Birbirimizi hiç bırakmadığımız arkadaşlar “bu pazar geliyorsun değil mi?” diye aradılar. “Geliyor musun?” dedikleri İstanbul Erkek Lisesi’nin “Aşure Günü.”Gelmemek olur mu?Peki kaçıncı yılı kutluyoruz? 128’inci yıl olmuş.Oysa biz girdiğimizde, ki parmak kadar çocuklardık, henüz ilkokulu bitirmiştik, ağzımız süt kokuyordu, okulumuz 83 yaşındaydı.100’üncü yıl kutlamalarına tam 17 yıl vardı. Biz bitireceğiz, bir nesil daha bitirecek, ancak ondan sonrakilere 100’üncü yılda okuma şansı gelecek.O 17 yıl “ne kadar da uzun” derken aradan geçmiş 45 yıl. 100’üncü yıl kutlanmış, üzerine 28 yıl daha konmuş.200’üncü yıla varır mıyız. Şunun şurasında 72 yıl var. Allah büyük, sen yaşamaya çalış da. Şimdi pek kalmadı, ama biz o zaman “yatılı” okurduk. O günkü deyimle “leyli” yani geceli, gece kalmalı.Anadolu’dan gelenler doğal olarak yatılıydı da, aileleri İstanbul’da olanların da büyük çoğunluğu leyliydi. Az sayıda arkadaşımız ve kızlar gündüzlü, o zamanki deyimle nehariydi.Sınavlarına kaç kişi girmişti şimdi hatırlamıyorum ama, (onbinlerin üzerindeydi galiba) sadece 90 kişi alınıyordu. O tarihlerde şimdiki gibi birkaç yıl süren dershane eğitimleri falan yok. Akıl, zeka ve bilgiden çok test çözme taktikleriyle öne geçme dönemi başlamamış daha. Sadece sınavdan bir ay kadar önce sırf “çocuklar test tekniği nedir öğrensinler” diye okulda bir kurs açılıyordu.Yani zeki ve bilgiliysen, haydi abartmayayım biraz da test tekniğini öğrenmişsen sınavı kazanabiliyordun ancak.O da 90 kişi. Ya 91’inci veya 100’üncü. Hayal kırıklığını düşünsenize.Bir gün öncesinden teslim etmişti ailelerimiz bizi okula. İlk kez gece anne babamızdan ayrı kaldık.80 kişilikti yatakhanemiz. Eskiden “tiyatro salonu” olarak kullanılan dev bir salonda dizi dizi ranzalar. Ama manzaramız şahane.Boğaz ayaklar altında. Bilmeyenler için söyleyeyim, İstanbul Erkek Lisesi Cağaloğlu’nda, İstanbul Boğazı’nın tam giriş noktasına tepeden bakan bir yerdeki devasa binadır. Sirkeci, Eminönü, Beşiktaş, Ortaköy, Boğaz Köprüsü, Kuleli Askeri Lisesi’nden bakınca görünen en büyük binadır.Vaktiyle Düyzn-u Umumiye olarak kullanılmış. Yani Osmanlı’nın borçlarını ödeyen kurum. Sonra okul olmuş.Neydi o ilk yıllarımız. Anne babadan ayrı, Türkiye’nin her yerinden gelen zeki, akıllı, başarılı çocuklar bir arada.Kim zengin kim orta halli, kim yoksul bilmiyoruz. Hepimiz eşitiz. Zaten bu farkları algılayacak yaşlarda da değiliz henüz.Ama zaten öyle bir düzen kurulmuş ki, isteseniz de bu farkı anlayamıyorsunuz.Yardımlaşmayı, paylaşmayı, kader birliği etmeyi, birlikte sevinmeyi ve üzülmeyi, ilk kez âşık olmayı, okuldan kaçmayı, sigara ve içkiyi denemeyi burada öğrendik.Sonra yıllar yıllar geçti aradan. 