Tutuklu milletvekilleri için bir umut doğdu.Yakında serbest bırakılabilirler.Hatta bu seçildikleri 12 Haziran’ın yıldönümünde olabilir.Bir tür hediye gibi.Nereden çıkarıyorum bunu? Ben çıkarmıyorum, zaten herkes farkında bu durumun.Değişen şu: Başbakan Erdoğan ilk defa bu konuda konuştu.Üstelik olumlu konuştu.Gerçi biraz kafa bulur gibiydi sözleri. “Durun bakalım” dedi, “Önce bu tutuklu milletvekillerinin hangi partiden olduğunu bir öğrenelim, sonra bu partilerin yetkilileri ne öneriyor onu bir görelim” diye ekledi.Tahminim Tayyip Bey’in artık insafa geldiği ve tutuklu milletvekillerini hapisten çıkaracağı yönünde.İlk günden beri yazıyorum ve televizyonlarda söylüyorum: “Tutuklu milletvekilleri ancak Başbakan Erdoğan isterse hapisten çıkar.”O istemezse hapisten çıkamazlar.Nitekim bugüne kadar istemediği için tutuklu milletvekillerinin tutukluluk hali devam ediyor.Kimse kendini kandırmasın, “bu yargın kararıdır” demesin. “Görünen köy kılavuz istemez” atasözümüzü biliyoruz, bu da aynı durum.Tutuklu milletvekilleri konusunda Cumhurbaşkanı çok üzüntülü.Meclis Başkanı üzüntülü.Ana muhalefet lideri, diğer muhalefet parti liderleri üzüntülü, üstelik öfkeli.Sivil toplum kuruluşları üzüntülü.İş dünyası üzüntülü.Sendikalar üzüntülü.Yandaşlar bile hiç olmazsa üzüntülü gibi görünüyor.Bütün bunların üstüne bir de Türkiye Büyük Millet Meclisi “demokrasi için” ortak bir irade koydu, “Tutuklu milletvekilleri görevlerine gelmelidir” dedi.Bir tek Başbakan Erdoğan ne üzüntü belirtti ne de konuştu bugüne kadar.Ve davalara bakan hakimler bütün konuşan ve üzüntülerini dile getirenleri değil, hiç üzülmeyen ve konuşmayan Başbakan’ı dinledi.Şimdi kalkıp “yargı kendisi karar vermiştir” demek akılla ve mantıkla bağdaşır mı?Bu nedenle Başbakan’ın son sözleri çok önemlidir.Şimdi demokrasi oyunu gereği yasada “küçük bir değişiklik” yapılır. 12 Haziran günü de tutuklu milletvekilleri muhtemelen özgürlüklerine kavuşur.Doğru düzgün gazeteciler haberi “demokrasi kazandı” diye duyururlar okurlarına.Yandaşların ise demokrasiyle ilgileri olmadığı için özgür kalan milletvekillerinin 12 aylık maşlarını topluca alacağına dikkat çekip, “Bir günde zengin oldular” başlıklarıyla yayınlarlar.*****Gani Yıldız’danHollanda Başbakanı, Cumhurbaşkanı Gül’le Meclis’teki görüşmesine bisikletle gelmiş. Allah bilir kask takmadığı için bir de ceza yemiştir.***Devletin 57 üniversitesinde 26 bin 616 akademik kadro açığı varmış. Ortalıkta bu kadar çok “hoca” varken açığa çözüm bulunamaması enteresan.***TBMM’ye “Alman Modeli” geliyormuş; kürsü, Almanya Federal Meclisi’ndeki gibi alçalıp yükselebilecekmiş. Meclis’in “alçalan itibarını yükseltecek bir sistem” bulunmadığı sürece kürsü hareketli olsa kaç yazar.***Ayranın standardını artık Türkiye belirleyecekmiş. Ayranımız yok içmeye ama gururla gideriz olmayan ayranımızın standardını belirlemeye.***Vatandaş, bir politikacıya sevgisini takla atarak değil, oy atarak gösterir. Peki vatandaş hiç mi takla atıp oynamaz? Tabi ki takla atıp oynar; kendisinden takla atmasını isteyen politikacı koltuğu bıraktığında mutluluktan coşar.***Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, “Vatandaştan yersiz alınan vergi faiziyle ödenecek” demiş. Kimse merak etmesin, “yersiz vergi”ye bir süre sonra “yer bulunur” ve o para vatandaşın cebinden yine çıkar.***Süresi 1000 yıl olarak öngörülen 28 Şubat süreci 15 yılda bitti. Şimdi aktörlerinden intikam alma ya da onlarla yüzleşme zamanı. Umarız yapılan her neyse 1000 yıl da sürmez, 15 yıl da!*****İşte bu pazarın fıkralarıYıldırım Tuna’dan yine bir dolu fıkra geldi. Hepinize keyifli ve neşeli bir pazar günü dilerim.Cinayet soruşturmasıCinayet davasında genç savcı, yaşlı ve tecrübeli adli tıp doktorunu jürinin önünde sıkıştırmaya çalışıyormuş..- Maktule “Ölmüştür” raporu vermeden önce nabzını kontrol ettiniz mi?- Hayır?- Kalbini dinlediniz mi?- Hayır..- Pekii, nefes alıp verdiğine baktınız mı?- Yoo..- İnanmıyorum.. Yahu inanamıyorum ya? Yani ölüm raporunu adamın öldüğünden emin olmadan mı verdiniz?“Bakın olayı sizin anlayabileceğiniz bir şekilde izah edeyim” demiş adli tabip dişlerini sıkarak: “Dediklerinizi yapmadım çünkü adamın beyni önümdeki kavanozda duruyordu. Ama şu anda anlıyorum ki meğer adam ölmemiş gidip bir yerlerde hukuk fakültesini bitirmiş ve karşıma gelmiş.”Nefesi kokuyor- Bizden önceki iktidarlarda insanların açlıktan nefesi kokardıÖ Ama şimdi işler değişti değil mi?- Evet, şimdi benzin ve mazot da kokuyorlar efendim. Siz sürekli akaryakıta zam yapıp duruyorsunuz ya, akrabalar, arkadaşlar aralarında birbirlerinin depolarına hortum sokup ‘sifon yaparak’ yardımlaşıyorlar, milletin ciğerleri, ağzı, burnu benzin ve mazot doldu. O açlıkla karışık koku oradan geliyor efendim..Acil tahliyeÇalışma Bakanlığı’ndan bir müfettiş gelip fabrikamızın personeline yangın veya benzeri bir afette binayı çok hızlı bir şekilde boşaltması için ‘acil tahliye eğitimi’ verip vermediğimizi sordu, “Kolay boşaltılabilir mi burası?” dedi. “Eğitime gerek yok, hepsi doğuştan hazırlıklı” dedim, “Mesaimiz 18.00’de sona eriyor. Mesai bitim zili çalar çalmaz 30 saniye içinde bu binada bir Allah’ın kulunu bulabilirseniz aşk olsun..”Her nefesteBanliyö treninde gazetede dünyadaki ölüm istatistikleriyle ilgili ilginç bir makale okuyan yaşlı kadın heyecanla tam yanında oturan adama dönüp, “Biliyor musunuz? Her nefes alışverişimde bir insan ölüyor” demiş. “Hadi ya?” diye cevap vermiş adam korkuyla ve biraz sağa kayıp uzaklaşarak, “Mentolle, karbonatla gargara yapmayı falan deneseniz?”Biraz yavaşAdam iki eliyle oturduğu koltuğa yapışıp, “Karıcığım neden bu kadar süratli araba kullanıyorsun anlayamadım” demiş titreyerek.“Hayatım..” diye cevap vermiş karısı sinirlenip, “Frenler hiç tutmuyor, kaza yapmadan bir an önce hızla eve varmaya uğraşıyoruz işte!”Gümüşler- Aşkım.. Amcanın gönderdiği çatal bıçak takımı gerçekten güzel, ama gümüş değil..- Aa? Sen gümüşü tanımazsın ki?- Tamam da, amcanı çok iyi tanıyorum hayatım!
