Günümüzde demokrat olmanın belirleyici unsurları var.Örneğin askere canınızın istediği gibi hakaret edeceksiniz. Anlayacağız ki bu kişi demokrattır.Ya da “kızlarımızı türbanla okullara sokmadılar” diyeceksiniz, demokrat olduğunuz belli olacak.Bir takımımız yabancılarla bir maç yapıyorsa ve elinizde Türk bayrağı varsa “Şimdi ne alakası var bu bayrağın, kendi takımının bayrağını taşısana” diyorsa biri, bilin ki o da sıkı demokrattır.“19 Mayıs kutlamaları gibi kutlama mı kaldı, bir tek Kuzey Kore’de oluyor bunlar” demek de demokrat kimliğin göstergelerinden biri.Atatürk’ün gençliğe hitabesinin artık yasaklanması gerektiğini söylemek bir başka demokrat olma göstergesi.İktidarın yaptıklarını övmek de ne kadar demokrat olduğunuzun bir belgesi.Atatürk devrimlerinin halka sorulmadan yapıldığını söylüyorsanız “en ileri demokrat olarak ayakta alkışlanmanız” bile mümkün olabilir.Bunların hepsiyle ilgili elbette yazacağım çok şey var, ama biri üzerinde durmak istiyorum.O da Türkiyelilik kavramı.Dünkü yazımda “Başbakan Erdoğan’ın tek, tek, tek diye sayarken söylediği tek milletin bir adı olup olmadığını” sormuştum.Buradan devam etmek istiyorum.Geçenlerde, gençlik yıllarımızda sol-sosyalist çizgide bir idol gibi gördüğümüz anlı şanlı profesörlerden biri “Ben Türkiyeliyim” dedi.Bir parantez açayım, 70’li yıllarda, en önemli aydınlarımızdan Attilâ İlhan TRT televizyonunda “Ben Türkiyeli şair Attilâ İlhan” demişti. Kıyamet kopmuştu. Yanılmıyorsam bu profesör de eleştiri kervanındaki isimlerden biriydi. Parantezi kapatayım.Tabii sadece bu profesör değil pek çok kişi “Türkiyeli” tanımını pek seviyor. Özellikle dinci siyaset yapanların çoğu ağızlarından “millet” sözünü düşürmüyor ama, sıra “Türk” olmaya gelince nedense “Türkiyeli” tanımını kullanıyorlar.Sanıyorum “millet” tanımını aslında “ümmet” anlamında kullanıyorlar da ondan.Ancak garip olan şu ki, kendilerini “Türkiyeli” olarak tanıtanlar “Kürt” diyor örneğin. “Ermeni” veya “Rum” tanımını da çekinmeden kullanıyor. Ya da “Laz” diyor “Boşnak” diyor, “Çerkez” diyor.Bu saydıklarımın hepsi aslında Türk vatandaşları.Belli ki “Türk” olmak ayıp kaçıyor veya demokrasiye aykırı bulunuyor.Eğer Türk vatandaşları için “Türkiyeli” tanımını kullanacaksak, Kürt vurgusu neden yapılıyor ya da “Ermeni” veya “Çerkez” bunu anlamak mümkün mü?Ben “Türk” olarak “Türküm” dersem ırkçı faşist, demokrasi düşmanı, askerci, postalcı olacağım, Kürt kendine Kürt dediği zaman demokrat olacak.Hiç hoş bir durum değil.*****Küfür eden kadınlarSeyircisiz maç oynatma cezası “sadece kadınlar ve çocuklar seyredebilir” hâline getirildi ya, kadınlar büyük ilgi gösterdi.Hatta kimi kadınların maçlarda olay çıkmasını istediklerini bile duyuyorum. Olay çıksın ki, seyircisiz oynama cezası verilsin ve maça özgürce gidebilsinler.Ama maçlarda küfür de ediyormuş bu kadınlar.Başbakan çok kızdı buna. “Hicap duyuyorum” dedi.İyi de kadınlar maçta küfür ediyorsa kime ne?Bir kadından küfür duymak kulağa hoş gelmeyebilir, ama sadece kadınların olduğu bir yerde bırakın etsinler, kime zararı var?Hele bunun futbolda şiddetle hiç ilgisi yok.Bu sadece bir taklit ve deşarj olma olayıdır.Kadın evinde, sokakta, iş yerinde erkeklerden hep küfürlü sözle duyuyor. Buna çok tepki duyuyor ama sesini çıkaramıyor.Erkek herhangi bir şeye öfkelendiğinde küfür edebiliyor, bu küfür şiddete falan da dönüşmüyor, o anki öfkeyi alıp götürüyor.Kadın bunu da yapamıyor.Bir tek yerde bunu beceriyor kadın.Sadece kadınlarla birlikte olduğunda.Erkeğin olmadığı bir ortamda kadınların neler yaptığını biliyor muyuz?Hayır ama duyuyoruz. Ve inanın bazı konuşmalar, kullanılan kelimeler ya da yapılan benzetmeler, anlatılan fıkralar erkekleri sollar geçer.Küçük bir örnek vereyim, kulaklarımla tanık olduğum için; hiçbir erkek, sevgilisi ya da eşiyle olan cinsel yaşamını bir arkadaşıyla paylaşmaz. Ama biliyor musunuz, kadın paylaşabiliyor.Bir erkek boynunda morluklar olduğunda “Bizimki dün gece çok azdı” demez, diyemez, bunu namusuna dil uzatmak olarak algılar. Ama, kulağımla duydum bir kadının diğerine “Dün gece benimki boğa gibiydi” dediğini.Şimdi o kadın ahlaksız mı oldu, düşük seviyede mi sayacağız?Maçlar da öyle. Hiç erkek yok. Ömrü küfür duymakla geçmiş bir kadın, özgürce alabildiğine küfür ediyor, boşalıyor.Bırak işte...*****İktidarın zam teklifini beğenmeyen memurlar, “Büyüyen Türkiye’den payımızı istiyoruz” demiş. Aceleye gerek yok, daha 11 yıl var; 2023’te dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasına girilince hesap kapatılır! (Gani Yıldız)*****Alman gencin sorusuLiberal Demokrat Parti Genel Başkanı Cem Toker geçenlerde Almanya’ya gitmiş. Bazı konferanslarda konuşmuş, Türk ve Alman gençlerle sohbet etmiş.Dün bununla ilgili iki cümlelik bir mesaj atmış Cem Toker.Sizlerle aynen paylaşmak istiyorum. Herkes kendi adına düşünsün:“Geçen hafta Almanya’da düzenlenen ‘Türkiye Nereye Gidiyor’ konulu bir konferansta, şiddete başvurmadan, sadece siyasi slogan atan, pankart açan, bildiri dağıtan üniversiteli gençlerin ‘ileri demokrasi’ gereği başlarına gelenleri anlattım.Garibim genç Alman, saf saf sordu: Anlayamıyorum Bay Toker, sizin ülkenizde bir Anayasa veya mahkemeler, yargıçlar yok mu?”*****Gençlerin heyecanlı bekleyişi19 Mayıs törenlerinin kaldırılmasına tepki olarak “biz kendi bayramımızı en iyi şekilde kendimiz kutlarız” diyen Türkiye Gençlik Birliği heyecanlı bir bekleyiş içinde.Gençlik Bayramı’nı Atatürk’ün gençliğine yaraşır biçimde kutlamak için düzenlenen kutlama programı yarından itibaren başlıyor.Yarın ve cuma günü yapılacak Uluslararası Gençlik Sempozyumu’nda 20’nin üzerinde ülkeden gelen gençler hem kendi ülke sorunlarını hem de uluslararası alandaki gençlerin sorunlarını tartışacaklar.19 Mayıs’ta ise Tünel’den başlayıp Dolmabahçe’ye kadar sürecek bir “Diriliş” yürüyüş ve mitingi yapılacak. TGB’li gençler bu yürüyüşe çok büyük bir katılım olacağını söylüyorlar.Bu yürüyüşten sonra Maçka Küçükçiftlik Parkı’nda konuk sanatçıların katılacağı bir uluslararası şölen düzenlenecek.İnti İlimani, Karmate, Grup Çığ, Cherkezi Orchestra ve Mir Sanat Topluluğu’nun sahne alacağı büyük şölenin en önemli konuğu ise Muntazar El Zeydi. Bu ismi hatırlamayanlar için hemen söyleyeyim, Zeydi Başkan Bush’a ayakkabı fırlatan Iraklı gazeteci.
