayı 8 saate böldüğümüzde 2 lira 75 kuruş gibi ‘Cücük’ bir para çıkıyor karşımıza. Belki de aylık asgari ücreti 40 saate bölerek de saat ücretini belirleyebilirler. O zaman da rakam en çok 3 lira 30 kuruş oluyor. Bir de geçici işçilerin yeşil kart hakkını kaybedip kaybetmeyeceğini sordum. Zira biliyoruz ki pek çok yerde yeşil kartını kaybetmek istemeyenler bu tip işlere sıcak bakmıyorlar. Ancak Başbakan o konuda güvence verdi ve 120 bin kişi arasında yeşil kartı olanların bu hakkını çalıştıkları takdirde kaybetmeyeceğini söyledi.
Mehmet Emin Karamehmet ile konuşurken Turkcell’in ortaya çıkışına da değinmiş, Karamehmet’in Genel Enerji’deki ortağı Mehmet Sepil ile Murat Vargı’nın hikayelerinin birbirine çok benzediğini aktarmıştım. Ancak dün Burhan Karaçam aradı ve o hikayeye itiraz etti. 1987 ile 1999 yılları arasında Yapı Kredi Bankası Genel Müdürlüğü yapan Karaçam ’Türkiye, Turkcell’in ortaya çıkış hikayesini yanlış biliyor “ diyerek anlatmaya başladı.Bana söylediklerini özetleyerek aktarıyorum. ” 1988 yılı sonu, sanırım aralık ayıydı. Murat Vargı benden randevu istedi. Biz o zaman Beyoğlu Tünel’deki eski binadaydık. (Şu an Turkcell’in kullandığı bina) Kendisi ile tanışıklığım vardı. Bizim organizasyonlarda kullandığımız şişme çadır işlerini yapmışlardı. Kayınpederi de Pamukbank’ta etüd ve organizasyon bölümünün başkanıydı. Ayrıca ortaklarından biri olduğu Penta Tekstil de kredi verdiğimiz bir kuruluştu. Atladı geldi. Ericsson’dan bir hak aldığını, hangi kapıyı çaldıysa kimsenin ilgilenmediğini, kendisine verilen zamanın daraldığını, ancak elindeki hakkın çok büyük değer taşıdığına inandığını söyledi. 522’li o iri araç telefonlarının yerini alacak, daha küçük, elde kolay taşınabilecek bir haberleşme sisteminden sözediyorduk. Biz de o dönemde telefon bankacılığında müthiş bir atılım içindeyiz. Alo Banka ve Alo 24 markaları bizim tescilli markalarımız. Telefon bankacılığında önemli fırsatlar var ve bunu görebiliyoruz. Düşünün telefon bankacılığı ile haftada 40 bin yeni müşteri kazanıyorduk. Öyle bir dönem. Acaba bu sistemden telefon bankacılığı uygulamasında istifade edebilir miyiz diye düşündüm. Müşteriler en çok bakiye ve çeklerinin sorgusunu yapıyorlardı. Bu telefonu ne bileyim 200 bin özel müşterimize verebilir miyiz diye düşündüm. Kapalı devre bir network kurarak sadece Yapı Kredi müşterilerine özel böyle bir telefon sistemi oluşturup rekabette daha da öne geçebilirdik. Plan mantıklı geldi. Durumu öncelikle Osman Berkmen’e anlattım. Konu, dinledikten sonra Osman Berkmen’in de aklına yattı. ’Bunu Mehmet Emin Bey’e de aktaralım’dedik ve ikimiz Karamehmet’in yanına çıktık. Karamehmet’e konuyu açarken yanımızda Murat Vargı yoktu. Karamehmet de planı dinledikten sonra ’Yapın’dedi. Telefon bankacılığının büyük fırsatlar taşıdığını biliyordu. Çünkü biz müşteriyi şubeden uzaklaştırmak, şubesiz bankacılık yapmak istiyorduk. Elde taşınan bir telefon da bu iş için ideal bir araçtı. Karaçam’ın aktardıkları ilginç değil mi?Turkcell’i ortaya çıkaran yolda, Çukurova kurmaylarının öncelikle telefon bankacılığı operasyonunda büyüyebilmek için Vargı’nın projesine sıcak baktıkları anlaşılıyor. Karaçam’ın sözlerine