Çarşamba günü İstanbul adeta bir tufan yaşadı biliyorsunuz. Birden patlayan ve 121 kilometre hızla esen fırtına 7-8 dakika sürdü. Ama koca kenti altüst etmeye yetti.Sadece İstanbul değil, Orta Anadolu’ya kadar her yer bu ani fırtınadan nasibini aldı.Hemen söylemeliyim ki, bu doğal afetin sonuçları, başka olaylarda olduğu gibi “neden önlem alınmadı” diye eleştirilemez.Ama 7-8 dakikalık fırtınanın verdiği hasarın bir uyarı olduğunu ve aklımıza gelmeyen önlemlerin alınması gerektiğini ortaya çıkarır.O fırtına patlayana kadar İstanbul’da bu kadar çok oluklu sacdan çatı kaplaması olduğunu, en azından ben bilmiyordum.Ne zaman ki havada çok sayıda sac çatı kaplaması uçuşmaya başladı, o zaman anladım.O halde bu tür çatı kaplamaları konusunda bir önlem alınmalı. Ya bu tür kaplamalar yasaklanmalı ya da fırtınaya, ağırlığa ve basınca dayanmaları için alınacak güvenlik önlemleri tekrar gözden geçirilmeli.Elbette bu tür çatı kaplamaları genellikle geçici olarak inşa edilen, teras, kışlık bahçe, istendiğinde açılabilir hale gelen lokanta, cafe bahçeleri gibi yerlerde kullanılıyor.Ama belli ki daha ucuza mal olduğu için bazı binaların çatıları da böyle yapılmış.Bir fırtına bunların çoğunu yerinden koparıp uçuşturmadığı için fark etmiyorduk herhalde.Bu fırtına bize birinci kat ve daha üstte olanların duvarlarında, balkonlarında asılı olan tabelaların da sık sık kontrol edilmesi gerektiğini hatırlattı. Belediyeler kendi alanlarında bu tür bir genelge yayınlayarak herkesin kendi binasındaki tabela, reklam panosu, hatta dışarıya monte edilen klima gibi cihazların yerlerinde sağlam durup durmadığını belli aralıklarla kontrol etmesini sağlamalı.Ev sahipleri de balkonlarında tuttukları her türlü eşyanın yerinde sağlam durup durmadığı denetlemeli. Bu aynı zamanda vatandaş olma sorumluluğudur. Balkonunuza eğreti biçimde koyduğunuz herhangi bir eşya bu tür bir fırtınada uçup birisinin üzerine düşebilir.Ayrıca balkonunuzdan bu şekilde düşen bir ağırlık herhangi birini yaralarsa, suçlu duruma düşmenizin de ötesinde duyacağınız vicdan azabını düşünmek gerek.Belediyelere düşen bir sorumluluk da, bölgelerindeki ağaçların durumunun denetlenmesidir. O fırtınada yüzlerce ağaç devrildi, belki binlerce ağaçtan kopan dallar tehlike yarattı. Hayli yaşlı, dalları sarkmış ağaçlar saptanmalı ve zaman yitirmeden budama yapılmalıdır.Kendi bahçelerinde ağaçları olanlar da fırtınada kopma, kırılma tehlikesi olan ağaçlarına dikkat etmeli.Bu tür bir doğa olayı başımıza sık gelebilir mi?Muhtemelen hayır. Örneğin ben 50 yaşın üzerindeyim, İstanbul’da bugüne kadar daha büyüğüne hiç rastlamadım.Ama zaten bunlar hayatınızda belki bir kere olur. İşte o bir gün için önlem almanın kimseye zararı olmaz.*****Yurtiçi Kargo benimle temasa geçtiGeçen hafta içinde bir okurumun sorusunu ve yakınmasını sizlerle paylaşmıştım. Okurum kendisine gelen bir kargo paketini almak için hüviyetini gösterdiğini ancak görevlinin “TC kimlik numaranızı da verin” ısrarına karşı “Buna mecbur değilim” dediğini, bunun üzerine görevlinin koliyi bırakmadan gittiğini yazmıştım.Okurum daha sonra ilgili kargo şirketini aradığını ancak kendisine olumsuz cevap verildiğini de anlatmıştı.Yazıda sözü geçen kargo şirketi Yurtiçi Kargo idi.Perşembe günü Yurtiçi Kargo’nun halkla ilişkilerini düzenleyen şirketten ilginç bir açıklama aldım.Şöyle başlıyordu; “Sayın Can Ataklı, Vatan Gazetesi’nde 18 Nisan 2012 Çarşamba günü kaleme almış olduğunuz ‘Kimlik numarası her isteyene verilmeli mi?’ başlıklı yazınıza cevaben sizinle temasa geçmiş bulunmaktayız.”Benimle “temasa geçen” şirket “kimlik numarası uygulaması, 11. 06. 2009 tarih ve 27255 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan Karayolu Taşıma Yönetmeliği’nin tüm kargo şirketlerine yüklemiş olduğu kanuni bir zorunluluktur” diyor.Bu yönetmeliğe göre göndericinin, kendi adres ve kimlik bilgilerini tam ve doğru olarak kargo şirketine bildirmek, kargo şirketlerinin de gönderiyi teslim ederken alıcının kimlik bilgilerini almak ve kaydetmekle yükümlü olduğu belirtiliyor.Buraya kadar tamam. Ancak “kimlik bilgisi” almak ille de TC numarasının istenmesi anlamına gelmez. Sanıyorum bazı şirketler kimlik bilgisi alınması maddesini biraz gayretkeşlikle yorumlamış.Onun da ötesinde bu şirketin alıcıya karşı davranışının asla onaylanamayacağını belirtmek isterim.*****Flaşörleri yakmak size hak sağlamazTrafik konusunda “ilgili birimleri” şiddetle eleştiriyorum. Ama elbette sürücüler olarak bizlerin de çok hatası olduğunu kabul etmek gerek. Birkaç yazıda da biz sürücülerin hatalarını yazmak istiyorum.Örneğin, pek çok kişiyi “sinir eden” uygulamalardan biri, “geçişi önleyecek biçimde” durup flaşörlerini yakmak.Belli ki sürücünün birkaç dakikalık işi var. Yakıyor flaşörlerini, aracını bırakıp fırlıyor dışarı. O sırada trafik bir şerit küçülüyor, arkada kuyruklar oluşuyor.Sürücü geldiğinde “Kardeşim ne yapıyorsunuz?” derseniz alacağınız cevap “Ne var yani, iki dakika durduk, görmüyor musun flaşörler yanıyor” şeklinde oluyor.Flaşör yakınca trafiği engellemiyor değilsiniz, ayrıca flaşör yakmak kimseye özel bir hak kazandırmaz.Flaşör “tehlikeli bir durum” olduğunun işaretidir. Ya araç bozulmuştur ya arkadan gelenin göremeyeceği bir tehlike vardır, bunun için yakılır.Ama bizde flaşör yakmak “Şimdi geliyorum” anlamı taşıyor.Buna hiçbirimizin hakkı yok.*****Tatlısu yerine tatlı rant mı?Fırtınalı günde yaşadıklarımı anlatmıştım ya, işte o gün meğer bir okurum tam benim Küplüce’den geçtiğim sırada bana bir şikâyet mesajı atıyormuş. Ertesi gün benim yazımı okuyunca bir mesaj daha atmış “Ne garip, tam da siz bizim evin oradan geçerken yazıyormuşum meğer” diyor.Şikâyeti şu; Küplüceli gençlerin kullandığı bir futbol sahası var. Bu sahanın etrafı çevrili ve kamyonlar hafriyat toprağı taşıyor. Belli ki günün modası “rezidanslardan” biri arzı endam edecek yakında.Okurum diyor ki “2002 yılında Küplüce Kulübü olarak o sahaya bir soyunma odası ve müştemilat yapmak istedik. Ancak o sırada DSİ Genel Müdürü olan şimdiki Bakan Veysel Eroğlu, arazinin altından tatlı su kanalı geçtiğini belirtti ve portatif inşaat yapmamıza bile izin vermedi.”O tarihte “su kaynağı” olarak kayda geçen arazinin şimdi kazılması ve üzerine dev bloklar yapılacak olması çok tuhaf değil mi?Tatlı suyun yerini acaba tatlı rant mı alıyor?