Başbakan bir anda Ordu’nun sözcüsü oldu.Askerin uğradığı hakaretlerden söz ediyor, kahraman ordumuza bu yapılanın haksızlık olduğunu söylüyor, CHP’yi suçluyor, “tahrik edemeyince tahkir ediyorlar” diyor.Oysa son beş yıldır özellikle yandaş medyada ordu için akla hayale gelmeyen hakaretler, aşağılamalar, küfürler yayınlanıyor. Nedense Başbakan bunların hiçbirine tepki göstermedi bugüne kadar.Ne zaman ki Bekir Coşkun yazı dilinde “metafor” olarak adlandırılan, eski deyimiyle bir “hiciv” yazısı yazdı, Başbakan’ın suskunluğu bitti.Gerçi bu tutum sadece Başbakan’la sınırlı değil.Türk Silahlı Kuvvetleri de 5 yıldır kendisine yönelik hakaret ve aşağılamaların hiçbirine tepki göstermedi.Tek açıklama bile yapmadı.Kolay değil tabii.Eleştiri, hakaret ve aşağılamalar iktidar yanlısı kalemlerden gelince askerin de eli kolu bağlanıyor hâliyle.Korkmak ayıp değil.Oysa eleştiri, (hadi hiciv adı altında hakaret diyelim de haksızlık olmasın) iktidar çevrelerinden gelmeyince asker de harekete geçmeyi bildi ama. Muhtırayı dayayıverdi Bekir Coşkun’un gözüne. Çünkü nasıl olsa bir yaptırımı yok.Başbakan da destek verince, keyifler pek hoş olmuştur.Buna karşın aynı ordu, herkesin gözü önünde yaşanan Uludere olayı ile ilgili hâlâ bir açıklama yapmıyor.Dün Yeni Şafak’ta Abdülkadir Selvi bir yazı yazdı. Bugüne kadar verdiği haberlerin doğru çıktığını gördüğüm Selvi, Uludere olayında sorumlu kişinin Genelkurmay Komuta Kontrol Daire Başkanı Tuğgeneral Salim Cüneyt Kavuncu olduğunu ve operasyondan hemen sonra istifa ettiğini yazdı.Bu kez haberin “tam doğru” olduğundan kuşku duyuyorum. Sanki bir “günah keçisi” bulup işten sıyrılmaya çalışılıyor gibi geldi bana.Nedeni basit; Uludere olayı bir gizli operasyon değil. Her şey ortada.Basit sorular sormuştum. Hem de bir kaç kez yayınladım bunları1- Uludere istihbaratı kimden geldi?2- İstihbarat nerede değerlendirildi ve ciddiye alındı?3- Vur emrini kim verdi?Hepsinin cevabı açık ve net olmalı. İşin gizlisi saklısı yok, ama aradan 5.5 ay geçti bu basit sorulara cevap veren de yok.Şimdi ortaya bir tuğgeneralin adı atılıyor.Operasyon gizli değil ki, eğer o tuğgeneralin bir suçu varsa zaten ilk günden biliniyor.Şimdi gazeteci aracılığı ile “sızdırma haber” yapılmasının bir anlamı olmaz.Abdülkadir Selvi alınmasın ama, tuğgeneral hikâyesi bana inandırıcı gelmiyor.O gün Uludere’de içinde sadece “insan” olan bir hedef için vur emri verildi. Yani “idam kararı” alındı.Böyle bir kararı “istihbaratıma çok güveniyorum” diyen bir tuğgeneral tek başına karar veremez. Ordunun hiçbir makamındaki kişi tek başına “öldürme” kararı alacak yetkiye sahip olamayacağı gibi hukuken ve vicdanen de bunu yapamaz.Genelkurmay, Bekir Coşkun’a cevap yetiştireceğim diye itibarını daha da sarsacağına Uludere olayının gerçeğini artık kamuoyuna açıklamalı.*****Bu milletin adı ne?Başbakan Erdoğan’ın “Tek devlet, tek bayrak, tek millet, tek din” demesi hayli gürültü koparmıştı.Başbakan da bir süre sonra açıklama yaparak “dilim sürçtü, dil değil vatan diyecektim” demişti.Gerçi dil sürçmesinin anlamı mı değişti bilemiyorum, çünkü Başbakan “dil demiyorum, din diyorum” diye bir gün sonra söylediklerinin altını çizmişti. Dil sürçmesinde altını çizmek olmaz ki, yanlış söylersin o kadar.Neyse, Başbakan düzelttiğine göre “hayır böyle söylediniz” diye üzerine gidecek hâlimiz yok tabii. Yanlıştan dönülmesi de bir erdemdir, bunu da bilmek gerek.Ama o sözlerinde merak edilen bir başka konu var.Hafta sonu İzmir’de Cumhuriyet Okurları‘nın konuğu idim. Çok sayıda CUMOK üyesi ile Eşrefpaşa’daki Öğretmen Evi’nde 2 saati aşkın sohbet ettim.Sohbete katılanlardan biri “Başbakan’ın sözlerinde çok merak ettiğim bir nokta var” dedi ve sordu “Sayın Erdoğan tek milletten söz ediyor. Acaba bu milletin bir adı var mı?”Ne öğrenmek istediğini elbette anladık ama o yine de açıklama yaptı: “Çünkü Başbakan ısrarla Türkiyeli olmaktan söz ediyor, Türk olmayı da alt gruplardan biri olarak belirtiyor. Bu durumda ‘tek millet’ bu alt gruplardan biri mi oluyor yoksa başka bi şey mi?”*****CHP İstanbul’da başardıCHP’nin İstanbul İl Kongresi’nde kazanan aday Genel Merkez’in de desteklediği Oğuz Kaan Salıcı oldu. Ama bana göre daha çok CHP kazandı.Öncelikle şunu söyleyeyim; Genel Merkez’in görevlendirdiği birkaç milletvekili ile Salıcı lehine yoğun propaganda yapması parti içi ilişkiler adına yanlış değildi elbette, ama bunun Kılıçdaroğlu’nun “Hiçbir şekilde karışmayacağım” demesine rağmen yapılması şık olmadı.Buna karşı, çarşaf liste uygulamasına gidilmesi, kongre sırasında birbirine rakip olarak giren grupların demokratik ahlak ve disipline sonuna kadar uyması, aday olan iki kişinin de tartışılmaz kalitesi CHP için bir umut ışığı olmuştur.Salıcı, CHP’de çok genç yaşta başladığı (şimdi de genç tabii ki) siyasette başarılı adımlar attı. Atanmasına rağmen CHP İstanbul örgütüne bir hareket getirdi. Şimdi artık “seçilmiş” bir başkan olarak CHP’ye İstanbul’da çok olumlu katkılar yapacağına inanıyorum.Ali Özcan ise siyasi deneyimini, demokrasiye inancını ve partisine bağlılığını bu yarışta bütün ağırbaşlılığı ile yine sergiledi. Özcan’ı seçim kaybetmiş olarak görmüyor hiçbir CHP’li. Tam tersine, onun bundan sonra çok daha azimle çalışacağına inanıyor.*****Maçtan yazılmayanlarBüyük finalin yankıları sürüyor. Korkarım çok uzun yıllar da sürecek. Şike davası adı altında başlatılan operasyonun bir sonucu bu. Yüzyıllık rekabetler husumete dönüştürüldü. Hep yazdım, söyledim ama fanatizm ağır basınca hep birlikte çaresiz kalıyoruz.Maçtan sonra çıkan olaylar çok vahim. Açıkçası bir Fenerbahçeli olarak utandım. Bunlar olmamalıydı.Ancak, polisin buradaki ‘katkı’sını görmemek de olmaz. Özellikle medyada pek yazılmayan bazı ayrıntılar var.Örneğin bir cemaatin adı çok sık anılıyor. Neden? Fenerbahçe taraftarı bir cemaat aleyhine sloganlar atıyor. Neden? Bu cemaate yakın medya organları ısrarla maçtan sonraki olaylarda sadece Fenerbahçe’yi suçluyor. Neden? Gaz bombaları atılırken bazı polislerin bir cemaatin adını anarak Fenerbahçelilere küfürler ettiği duyuluyor. Neden?Bir gazeteci maçtan sonra cemaati suçlayan bir tweet attığı için işine son veriliyor. Neden?Kısacası, Fenerbahçe ile cemaat arasında olan nedir? Medyaya fazla yansımayan bu olayın arkasında ne var?