göre sonradan boyutları değişse de işin bir bankacılık hizmeti parolası ile başladığı sonucu çıkıyor.Karaçam’la konuştuktan sonra Murat Vargı’yı da aradım. Murat Vargı Turkcell tarafından tarihe not düşmek üzere hazırlanan “Ahizeden cebe bir Telefon Hikayesi” adlı kitapta Turkcell’in ortaya çıkış hikayesini aktardığını söyledi. Kitap sanırım çıkmak üzereymiş. Kendisinin kaleme aldığı ’cep telefonu Türkiye’ye nasıl geldi’bölümünün konuyu özetlediğini sözledi. Vargı’nın konuyu aktarış biçimi, Burhan Karaçam’ın aktarış biçimi ile tam örtüşmüyor. Konuyu bir de ondan dinleyelim:Cep telefonunda da Avrupa’daki ilk özel servis şirketi, İsveç’de kurulmuş olan Comvic idi. Comvic CEO’su Torsten Pres, çok ileri görüşlü bir girişimciydi. Fırsatı görmüştü. Çeşitli ülkelerde; Yunanistan, Tayvan ve bu arada Türkiye’de operatör lisansı alma imkanlarını araştırmaya başladı. Tesadüfler Torsten Pres ile beni bir araya getirdi. Kendisi ile tanışmamız 1988 yılında oldu. Ancak Türk bürokrasisini, yani PTT ve Ulaştırma Bakanlığı’nı operatör lisansı konusunda ikna etmek kolay olmadı. Dönemin Ulaştırma Bakanlığı 450 hertzde hizmet veren, daha eski olan analog sistemini seçmişti. Bu arada idareler, operatörlere karşı şartları ağırlaştırmaya ve daha önce altyapı karşılığında verilen lisanslara ilaveten para istemeye başladılar.Comvic ile İsveç’de çalışma imkanı bulamayan, Türkiye’de kurulu Ericsson şirketi müdürlerinden Johan Bruce ve Ersin Pamuksüzer de, PTT’ye GSM sistem kurma ve operatör arayışı içerisindeydiler. 1990 yılında Zürih’de Ericsson’dan Ersin Pamuksüzer, Torsten Pres ve ben bir toplantı yaparak ortak olma hususunda anlaştık. Torsten’in fikri; yatırım maliyetinin ağır olması ve geniş bir alanda GSM hizmet istasyonlarına ihtiyaç olacağından, bize altyapıda yardımcı olabilecek, büyük networke sahip bir bankayı da yanımıza ortak almaktı. Bu düşünce ile o zamanki Yapı Kredi Bankası Genel Müdürü Burhan Karaçam ile görüştük. Düşüncemiz, ana şehirlerdeki bazı banka şubelerini baz istasyonu olarak kullanmak ve ortak olarak Yapı Kredi Bankası’nın gücünden istifade etmekti. Ancak banka yönetimi ve bilgi işlem bölümü bu önerimize sıcak bakmadı. Bu arada işin çapını anlamak açısından ben Türkiye’de düzenli olarak pazar araştırmaları yaptırıyordum ama açıkçası tam bir tahmin de alamıyordum.1992 yılında, iİhale sürecine gelindiğinde PTT idaresi, lisans vermeye sıcak bakmayıp gelir paylaşımını önerdi ve ihale % 67 tutarında bir gelir paylaşım oranıyla bizim konsorsiyumumuzda kaldı. Son ihale sürecine girdiğimizde ise maalesef Comvic’in sahibi şirketini Teksaslı bir yatırımcı gruba sattı. Torsten Pres, senelerini verdiği koşuşturma sonucu 7’li baypas geçirdi ve ortaklıktan çekildi. Turkcell adını da o koymuştu. Bizim nihai ortaklığımız Çukurova, Ericsson, Telekom Finland ve Kavala olarak gerçekleşti ve ihaleye bu şekilde girdik. Vargı, Yapı Kredi’ye altyapı desteği için gittiklerini, Karaçam’ın da ilk başta öneriye sıcak bakmadığını söylüyor.İşin doğrusunu dinleyelim derken hem benim hem de sizin kafanız yine karışmış olmalı...