İstanbul korkunç bir gün geçirdi. Eğer kimse ölmediyse bu Allah’ın bir lütfudur. Ben de bu korkunç günde, çatıların uçtuğu, ağaçların devrildiği bir sokakta buldum kendimi.O yola bir iki dakika önce girmiş olsaydım, büyük bir tehlike ile karşı karşıya kalacaktım. Kim bilir belki de bu yazıyı bile yazamıyor olacaktım.Birkaç dakika süren o müthiş fırtına sırasında Çamlıca tepesinin altından Küplüce yoluna girmiştim.Öğle üzeri bir randevu için yola çıkarken arabamdaki dış ısı göstergesi 24’ü gösteriyordu. İşim bitip dönerken sıcaklık 28’e çıkmıştı.Kendi kendime “Bu hayra alamet değil, bu tarihte 28 derece sıcaklık normal değil, hava da puslu, bunun arkası herhalde çok şiddetli bir yağış” diye söylendim.Sonra birden ortalığı bir tozu bulutu sardı. Arabam sarsıldı, frene basıp yavaşladım.Her şey uçuşmaya başladı. Küplüce yoluna girdiğimde birden yolun iki yakasındaki ağaçların neredeyse yere kadar eğilmeye başladıklarını gördüm.Birkaç dal koptu, uçuştu, biri bagaj kapısına çarptı.Aynadan geriye baktığımda hayli büyük bir dalın yere yapıştığını gördüm.Az ilerde daha yoğun evlerin bulunduğu daralan yola girdiğimde ise manzara felaketti.Bir inşaatın iskelesi yıkılmış, sacdan yapılma portatif bir çatı kaplaması boylu boyunca cadde üzerinde yatıyordu. O sırada yine bir çatıdan kopan sac parça 50 metre kadar önüme uçarak kondu.Dehşet içinde havada uçuşan kaplamaların birilerine çarpıp çarpmadığına bakmaya çalışıyorum.Çok şükür ne devrilen iskele de uçuşan kaplamalar da kimseye çarpmamıştı.Evimin yakınındaki sokaklarda ise sanki ağaçlara budama yapılmış da, dallar ortalığa bırakılmış gibiydi.Henüz fidan halindeki yemyeşil dallar adeta ağlayarak etrafa saçılmıştı.Derken tepeden İstanbul Boğazı’nı gördüm. Denizi bugüne kadar hiç böyle görmemiştim. Azmış kabarmış, bembeyaz olmuştu.Marmara açıklarında bu manzaraya tanık olmuştum ama Boğaz sularının bu kadar kabardığını hiç görmemiştim.Eve geldiğimde, hemen televizyonu açtım. Fırtına haberleri televizyon merkezlerine henüz gelmeye başlamıştı. Giderek yaşanan, daha da doğrusu kenarından geçilen facianın görüntüleri akmaya başladı.Yüreğim ağzımda haberleri izlemeye başladım. Her yer altüst olmuştu. Köprüler bile kapatılmıştı. Tek tesellimiz hiç can kaybı olmaması, yaralı sayısının ise az olmasıydı.Heyecanlı bir gündü. İçimden yaşadıklarımı anlatmaktan başka bir şey gelmedi.*****Garnizona herkes alışmış meğerseÜniversitelerin garnizona döndüğünü yazmıştım iki gün önce. Özgür ve özerk olması gereken üniversitelerin garnizonları andıran bir güvenlik çemberi içinde olmasını, üniversite kavramına yakıştıramadığımı belirtmiştim.Yanılmışım. Meğer herkes pek memnunmuş bu durumdan.Örneğin Gaziantep’den yazan bir profesör “Keşke daha fazla güvenlik olsaydı, o doktorumuzu kaybetmezdik” derken, bir başkası “Kampüs çok büyük, yürürken korkuyoruz, güvenlik olmalı” diyor.Elbette kastım üniversitelerin güvenliksiz olması değil.Ben yöntemleri eleştirdim. Üniversite girişlerinin Genelkurmay gibi olmasını özgür eğitime darbe gibi değerlendirmiştim.Oysa bizzat öğretim üyeleri ve öğrenciler bu garnizon sistemine çok alışmış ve durumu benimsemiş.Üniversitelerin özerk olduğu dönemleri hiç hatırlamayanlar ise bunu zaten normal karşılıyor.Bu bir çelişki gibi görülebilir ama hayır, öyle değil.Günümüz demokrasi anlayışı bu hâle geldi.İktidarlar demokrasinin içini boşalttılar. Güvenlik kaygılarını öne çıkardılar. Böylelikle insanlar demokrasiyi ve özgürlükleri sadece kendi işlerine geldiği anlamda ya da toplum içinde kendilerine zarar vermeyecek söylemler sınırında belirtir hale getirildi.Sonuç: Yüz binlerce üniversite mensubu bulundukları kurumun bir özgürlük ve demokrasi abidesi olduğu gerçeğinin farkında bile değil.*****Türkiye’nin C planıVatan’ın internet sitesinde dünkü haberlerine yapılmış bir yorumu okuyunca hem çok güldüm hem de bana çok ironik geldi.Şöyle diyor; “Türkiye’nin hiç C planı olmadı. Bugüne kadar planlar hep A B D olarak hazırlandı.”*****Servis terörüne selamİstanbul’da büyük plazaların, iş merkezlerinin bulunduğu yerlerden geçenler bilir, akşamüstü olduğunda trafik tam bir keşmekeşe döner.Çünkü bu plaza ve iş merkezlerinde çalışan binlerce kişi evlerine gitmek için servislere binmektedir.Toplu ulaşımın hâlâ Orta Çağ döneminde olduğu İstanbul’da elbette insanlar işlerine gidebilmek için kendilerince en elverişli araçları kullanacaklardır.Ancak bu masum kullanımın bir de başka yüz binlerce insana verdiği eziyet var.Servis araçları iş dağılımdan yarım saat önce ana caddeler üzerinde yerlerini almaya başlıyorlar. Tabii araç sayısı çok, yer ise kısıtlı olduğu için önce tek sıra olan park iki sıraya, hatta bazı yerlerde üç sıraya çıkıyor.Örneğin Gayrettepe’de, Maslak’ta, Levent’te, Balmumcu’da bu manzarayı her gün görürsünüz.Trafik polisleri ise servis saati yaklaşırken ortaya çıkarlar ve servis araçlarına yer açabilmek için trafiği hiç engellemeyen araçları kaldırmaya başlarlar.Servis bir ihtiyaçtır ama bu işin düzenlenmesi için İstanbul’un bir sahibinin olması gerekir. Oysa artık hepimiz biliyoruz ki İstanbul’un bir sahibi yok.Sahibi olarak geçinenler çaresizlik için günü kurtarmaya çalışıyorlar.Servis araçlarını sevk ve idare edemedikleri için sanki bu sorun yokmuş gibi davranarak her akşam İstanbul’un felç olmasına göz yumuyorlar.İstanbul’un sahibi yok ama bir dirayetli adam bile ortaya çıkıp sorunu çözebilir.Örneğin Şişli Belediye Başkanı oturduğu makam odasından aşağıya baksa ne demek istediğimi anlayacaktır. “Benim sorumluluk alanım değil” diyebilir, ama müdahale etme gücü vardır. En azından gündeme getirerek Büyükşehir Belediyesi ile Emniyet’i ortak çalışmaya ikna edebilir.İstanbul’un trafik sorununu hiç olmazsa azıcık rahatlatmak için biraz akıl, biraz izan, biraz kararlılık yeter.NOT: Toplu ulaşımda Orta Çağ dönemi tanımım üzerine “metroyu, metrobüsü, tramvayı görmüyor musun” diyenler olabilir. Ama onlar gerçek anlamda toplu taşıma aracı değil. Hepsi tek hat üzerinde. Bu hatlarda oturanlar için elverişli ama toplu taşıt değil bunlar.