Sevgili okurlar; 28 Şubat operasyonu dalga dalga sürerken, sanıyorum en önemli evreye giriyoruz. Başbakan’ın “Dalga dalga operasyon milleti bunaltır” sözlerinden sonra neler olacağı merak konusu. Tutuklamalar artacak mı, yoksa duracak mı?Siviller olmayabilirBaşbakan’ın sözleri farklı şekilde yorumlandı. Kimileri özellikle medya ve iş dünyası ayağının “dünyada büyük tepki çekeceği” gerekçesi ile durdurulacağını söylüyor. Kimileri ise “Başbakan (dalga geçmeyin, hepsini bir anda toplayın) dedi” görüşünde.Endişe edebilirlerBana göre medya ve iş dünyası ayağının hiç yapılmaması ya da çok dar çerçevede tutulması olasılığı yüksektir. Son günlerde “her şeyi bilen” gazeteciler bile bazı anlaşmalardan söz ediyor. Medya- iş dünyası ayağı iktidarın da boyunu aşabilir.En büyük merakAncak olayın başka penceresi şu; Çevik Bir’den başlaması, Karadayı’nın tutuklanma ihtimali bile açıkçası kimsenin umurunda değil, herkes 28 Şubat’ın medya ve ardından iş dünyasına uzanacak boyutunu merak ediyor. Olayın can alıcı noktası bu.Nereye kadar?Her şeyi önceden bilen gazeteciler aylardır “olağan şüpheliler” listesi yayınlıyor. Ama beklenti “bu listenin” nereye kadar uzanacağı.Bazı gazeteciler başkasına duyduğu öfkeyi bu yolla gidermek için fırsat kolluyor.Ahlaki çöküntü12 Eylül’de de, 28 Şubat’ta aktif ve etkili gazetecilik yapan biri olarak, bugün, eski ve yeni bir takım gazetecilerin, siyasetçi ve akademisyenlerin içine düştüğü “ahlaki” çöküntüyü ibret ve hayretle izliyorum. Bunu krizli hiçbir dönemde yaşamamıştık.Fırsat yakalamak28 Şubat döneminde mağdur olsun ya da olmasın, bugünkü iktidardan nemalanan, Türkiye sevgisizi bir kesim 28 Şubat konusunu kişisel hırs ve intikam duygularının tatbikat alanı olarak kullanmak istiyor. Hepsi hesaplaşma peşinde.Gün intikam günüŞöyle bakıyorlar; yazılarıyla, konuşmalarıyla, davranışlarıyla kim bize ters geldiyse, onları bir şekilde dava kapsamına aldırmalı ve yargıyı kullanarak canlarına okumalıyız. Böyle fırsat bir daha ele geçmez, o halde ne yaparsak kârdır.İhbar furyasıİşte bu nedenle kimileri listeler yayınlıyor, kimileri “şunu da unutmayın” anlamına gelecek yazı ve konuşmalarla birilerini hedef gösteriyor. Ekranlar itirafçılardan geçilmiyor. Herkes kime öfkeliyse, kusar gibi kamuoyu önünde dile getiriyor.Bir de korumacılar varBunun ötesinde bir de “korumacı” zihniyet türedi. Onlar da şimdi kurdukları çıkar ilişkileri nedeniyle adeta kurtların önüne atılan isimleri “koruma, kollama, davadan hariç tutma” çabasına girdiler. Sonuç: Herkesin kafasındaki suçlu(!) kendisine göre.28 Şubat darbe mi?İktidarın yarattığı iklimin ortaya çıkardığı “intikamcı” zihniyeti bir kenara bırakıp 28 Şubat’a geçelim tekrar. Defalarca söylediğim gibi, 28 Şubat’ın “darbe” tarafı “ahlaki” tarafından daha zayıftır. 28 Şubat’tan bir darbe çıkarmak zordur.Her şey ortadaÇünkü, yine “bir tür intikam için” açılan Ergenekon, Balyoz davalarında olduğu gibi en azından “gizli kalmış” veya “kamuoyunun zamanında öğrenmediği” hiçbir şey yok 28 Şubat’ta. Her şey çok açıkta oldu, kimlikler, eylemler, kararlar belli.Sorun ahlaki28 Şubat’ta askerin ülkeyi yönetme derdi yoktu, konu sivillerin iktidar kavgasıydı ve asker bu işte etkili bir güç olarak kullanıldı. Siyasette hep görülen entrika psikolojik harp taktikleriyle sürdürüldü, her şey kayda geçirildi, bir şey saklanmadı.Dava açılmasıŞimdi 28 Şubat’ın “hesabını sormak” için dava açılıyor. Ardı ardına tutuklamalar yapılıyor. Özel yetkili mahkemeler “organize bir çete” ortaya çıkarmaya çalışıyor. Eğer 28 Şubat bir çete eylemiyse bu işin sonunu bulmak öyle kolay olmaz.Çete çıkabilir mi?28 Şubat’a bir “darbe” ya da “çete” işi gibi bakarsak bu davanın daha baştan çökebileceğini söyleyebilirim. Çünkü bu durumda 15 yıl önceki devlet çarkının tamamının “çete” olarak kabul edilmesi gerekecektir ki, bu da teknik olarak olanaksızdır.Hepsi bağlantılıİlk tutuklamalarda verilen ifadelerden öğreniyoruz ki, sorumlu tutulan herkes “resmi organlarda” alınan kararlardan ve uygulama emirlerinden söz ediyor, ki bunun içinde dönemin hükümeti de var. Yani herkes. Peki hangisi çete, hangisi mağdur.Suç hiç mi yok?Bu ifadem “28 Şubat masum bir dönem miydi, kimseden hesap sorulmasın mı?” eleştirisine neden olacaktır. Elbette o dönemde çok çirkin şeyler yaşandı, ama bunları “darbe-çete” diye nitelendirirseniz, dava sürecinde bu hukuk duvarına çarpacaktır.Duygulara yer yokHukukta duygulara yer yoktur. Her şey somut olmak zorundadır. 28 Şubat’ı çete bazında ele alırsanız, sanıkların hepsi o günün devlet çarkının işletilmesinde kullanılan ve hukuka uydurulan yaptırımlarda sorumlulukları olmadığını söyleyeceklerdir.Çıkmaza girerBu nedenle, öncelikle sanıkların tamamının belirlenmesi mümkün olmayacaktır. Dava “kimden intikam alınmak isteniyorsa” o isimlerle sınırlı kalacaktır. Ama bir süre sonra hukuk da işin içinden çıkamayacak, çaresiz kalacaktır. En büyük sorun budur.Yattıklarıyla kalırlarÖnümüzdeki kısa dönemde 28 Şubat fırtınasının süreceği görülüyor. Daha pek çok tutuklama yapılması olasılığı yüksektir. Sonuçta dava tıkanır, ama tutuklananlar “belli bir süre” hapiste kalırlar. Anladığım kadarıyla zaten asıl amaç da bu.Hesabı sormakPeki, 28 Şubat’ta yaşananların hesabı nasıl sorulacak? Önce mağdur kim, kim şikâyetçidir, bunun saptanması gerek. Dikkat ediyorsanız konunun açık bir mağduru yok, sadece 28 Şubat edebiyatı var. Örneğin düşürülen hükümetten hiç ses yok.Hukuka oturtmakKamuoyunda oluşturulan “28 Şubat darbedir” kanaati, şu an için davanın ana teması olabilir ama, iddianame hazırlandıktan sonraki evrede hukukun uygulanması zorlaşacaktır. Öncelikle bir çetenin mevcut olduğunun saptanması kolay değildir.Hızla da bitebilirBende oluşan kanaate göre bu davanın bitmesi çok hızlı da olabilir. Ortaya bir “darbe çetesi” konması çok zor olduğu için bir süre sonra dava düşebilir. Ancak iktidarın zihniyetini bilince, zorlamalarla bu davanın çok uzatılabileceğini de söylemek mümkün.Duyguları tatmin etmekSonuçta bu dava, iktidarın, onun yarattığı iklimden yararlanarak palazlananların, 28 Şubat’ta mağdur edildiğini düşünen kişilerin duygularını tatmin edecektir sadece. Hırs ve öfkelerle suçlananların hapiste yatması kimilerini mutluluktan uçuracaktır.Tutukluluk süresiBu davada benim merak ettiğim, 28 Şubat bahanesiyle “haddi bildirilecek, burunları sürtülecek” olanlara zihinlerde biçilen “ceza süresinin” ne kadar olacağıdır. Çünkü belli ki demokrasi nutuklarının atıldığı süreçte “intikamdan kaçış” yok.Hepinize iyi haftalar dilerim.