100’üncü yıla “daha kocaaa bir 17 yıl var” derken 45 yılı geride bıraktık. Hepimiz orta yaşlı hale geldik, evlendik, boşandık, çocuklar hatta torunlar oldu. Ya yitirdiklerimiz. Selçuk Kaya, Yurtkan Köküöz. Onlardan önce aramızdan ayrılan İrfan Görür, Nezih Uzuner, Tülin Taştan, Eren Ormancı. Ve ne yazık ki teröre kurban verdiğimiz Osman Korkmaz, Enis Aydemir. Onları nasıl unutabiliriz.Yarın 128’inci kuruluş yılını kutlamak için yine okulun bahçesinde olacağız. 45 yıl öncesini anacağız. Ne mutlu bize.*****Çanakkalede bir nesil yitirdikİstanbul Erkek Lisesi 1884’te kurulduğunda da döneminin en iyi okullarından biriydi. Osmanlı’nın son dönemlerinde Cumhuriyet’in hazırlıklarının yapıldığı yıllarda aydın, çağdaş, bilimsel değerlere önem veren, Türkiye’nin geleceği için vizyon kazanan nesiller yetiştirmişti.Empeyalizmin Osmanlı İmparatorluğu’nu tamamen ortadan kaldırmak ve topraklarını paylaşmak için Çanakkale’den geçmeye çalışmalarına karşı verilen destansı savaşın 50 askeri İstanbul Erkek Lisesi’ndendi. O yıl son sınıfta olan ve savaşa yedeksubay olarak katılan öğrencilerin tamamı şehit düşmüştü. 1918’de İstanbul Erkek Lisesi hiç mezun vermemiş ve bu nedenle okulun pervazları siyaha, duvarları da sarıya boyanmıştı.Bu renkler daha sonra okulun renkleri olmuştu.İstanbul Erkek Lisesi 1912 yılında “Sakarya İzci Oymağını” kurmuştu. O dönemlerde çok önemli işlev yüklenen izci oymaklarında başı çeken Sakarya Oymağı, Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu’ya geçerek Milli Mücadele’de çok yararlı hizmetlerde bulunmuştu.Eğitimi ve öğretmen kalitesiyle bugüne kadar değerinden hiçbir şey yitirmeyen İstanbul Erkek Lisesi yine yarınlara umutla bakan, çağdaş, ilerici, aydın gençler yetiştiriyor.*****Tank yok ama gaz varBir okurum CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun sözleri üzerine bana şu mesajı göndemiş. Hiç yorum yapmadan sizlerle paylaşmak istiyorum:Bay Can ATAKLI (Sayın demiyorum çünkü o sıfatı KATİLLER için kullanıyorlar),Kılıçdaroğlu bir konuşmasında “Askeri darbe olursa ilk önce tankın karşısına ben çıkarım, kimsenin kuşkusu olmasın” demişti. Şu anda sivil darbe olduğunu söylüyor. Öyleyse niye sıkılan gazın karşısına geçip gövdesini siper etmiyor? Artık TBMM’de oturup yapılacak hiç birşey yok bana göre, bütün vekillerimiz önde biz arkalarında sokağa çıkmanın zamanı gelmedi mi? CHP, Atatürk anıtlarına çiçek bile koyamayan aciz bir parti midir? Lütfen bizi daha fazla üzmesinler. Ne seçmenine sahip, ne işçisine, ne köylüsüne ve ne de çelengine. Artık yeter.Saygılarımla S.M.Y*****Tokat mı şaka mı?İstanbul Cumhuriyet Savcılığı Mavi Marmara gemisine baskın yapan İsrail’in eski genelkurmay başkanı ile 3 generali hakkında dava açmış. Bir gazete açılan davanın iddianamesini “İsrail’e tokat gibi iddianame” başlığı ile duyurdu.Acaba bu iddiname gerçekten bir tokat mı yoksa bir şaka mı?