Uludere faciasının üzerinden tam üç buçuk ay geçti.Ancak bir arpa boyu yol bile alınamadı.Ne savcılık soruşturması, ne Meclis’in araştırma komisyonu olayın gerçeğini ortaya çıkarmaya yetiyor.Çünkü aslında çok iyi bilinen bir gerçek açıklanmıyor.Oysa sorular çok basitti. Tekrarlayayım:Sınırdan sızma olacağı ihbarı kimden alındı?Bu ihbar nerede değerlendirildi?İhbarın doğruluğuna nasıl inanıldı?Vur emrini kim verdi?Saf saf bu soruları soruyoruz, ama cevap gelmiyor. Bizse geleceğini sanıyoruz. Milletvekilleri de, ki aralarında AKP’liler de var, bir cevap alamıyorlar.Asla da alamayacaklar.Nedeni çok basit; çünkü açıklanması çok ciddi hukuki bir sonuca yol açacaktır. Ve bu hukuki sonucun kimi nasıl vuracağı da o kadar sır değil.Uludere’de olan nedir?Bir ihbar gelmiştir. Buna göre sınırdan kaçakçı kılığına girmiş üst düzey bir PKK lideri ile eylem yapmak için hazırlanmış, silahlı bir grup geçiş yapacaktır.Alınan karar ise şudur; kara birlikleri geri çekilmiş, sınırdan giriş yapanların yeri insansız hava araçları ile belirlenmiş ve savaş uçaklarına bunun koordinatları verilmiştir.Jetler belirlenen koordinatları vurmuştur.Şimdi gelelim hukuki soruna:Jetlere kalkış emri verildiğinde belirtilen koordinatlarda “insan olduğu” biliniyordu.Demek ki bombalama emri direk insanlara yönelik olarak verilmiştir.Yani bu emir aynı zamanda “ölüm” emridir.Türkiye’de idam cezası yok.Olsa bile yargı dışında “ölüm cezası kararı” alabilecek hiçbir merci yok.Ancak yargı karar verdikten sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından da onaylanması gerekiyordu.Bu durumda, devlet yönetimindeki hangi makam “emri ben verdim” derse desin, bu karar sonuçta “ölüm emri” niteliğindedir ve suçtur.Bu bombalamayı terörle mücadele kapsamında ele alamayız. Terörle mücadele kapsamında pek çok insan öldürülmüştür elbette, ama bu farklıdır.Diğer olaylarda güvenlik kuvvetleri ya pusuya düşürülmüşlerdir ya da çatışma çıkmıştır. Silahlı bir çatışmada ölümler olması kaçınılmazdır.Ancak burada çatışma yoktur. Üzerinde sadece insan olduğu bilinen bir nokta bombalanmıştır.Bu yazdıklarım askeri olarak da hukuki olarak da bilinmeyen bir şey değil.Silahlı Kuvvetler tamamen insan öldürmeye yönelik bir operasyon yapar mı? Yaparsa bunun kararını kendisi mi alır yoksa mutlaka siyasi bir talimat da bekler mi?Uludere’de insan kalabalığı olan bir nokta bombalanmadan önce, konunun siyasi muhataplarına haber verilmiş ve izin alınmış mıdır?Meclis Araştırma Komisyonu bunu sormak zorundadır.Yoksa savcılarla bu işi çözmek mümkün olamaz.*****Kimlik numarası her isteyene verilmeli mi?Çeşitli kurum ve kuruluşlarda işi olan vatandaşlardan “Bizden işlem yapmak için TC kimlik numaramız isteniyor, buna hakları var mı?” soruları alıyorum.Elbette kimlik numarasının gerekli olduğu durumlar vardır ama, olur olmaz her işlem için kimlik numarası verme zorunluluğu yok.Ayrıca kimlik numarası kullanılarak yapılan bazı dolandırıcılık haberleri de vatandaşı tedirgin ediyor.Bugün bir okurumun şikâyetini paylaşmak istiyorum. Adı bende saklı okuruma bir kargo geliyor. Yurtiçi Kargo’nun, yine adı bende saklı, şubesinden gelen görevli paketi teslim etmek için önce hüviyet istiyor sonra da “Kimlik numarasını verin” diyor.Okurum “Hüviyetimi gösterdikten sonra kimlik numaramı neden istediğini sordum. Kuralın söyle olduğunu söyledi. Ben de kimlik numaramı her isteyene veremeyeceğimi söyledim. Bunun üzerine koliyi teslim etmeden çekip gitti” diyor.Okurum daha sonra Yurtiçi Kargo’nun ilgili şubesini aramış, “Bizde böyle, istemiyorsan kolini geri göndeririz” cevabını almış. Daha sonra da telefonlar hep yüzüne kapanmış.Kimlik numarasının kullanılma alanlarının belirlenmesi ve bunun halka duyurulması gerek herhalde. Yoksa herkes canının istediği şekilde kimlik numarası sorabiliyor mu?*****Cemil Topuzlu’nun rıhtımından başka rıhtım mı yok!İstanbul Boğazı’ndaki halka açık en güzel parklardan biri Kuruçeşme’deki Cemil Topuzlu Parkı’dır.İçinde sadece bir lokanta olan park uzun yürüme alanı, yemyeşil çimleri ve birbirinden güzel ağaç ve çiçekleriyle eşsiz bir dinlenme alanı.Ancak gelin görün ki, bu parka gittiğinizde burnunuzun ucundaki denizi göremiyorsunuz.Çünkü park halkın ama beton olan sahil liman gibi kullanılıyormuş.108 metre boyundaki Savarona’yı oraya bağlamışlar. Onunla da yetinmemişler bazı “lüks gezinti-lokanta tekneleri” de oraya bağlanmış.Parka giriyorsunuz, bir banka oturup denizi ve karşı sahili seyretmek istiyorsunuz, mümkün değil.Bu durumda oraya park yapmanın bir anlamı yok ki. Savarona’yı veya diğer lüks tekneleri bağlayacak yer mi yok da, on binlerce kişinin yarım saatlik keyfinin canına okunuyor?O liman denilen yere kim karışıyorsa, halkın önüne Boğaz’ı kapatan bir set çekme kararını gözden geçirmeli.Olmuyorsa, bir Şehircilik Bakanımız var. Şehircilik herhalde sadece bina yapmak değil. Halkın bir parça mutlu olabildiği yerleri korumak da onun görevidir. Sayın Bakan’a duyurulur.*****Atatürk’e benzerliğiyle tanınan sinema sanatçısı ilköğretim okullarını gezmiş, öğrenciler heyecanla “Ata’ya” sarılmış. Hayret, gösterilen bu kadar çabaya rağmen, “Bu amca kim?” diye sormamışlar! (Gani Yıldız)*****En çok şikâyet Şişli ve Beyoğlu’ndanMafya yöntemlerinin uygulandığı ve emniyete büyük rant kapısı haline gelen araç çekme konusunda şikâyetlerin ardı arkası kesilmiyor.Gözlediğim kadarıyla en büyük vurgun Şişli ve Beyoğlu ilçelerinde yapılıyor.Şişli Emniyeti kurduğu bir vakıf üzerinden günün 24 saati araç çekiyor. Üstelik araç çekmelerin hiçbiri ana arterler üzerinde yapılmıyor. Ara sokaklarda trafiği asla engellemeyen araçlar gecenin üçünde bile çekiliyor.Örneğin Ortaklar Caddesi’nde oturan okurlarım “Gece yarısından sonra gürültü ile uyanıyoruz. Bir bakıyoruz ki evlerimizin önündeki araçlar çekiliyor. Polis terör estiriyor” diyorlar.Beyoğlu bölgesinde de neredeyse günün her saati araç çekiliyor. Ama örneğin Tarlabaşı Caddesinde çift sıra park eden araçlara ise hiç dokunulmuyor. Çünkü bu araçlar çevredeki bar, lokanta ve eğlence yerlerine gelenlerin “vale” adındaki bir başka tür mafyavari örgütlere teslim edilen araçlar.