Sayın Başbakan; son günlerde konuşma üslubunuzda hayli sertleşme gözlemliyorum. Sözlerde ve davranışlarda sertlik olunca ister istemez hataları da beraberinde getiriyor.Bu iyi bir şey değil.Örneğin neredeyse 40 yılını yazı hayatına vermiş, yazılarında ince esprileri ile hiciv sanatını da yücelten bir mertebeye ulaşmış Bekir Coşkun için kullandığınız “kaleminden pislik akan” söylemi hiç hoş olmadı. Size de yakışmadı.Unutmayın ki siz Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanısınız. Bekir Coşkun sert muhalefet yapabilir, yaptığı hicivler sizin değer yargılarınıza göre ölçüyü aşmış olabilir, ama bir Başbakan olarak Türkiye’nin saygın yazarlarından birine “kaleminden pislik akıyor” deme lüksünüz yoktur.Yine sert ve hatta öfkeli konuşmalarınızdan birinde BDP’yi eleştirirken “tek din” kavramını kullandınız. Daha sonra bunun bir hata olduğunu kabullenip “dilim sürçtü” dediniz. Oysa dilinizin sürçtüğü biraz şüpheli. Çünkü o konuşmada “din diyorum, dil demiyorum” vurgusu yapmıştınız.28 Şubat konusundaki sert konuşmanız da sanıyorum amacını aştı. “Dalga dalga milleti boğar” sözünüz farklı yorumlandı ve tartışmalara neden oldu. Gördüğüm kadarıyla bugüne kadar size olağanüstü destek verenler bile şaşırdı ve sizi eleştirdi.Korkarım bu eleştirilere de öfkelenecek ve bu kez onlar için ağır kelimeler sarf edeceksiniz.Sert konuşayım derken yaptığınız hataların en önemlilerinden biri de Türkiye’nin kredi notunu durağana çeviren Standart&Pours’a yönelik sözlerinizdi.Elbette Türkiye’nin kredi notunun düşürülmesi hepimizi üzer hatta öfkelendirir bile. Ancak bir Başbakan olarak bu kadar tepki göstereceğinize “Standart&Pours’un yanlış değerlendirme yaptığına inanıyorum, rakamları iyi okumamışlar” deseniz de amacınıza ulaşmış olacaktınız.Çünkü sonuçta Standart&Pours uluslararası bir değerlendirme kuruluşu, tüm dünyada çok saygın ve onlarca ülke bu kuruluşun değerlendirmelerini çok ciddiye alıyor. Bu açıdan bakınca sizin sert sözlerinizin pek anlamı kalmıyor uluslararası çevrelerde.İzninizle size merhum Başbakan Menderes’ten bir anı aktarmak istiyorum.O önemin en önemli psikiyatrlarından Mazhar Osman Menderes’in de yakın dostuydu. Tabii o zamanlar psikiyatr denmiyordu, “deli doktoru” deniyordu.Bir gün Adnan Bey Mazhar Osman’la bir konuda şiddetli bir şekilde tartışıyor ve “Yahu sen delisin” diyor.Mazhar Osman bu söze karşı gülüyor ve “Haklı olabilirsin, ben gerçekten deli olabilirim” diyor. Sonra da devam ediyor “Yalnız bir noktayı unutma, senin bana deli demen doğru olsa bile hiçbir kıymeti yok, ama ben senin için deli dersem, akıl hastanesinden sittin sene dışarı çıkamazsın.”Standart& Pours’a sert konuşmanızın bir anlamı yok. Ama Standart&Pours Türkiye ile ilgili sert konuşursa, Türkiye çok ağır yara alır.Saygılarımla.*****Gani Yıldız’danDanıştay Başkanı, yürütmeyi durdurma kararlarıyla ilgili olarak, “Onu durdur, bunu durdur, nereye kadar, artık durdurma yok, ilerleme var” demiş. Tamam, adalet sistemi gelişmelerin önünde engel olmasın ama bari vatandaşın cebine yönelenler için “yürütmeyi durdurma kararı” verilsin!***Darbeleri araştırmak için kurulan komisyon, 27 Nisan e-muhtırasını, “27 Nisan başarısız teşebbüstür” diyerek gündemine almamış. “Başarısız” diyerek haksızlık etmiş olmaz mıyız? Zira “mağdur yaratmada” oldukça başarılı bir teşebbüstü!***Galiba Maya Takvimi doğruyu söylüyor; 2012’de dünyanın sonu gelecek. Baksanıza Başbakan 28 Şubat’ın soruşturma dalgalarından, CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu ise Genelkurmay’ın bildiri yayımlamasından rahatsız.***Başbakan, “Başkanlık sistemi tartışılabilir” demiş. Doğru; bu ülkede başkanlık sistemi dahil her şey tartışılabilir, ama son sözü “Baş(ba)kanımız” söyler!***Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu, “Atılan yumurtalardan sonra saçım çıktı” demiş. Ne güzel... Takke düştüğü zaman kel görünmez artık!***Fransa’nın yeni Cumhurbaşkanı’nın lakabı “Bay Normal”miş. Dün “ak” dediğimize bugün “kara” diyoruz. Bir süre sonra normalin başına “A” koyarsak kimse şaşırmasın!*****Bir doğum günü kutlamasıSilivri’de tutuklu bir amiralin çocuklarından bir mesaj aldım. Hiçbir yorum yapmadan sizlerle paylaşmak ve dileklerini yerine getirmek istiyorum.Can bey; Öncelikle iyi günler. Babam Emekli Tümamiral Mustafa Aydın Gürül’ün, (Balyoz davası 100 numaralı sanığı) 13 Mayıs Pazar günü doğum günü. Kardeşim Atilla ile düşündük babama hediye ne yapabiliriz diye. Tabii gönlümüz isterdi ki torunları ve bizimle birlikte bir pasta keselim ona üfletelim, ona doyasıya sarılıp öpüp doğum gününü kutlayalım. Ama malum Silivri Cezaevi kanunları böyle bir imkanımız yok. Ve siz aklımıza geldiniz. Babam sizin köşe yazılarınızı hiç kaçırmıyor. Eğer mümkün olursa bizim adımıza köşe yazınızda babamın doğum gününü kutlayabilir misiniz?*****Sevgili annemeSevgili anneciğim; bugün özel bir gün. Ama bilmelisin ki söz konusu sen olduğunda benim için her gün özel bir gün.Küçücükken elini tutup gezdiğim günler hem dün gibi gözümün önünde hem de tarih olmuş gibi gerilerde.Ben bile 55 yaşımı geçtim, sen 80 oldun.Ne mutlu ki bizlere sen de babam da bizlerle birliktesiniz.Sadece bu özel günde değil, çocukların ve torunlarınla birlikte bizim özel kabul ettiğimiz yılın her gününde gelip elini öpebiliyor, boynuna sarılıp kokunu hissedebiliyoruz.Bugün eğer ayakta durabiliyor, kendimiz, ailelerimiz, ülkemiz için bir şey yapabiliyor, yararlı olabiliyorsak bunu sizlere borçlu olduğumuzu asla unutmadık unutmayacağız.Senin varlığınla mutluyuz.Senin nezdinde tüm annelerin ellerini öperim.*****Haftanın fıkralarıGeçen haftayı izinli geçirince Yıldırım Tuna’nın fıkralarına da hasret kaldınız. İşte bu haftanın fıkraları. Birlikte okuyup gülelim;Kaplan beslemekTemel sınıf arkadaşları ile Hayvanat Bahçesi’ne gitmiş, eve hayli yorgun dönünce annesi sormuş “Hayrola? Ne oldu?” diye. “Kaplanı besleyeceğim diye canım çıktı anne” demiş Temel nefes nefese. “Aa? Neden?” demiş annesi. “Devekuşunu kıçından zorla ittirerek kaplanın daracık parmaklıklı kafesine sokabilmek her babayiğidin harcı değil anne..!”Kaçak filAlışveriş merkezindeki restoranlardan birinin sahibi nefes nefese polisi aramış, “Arayıp durduğunuz sirkten kaçan fil var ya, şu anda bizim restoranda” demiş heyecanla. “Şimdi geliyoruz” demiş komiser ayağa fırlayarak, “Bir zarar veriyor mu?” Adam “Vermez olur mu?” demiş “Yarım saattir ön masada öyle oturuyor, ne bir şey yedi ne de içti şerefsiz..!”Eğer tutmazsaÜniversite’de tanıştığım bembeyaz, kıvır kıvır, uzun saçlı profesör burnunun üzerindeki yuvarlak gözlüklerinin üzerinden bakarak “Müthiş bir proje üzerindeyim, ineklere insan geni klonlamaya çalışıyorum. Böylece ineklerden bebekler için son derece gerekli olan insan sütünün bolca elde edilmesini sağlayacağım” dedi ve kulağıma eğilip hınzırca gülümseyerek ekledi, “Eğer tutmaz da tersi olursa en azından sokaklara bir sürü iri göğüslü kızlar çıkar ki, bir düşünün o insanlığa daha büyük bir hizmet.”