İsrail’e estik gürledik. “Özür dile” dedik. “Tazminat öde” dedik. Hiçbirini yapmadı. Yapmadığı gibi uluslararası arenada üstümüze bile çıktı. Şimdi savcılar İsrailli 4 generale dava açıyor, üstelik bir de “firari sanık” tanımını kullanıyor. Kaçıyorlar ya.Gazetenin haberine göre böyle bir davanın dünyada eşi yokmuş ve hukuki bir tartışma yaratabilecekmiş.9 vatandaşımızı kaybettiğimiz bu acı olayın hesabı herhalde böyle bir mahkemede değil, uluslararası bir mahkemede sorulabilir.Bu yapılanın uluslararası hukukta yeri olacağını sanmıyorum, bu belli ki yine Türkiye’ye yönelik bir propaganda şovu.Galiba bizim savcılar generalleri akıllarına estiğinde içeri tıkıp unutmayı o kadar benimsedi ki, sıra başka ülkelerin generallerine gelmiş.
Ergenekon ve Balyoz davaları nedeniyle pek çok subay tutuklu.Kimse bu davaların neden bu kadar sürdüğüne ve tutuklulukların ısrarla kaldırılmamasına anlam veremiyor.Cumhurbaşkanı’ndan Meclis Başkanı’na, muhalefet liderlerinden AKP’liler de dahil milletvekillerine kadar herkes üzüntülü.Yandaş medyanın pek çok kalemi bile en azından üzülmüş gibi yapıyorlar.Bir tek Başbakan Erdoğan bu konuda hiçbir taviz vermiyor. Tutukluların serbest bırakılmasını istemiyor.Bırakın neden yattıkları bilinmeyen birçok sanığı, milletvekili seçilmiş olanlar bile dışarı çıkamıyor.Erdoğan bu kişilerin “bilinerek aday yapıldığını” söylüyor ısrarla. En son Pakistan’daki bilim adamları “Mehmet Haberal çok değerli bir bilim adamıdır, serbest bırakın” dediler. Erdoğan bunu kabul etmedi yine. Sonra da ekledi: “Seçerken düşüneceklerdi.”Oysa Erdoğan bir ikna olsa bu dram bitecek.Tutuklular bir yana, özellikle bir süre tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakılan genç subayların çok mağdur durumda olduklarını öğrendim.Çünkü askeri kanunlara göre herhangi bir suçtan yargılanan subayların terfileri donduruluyor. Görevlerine devam ediyorlar ama terfi alamıyorlar.İşin garibi, eğer beraat ederlerse bu durum düzeltilmiyor, genç subaylar kaldıkları yerden devam ediyorlar.Ama bir düşünün, 4-5 yıldır davaları süren genç subaylar var. Teğmen, üsteğmen rütbesinde “terör örgütü sanığı” durumuna düşürülen bu subaylar bir süre sonra beraat ettiklerinde kendi dönemlerinden 4-5 yıl geride kalmış olacak. Çoğu Harp Akademileri’ne devam edip kurmay olamayacak.Daha da garip bir durum var ki, evlere şenlik.Bizim Genelkurmay’ı da anlamak mümkün değil.“Yasa böyle” diyerek tutuksuz yargılanan genç subaylara terfi olanağı vermeyen ordu, bu subayları en hassas bölgelerde çalıştırmaktan çekinmiyor.Örneğin “terör sanığı” teğmenlerden biri şu sıralar Gabar Dağı’nda PKK terörüne karşı, eşinden, ailesinden uzakta görev yapıyor.Çelişkiye bakar mısınız, ordumuz o teğmenin “terörist” olarak yargılanmasına sesini çıkarmıyor, ama aynı “teröristi” terörle mücadele için en hassas bölgeye gönderiyor.Yarın o genç subay beraat ederse vicdanlar rahatsız olmayacak mı?Yine bir başka “terör sanığı” teğmen terörle mücedelede teröristlere karşı helikopterli operasyonlara katılıyor, teröristlere göz açtırmıyor.Oysa kendisi “terörist”, kimsenin umrunda değil!Bir başka teğmenin de yine Güneydoğu’da terör hattında görevlendirildiğini biliyoruz.Türkiye, bir hırs, bir intikam uğruna gençlerine, aydınlarına, gazetecilerine, subaylarına acı çektiriyor.Yarın bu insanların çalınmış yaşamlarının bedelini kim nasıl ödeyecek?