Lafa gelince AKP iktidarının büyük demokratik adımlar attığını, ülkeye özgürlük ve demokrasi geldiğini söylüyorlar.Hele en revaçta olan laf “askeri vesayet bitti artık.”Peki zihniyet? Oradaki vesayet bitti mi? Ya da bitmesi olanaklı mı?Tam tersine, laf olarak ne kadar demokratikleşiyorsak, uygulamalar o kadar geriye gidiyor.Güya vesayet yok, buna karşı garnizon zihniyeti neredeyse tüm sivil hayatımızı esir aldı.Bugün bunlardan sadece üniversitelerin durumunu ele almak istiyorum.Üniversitelere yolunuz düşüyor mu?Ben zaman zaman toplantılar, paneller ya da öğrenci sohbetleri için çeşitli üniversitelere gidiyorum.İnanın bir üniversiteye mi giriyorum yoksa bir garnizon kapısında mıyım, çoğu kez anlamıyorum.Hele özel üniversiteler.Hepsi birer genelkurmay başkanlığı sanki.Binaların etrafında genellikle siyah giyimli, bellerinden cop sarkan görevliler geziyor.Ana kapıda durduruluyorsunuz. “Nereye?” diyor görevli.Nereye olacak, üniversiteye.Sonra ikinci soru geliyor?“Neden gelmiştiniz?”Elinin körü. Üniversiteye neden gelinir ki? Bazen “Hiiiç şöyle bir dolaşacağım” diyorum. Genellikle görevliler dalga geçtiğimi anlayıp “ne olur ne olmaz, önemli biridir, başımıza iş almayalım şimdi” diye düşünerek herhalde “Yani nereye gideceksiniz ona göre yönlendirelim” diye alttan alıyorlar.Neyse ki bugüne kadar başıma iş gelmedi. Öyle ya, koca güvenlik görevlisi, “şüphelendim” diyerek beni yere de yatırabilir.İşin şakası bir yana üniversitelerin görünümü korkunç.Güvenlik adı altında öğrenciye de öğretim görevlisine de herhangi bir nedenle gelen ziyaretçilere de nefes aldırılmıyor.İşin garibi, lafta çok demokrat, özgürlüklerden yana olan, Twitter ve Facebook’ta herkese ayar veren gençler durumdan hiç şikâyetçi değil.Alıştırılmışlar bu garnizon düzenine.Dünyanın birçok ülkesinde üniversitelere gittim. Hiçbir yerde Türkiye’deki kadar “güvenlik” görmedim. Dünyada üniversitelerin kapısı kimseye kapalı değildir.Örneğin Washington’da dünyanın en önemli üniversitelerinden biri olan Georgetown’ın içinden yaya yolu da geçer, araç trafiği de.Biri, Harvard, Yale, Oxford gibi üniversitelerin kapısında “güvenlik” koymayı, gelene gidene hüviyet sormayı önerse, herhalde “deli” diye içeri atarlar.Üniversiteler özgürlük sembolleridir ülkelerinin.Bizde ise her an bir suç işleneceğinden korkulan melanet yuvaları sanki.*****Gül haklı çıkmanın keyfini süremiyorAfganistan’a asker gönderilmesine karşı zamanında en büyük çıkışı AKP Milletvekili Abdullah Gül yapmıştı.Geçenlerde bu konuşmayı sizlerle paylaşmıştım. Gül o tarihi konuşmasında “Ne işimiz var Afganistan’da, bu çok tehlikeli bir oyundur” demişti Meclis kürsüsünden haykırırken.Gül bugün Cumhurbaşkanı ve “büyük devlet” olarak Afganistan’da olmamız gerektiğini söylüyor.Tabii o zaman muhalefetteydi, şimdi iktidar milletvekillerinin seçtiği Cumhurbaşkanı.Ancak, hepimiz biliyoruz ki Gül haklı çıktı. Afganistan’ın nasıl bir batak olduğu ve içine Türkiye’yi de çektiğini bilmeyen yok artık.12 askerimiz tuhaf bir helikopter kazası sonucu öldü. Önceki gün de Taliban Türk birliklerinin olduğu üsse saldırdı.Ama ne yazık ki Gül “haklı çıkmanın keyfini” süremiyor. Konumu gereği! Yıllar önce söylediği sözleri söylenmemiş gibi farz etmekten başka bir şey gelmiyor elinden.*****Konteyner kent ne zaman kuruldu?Suriye’den “Esad zulmü!” nedeniyle Türkiye’ye sığınan! on binlerce kişi kurulan çadır-konteyner kentlerde yaşıyor.Özellikle konteyner kentler neredeyse beş yıldızlı otel gibi. Yok yok.Van’daki depremzede hâlâ kendine gelemedi ama Suriyeli sığınmacı lüks içinde.Antakya’dan arayan bir okurum diyor ki; “Aylar önceydi, Samandağ’a çok sayıda konteyner gelmişti. Merak edip depo gibi tutulan yerin kapısındaki kişiye sormuştum (Nedir bunlar?) diye. Bana (Valla abi Suriyeliler mi ne geleceklermiş, onlar için) demişti.”İlginç. Daha kaçış! başlamadan önlem aldık mı gerçekten? Helal bize!*****Soru: Suriye’deki gelişmelerin hiç mi hayırlı tarafı olmadı? Cevap: Oldu. Bize söylenenleri kendi fikrimizmiş gibi açıklarken “güçlü bir ezber kabiliyetimiz olduğunu” anladık. (Gani Yıldız)*****Arabanızı trafiği aksatacak biçimde park edinİstanbul’da trafik mafyasının araç çekme terörünü bir yazdım bin ah işittim.Yıllardır yazarım. Ama bu ‘çekici’ terörü öyle bir rant kapısı ki, vali de emniyet müdürü de tınmıyor bile.Belli ki emniyetin ve büyük olasılıkla kimilerinin sağlam geçim kapısı bu.Yüzlerce şikâyet alıyorum. Hepsinin ortak özelliği şu: “Aracımız trafiği aksatacak biçimde park edildiği için değil, çekmesi kolay olduğu için çekildi.”Bu gerçeği İstanbul’da bilmeyen yok.Her gün işim gereği saatlerimi İstanbul’un hemen her yerinde trafik içinde geçiriyorum. Trafiği aksatan tek bir aracın bile çekildiğine tanık olmadım.Tam tersine, trafiğin aksadığı yerlerde zaten ne polis var ne çekici.Trafik polisleri sadece tuzaklar kuruyor ve kolay yerden araç çekerek ceza kesiyor. O yüzden bu yaptıkları trafiği rahatlatmıyor.Sürücülere tavsiyem şu; park yeri bulamadığınızda hiç endişe etmeyin. Gördüğünüz ilk yerde, isterse ikinci sıra olsun, park edin. Göreceksiniz size kimse karışmayacaktır. Başınıza ne polis gelecek ne de aracınız çekilecektir.Çünkü konuyu asıl işi olan trafiği düzgün akıtmak olarak değil de rant kapısı olarak gören zihniyet sizi orada görmeyecektir bile.Bu yazılara devam edeceğim. O kadar çok örnek var ki.Örneğin servis olayı bile başlı başına bir bela.*****“Şikeeee, şikeee”ye bayılıyorumFenerbahçe taraftarı galip geldiği her maçtan sonra hep bir ağızdan “şikeee, şikeee” diye tempo tutuyor.Geçen yıl şikeyle şampiyon olduğu iddialarına en güzel yanıt bu.Hele Trabzon’u adeta sürklase ederek yendiği maçta yükselen bu slogan çok hoş oldu.Fenerbahçe’ye isteyen istediği cezayı verebilir. Ama o cefakâr taraftarı kimse şike yapıldığına inandıramaz.