Türkiye’nin sayılı zenginlerinden biri olmasına, sahibi bulunduğu şirketlerle ilgili yakın geçmişte çok radikal değişimler, el değiştirmeler, el koymalar yaşanmasına rağmen neredeyse 7 yıldır hiç konuşmayan, ne televizyona ne de gazetelere demeç vermeyen, medyadan kelimenin tam anlamı ile köşe bucak kaçan Çukurova Grubu’nun patronu Mehmet Emin Karamehmet’le Kuzey Irak’ta Erbil şehrinde sohbet etme imkanı buldum. Karamehmet, grubun mevcut yapısı, Turkcell’in geleceği, TMSF ile yapılan protokol ve denizcilik alanındaki faaliyetleri ile ilgili önemli ayrıntılar aktarırken konuşmasına tanık olan kurmaylarını bile şaşırttı. Mehmet Emin Karamehmet, Türk iş dünyasının önde gelen büyük oyuncusu olmasına rağmen, gizemli kişiliği ile ünlenmiştir. Tek bir demecini, röportajını göremezsiniz. Ben geriye dönük inceledim. 7 yıl önce Cumhuriyet’ten Leyla Tavşanoğlu’na konuşmuş. Sonra da sırra kadem basmış. Ayaküstü belki bir yerde yakalayabilirseniz, ağzından bir iki cümle alabilirseniz şanslısınızdır.Kuzey Irak’taki Kürt yönetimi bölgeden ilk petrol ihracatını yapmak üzere önceki gün bir tören düzenledi. Törenin ayrıntıları, doğuracağı ekonomik ve siyasi sonuçlar dünkü gazetelerde ve görsel medyada haklı olarak epeyce yer tuttu. Karamehmet’in büyük ortak olduğu konsorsiyum tarafından Kuzey Irak’ta Taq Taq bölgesinden çıkarılan günlük 40 bin varil petrol Kerkük-Ceyhan Boru Hattı’na pompalanarak uluslararası alıcılara ulaştırıldı.Mehmet Emin Karamehmet de bu önemli güne tanıklık etmek için Erbil’e gelenler arasındaydı. 1 Haziran’daki ilk petrol ihraç töreninin öncesinde akşam yemek davetinde buluştuk. Yaklaşık 35 kişinin olduğu ince uzun masada tam Mehmet Emin Karamehmet’in karşısına oturacak şekilde pozisyon aldım. Yemeğin ilerleyen dakikalarında da yanımda oturan Milliyet Gazetesi’nden sevgili arkadaşım Serpil Yılmaz’ın da desteğini alarak ufak ufak sorularımla kendisini taciz etmeye başladım.Dişlerini ilk kez gördüm...Doğrusu çok umutsuzdum, kesinlikle konuşmayacağından, sorulan soruları artık alışıldık refleksi ile kurmayı, sağ kolu Bülent Ergin’e paslayacağından emindim. Ancak o da ne...Karamehmet’in adeta dili çözüldü. Kurmayları, şirketlerinin üst düzey yöneticileri bile bu işe şaşırdı. Öyle ki kendisine çok yakın kişilerden biri daha sonra yanıma gelerek, “Sayın patronum Karamehmet’in dişlerini inanırmısın ilk kez görüyorum, konuşmanızı hayretler içinde izledik, bırakın konuşmayı bir de üstüne güldü” yorumunu yaptı. Mehmet Emin Karamehmet de yaklaşık 1 saat süren sohbet esnasında epeyce espriliydi. Çiftlik evinde petrol sızıntısı sonrası yaşadığı gülünç olayı da anlattı, iki eliyle ceplerini boşaltıp “Zengin değilim” diye laf da attı. Gazeteci olarak o an nasıl afalladığımı tahmin dahi edemezsiniz. Şayet fotoğraf çekmemize izin verilseydi herhalde iki eli ile pantolon ceplerini dışarı çıkardığı enstantane son yılların en müthiş fotoğraf karelerinden biri olurdu.Ceplerini çıkarıp göstermesi boşuna olmadı.Zira ben kendisine “Tıpkı Turkcell’deki gibi petrol işinde de ciddi bir risk aldınız, ancak zoru başardınız. Cep telefonu işi ile kimseler ilgilenmezken siz orada geleceği gördünüz ve Murat Vargı’nın projesine inanarak pozisyon aldınız. Kuzey Irak’ta da aldığınız pozisyon çoğu kişi için kumar olarak algılanabilir. Zira