*****Paşabahçe bu kadar vefasız olmamalıPaşabahçe Cam Fabrikası 1934 yılında Atatürk’ün emriyle kurulmuştu. Giderek Türkiye’nin en büyük şirketlerinden biri haline gelen Paşabahçe, bir dünya markası olarak da Türkiye’nin yüz aklarından biri. Türkiye Şişe Cam Fabrikaları AŞ’nin markası olarak çok uzun yıllar Paşabahçe’de üretim yapan, binlerce kişiye iş sağlayan fabrika, bir süre önce kapandı. Paşabahçe’yi terketti. Şişe Cam Sanayi, yine Paşabahçe markası ile başka yerlerde hatta yurt dışında üretim yapıyor. Şu anda boş duran fabrika yine aynı şirketin deposu olarak kullanılıyor.Beykoz- Paşabahçe halkı dıştan bakıldığında bir viraneyi andıran Paşabahçe Fabrikası’na şimdi hüzünle bakıyor.Beykozlular Paşabahçe’nin Beykoz ilçesine bir vefa örneği göstermesini bekliyor.Ama umduğunu bulamıyor.Beykoz Vakfı bir süre önce Şişe Cam Sanayi AŞ’ye başvurarak bölgenin simgeleri olan cam, deri ve ayakkabı sanayi ve zanaatını geliştirmek için üniversite kurmayı hedeflediklerini belirtmişler ve yardım istemişler. Ancak Şişe Cam Fabrikaları AŞ, programlarında “bir üniversiteyi desteklemek” olmadığı gerekçesiyle bu talebi geri çevirmiş.Vakıf bu durumda hiç olmazsa bölgeye kalıcı bir sosyal yatırım yapılmasını talep etmiş. O da kabul görmemiş.Şimdi Beykozlular “Paşabahçe bölgemizin adını kullanarak dünya markası oldu, büyük paralar kazandı. Madem çekip gittikten sonra buraya vefasını göstermiyor o halde Paşabahçe adını da kullanmasın” diyorlar.Beykoz Vakfı Başkanı Şaban Tören bu nedenle şirket aleyhine patent iptal davası açacakların söylüyor. Şaban Tören yarın bir basın toplantısı düzenleyerek Şişe Cam Fabrikaları AŞ’ye son kez çağrıda bulunacak.Bakalım Paşabahçe bu kez Beykoz halkının sesine kulak verecek mi?*****İstanbul’da ne kadar çok polis varmışTrafikte polis bulabilimeniz mümkün değil.Günün en sıkışık saatlerinde her nasılsa yer yarılıyor ve polisler içine giriyor. Bazı çok önemli kavşaklarda görülen polisler ise mostralık denen cinsten olmalı.Hep yazıyorum, yine yazacağım. Biraz önlem almakla İstanbul’daki trafik sorunu yarıya indirilebilir. Ama bilimsel olacaksınız, elemanlarınızı efektif kullanacaksınız. Trafik kameralarına süs olarak bakmayacak, polislik görevini sadece vatandaşı tuzağa düşürüp ceza kesmek olarak görmeyeceksiniz.Sorunları hep yazarız da, çok dikkatimi çeken bir noktayı belirtmek istiyorum.