Sevgili okurlar; geçen hafta Suriye konusunda yaşanan tuhaflıklar, 28 Şubat soruşturmasıyla biraz geri plana düştü ama, zaten sanki 28 Şubat soruşturması bu sorunu bir parça halkın gündeminden çekmeye yönelik gibi geliyor bana. Oysa sorun çok büyük.Farkında mıyız?Suriye’de her an sıcak bir çatışma yaşanabilir. Buna karşı Türkiye’de fazla bir heyecan yok. Galiba TV başında oturup savaş izlemeye bizi öyle alıştırdılar ki, burnumuzun ucundaki savaş tehlikesini görmezden gelmek, yok saymak daha işimize geliyor.Ne biliyoruz?Suriye’de sözde “Arap Baharı” yaşanıyor. Ama gerçekte ne oluyor, kamuoyu ne kadarını biliyor. Açıktan söylenen şu; “Esad özgürlük ve demokrasi isteyen halkına saldırıyor, her gün yüzlerce kişi öldürülüyor, şehirler acımasızca bombalanıyor.”Gerçek bu mu?Peki bu gerçek mi? Esad’ın bir diktatör olduğu kesin. Diktatör olmasa, babasıyla birlikte 40 yılı aşkın süre iktidarda kalabilir miydi? Ancak halkını katlettiği, acımasız bir cani olduğu kanıtlanmış bir gerçek mi?Çelişkili haberlerSuriye ile ilgili haberler genellikle bazı Batılı haber kaynaklarından ve Arap kökenli El Cezire televizyonundan geliyor. Ama iki kaynağın da birçok yalan haber yaptığı, sahte görüntüler yayınladığı da ortaya çıktı. Bunlara neden gerek duyulmuş olabilir?Esad bir caniyseMantıklı bakarsak, Esad’ın eli kanlı bir katil, bir cani olduğu, halkını gaddarca öldürdüğü gerçekse, bu yalan haberlere ne gerek var? Demek ki asıl amaç Esad’ın gitmesi ve bunu sağlamak için her türlü hileye hurdaya başvurulacak.Aynen kabul ediyoruzOrtaya çıkan sahtekârlıklara rağmen, iktidar ve yandaşları başta olmak üzere medyada bir kabullenme söz konusu. Esad’ın halkını katlettiğine inanmışız artık, geri dönüşü yok. Ancak sorun bununla bitmiyor, savaş çığırtkanları da hiç susmak bilmiyor.Müdahale baskılarıSuriye’deki olaylara serinkanlı biçimde bakmak yerine nedense etkili bir kesim ısrarla “müdahale edilmesi” yönünde görüş bildirerek hükümeti cesaretlendirmeye çalışıyor. Bu şahin politikayı anlamak mümkün değil. Kimin ne çıkarı var acaba?Müdahalenin sonuçlarıKimse “Türkiye insan haklarına çok saygılı. Katliamlara sessiz kalamaz” diyerek Suriye’ye müdahale edilmesine bahane aramasın. Suriye’ye müdahalenin bölgeyi bir anda kan gölüne çevireceği ve Türkiye’nin zarar göreceği unutulmasın.Gücümüz yetecek mi?Suriye’ye müdahale, Güneydoğu’da kendini mutlaka hissettirecek ve PKK eliyle yürütülen terör faaliyetlerine meşruiyet kazandıracaktır. İran müdahil olacak ve muhtemelen sınırımıza yığınak yapacaktır. Rusya da öyle. Peki bu kadar gücümüz var mı?Üçüncü Dünya SavaşıFarkında mıyız bilemem, Suriye’ye yapılacak bir Türkiye müdahalesi bölgede “mini bir üçüncü dünya savaşının” fitilini ateşleyebilir. Bu durumda Türkiye savaşın merkez cephesi olacaktır ki, uğrayacağımız zararı düşünmek bile insana kâbus gibi geliyor.Nedir bu şahinlik?İktidar ve yandaşlarıyla medyanın içindeki şahinler, bu kuşkuları taşıyanlara ve soru soranlara yönelik adeta bir terör fırtınası estiriyor. Suriye’ye derhal müdahale edilmesini isteyenler, soru soranları neredeyse vatan haini ilan edecek.Global bakmak gerekSuriye konusunda komşuluk bahanesiyle duygusal bakmak bizi yanlışa götürür. Öncelikle ABD ve Batı’nın Suriye yönetimini neden yıkmak istediğini iyi anlamak gerek. Suriye Batı’nın hangi çıkarlarına engel oluyor, bunu biliyor muyuz? Hayır.Asıl hedef İranGelişmeleri mercek altına aldığımızda Suriye rejimini yıkmanın arkasında asıl hedefin İran olduğunu söylemek yanlış olmaz. Çünkü Batı’nın çıkarlarını Suriye değil, asıl İran engelliyor. Suriye sanki İran’a giden yolda bir atlama taşı.Erdoğan’ın siyasetiBaşbakan Erdoğan yakın bir geçmişe kadar “kucaklaşacak” kadar dost olduğu Suriye’ye karşı bu kadar şahin davranıyor ama, açıkçası, asıl İran hedef tahtasına oturtulduğunda Türkiye’nin alacağı pozisyonu da gerçekten çok merak ediyorum.Türk halkına anlatmakSuriye’nin ardından İran’a bir müdahalede yine Türkiye’nin rol alması istenecektir. Esad Türk kamuoyunda “eli kanlı diktatör” olarak tanıtılabilir ve müdahale için destek sağlanabilir. Peki İran’a yönelik operasyonda Türkiye’nin bahanesi ne olacaktır?Orta Doğu’nun lideriAnladığım kadarıyla Erdoğan başta Davutoğlu olmak üzere kurmaylarının “risk almazsak bölgede lider olamayız” tezinden çok etkilenmiş durumda. Arap kamuoyundaki popülaritesine güvenerek Orta Doğu bölgesinin lideri olmayı şiddetle düşünüyor.Tehlikeli oyunAma Orta Doğu’da oynanacak her oyun tehlikelidir. Bugün arkanızda duran halklar basit bir gerekçeyle bir anda ortadan yok olabilir. Tarihte bunun örneği çok. Risk almak büyük hedefler için elbette çok önemli ama, bu kadar tehlikeli oyun ters de tepebilir.Ölümüne risk olmazSuriye konusunda alınacak risk sayısı şimdiden kestirilemeyecek kadar insanımızın ölümüne de neden olacaktır. Hiçbir iktidar “risk alıp bölge lideri olacağım” diyerek kendi insanlarını ölüme gönderme kararı alamaz. Bunun bedelini ödeyemez.Hatay’daki kamplarKamuoyunun pek dikkatini çekmiyor ama, güya Suriye’den kaçanlar için kurulan çadır-konteyner kentler müthiş. Van’a çadır yetiştiremeyen ve halkını perişan eden iktidar nasıl oldu da bu kadar hızlı biçimde olağanüstü kentler kurmayı başardı?İnsanın içi sızlarTürkiye büyük devlet olarak muhtaç olan kim olursa olsun yardımına koşacaktır. Buna karşı kendi halkının deprem acılarını saramayan bir devletin ne amaçla kaçtığı belli olmayan bir kısım Suriyeli’ye sağladığı olanaklar da insanın içini sızlatıyor.Kamplarda yaşamNe kadar saklanmaya çalışılsa da bu kamplardaki yaşam ister istemez medyaya sızıyor. Anlatılanlara göre Türkiye’ye gelenlerin gerçek bir kaçış nedeni yok. Saldırıya uğrayıp uğramadıkları bile kesin değil. Üstelik bölgede sürekli sorun da yaratıyorlar.Daha sakin olmalıyızTürkiye komşularında veya yakın çevresinde bu tür olayları ilk kez yaşamıyor. Daha önce on binlerce Kürt ve Bulgaristan’da yaşayan Türkler akın akın Türkiye’ye gelmişlerdi. O zamanlar savaşmayı hiç düşünmemiş ve sakin durmuştuk.Şimdi de öyle olmalıTürkiye Suriye’ye karşı daha sakin ve soğukkanlı bir politika izlemelidir. Türkiye Batı ülkelerinin taşeronu olmaya değil, akıllıca ve güvenilir kararlarıyla bölgenin gerçek lideri olmaya soyunmalıdır. Bir evladımızın bile ölmesine tahammülümüz olamaz.Ve savaş çığırtkanlarınaSon olarak savaş çığırtkanlarına ve onların propagandalarına karşı çıkanlara hain gözüyle bakanlara seslenmek istiyorum. Savaş sandığınız gibi popcorn yiyerek seyredilen bir film değil. Hiçbiriniz savaşa gitmeyeceğiniz gibi gidecek çocuklarınız da yok. Başkasının ölümüne karar vermek haddiniz değil.Hepinize iyi haftalar dilerim.