siyasi istikrarın olmadığı, gündüzden geceye kararların değişebildiği zor bir coğrafyada tam 4 yıl boyunca tek bir dolar dahi kazanmadan sadece toprağa gömdünüz ve nihayet bugün yatırdığınız dolarların karşılığını alıyorsunuz. Karamehmet yine kumar oynadı ve güzel kazandı” diyebilir miyiz? diye sordum. Ben buldum petrol düştüMehmet Emin Karamehmet’in cevabı oldukça ilginç oldu: “Finansta çok büyüdük sonra duraklama ve malum gerileme dönemi yaşadık. Turkcell’i kurduk, müthiş bir ekonomik değer yarattık, sonra orada da sorunlarla boğuştuk. Denizcilik alanında büyük fırsat gördük. Tersanelere siparişler verdik. Bir dönem iyi para kazandık, şimdi navlun fiyatları da gemi fiyatları da düştü. Geriye dönüp bakıyorum da bizim bir iyi dönemimiz oluyor ancak hemen arkasından kötü bir dönem başlıyor. Bir türlü istikrarı yakalayamadık. Petrol işinde de aynı senaryo geçerli. Biz petrol bulduk, petrol satacak konuma geldik, ancak petrol fiyatları düştü. Ben petrol bulunca sanki fiyatlar, bizim petrol bulduğumuz duyulmuş gibi düşmeye başladı.” Mehmet Emin Karamehmet kıvama geliyordu. Sorularıma tepkisiz kalmıyor, ne susuyor ne de topu kurmaylarına atıyordu. Bu cevaptan cesaretle sorularıma devam ettim. “Sanıyorum en büyük zigzagı da denizcilik alanında yaşadınız. Navlun fiyatları düşünce siparişini verdiğiniz gemiler daha kızaktayken hatta kızağa bile konmamışken değer kaybetti, zarar ettiniz” dedim.Zarar etme ifadesine kesinlikle karşı çıktı. “O gemileri yaptırmak için kaça anlaştığımızı bilmiyorsunuz ki” diyerek gelinen noktada bile gemi fiyatlarının kendi maliyetlerini kurtardığını ima ederek durumun daha çok kârdan zarar olarak algılanması gerektiğini söyledi. Kendisine yakın geçmişte Libya Hükümeti’ne 4 dev petrol tankerini tanesi 70 milyon dolar civarı fiyatla sattıklarını oysa kriz olmasa daha iyi bir fiyat yakalanabileceğini hatırlattım. Söze Bülent Ergin girdi ve “Doğru söylüyorsunuz başka bir zeminde tanesini 95 milyon dolara satabilirdik. Kârdan zarar ettik” diye konuştu.Mehmet Emin Karamehmet son haftalarda navlun fiyatlarında dipten dönüş yaşandığını, eski seviyelere gelinmese bile bu hareketin gemi fiyatlarına da yansıyacağını söyledi.Bu arada hemen belirteyim Çukurova Grubu petrol fiyatları ile ilgili de çok iyimser. Kriz döneminde 147 dolar seviyelerinden 33 dolar seviyesine kadar gerileyen petrol fiyatının çok yakın bir gelecekte yeniden 100 doların üzerine çıkacağını öngörüyorlar. Murat Vargı ile Turkcell’i yarattı petrol işinde Mehmet Sepil’e inandıKonuyu bilmeyen yoktur. Türkiye’nin piyasa değeri ile göz kamaştıran en kârlı şirketi ünvanını yıllarca kimseye kaptırmayan Turkcell’in ortaya çıkış hikayesini...Murat Vargı 1990’lı yılların başında, cep telefonu projesi dosyası kolunun altında Türkiye’nin önde gelen iş adamlarının kapısını çalar. Konuyu anlatır, destek olmalarını ister. Ne Koç ne Sabancı hiçbiri bu işe girme cesaretini gösteremez. Karamehmet geleceği okur ve Vargı ile cep telefonu işinde ortak olmayı kabul eder. Petrol işi de tıpkı Turkcell işi gibi Karamehmet’in inanılmaz öngörüsünün, paranın kokusunu iyi almasının bir semeresi gibi duruyor. Kuzey Irak’taki petrol alanları aslında