İstanbullular sıkışık trafiğe alışık. Seslerini çıkarmıyorlar, kader olarak kabullenip sessizce araçlarında bekliyorlar.Ama yanlarından siren çalarak, mavi lambasını yakarak geçen bir araç gördüklerinde çıldırıyorlar.Kimdir bunlar? Hepsi polis mi? Eğer polisse neden sadece insanlarla alay eder gibi siren çalarak, lambalarını yakarak emniyet şeritlerinden gidiyorlar da görevlerini yapmıyorlar? Mesaisine ya da evine giden müdürün işi yine mesailerine ya da evlerine giden yüzbinlerce insandan daha mı önemli ki onlara yollar açılıyor?*****İşte İzmir farkıAtatürk anıtlarına “48 saat öncesinden izin alınmadan” çiçek-çelenk koyma yasağına karşı ne yazık ki muhalefet tepkisiz. Öyle ki pekçok yerde CHP yönetimlerinin “tartışma çıkarmanın âlemi yok” gerekçesiyle uyum sağladığını öğrendim.Buna karşı İzmir’de 19 Mayıs’ta yaşanan bir olay var ki, muhalefet bundan gerekli dersi çıkarmalı.Onbinlerce kişi 19 Mayıs yürüyüşünü yapıyor ve bitiş noktası Cumhuriyet Meydanı’na geliniyor. Bu sırada kalabalıkta bir uğultu ve alkış sesleri yükseliyor. En arkadan itibaren eller üzerinde bir çelenk heykele doğru yaklaşıyor. Üzerinde “İzmir halkı” yazan çelenk onbinlerce elin üzerinde adeta yüzerek gelip anıtın önüne bırakılıyor.O sırada çevrede önlem almış olan polisler şaşkın, ne yapacaklarını bilemiyorlar. Hatta biri elindeki telsizden “haydaaa, ne olacak şimdi” diye anons bile yapıyor.İzmir bu konuda da İzmirliğini gösteriyor ve Atatürk’e yapılan saygısızlığın önüne geçmeyi biliyor.Bunu bana aktaran İzmirli dostum “İyi ki İzmirliyim. Bu 19 Mayıs’ta bir kere daha bunun değerini anladım” diyor.
Sayın Kemal Kılıçdaroğlu; Akşam Gazetesi Genel Yayın Müdürü İsmail Küçükkaya ile bir düğünde yaptığınız konuşmada anayasa komisyonu çalışmaları ile ilgili “Asla masadan kalkmayacağız” demişsiniz.Merakım şu; elbette masaya yapışıp kalmak siyasi tercihinizdir ama kamuoyunun anlamadığı, sizin o masaya neden oturduğunuz.İktidarın gerçekten yeni bir anayasa yapmak istediğine inanıyor musunuz? Bu bir.Neden yeniden yazılmış bir anayasa istiyorsunuz? Bu iki.İktidar 5 yıl öncesinden beri “yeni bir anayasa şart” propagadası yürütüyor.Bunun için kamuoyu araştırmaları yapılıyor. Araştırmalardan “yeni bir anayasa talebi” olduğu çıkıyor.İktidar yeni anayasanın daha demokratik, daha özgürlükçü olacağını söylüyor.Ama Sayın Genel Başkan, siz hiç iktidar sözcülerinden “yuvarlak tanımlamalar” dışında anayasada yer alması istenen somut bir öneri duydunuz mu?Örneğin İsmail Küçükkaya ile konuşmanızda iktidarın “Türk veya Kürt gibi ifadeler kullanmadan genel vatandaşlık, cumhuriyete bağlılık tanımları üzerinde çalıştığını” söylüyorsunuz.Peki böyle bir söylemi Başbakan’ın ağzından hiç duydunuz mu?Bizler duymadık. Ama iktidar yandaşı olanlar ve özellikle maskeliler bunu her fırsatta söylüyorlar. Buna karşı AKP iktidarı “ser veriyor, sır vermiyor” anayasa konusunda.