CHP İstanbul’daki 34. İl Kongresi’ni yarın yapıyor. Genel Merkez için adeta bir “ölüm kalım meselesi” haline gelen İl Kongresi’nde iki aday yarışacak.Mevcut İl Başkanı Oğuz Kaan Salıcı’nın karşısında daha önce de il başkanlığı yapmış Ali Özcan var.Genel Merkez, bütün gücüyle Oğuz Kaan Salıcı’nın kazanması için baskı yapıyor.Başta Erdoğan Toprak olmak üzere, Aydın Ayaydın ve Süleyman Çelebi’nin bütün ilçe başkanlarını “adayımız Oğuz Kaan Salıcı’dır” diye imza vermeye zorladıklarını öğrendim.Bunun dışında bazı ilçe başkanlarına ve delegelere bazı cazip vaatlerde bulunulduğu da kulağıma gelenler arasında.Peki Genel Merkez “Yarış demokratik olacak, Genel Başkan kimseyi işaret etmeyecek, çarşaf liste yapılacak” dediği halde, bu baskının nedeni ne?Öğrendiğime göre Oğuz Kaan Salıcı’nın rakibi Ali Özcan’ın Alevi olması Kılıçdaroğlu’nda ve Genel Merkez’de rahatsızlık yaratmış.Söylenenlere göre Kılıçdaroğlu “Ben Aleviyim, Genel Başkan Yardımcılarından bazıları Alevi, İstanbul gibi büyük bir metropolün il başkanının da Alevi olması partimizi sıkıntıya sokar” demiş.Bu görüş de, partiye çok uzun yıllar hizmet etmiş olan ve son seçimlerde Elazığ’da CHP’ye oy patlaması yaptırmasına rağmen çok küçük farkla seçilemeyen Ali Özcan’ın karşısında bir Genel Merkez barajı çıkmasına neden olmuş.CHP’li bazı yöneticiler, özellikle AKP’nin inançlar konusundaki istismarını bildiklerinden bu konuda çekingen olabilir ve bu partideki bazı kesimler tarafından “mantıklı” bulunabilir.Öte yandan da laik, demokratik, çağdaş bir çizgide olduğunu söyleyen partinin inançlar konusundaki bu tür baskılara boyun eğiyor gözükmesi de affedilir gibi değildir.Eğer Kılıçdaroğlu AKP’nin inanç istismarından o kadar rahatsız oluyorduysa, parti yönetimini oluştururken bunu düşünmek zorundaydı.Kendi ekibini kurarken Alevilik konusunu hiç önemsemeyen (çok haklı olarak) Kılıçdaroğlu’nun, şimdi İstanbul’da inanç üzerinden siyaset yaparak parti demokrasisine darbe vurması akıl alacak gibi değildir.Genel Merkez’in baskı ve tehditleriyle İstanbul Kongresi’ni Oğuz Kaan Salıcı kazanabilir, ama bu durum parti içinde önümüzdeki dönemde çok ciddi sancılara da neden olacaktır.*****Artık gerçek bir Twitter hesabım varTürkiye’de henüz pek kimse bilmiyordu, bir arkadaşım “Twitter diye bir şey çıktı, haberin var mı?” diye sordu. Nereden olacak, yoktu tabii.“Nedir?” dedim. Anlattı; “Bu yeni bir mesajlaşma türü, üstelik cepten attığın mesajlar gibi paralı da değil.”Ben de “Eee neden paralı değil, telefon şirketi neden böyle bir şey yaptırsın ki?” diye sordum.“İşe öyle bakma” dedi ve sürdürdü;“Artık her şey internet üzerinden yapılacak. Şu anda kimse farkında değil ama bu böyle, Twitter bedava gibi görünüyor oysa internet üzerinden yapılacağı için bir süre sonra bütün cep telefonları internete bağlanmış olacak, şirketler internet servisi satarak para kazanacak” dedi.Birkaç dakika içinde Twitter hesabımı açtık ve ilk mesaj olarak da “Yakında yayındayım” yazdım.Sonra arkadaşımı uzun süre görmedim, ben de henüz alışkın olmadığım için ikide bir Twitter’a girip mesaj atmadım, derken şifreyi de unuttum ve belki de Türkiye’de ilk Twitter hesabı sahibi gazetecilerden biri olarak girişimim sonuçsuz kaldı.Geçen süre içinde birçok gazeteci, yazar, sanatçı, siyasetçi, devlet adamı, akademisyen Twitter üzerinden mesajlaşmaya başladı. Kimilerinin takipçileri 100 binleri aştı.Bu arada ilginçtir, kimi okurlar “sizin takipçiniz oldum” demeye başladı. İyi de ben mesaj atmıyorum ki.“Olur mu?” dediler “Senin birden fazla Twitter hesabın var.” Twitter’a üye bir arkadaşımın bilgisayarından Twitter’a girdim, gerçekten de bir değil birkaç “Can Ataklı” hesabı var. Üstelik kiminde 8 bin kiminde 3 bin, kiminde 500 takipçi var.Kendimi bu dünyada yok sanıyorum ama varmışım meğer.Sonunda Vatan internet sitesinin müdürü Aylin Duruoğlu “Size gerçek bir Twitter hesabı açıyoruz, bundan böyle hem yazı başlıklarınızı buradan göndereceğiz hem de siz takipçilerinize istediğiniz mesajı gönderebileceksiniz” dedi.Hızla bir hesap açıldı, ilk mesajımı da attım, şimdi takipçileri bekliyorum artık. Twitter’da benim gerçek hesabım, gazetenin üzerindeki resmimi gördüğünüz hesaptır. Diğerleri benim değil. Benim adıma iyi niyetle de olsa hesap açtıran kimi okurlarımdan ricam, artık oradan mesaj atmayı bırakın lütfen.*****Bir mahzun camiKüçükbakkalköy’deki büyük Carrefoursa’dan TEM’e sapıyorsunuz. İlerliyorsunuz, sağınızda Ataşehir var, devam edin, Ankara ayrımından sonraki köprünün altından geçtikten sonra sola bakın.Orası yaklaşık bin dönümlük bomboş bir arazi. Hafif engebeli.O bomboş arazinin tam ortasında sıvası henüz yapılmamış, koca bir cami ve hemen yanında 6 katlı yine sıvasız bir bina var.Camiyi ve binayı tam ortaya koyarsanız en yakın yerleşim yerine en az 750 metre var.Cami ibadet için halkın toplanma yeri olduğuna göre, etrafında tek konut bile olmayan bomboş bir arazinin tam ortasında bir cami ne arıyor olabilir?Cevabı basit aslında.O boş arazi Finans Merkezi olarak planlanıyor. Arsa değerleri çok arttı. Belli ki bir süre sonra orada dev binalar yükselecek.İşte o cami, alelacele yapılıyor ki, binalar inşa edildiğinde, İstanbul’un en değerli yerinde en yüksek rantı getirecek bir gayri menkul elde bulunmuş olsun.Çünkü artık camiler sadece cami olarak yapılmıyor. Altına çok sayıda iş yeri hatta alışveriş merkezi yapılıyor, yanına bir de cami görevlileri için lojman adı altında yine çok katlı yüksekbir bina dikiliyor, buradan da rant sağlanıyor.Yaşar Nuri Hoca’nın ısrarla söylediği “Allah ile kandırmanın” bir yöntemi bu da.Twitter'da iki sakıncaTwitter’a uzun süre girmememin “ihmalkârlık ve şifreyi unutma” dışında birkaç nedenini sıralamak istiyorum.Birincisi gözlediğim kadarıyla anormal bir bağımlılık da yaratıyor. Kimi yazarları görüyorum, başını bilgisayardan kaldırmıyor, kim ne demiş, kaç takipçisi olmuş, kim kime nasıl saldırmış, onları izliyorlar.Hatta kimileri TV tartışma programlarında bile kendinden geçiyor, orada konuşulanları dinlemiyor ve tabii anlamıyor.İkincisi bana göre bu olay çağın buluşu. Çünkü insanlara 140 karakter ile bir fikri empoze edebiliyorsunuz. Zaten tembel ve bilgisiz olanlar, kime inanıyorsa onun yazdıklarını doğru kabul ediyor ve bu görüş onda kalıcı hale geliyor. İki üç cümle ile fikir sahibi olup onu her yerde satmaya kalkanları gördükçe hem üzülüyorum hem öfkeleniyorum.Üçüncü konu da, özgürlük adı altında her türlü terbiyesizliğin, seviyesizliğin de sahnelendiği bir alan haline geldi Twitter.Bir hesap açtıran kendini bilirkişi sanıp istediğini yazmayı hak olarak görüyor.