Öncelikle belirteyim ki, Mehmet Haberal’ın tüm çabasına rağmen ölüm döşeğindeki annesini bir kere olsun görememesi ve ancak cenazesi için izin alabilmesine çok üzüldüm.Yargı elbette gerekeni yapacaktır ama vicdani konularda bu kadar tutucu ve gaddar olmamak gerek.Tabii olayı “yasalara” bağlıyorlar. Çünkü efendim, yasa bu konuda yeterli değilmiş. Cenaze için izin varmış ama hastalıkta “görme izni” yokmuş. Bunun için yasa çıkarılması gerekiyormuş.Bugüne kadar hep böyleymiş de, bizler ancak ünlü birinin başına gelince öğreniyoruz bu gerçekleri.Haberal da aynı şeyi yaşayınca CHP hemen bir yasa teklifi hazırlamış, ama AKP’lilerin yan çizmesi ve engellemesi yüzünden yasa geçmemiş.Bu süre içinde de Haberal’ın annesinin direnme gücü kalmamış ve Hakk’ın rahmetine kavuşmuş.İşe bakın ki cenaze sırasında öğrendik AKP’nin bu teklifi engellemesinin nedenini.Meğer birileri demiş ki “Haberal annesini ziyarete gitme bahanesiyle hapisten çıktığında kaçırılıp Meclis’e getirilebilir, hemen yemin eder ve milletvekili olur, dolayısıyla dokunulmazlık kazanır ve isteseniz de hapse atamazsızın artık.”Komediye bakar mısınız?Hasta ziyaretine gittiğinde kaçıp Meclis’e gidebilir ve yemin edebilirse aynı şeyi cenazede de yapabilirdi. Bu kimin aklından çıktıysa şaşmak gerek.Ama haberi okuyunca inanın biraz suçluluk duydum.Çünkü bunu şaka yollu yazan bir tek ben vardım. Birkaç ay önce bir pazar yazısında “Silivri’deki üç milletvekili sağlık muayenesi için ambulansla hastaneye götürülse, ambulans yolda kaza geçirse, milletvekilleri de fırsattan istifade kaçıp Ankara’ya gitseler ve yemin etseler ne olur?” demiştim.Tamamen şaka mahiyetindeydi.Gerçi hukuken tartışmalı bir durum ama bu bir espriydi. Seçilmiş üç kişinin, bir kişinin emriyle hapiste tutulmalarına alaycı bir yaklaşımdı.Meğer kimi AKP’liler bunu fazla ciddiye almışlar. Yasa teklifi önlerine gelince “Yahu gerçekten, ya kaçıp da yemin ederse ne olur halimiz” diye düşünmüşler.Ama dediğim gibi ziyarete gittiğinde kaçacağını ama cenazede yapamayacağını düşünmüşler herhalde.Demek ki bu tür sokma akıl da bir yere kadarmış.Ne ki, olan Haberal’a oldu. Tekrar baş sağlığı dilerim.*****Gani Yıldız’danSoru: Demokrasinin bazıları için amaç değil araç olduğunun en büyük göstergelerinden birisi nedir? Cevap: Çıkıldığı iddia edilen demokratikleşme yolundaki birçok uygulamanın antidemokratik olması...***Soru: Dış politikada “küresel gücümüz” var mı? Cevap: Var. Masanın üzerindeki “küre”ye bakıp kararlarımızı ona göre alıyoruz.***Ekonomik kriz sonrasında uygulanan sert tasarruf tedbirleri özgürlükleri kısıtlayıp demokrasiye zarar veriyormuş. Avrupa için öyle olabilir ama bizde durum farklı. 11 yıl önceki kriz sayesinde 10 yıldır “ileri demokrasi” ile yaşıyoruz.***ABD’li bilim adamlarına göre, az uyku kilo nedeniymiş. Bu işte bir terslik var: Sağlık Bakanımız, toplumun son yıllarda şişmanladığını söylemişti ve bu toplum son yıllarda bol bol uyuyor.***Darbelerle yüzleşmeyi halk istemiş. Ne yapsın, günlük hayatın zorluklarıyla “yüzleşmemek için” kafasını tarihe gömüyor!***Son 10 yılda her yıl ortalama 1072 işçi iş kazalarında hayatını kaybetmiş. Ne diyelim, “Susma, sustukça ölüm sırası sana gelecek!”*****Haftanın fıkralarıYıldırım Tuna’dan gelen fıkralarla keyifli bir pazar diliyorumİşin var mı?Müthiş güzel bir kız. Salonumdan onun evi olduğu gibi görünüyor.. İster istemez onu seyretmekten, göz göze gelince gülümsemekten başka bir iş yapamaz oldum. Geçen gün işinden evine geldi. Biraz sonra tekrar dışarı çıkıp.. Aa? Birden bizim apartmana girdi, ka.. kapımı çaldı. Ellerim titreyerek açtım. Gözlerime bakarak, “Şimdi geldim, kendimi çok seksi hissediyorum. Bu gece içip dağıtmam için beynim zorluyor beni.. Sarhoş olup sabaha kadar aşk yapmak istiyorum.. Bu gece işin var mı?” diye sordu.. Yakınlarda inanın sizden başka tanıdığım da yok..” Ben de “ Yo.. Yok.. Boşum..” dedim, “Hiçbir planım yok.” Kız “Güzel..” diye cevap verdi gülümseyerek, “O halde giderken köpeğimi size bırakabilir miyim?”Neye benziyor?Yaşlı babaannemi müzeye götürdüm. Seramikten küçük erkek heykelini görünce gözlerine inanamadı, “Bu.. Bu ne?” dedi sersemleyip koluma tutunarak.“Bu bereketi temsil eden bir heykel..” diye cevap verdim.“Ohh, çok şükür” dedi rahatlayarak “Birden neye benzettiğimi söylesem inan tahmin edemezsin yavrum.. Gözlerim mi bozulmuş ne.. Ayy şimdi valla utandım kendimden.”AskerlikAskere gitmemek için son sağlık muayenesinde ‘üç kağıt’ yapmak üzere doktorun odasına girdim. Doktor yavaşça kulağıma “Duvardaki harfleri sırayla okuyabiliyor musunuz?” diye fısıldadı. “Hangi harfleri?” diye sordum etrafa kör gibi boş boş bakınarak. “Güzeell” dedi, “İşitme testini de geçtiniz.. Çıkabilirsiniz.”Uçakta arızaUçakta yolcuların tamamı binip kapılar kapandıktan sonra tam bir saat geçmesine rağmen en ufak bir hareket olmayınca bütün şirinliğimi takınarak yanımdan geçmekte olan hostese “Sorun nedir acaba?..” diye sordum.“Pilotumuz motorda duyduğu sesten acayip kuşkulanarak müthiş rahatsız oldu” dedi, “Ee, kısa bir sürede hemen yeni bir pilot bulmak kolay değil tabii.”Palto hırsızıTemel yemeğini yedikten sonra restorandan ayrılırken paltosunu vestiyerde bulamayınca oradaki garsona heyecanla, “Yahu paltom çalınmış.. Çalanı gördün mü?” diye sormuş. “Evet,gördüm” diye cevap vermiş garson.“Hadi ya?.. Tarif edebilir misin?” Garson, “Bir kere bel kısmı adama doğru dürüst hiç oturmadı” demiş, “O nedenle iri balıksırtı desenli yırtmaç saçma sapan bir şekilde yukarıda kaldı tabii. Omuz da tam oturmayınca evaze kollar da çok kısalıp sakilleşti.. Onunla nasıl insan içine çıkar bilemem yani.”Cehenneme gitMilletvekili kürsüde konuşurken diğer sıralardan biri “Cehenneme kadar yolun var!” diye bağırmış. Konuşmacı hemen başkana dönüp ters ters bakmış. Başkan, “Devam ediniz lütfen sayın milletvekili” demiş, “İç tüzüğe göre gitmeniz zorunlu değil efendim.”Bu ne acele?Aynı fabrikada çalışan 2 arkadaş otobüsle evlerine dönerken, “Eve girer girmez daha kapının önünde karımın külotlu çorabını parçalayarak çıkartacağım” demiş biri. “Ohoo, şenlik var desene.. Bu ne acele oğlum?” diye cevap vermiş diğeri. “Sorma ya” demiş bizimki, “O bel lastiği var ya fabrikada bütün gün canıma okudu, tahammülümün son noktasındayım, ağlamak üzereyim valla!”