İktidar sadece “yeni anayasa” diyor. O kadar.Peki CHP neden bu kadar heveslidir “yeniden bir anayasa” yazmaya?Bir taraftan iktidarın demokrasi ve hukuka uymadığını, bir tür diktatoryal yapı kurmaya çalıştığını iddia edeceksiniz, sonra da aynı iktidarın demokrasi, hukuk devrimi yapma niyetlerine inanıp masaya herkesten önce oturacaksınız.Sayın Kılıçdaroğlu, iktidar ve çevresinin oynadığı Anayasa oyununu görmüyor olamazsınız.Bu iktidar yeni bir anayasa yazmak istemiyor.Çünkü biliyor ki, sadece kendi görüşlerini yansıtan bir anayasanın kabulü mümkün değildir.Tamamı kendine ait olmayan bir “yeni anayasa” iktidarın işine gelmeyecektir.Tamamını yazacağı bir anayasa mümkün olamayacağına göre, yeni bir anayasa yazılmayacaktır.O halde bu tuzağa nasıl düşüyorsunuz?Neden iktidardan bir anayasa taslağı istemiyorsunuz?Sayın Genel Başkan; iktidar yeni bir anayasa yazmayacaktır.Ama siz herkesten önce masaya oturduğunuz için, yeni anayasa yazılamamasının bütün suçunu sizin üzerinize atacaktır.Sizi masadan kalkmakla, demokrasinin önüne set kurmakla, özgürlüklerden kaçmakla, ayrımcılık yapmakla suçlayacaktır.Nitekim bunu yapıyor aslında.Anayasa konusunda hiçbir görüşü olmayan iktidar sizi demokratikleşmenin önündeki engel olarak tanıtmaktadır kamuoyuna.Siz ağzınızla kuş tutacak olsanız bile kamuoyu iktidarı yeni, özgürlükçü, daha demokrat bir anayasa için yanıp tutuşan idealistler olarak görmekte, sizi ise statükocu sınıfına koymaktadır.Bundan kurtulmak zorundasınız.Bunun yolu da, derhal komisyondan çekilmek, iktidardan bir taslak istemek ve ondan sonra bunun üzerinde çalışmaktır.Aksi takdirde iktidar her gün yok başkanlıktı, yok yarı başkanlıktı gibi konular icat edip oyalamayı sürdürecek, ama yıpranan ve kamuoyunda kötü imaj çizen hep CHP olacaktır.Dikkatinize sunmak istedim.*****Sağ olasın Amerika, adım adım gerçekleri öğreniyoruzUludere olayının üzerinden geçen 5.5 ayda sanki gizli bir operasyon yapılmış gibi hiçbir şey öğrenemedik. İktidar da Genelkurmay da halkı oyaladı. Bilgi vermedi, verilen bilgiler de çarpıtılmıştı.Sonunda Amerikan Wall Street Journal gazetesi bir haber yaptı da gerçeklere adım adım ulaşmaya başladık.Önce istihbaratın bizzat Kara Kuvvetleri’ne bağlı heron’lardan alındığını öğrendik. Oysa Genelkurmay bunu söylemekten kaçınmış ve “milli kaynak” demişti.Cevapsız kalan “istihbaratı kim değerlendirdi ve vur emrini kim verdi?” sorularına da cevap gelmeye başladı. Henüz flu ama ne olduğunu anlayabiliyoruz.Bugüne kadar “konu yargıya intikal etti” diyen Başbakan da konuşmaya başladı.Meğer Uludere’de bir hata olmuş. Başbakan’ın bombalamadan haberi yokmuş. Genelkurmay görevini samimiyetle yapmış.Yani zaten açıkta yaşanan olayın üzerinde bir sır perdesi olmadığı ortaya çıktı.O halde yargı sürecinin de bir anlamı kalmadı.Başbakan bu arada hiç yapmadığı biçimde silahlı kuvvetleri de sahiplendi ve “Bu işte tuzak yok, kimse istismar etmesin” dedi.Şimdi bu açıklamalardan sonra Amerika bir haber daha patlatırsa, olayla ilgili kuşkulu hiçbir şey kalmayacak demektir.