Silivri’deki kampüs izlenimlerimi yazmaya devam ediyorum. Son görüşmemizi tutuklu tek kadın gazeteci Müyesser Yıldız’la yaptık. Yıldız’ın ayrılırken “Arkadaşlar benden istediğiniz bir şey var mı?” diye soran sesi herhalde kulaklarımdan hiç gitmeyecek. O kadar samimi o kadar sevecendi ki.Bizi görüşme salonunda karşıladı. Haber vermişler ve salona getirmişler. Bizi görünce çok sevindi, çünkü kimlerin geleceğini o ana kadar bilmiyormuş.27 kişilik hücredeMüyesser Yıldız zaten bir damlacıktı, iyice zayıflamış. Ama yine de sağlıklı görünüyordu. “Kimlerle görüştünüz?” diye sordu önce, anlattık, “çok üzülüyorum onların haline, 8 metrekarelik ıslak hücrelerde kalıyorlar, beni 27 kişilik bir koğuşa tek başıma koydular, bu hiç adaletli değil” dedi.En büyük meşgalesi yazı yazmak. Onun da parmakları nasır tutmuş. Her gün yazıyor, yazıları Facebook sayfasına konuyor. “Buraya girmeme neden olan o virüslü e-postayı atanı bir gün mutlaka bulacağım” diyor. Hâkimleri bilimsel olarak saptanan bu sahtekârlığa rağmen duyarsız olmakla suçluyor.Savunma yapmıyor“Benim için 12 Mart milat oldu” diyor Yıldız “Çünkü o gün yine hiçbir soruma cevap verilmedi, tutukluluğumun devamına karar verildi” diye sürdürüyor ve ekliyor “Adaleti yerine getirmeyen bir devletin yargısı karşısında savunma yapmıyorum, yapmak istemiyorum o kadar.”Avukatı da yok. “Savunma yapmıyorum, avukatları da oyalamak istemiyorum” diyen Yıldız’a buna rağmen bazı gönüllü avukatlar destek veriyormuş. Hiç olmazsa bu sayede dış dünya ile irtibat kurabildiğini ve bu avukatlara şükran borcu olduğunu söylüyor.Yemek de yemiyorYıldız, pasif direnişini cezaevi yemekleri yemeyerek sürdürüyor. “Adil olmayan devletin yemeğinden bana ne” diyor. Önce açlık grevi yapmak istemiş ama duyulmayacağından endişe etmiş. Şimdi sadece kantinden aldığı bisküvi ve yoğurtla besleniyor. “Bu bana yetiyor” dedi.45 dakika sonra ayrılırken Müyesser Yıldız bütün sevecenliği ile “Benden istediğiniz bir şey var mı?” diye sordu. Hem güldük hem hüzünlendik. “Öyle şaşırmayın” dedi “Sizin dışarıdaki durumunuz daha kötü.” Yıldız sonra “Haydi önce siz çıkın gidin, benim gidişimi görmeyin, ben beklerim” dedi.74 yaşındaki delikanlıHikmet Çiçek’i yıllar önce Ankara’da bir kere görmüştüm. Ergenekon davasının en eski gazeteci tutuklusu. Neredeyse 5 yıldır hapiste. Zaten ömrünün 19 yılını hapiste geçirmiş. 74 yaşına rağmen delikanlı gibi dimdik, mağrur. “Burası esir kampı gibi, hiçbir insani şey yok burada” diyor.Apo’nun şartları yeterHikmet Çiçek’in durumu ilginç. Tutuklu olduğu davanın iddianamesinde yer almıyor. Ama tutuklu olmadığı başka iddianame nedeniyle ağır hapsi isteniyor. Cezaevi şartlarının ağırlığından yakınan Çiçek “Apo’nun hakları bize tanınsa yeter oysa. Ona tanınan haklar çok daha insani” dedi.Pırıl pırıl bir gazeteciÖnceden tanımadığım Odatv tutuklularından Barış Terkoğlu pırıl pırıl genç, idealist bir gazeteci. Bizi görünce gerçekten çok sevindi. “Mustafa Abi’yi biraz önce geri getirdiler, ben de buraya gelmek için sabırsızlanıyordum” dedi. Terkoğlu bir süredir Mustafa Balbay’la aynı hücreye konmuş.Burada kalınır mı?Barış Terkoğlu, Balbay’ın hücresine nakledilince gördüğü manzara karşısında çok şaşırmış. “Bir yıldır burada mı kalıyorsun?” diye hayretle sormuş. Bu duruma çok üzülmüş, eski kaldığı yer daha iyiymiş. Cezaevi yönetimi nedense Balbay’ı iyi yere taşıyacağına Terkoğlu’nu kötü yere taşımış.Hakları verilmiyorBarış Terkoğlu da diğer tutuklularla görüşememekten yakınıyor. “Haftada 10 saat birlikte olma hakkımız var. Bu kural hiç uygulanmıyor. Koridorda bile karşılaşmamıza, konuşmamıza izin yok. Ama alıştık, yapacak bir şey yok, adalet bir gün mutlaka yerine gelecektir. Bunları yapanlar utansınlar” dedi.90 gün araBarış Pehlivan saçını sakalını kesmiş, gayet dinç ve güven dolu biçimde salona geldi. Mahkemenin 90 gün sonrasına duruşma koymasına tepkili. “Bir şey bulamayıp süre uzatıyorlar. Kimse çocuklarının utanacağı şeyler yapmamalı. Unutmasınlar. Bu hep böyle gitmez” dedi.Yeni kitap çalışmasıPehlivan, Barış Terkoğlu ile yeni bir kitap için çalıştıklarını anlattı. Daha önce ‘Sızıntı‘yı yazan ikili ancak duruşmalarda konuşabildikleri kadarıyla kitapları üzerinde çalışabiliyormuş. Pehlivan “Bilgisayar kullanamıyoruz, peki nasıl savunma yapacağız” diye soruyor.2 milyon sayfaErgenekon davasına bağlı tüm davaların birleştirilmesiyle yaklaşık 2 milyon sayfa belge üzerinde çalışmaları gerektiğini söyleyen Pehlivan, “Haftada sadece 2 saat bilgisayar kullanma izni ile hangi belgeye bakacağız, hangisini not alacağız, bunlara karşı ne zaman yazabileceğiz, adaletsizlik bu” diyor.Zamanınız değerlidirTuran Özlü’yü beklerken “Hesap ettiğimizden fazla zaman kaybettik” dedim. Ziyaretler konusunda tecrübeli olan Atilla Sertel “Turan Bey fazla kalmaz” dedi. “Neden?” dedim. “Çok çelebi bir adam Turan Bey, gelir biraz konuşur, sonra da (siz gidin) der” dedi. Az sonra Turan Özlü geldi.Hoş geldiniz çocuklarHer zamanki güler yüzü ile kollarını açarak hepimizi selamladı. “Hoş geldiniz çocuklar” dedi. Elinde kalın bir dosya vardı. “Şu hale bakın Bize dava açılmasına neden olan bir haber bizden önce bir çok yerde yayınlanmış, hiçbirine laf etmemişler, bizi bundan tutukladılar” dedi.Tamam artık siz gidin20 dakika kadar sohbet etmiştik ki, Atilla Sertel’in söylediğini doğrularcasına, “Haydi bakalım siz gidin artık, işiniz gücünüz vardır, ben sizi meşgul etmeyeyim” dedi. Hepimizle kucaklaşıp, infaz memuruyla birlikte kapıya giderken seslendi “Kendinize iyi bakın ha.”Deniz Yıldırım öfkeliAydınlık Gazetesi’nden Deniz Yıldırım da elinde koca bir dosyayla geldi. Turan Özlü’nün kısaca anlattıklarını biraz daha açtı. Başbakan Erdoğan’ın bir ses kaydını yayınlamak suçundan tutuklanmıştı.Gazetecilik suçlanıyorDeniz Yıldırım Savcı Cihan Kansız’ın kasıtlı davrandığını söyledi ve ekledi “Başbakan’ın ses kaydının servis edildiğini yazmış iddianamede. Oysa aynı kayıt 6 ay önce başka gazetede yayınlanmıştı. Bizi gazetecilik yapmaktan suçlayamadıkları için terör örgütü gibi göstermeye çalışıyorlar, hepsi bu.”İddianame suçturDeniz Yıldırım belli ki hücresinde deliler gibi çalışıyor. İddianameleri didik didik ediyor; yanlışları, kasıtlı ifadeleri tek tek buluyor. “Savcılık suç işliyor, ama daha da önemlisi bu iddianamenin aslında bizzat kendisi bir suç. Adalet er geç yerini bulacak gerçek ortaya çıkacaktır” diyor.Ve sonuca gelelimÜç gündür sizlerle Silivri izlenimlerimi paylaştım. Yargıya elbette saygılıyız, kimse için hukuk karşısında ayrıcalık isteyemeyiz. Ancak suçlu ya da değil durumları henüz bilinmeyin gazetecilerin ve diğer tüm tutukluların insanca yaşama hakkı olduğunu da unutmayalım.Asgari haklar verilmeliTutukluların sıvasız 8 metrelik hücrelerde tutulması, birbirleriyle görüştürülmemeleri, spor yapma hakkının kısıtlanması, hücrelerine bir küçük çiçek bile koyamamaları, hayatları yazı olanlardan internetsiz bilgisayarın bile esirgenmesi insanca ve hakça değil.Onlar mahkûm değilUnutulmasın; çeşitli dava dalgaları nedeniyle tutuklananların suçlu olup olmadıkları henüz kesinleşmedi. Kin, nefret ve intikam duygularıyla bu insanlara karşı insanlık dışı davranışlar hepimizin sorunu olmalıdır. Yine unutmayalım ki “hukuk bir gün herkese gerekir” sözü boşuna söylenmemiştir.