İstanbul’da trafik sorununa değinirken “çekici rezaletinden” söz etmemek elbette olmaz. Bu konuyla ilgili sayısız yazı yazdım. Ama hepsi sanki buza yazıldı. Muhataplar hiç seslerini çıkarmıyor. Çünkü çıkarsalar konu uzun süre gündemde kalacak ve büyük bir avanta kaynağının kesilmesi tehlikesi doğacak.Ama ben pek çok kişinin canını yakan bu konuyu yazmayı ısrarla sürdüreceğim.Bir kere daha ve açıkça söyleyeyim; araç çekme tamamen keyfi yöntemlerle yapılıyor ve amaç asla bir yasağı uygulamak ya da trafiği rahatlatmak değil, bu işin sağladığı ranttan pay kapmak.Örneğin İstanbul’u adeta haraca kesen bir Trafik Vakfı var. En çok çekiciye sahip kuruluş bu. Vakfın başında valisi, belediye başkanı, emniyet müdürü, iş adamları oturuyor.Keyfi uygulamalarını defalarca yazdım, “bu vakıf mafya yöntemlerini andıran biçimde çalışıyor” dedim, tınmadılar. “Vakfın yönetiminde saygın isimler var, şikâyetlerden hiç mi utanmıyorlar” diye sordum, umursamadılar.Peki neden bu konunun üzerinde duruyorum? İsteyen istediği yere park etsin diye mi?Hayır. Bu işin rantını, nasıl paylaşıldığını, keyfi olarak nasıl can yakıldığını görüyorum.Başka illeri bilemem, ama İstanbul’da araçlar trafiği engellediği için çekilmiyor. Tam tersine, çekilen araçlar trafiğin akışını hiç engellemiyor ve zaten bu nedenle çekiliyor, çünkü hızla çekmek çok kolay.O araçlar “park yasağı” olan yerlerden mi alınıyor? Evet. O halde yasak yerden çekilmesine mi karşı çıkıyorum? Hayır.Karşı çıktığım şu: Dünyanın her yerinde yasak olan yere park etmiş araç çekilir. Ama esas olan oraya park ettirmemektir. Bizde ise çekilen her araçtan boşalan yer bir başka araç için park yeri oluyor.Batıda kimse park yasağı olan yere aracını bırakamaz. Çekilirken yetişse bile çekilmesine engel olamaz. Bizde ise sadece araç çekiliyor, park edilmesi önlenmiyor. Çekiciler için önemli olan aracı rahat ve hızlı biçimde yükleyebilmek. O nedenle trafiği tıkayan araçlara dokunmuyorlar, çünkü dokunurlarsa yolu tamamen kapatmış olacaklar.İşin rantı çok önemli. Biliyor musunuz, çekilen araçlara trafik cezası kesilmiyor, çekici ve park ücreti tahsil ediliyor.Çekicilerin günlük kotaları var, üzerine çıktıklarında sürücü ve araçtaki trafik polisi komisyon alıyor. Parkçı ise sürekli getirilip yığılan araçlardan dünyanın park parasını kazanıyor.Araçlarını almaya gidenler bilir. O otoparklar hiçbir otoparka benzemiyor. Karşınıza öyle kişiler çıkıyor ki, arabanızı bir an önce alıp kaçmak istiyorsunuz.İstanbul sahipsiz. Çünkü sahiplenmsi gerekenler, vatandaşın çektiği eziyete gözlerini kapatıyor.*****Trafik Müdürü ile konuştumTrafikle ilgili yazılarım üzerine İstanbul Bölge Trafik Müdürü Mesut Gezer’le konuştum.Gezer yazılarımı dikkatle izlediğini belirterek “Sizi bir kahve içmeye davet etmek istiyorum. Başta ben, hepimizin hataları, yanlışları, beceriksizlikleri olabilir. Ancak nasıl bir insanüstü gayretle çalıştığımızı örnekler vererek, aracılığınızla kamuoyumuza duyurmak isterim” dedi.Gezer’e ilk fırsatta kendisini ziyaret edeceğimi belirterek “Yazılarımı gelen tepki ve şikâyetleri dinleyerek, onun da ötesinde bizzat görerek, inceleyerek yazıyorum. Asla kişisel olarak almayın, bir sistemi, anlayışı eleştiriyorum. Bunları sizinle yüz yüze paylaşmak benim için görev olduğu kadar büyük bir zevk olur” dedim.İlk yazımın çıktığı günün Polis Günü olduğunu hatırlatan Gezer “Bizim için biraz moral bozucu oldu” deyince ben de Amaç elbette kırmak, üzmek değil, milyonlarca İstanbullu’nun isyanını da göz ardı etmeyin” dedim.Ve tabii son olarak “ziyaretime kadar bazı konulardaki yazılarıma devam edeceğimi de” özellikle belirttim.*****Halk bunları da istedi mi?Başbakan, 28 Şubat soruşturması konusunda kararlı görünüyor. Yıllar önce başlatılan Ergenekon davası için “yargının işi” diyen Erdoğan bu kez açıkça soruşturmayı kendilerinin başlattığını ima ederek “Bunu bizden halk istedi” dedi.Okurlarımdan Okan Öztürk merak etmiş, “acaba Başbakan gerçekten hep halkın istediği doğrultuda mı eyleme geçiyor” diye ve şunları sormuş:- HALK, Deniz Feneri’nde Alman mahkemelerinde suç isledikleri ispat edilenlerin kurtarılmasını istedi mi?- HALK, Suriye ile ABD ve AB çıkarlarına göre savaşa girilmesini istedi mi?- HALK, silah bırakmadan Öcalan ile görüşme yapılmasını istedi mi?- HALK, maaşına enflasyondan az zam yapılmasını istedi mi?- HALK, 12 Eylül soruşturmasının Evren ve Şahinkaya’da bırakılmasını, işkencecilere kamu davası açılmamasını istedi mi?- HALK, Sivas katliamı yapanların kurtulmasını, yasal düzenleme yapılmamasını istedi mi?*****Sosyal medyanın bu tarafı da varHafta içinde Almanya’dan gelen bir haber çok ibret vericiydi. 32 yaşındaki Alman model Claudia Boerner intihar etmişti. Katıldığı bir TV yarışma programından sonra sosyal medyada dolaşan hakkındaki alaylara ve hakaretlere dayanamamıştı.Sosyal medya elbette çok önemli bir özgürlük ve haberleşme alanı ama çok sorumsuz davranıldığını da görüyoruz.Acaba özgürlük aklına gelen her şeyi söylemek mi? Başkasına hakaret etmek, işin aslını bilmeden alay etmek, suçlamak, aşağılamak özgürlük kapsamında mı?İşin garibi, hem özgür olup hem de kimliğini saklamak ne anlama geliyor?Bugün toplumda biraz ünlenmiş kişilerle ilgili sosyal medyada neler söyleniyor biliyor musunuz! Pek çok kişi takma ad kullanarak aklına ne gelirse yazabiliyor. Hiçbir sorumluluk duymuyor, hakaret etmekten garip bir haz alıyor. Ama işte Almanya’da bir manken de böyle aşağılamalara dayanamayarak intihar ediyor.*****“Sen de küfret” demek kolayGazete yazarı olduğum ve TV’lere çıktığım için tanınan bir kişiyim. Bir tür ünlü olma hâli. Ben de diğer ünlenmiş isimler gibi sosyal medyadaki sorumsuzların hakaret ve aşağılamalarından payımı alıyorum. Her gün onlarca küfür, hakaret, aşağılama mesajı geliyor. Twitter’da yokum ama, adımın geçtiği bazı tweet’lerden haberim oluyor; hakaret ve aşağılama.Ünlenmiş kişiler her gün canlarıyla kanlarıyla kamuoyunun önünde. Oysa mesajlarda hakkımızda yazanların çoğu “kimliği belirsiz” kişiler. Bazıları “tek atımlık” mesajlar bile gönderiyor. Yani yakalamanız olanaksız.Bir arkadaşıma bu durumdan yakındım. “Ne olacak, sen de küfür et” dedi.Ederim etmesine de, kime edeceğim? O kişi adını yazmaya bile korkuyor. De ki adını yazdı, kim olduğunu bilmiyorum. Ama o beni biliyor. Denk değiliz yani...