Genel Enerji CEO’su olan 56 yaşındaki Mehmet Sepil’e ait. Ancak Sepil’in bu alanları geliştirecek, kuya açacak yeterli sermayesi yok. Sepil, “Teknik olarak kuyulardan petrol çıkmama ihtimali çok düşüktü ancak siyasi risk inanılmaz yüksekti” diyor. Kuzey Irak’a müteahhit olarak adım atan ve yaptığı projelerle bölge yöneticilerinin güvenini kazanan Sepil’e böyle bir ayrıcalık tanınmış. Sepil de elinde dosya ile “Beni en iyi Karamehmet anlar” diyerek Karamehmet’in kapısını çalmış. Daha önceden tanışıklıkları olduğunu hatta küçük bir işte ortaklıkları olduğunu söyledi Sepil. Ankara’da Interspace adında bir uydu harita şirketi var ve ortakları Karamehmet ile Sepil. Googleearth’e bile uydu haritaları veren bir şirket...Sonuçta ne olursa olsun, Kuzey Irak gibi zor bir coğrafyada petrol yatırımına ortak olmak kolay verilecek bir karar değil. Karamehmet bu kararı almış ve şimdi de üstlendiği riskin meyvelarını toplamak üzere. Grubun fizibilitelerine göre 20 yıllık sürede petrol işinden 15 milyar dolar net kazanç elde edebilecekler. Varlığım Türk devletine armağan olsunMEHMET Emin Karamehmet’e TMSF ile yaptığı son protokolü de hatırlattım ve “Doğrusu ben sizden daha düşük bir rakam beklerdim. 550 milyon doları 398 milyon dolara indirebildiniz, biraz şaşırdım” diyerek lafa girdim. Açıkçası bu konuda çok fazla yorum yapmasını beklemiyordum. İsterseniz önce konuyu açayım ve bilmeyenler için bir hatırlatma yapayım. TMSF yönetimi, yaptığı incelemelerde İnterbank’ın satış sürecinde bir dizi ilginç olay yaşandığını belgelemişti. Tespitlere göre göre banka Mehmet Emin Karamehmet’in yönetimindeyken Cavit Çağlar’ın kurdurduğu şirketlere 250 milyon dolar kredi kullandırdı. Çağlar’ın çaycı, odacı, şoför gibi malvarlığı bulunmayan kişilere kurdurduğu bu şirketler, İnterbank Genel Müdürlüğü’nün Zincirlikuyu’daki genel müdürlük binasının arkasındaki Kasap Sokak’ta bulunuyordu. İki grup arasındak ’back to back’ adı verilen operasyona göre bu 250 milyon dolarlık kredi el altından Çukurova’ya aktarıldı. Ardından Karamehmet, İnterbank’ı Çağlar’a sattı. Çukurova’ya aktarılan kredi de iki taraf arasındaki anlaşma gereği ödenmedi ve banka kaynakları bir anlamda hortumlandı. İşte bu operasyonu tespit eden TMSF yönetimi Çukurova Grubu’na 250 milyon dolar borç çıkardı. Olay 12 yıl önce yaşandığı için faizi ile birlikte fatura kabardı. TMSF’nin ilk telaffuz ettiği borç 800 milyon doları buluyordu. Sonra yapılan hesaplamada 550 milyon dolar rakamına ulaşıldı. TMSF ile Çukurova grubu yaklaşık 1 yıldır bu borçla ilgili pazarlık halindeydi. Protokolün, grup şirketlerinde hacizlerin başlamasının arifesinde yapıldığı anlaşılmıştı.Anladım ki sorumla yarasına basmışım. Verdiği cevap oldukça sertti:“TMSF konuyu kendi bakış açısı ile yanlış değerlendirdi. Benim bir borcum olmadığı halde bize borç çıkardı. Velev ki borcum var. Borcumu hesaplarken bile adil olmadı, kendini bağlayan yasalara uymadı. Kanun der ki, borç varsa önce Türk Lirası olarak tespit edilir, ardından da faiz işletilir. Ancak onlar ne yaptılar. TL’ye çevirmediler, dolar bazında bir de üstüne fahiş faiz eklediler. Diyeceksiniz ki neden imzaladınız?. Bunu imzalamasak mallarımıza el