Silivri Cezaevi’nde geçirdiğimiz 10 saatte 9 tutuklu arkadaşımızla görüşme şansı bulduk. Bakanlığın verdiği izinle, “içeri” giren 6 kişilik gazeteci grubu, ilk görüşmeyi Tuncay Özkan’la yaptık. Aynı anda CHP Milletvekili Umut Oran da “tutuklu milletvekili” Mustafa Balbay’la yan salonda görüşüyordu.Özkan çok coşkuluKravatsız takım elbisesiyle bizi karşılayan Tuncay Özkan coşku içinde hepimizle kucaklaştı. “Kusura bakmayın sizi dışarıda yalnız bıraktık” diye espri yapan Özkan’la bir saate yakın konuştuk, fotoğraflar çektirdik, çay içip kantinden alınan bisküvileri yedik. Özkan coşkusunu yitirmeden anlattı da anlattı.“Sabaha çıkmam dedim”Tuncay Özkan tek kişilik hücreye atıldığı günü gözleri dolarak anlattı. Bitmemiş, her tarafı ıslak, buz gibi hücreye ilk girdiğinde “Herhalde sabaha buradan çıkamam” diye düşünmüş. Özkan “Köpeği bağlasan durmaz” diye tanımladığı hücredeki en kötü şeyin kanalizasyon kokusu olduğunu söyledi.Uyanınca b..a batmakTuncay Özkan bir sabah uyandığında ayağa kalkınca neredeyse bileklerine kadar suya batmış. Meğer klozetin içinde harç unutulmuş ve o da gideri tıkamış, gece taşmış. Tuncay Özkan gülerek “uyanınca b..a batmak neymiş öğrendim” diyor gülerek; ama ya o yaşadığı an neler hissetmişti? Korkunç bir şey..Yosun çiçek açar mıHücre o kadar ıslakmış ki, her taraf yosun bağlamış. Özkan “Yosunun çiçek açtığını hiç bilmiyordum, ama açıyormuş meğer” dedi. Şimdi durum daha iyiymiş. “Burada cebimizden para vererek sıva ve boya yaptırıyoruz” dedi Özkan. Sonra kahkaha atarak sürdürdü; “Müteahhitlere boşa para vermişler.”Maydanoz yeşilliğiCezaevinde çiçek yetiştirmek yasak, çünkü toprak bulundurmak yasak. Nedenini dün anlatmıştım. Özkan “Kantinden demet demet maydanoz alıyoruz, su şişelerinin içine koyuyoruz, böylelikle yeşil hasretimizi gideriyoruz” dedi. Maydanoz olmadığı günlerde semizotu da aynı işi görüyormuş.Demlenmiş çaydan toprakCezaevinde insan çok şey öğreniyormuş. Örneğin çayın süzülmüş demi toprak gibi oluyormuş ve içinde bazı bitkiler yetişebiliyormuş. Özkan bir ara çay artığında filizlenen çiçek yetiştirmiş. Ama yönetim, çayın artığını da, toprak muamelesi yaparak yasaklamış. “Çok üzülmüştüm” dedi Özkan.Sağlığı iyi amaTuncay Özkan çok sağlıklı ve coşkulu görünüyor. Ancak ellerindeki sararmanın çaresi hâlâ bulunamamış. Doktorlar teşhis koyamadıkları gibi endişe de ediyormuş. Ancak bir kan tahlili bile yaptıramamış. Özkan “Burada sağlık hizmeti çok kötü. Silivri Hastanesi ise hepimize bir cehennem” diyor.Birbirlerini görmüyorlarTuncay Özkan’dan sonra görüşme sıramızda Mustafa Balbay var. Ancak Özkan yerine götürülmeden Balbay gelemiyor, çünkü birbirlerini görmemeleri gerekiyormuş. Hepsi aynı davada yargılandığı halde, mahkeme dışında bir araya gelmeleri yasakmış. Öyle ki koridorda bile karşılaşmaları istenmiyormuş.Sayın devlet büyüğüBiraz bekledik, gardiyanlar (infaz memuru deniyor artık) Balbay’ı getirdi. Kravatlıydı. O artık milletvekili. “Sayın Devlet büyüğümüz” diye karşıladık. Sanki cezaevinde değiliz de meclis kulisindeyiz. Balbay heyecanlı ve telaşlı, “Birazdan başka randevum var” der gibi.İhtimal yüzde 60Balbay’a “Yasa galiba çıkıyor, Meclis’e geleceksin artık” dedik. Balbay “Öyle olabilir, bir hafta öncesine kadar çıkamayacağımı düşünüyordum, bugün itibarıyla bu ihtimal ilk kez yüzde 60 olarak canlanıyor zihnimde” dedi. Sonra ekledi “Sorun buradan çıkmak değil, oynanan büyük oyunu sona erdirmek.”Yeni kitap yoldaCezaevine girdiğinden bu yana yazıdan hiç kopmayan Balbay yeni kitabını bitirmek üzereymiş. “Daha önce cezaevini yazdım, bu sonuncu kitap ise farklı, Deniz Gezmiş’lerle ilgili hiç bilinmeyenleri kaleme aldım” dedi. En büyük sıkıntı bilgisayara izin verilmemesi. Kalemle yazmak çok zormuş.Maç muhabbetiBalbay’a “haberleri izleyebiliyor musunuz?” diye sorduk. Olabildiği kadar TV izleyebiliyorlarmış. Hatta aralarında 40’ar lira toplayıp Lig TV’ye de abone olmuşlar, maçları seyredebiliyorlarmış. İstedikleri günlük gazeteleri de aldırabiliyorlarmış. Gazeteler genellikle öğleye kadar ellerine ulaşabiliyormuş.Koşullar zorMustafa Balbay, aradan geçen uzun süre sonunda cezaevi koşullarına alıştıklarını söyledi. Kendilerine sürekli kötü muamele edilmediğini, ama mantıksız kurallar nedeniyle çok sıkıntı çektiklerini söyleyen Balbay “Neyse ki görevliler arasında çok yakın davrananlar da var, ama bunu yazmayın” dedi.Başlarına iş geliyorBalbay bunu gülerek şöyle anlattı; “Bizi ziyaret eden arkadaşlar gördükleri bazı iyi şeyleri de yazıyorlar iyi niyetli olarak. Ama sonra o kişilerin başlarına mutlaka bir şey geliyor. Yerine yeniler geliyor, bu da bizim için iyi olmuyor, çünkü yeni gelen kural uygulama adı altında bizi zora sokuyor.”Soner Yalçın’a sürprizMustafa Balbay’ı Genel Kurul’a gidiyormuş gibi uğurladık ve Soner Yalçın’ı beklemeye başladık. 5-6 dakika sonra kapıdan Soner Yalçın girdi. Ziyaret olduğunu biliyormuş ama kimlerin geldiğini bilmiyormuş. Bu nedenle hepimiz ayrı ayrı sürpriz olduk onun için. Diğer arkadaşlar da hepimizi bilmiyordu.Hayli zayıflamışSoner Yalçın hayli zayıflamış. “10 kilo verdim” dedi. Cezaevine girmeden önce “Bir ay hiç içki içmeme ve biraz zayıflama” kararı almış. “Burada 13 aydır kalıyorum, bizim bir aylık rejim hayali fazla uzadı. Çok kilo verdim, şikâyetçi değilim ama” dedi sonra da espriyi patlattı “Zayıflamak isteyene yerimiz var.”Medya sohbetiYalçın “virüslü bir e-postanın” kasıtlı olarak kendilerine gönderildiğinin bilimsel olarak ortaya çıkarılmasına rağmen mahkemenin bunu dikkate almamasından yakındı. Kimi meslektaşların kin ve nefret dolu yazılarına üzüldüğünü ama artık aldırmadığını söyledi. “Ben gazeteciyim, gazetecilik yargılanıyor” dedi.İşaret parmakları nasırlıBirkaç ilginç ayrıntı vermek istiyorum. Görüştüğümüz gazeteci arkadaşlarımızın çoğunun işaret parmakları nasır bağlamış. Çünkü bilgisayar kullanamıyorlar ve kalemle yazıyorlar. İnternet bağlantısı olmayan bir bilgisayar veya eski usul daktilo neden verilmez, bunu anlamak mümkün değil. Maksat eziyet herhalde.Yalçın Küçük’e darpYalçın Küçük cezaevinin en renkli kişisi galiba. Hadisesiz günü yok gibi. Geçenlerde bir davada tanık olarak dinlenmesi istenmiş. Küçük, rahatsız olduğunu ve mahkemeye gitmeyeceğini söylemiş. Bunun üzerine görevliler zorla götürmeye kalkışmış, Küçük’ün omuzu ve kolları mosmor olmuş.X ray’den çıplak geçmişCezaevinden mahkeme salonuna kapalı otobüslerle götürülen tutuklular dönüşlerinde yine x ray cihazından geçiriliyormuş. Cihaz ses çıkardıkça “tekrar geç” komutu veriliyormuş. Soner Yalçın cihazın sürekli ötmesinden bunalarak üzerinde ne varsa çıkarıp öyle geçmiş. “Yeter artık” diye de bağırmış.Yarın devam ediyorumSilivri ziyaretimizin izlenimlerini yazıyorum sadece. Konunun siyasi ve hukuksal boyutuna pek girmek istemiyorum. Oradaki yaşamı elimden geldiğince gözler önüne sermeye çabalıyorum. Ziyaret ettiğimiz diğer 6 gazeteci arkadaşımızla ilgili izlenimleri de sizlere yarın sunacağım.