*****Neymiş bu Tuncay GüneyUzun süredir ortalıkta görünmeyen Tuncay Güney, Mustafa Mutlu’nun bir yazısına verdiği cevapla tekrar ortaya çıktı.Zaten “gizemli” biri olan Güney Mutlu’ya mektubunda çok garip şeyler ifşa etmiş.Örneğin sık sık “yetkisinden” söz ediyor. Türkiye’deki yetkisini ve bu yetkisinden doğan yeteneğini kullanmış. İran’la, Irak’la, Suriye ile, Lübnan ile görüşmüş.Dosyası devlet sırrı niteliğindeymiş ama o açıklanmasını istiyormuş.Tuncay Güney bunları söyledikten sonra kehanetlerde de bulunuyor.Örneğin Global patronların artık başkanlık sistemi istediğini bu nedenle rejimin değişeceğini, Kürtler’in hakkını alacağını söylüyor.Yetinmiyor, Türkiye’nin büyümeyi beceremediğini bu nedenle küçüleceğini söylüyor. Demek ki toprak da kaybedeceğiz. Tuncay Güney Ergenekon’un da bir oyun olduğunu söylüyor.Elbette bu devlet görevlisinin ifşaatlarına Türkiye’den bir yanıt gelmeyecek. Umalım ki bir Amerikan gazetesi bu iddiaları yazsın da bizim yetkililer gerçeği açıklasınlar.*****Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, “Ben olsam konuşmacıyı bırakıp onu protesto eden öğrenciyi çekmek için dışarı çıkan basını tekrar içeri almam” demiş. Buna şükür, “içeri aldırırım” da diyebilirdi! (Gani Yıldız)*****Korkmayın bu kadarHükümet garip bir karar alarak Atatürk Anıtlarına çiçek, çelenk bırakılmasını izne bağladı. Buna göre çiçek, çelenk koymak isteyen kuruluşlar 48 saat öncesinden izin almak zorunda. Aksi takdirde karşınızda polisi bulacaksınız.Nedenini anlamak zor değil de, ülkenin muhalefeti bu durumda ne yapar işte bunu anlamak mümkün değil.CHP milletvekili Ata’nın heykeline çelenk koymak için yürümüş ama polis barikatını aşamamış. O da üzüntülerini belirtip geri çekilmiş.Bu bir yerde değil her yerde böyle.Muhalefet sadece konuşmak değildir. Eylem de yapmak gerekir. Eylem deyince şiddet anlaşılmasın. Muhalefet her ilde, her ilçede her gün Atatürk anıtına ya da büstüne gidip bir buket çiçek bırakabilir örneğin.Polis barikat kursun, engellesin, bir şey olmaz.Eylem dalga dalga büyür, yasağı koyanlar halkın tepki ve duyarlılığını görür.De, bunu yapacak muhalefet var mı?
Aylardır Uludere’de yaşanan trajedinin ortaya çıkması için sorular soruyorum.Kimse cevap vermeye yanaşmıyor.Neyse ki Amerika var da, bizim yetkililerin gücü onlara pek yetmiyor. Böylelikle gerçeği öğrenme yolunda karınca adımlarıyla da olsa yürüyebiliyoruz.Sorduk, “Uludere istihbaratı nereden geldi?” diye.Cevap yok.Sorduk, “Bu istihbaratı kim değerlendirdi?” diye.Yine cevap yok.Sorduk, “Vur emrini kim verdi?” diye.Yine cevap yok.Sonunda Amerikan gazetesi Wall Street Journal “İstihbaratı Amerikan predator’leri verdi, ama Türk yetkililer daha fazla bilgi istemeden insanları vurdular” diye bir haber yaptı, ortalık karıştı.Daha doğrusu şenlendi.Önce Genelkurmay Amerikan gazetesi ile yarışa girdi.“Hayıııır, Amerika değil istihbaratı veren, biz bulduk biz bulduk” diye bir çığrışma başladı.Sanki sidik yarışı. Amerika istihbarat vermemiş, bizim Genelkurmay’ın heron’ları bulmuş istihbaratı.