koyacaklardı. Bizi tehdit ettiler. Türkiye’de bu şartlarda tehdit altında mecburen imza atıyorsunuz. Ancak bu uygulamaların ne kadar zalimce olduğu belki 20 yıl sonra anlaşılacak ve tartışılacak. Nasıl ki bugün artık 12 Eylül’ü, Kenan Evren’i tartışıyoruz, belki bir 20 yıl sonra da TMSF’nin zalimliklerini tartışabileceğiz.Fakat bu arada bu tür uygulamalarla Türk yatırımcıları zorla yurtdışına itiyorlar. Sindiriyorlar korkutuyorlar. Artık yapacak birşey yok. İmzaladık, ödeyeceğiz. Ne diyelim varlığımız Türk devletine armağan olsun.” Sonra aynı zalimliğin bir benzerinin Maliye tarafından yapıldığını söyledi. Karamehmet, “Maliye ekipleri de bir şirkete incelemeye gidiyorsa, illa ki birşey bulacak demektir. Çünkü ona ’Bul’diye talimat verilmiştir. Haklı ya da haksız mutlaka birşey bulmak zorundadır. Türkiye’de son dönemde bu da çok sık görülüyor” diye ekledi. Turkcell mevcut yapısı ile gittiği yere kadar gidecek MEHMET Emin Karamehmet ile sohbet ederken konu tabii ki Turkcell’e de geldi. “Rus ortağınızla ihtilaflı bir durumunuz var. TeliaSonera tetikte bekliyor. Ama bugün ama yarın Turkcell’de farklı bir hissedarlık yapısı sanki ister istemez şekillenmek zorunda kalacak gibi görünüyor. Mesela 1 yıl sonra, Turkcell’de hakim hissedar kim olur, sizin öngörünüz ne” diye sordum.Verdiği yanıt yine ilginçti: “Turkcell’de artık hisse oranları çok kritik seviyelerde. Dengelerle daha fazla oynamak mevcut statüyü koruyarak zor. Ancak Turkcell bu haliyle gittiği yere kadar gidecek. Zira Turkcell’in bir Türk şirketi olarak kalması lazım. Burada çok sakin olmak lazım. Biz de sakinliğimizi koruyacağız.”Karamehmet, ihtilaflı olduğu Rus ortağının, gittiği hemen her yerde ihtilaf yaşadığına da dikkat çekti. Karamehmet, Amerikan SPK’sı SEC’in Turkcell’in Rus ortağı Alfa için çok ciddi bir insider trading soruşturması yaptığını, Ruslar’ın ABD’de ciddi bir ceza yemek üzere olduğunu da hatırlattı. Turkcell’de Ruslar’ın İskandinavlar’a ya da İskandinavlar’ın Ruslar’a hisse satarak dengeleri değiştirme riski olup olmadığını sorduğumda ise Karamehmet çok rahat bir yanıt verdi ve iki toplum arasındaki bazı tarihsel içgüdülerin böyle bir anlaşmayı mümkün kılamayacağını iddia etti. Çiftliklerinden petrol çıkınca nasıl üzüldü?Malum Erbil’deyiz ve ağırlıklı konu petrol. Karamehmet de petrolle ilgili bir anısını anlattı. Yıl 1970. Mehmet Emin Karamehmet’in babası bir iş için çiftlikten ayrılıyor. Ayrılırken de Mehmet Emin’e “İki darıya sahip çık” diye tembih ediyor. O zaman tarlada ağırlıklı olarak pamuk ekili. Derken arazide görev yapan çalışanlardan biri heyecanla Mehmet Emin Bey’in yanına geliyor ve “Tarladan petrol çıktı. Bir koku bir koku sormayın” diyor. Karamehmet tarladan petrol çıkmasına sevinmediği gibi tam tersine paniğe kapılıyor. “Eyvah pamuk tarlalarımız elden gidiyor” diye düşünüyor. Çünkü hakikaten tarlada petrol varsa devlet gelip el koyacak. Sızıntının olduğu yere gidiyorlar, küçük bir araştırmadan sonra petrolün kaynağının babası tarafından kurulan akaryakıt deposu olduğunu görüyorlar ve rahatlıyorlar. Mehmet Sepil, bu hikayeden sonra “Mehmet Bey o zaman pamuğu petrole tercih etmiş” diyerek konuya biraz espri katıyor.