Geçen hafta cuma gününü Silivri Kampüsü’nde geçirdim. 10 saat tam bir tecrit durumunda, 8 metre yüksekliğindeki, yarım metre kalınlığındaki duvarların arkasında, cep telefonu da internet de olmadan müthiş bir deneyim yaşadım.Tutuklu 9 gazeteciKampüste tutuklu 9 gazeteci arkadaşımızla konuştuk, dertleştik; an geldi hüzünlendik, an geldi kahkahalara boğulduk. Sırasıyla Tuncay Özkan, Mustafa Balbay, Soner Yalçın, Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan, Hikmet Çiçek, Deniz Yıldırım, Turan Özlü ve Müyesser Yıldız’la görüştük...Önce cezaevi izlenimiBu sevgili arkadaşlarımızla yaptığımız konuşmaları yarın ve perşembe günü ayrıntılarıyla sizlere yazacağım. Ama önce Silivri’ye giriş maceramızı ve tutukluların “esir gibi tutuluyoruz” dedikleri Silivri Kampüsü izlenimlerimi paylaşmak istiyorum. Hemen söyleyeyim, burada tutulmak gerçekten bir facia.Eskişehir’de ödülÖnceki hafta cumartesi günü Eskişehir’deydim. Eskişehir Gazeteciler Cemiyeti’nin kendi bölgesindeki yılın gazetecileri ödül törenine katıldım. Cemiyet kendi ödüllerinin yanı sıra aralarında benim de bulunduğum 5 gazeteciye “Yılın Başarı Ödülü”nü verdi. 48 ilden gazeteci de gelmişti.Ben de gelmeliyimToplantı sırasında gazeteci Ümit Zileli Türkiye Gazeteciler Federasyonu Başkanı Atilla Sertel’in küçük bir grupla Silivri’deki gazeteci arkadaşlarımızı ziyaret edeceğini söyledi. “Keşke ben de gelebilsem” dedim. Zileli de “Hemen söyleyelim, izin listesi henüz imzaya gitmedi, seni de eklerler” dedi.Listeye giriyorumAtilla Sertel Adalet Bakanlığı’nın onaylayacağı listeye benim de adımı yazdırdı. Bu arada yurt dışına gidip geldim ve cuma gününe vardık. Sabah 09.30’da Silivri’de olmak üzere sözleştik. Ümit Zileli ile birlikte sabah 07.30’da buluşup yola çıktık. Otoyoldaki servis alanında kahvaltı edip, 09.30’da kampüse vardık.‘Vardiya Bizde’Nerede buluşacağız? En iyi yer “Vardiya Bizde” çadırı. Bu çadırın ilk kurulduğu günü hatırlıyorum. Derme çatma bir çadırdı. Şimdi küçük bir köye dönüşmüş. Büyük bir çadır, yanında üç konteyner. Her taraf Türk bayrakları ve Atatürk posterleriyle donatılmış. Sürekli nöbet değiştiriyorlar.Asker eşleriAsker eşlerinin direniş ruhu belli ki daha yüksek. Askerler ise hukuksal alanda direniş yapmayı, karşı çıkmayı, hak aramayı son zamanlarda öğrenmeye başladı. Vardiya Bizde alanında küçük bir köy oluştuğu gibi, tarım da başlamış. Çadırın önündeki boş alanda aklınıza gelen her sebze ekilmiş.Koca bir camiDirenişçiler bu mini tarlaya gözleri gibi bakıyor, her gün sulanıyor, aykırı otlar temizleniyor, ürünler ortaya çıkmaya başlamış, kimileri de toplanıp yenmiş bile.Silivri Kampüsü’nün girişine koca bir cami inşa edilmiş. Bitmek üzere. Öyle büyük cami ki, 100 bin kişilik bir kente tek başına yetebilir.Sonunda kapıdayızHepimiz toplandık. 6 kişiyiz. Cezaevinin ana kapısına yöneldik. Hüviyetlerimizi bıraktık. Ben acemiyim. “İçeri bir şey sokmak yasak” dendiği için ceketimi, cep telefonumu, kalemlerimi, pantolon kemerimi bile arabada bıraktım. Sadece gömlek pantolon var üzerimde. Bir sorun çıksın istemiyorum.Otobüse biniyoruzX ray cihazından geçeceğiz. Ayakkabıların çıkarılması mecburiymiş. Çıkardık. “Acele edin, otobüs kalkıyor, yoksa çok beklersiniz” dediler. Koşup, otobüse bindik. 1 numaralı cezaevine gideceğiz önce, Müyesser Yıldız hariç 8 arkadaşımız orada çünkü. Müyesser Yıldız 8 No’lu cezaevine konulmuş.8 metrelik duvarlarKampüs içinde araba bulamazsınız hâliniz harap. Çünkü binalar birbirine yakın ama arka arkaya 4 sıra halinde. Ve her sıra arasında 8 metrelik duvarlar var, dikey geçiş yok, bu nedenle sıranın ucuna kadar yaklaşık 1.5 kilometre gidip diğer sıra için dönüyorsunuz. Aralarda yaya geçişi de yok.İzin bekliyoruzGeldik 1 No’lu binanın önüne. Gülerek karşıladı infaz memurları bizi ama, “Hayrola, nereye?” dediler. Çünkü izin belgesi gelmemiş. Meğer Atilla Serter bir gün önce saat 19.00’da imzalatmış izin belgesini Adalet Bakanı’na. Özel Kalem de “Sabah göndeririz faksı” demiş. Ama unutmuşlar.1.5 saat gecikmeİşin kötü tarafı, cep telefonları olmadığı için Özel Kalem’i arayamıyoruz. Cezaevi görevlileri de aklına esince dışarıyı arayamıyor. Sonunda Müdür Yardımcısı imdada yetişti. Bakanlığa telefon edildi. İzin faksı gönderildi. Ama ne yazık ki saat 10.45’e kadar 1 No’lu cezaevinin önünde bekledik.Göz taramasıCezaevine girmek buna rağmen kolay değil. Bu kez bir görevlinin önünde dikildik. Kimliğimizin bütün ayrıntıları bilgisayara girildi. Ama yetmezmiş. Bir de göz taraması yapıldı. 8 metrelik duvarın arkasına, gözlerimizi özel bir cihazla okutarak geçebiliyormuşuz. Çıkış da aynı yöntemle.Kimlik ya silinirseAma göz taraması ile kimlik belirlemesi de süreli. Belli bir süre sonra bilgisayar o taramayı siliyor, yani diyelim ki içerde oyalandınız, kapıya geldiniz, eğer göz taramanız silindiyse çıkmanız mümkün değil. Bir anda mahkzm ya da tutuklu safına geçmeniz işten bile değil. Amanın.Çiçek bahçesiO yüksek ve soğuk duvarlar insanın yüreğini daraltıyor. O koca duvarın altındaki küçük bir kapı açıldı, jandarmaların şüpheli bakışları arasında içeri girdik. Bir de ne görelim, küçük bir çiçek bahçesi hazırlanıyor. “Hani toprak yasaktı?” Buraya mahkzmlar çıkmıyormuş da ondanmış.Kontrollü yani.Tünel artıklarıİçeride toprağa izin yok. Nedeni basit. Efendim, kaçmak için tünel kazanlar çıkardıkları toprağı saksılara dolduruyormuş, çiçek yetiştiriyormuş gibi. İyi de bir insanın sürünerek geçebileceği 20 metrelik bir tünelin içinden çıkan toprak acaba kaç bin saksıyı doldurur? Mantığı yok ama, kural kuraldır.Artık içerdeyizSonunda içeri girdik. Unutmadan, cezaevinin ilk giriş kapısından itibaren en çok göze çapan şey uyarılar listeleri. Mahkzmları kimler ziyaret edebilir, içerisinin kuralları neler, içeri sokulamayacak olan şeyler. Bir de her giriş kapısında ve idari binaların camlarında Kutlu Doğum Haftası afişleri var. Çok ilginç.Buluşma salonlarıCezaevinde iki tür görüşme yapılıyor. Biri açık diğeri kapalı görüşme. Kapalı görüşmede camlı bir bölmenin arkasındaki tutuklu ya da mahkzmla telefon kullanarak görüşebiliyormuşsunuz. Açık görüşmede ise bir salonda karşı karşıya gelebiliyor, kucaklayıp öpüşebiliyorsunuz. Bir şey alıp vermek yasak.Her taraf süslüYemekhane gibi bir salona aldılar bizi. Ahşap masalar ve çok sayıda sandalye. Açık görüş günlerinde burası hıncahınç doluyormuş. Bugün sadece biz varız. Duvarlarda rengârenk süsler var çok sayıda. Meğer kuyumcu Hayrettin Ertekin su şişelerinden yapıyormuş. Hiç yoktan iyi, hiç olmazsa sanat.Arkadaşlarla buluşmaYarın ve perşembe günü ise arkadaşlarımızla yaptığımız görüşmelerin ayrıntılarına geçeceğim. Nasıl yaşıyorlar,sağlık ve moral durumları nasıl, yaşadıklarına nasıl bakıyorlar? Hangi mesajları verdiler, neler söylediler? Not alamadığım için aklımda kalanları yazacağım.