İyi de bugüne kadar neden “Biz bulduk biz bulduk” çığlıklıkları atılmıyordu? Ne oldu? Amerika “biz verdik” deyince mi akıllar başa erdi?Sonra devreye Başbakan girdi. Amerikan gazetesinin haberi için “palavra” dedi.Başbakan’ın her dediği önünde saygıyla eğilen bir kısım medya ve medyada boy gösteren maskeliler hiç sormadılar; “Bu haber palavra dediğinize göre işin aslını siz biliyorsunuz, neden bugüne kadar hiçbir açıklama yapmadınız?” demediler.Konuya Cumhurbaşkanı da müdâhil oldu. Meğer Cumhurbaşkanı herkesten bilgiliymiş, o kadar ki Wall Street Journal’da böyle bir haberin yayınlanacağını önceden öğrenmiş.Tabii yine kimse sormuyor; “Peki sayın Cumhurbaşkanım böyle bir haberin çıkacağını biliyordunuz da neden önlem almadınız, işin gerçeğini kamuoyuna anlatmadınız?” diye.Ama en önemlisi Başbakan’ın önceki gün yaptığı açıklama. Erdoğan güvenlik güçlerinin Uludere’de kendilerine verilen izni kullandıklarını açıkladı. Olayın terör bölgesinde geçtiğini belirten Başbakan “Talimat verme konusunda mevcut sistem nasıl çalışıyorsa öyle çalışmıştır, olayı başka yönlere çekme gayretleri boşunadır” dedi.Tercümesi şu olmalı. Güvenlik güçlerine bazı izinler verilmiş. Bunların içinde öldürme izni de var. Bölge zaten terör bölgesi olduğu için güvenlik güçleri bu yetkiyi kullanmışlardır.O halde soru şu olmalı: Neden yargı soruşturma yapıyor? Madem verilen izinler ve yetkiler kullanılmış, istihbarat da Genelkurmay’dan gelmiş. Peki yargı neyi soruşturuyor? Her şey açık ve ortada değil mi? Yargı soru sora sora bir yere ulaşmayacak ki.Başbakan da “olay yargıda” diyor.Oysa eğer bu olayda bir suç işlendiyse Başbakanlığın ya da Genelkurmay’ın suç duyurusunda bulunması gerekmiyor mu?*****Gençleri harcayan yargıKamuoyu “poşulu gence verilen” ağır cezayı konuşuyor. Önce bir tepki oldu, ama yandaş medya hemen savunmaya geçerek o gencin poşu taktığı için değil terörist olduğu için mahkûm edildiğini yazmaya başladı.Neymiş, eyleme katılmış, taş atmış; yetinmemiş, Molotof da atmış.Oysa mahkemede bunlar kanıtlanamadı. O gencin yakalanma tutanağında imzası olan polislerin olay sırasında başka yerde olduğu yani sahtecilik de yapıldığı ortaya çıkarıldı, ama yargı böyle karar verdi.Şimdi bir yenisine hazırlanın. Amerikalı bir subayın başına çuval geçiren Türkiye Gençlik Birliği üyeleri için de 11 yıl hapis isteniyor.Olay şu: Muğla’da toplantı yapan TGB’li gençler Bodrum’a bir Amerikan savaş gemisinin geldiğini öğreniyor. Hemen orada alınan bir kararla Bodrum’a hareket ediliyor. Amaç Amerikan askerlerini protesto etmek ve eğer mümkün olursa birinin başına çuval geçirmek.Irak’ta 9 Türk subayının başına çuval geçirilmesine sembolik bir misille yapmak.Gençler Bodrum sokaklarında gezen Amerikalı arıyor. Hepsi sivil olduğu için kim turist kim asker ayırmak zor. Ama asker olduğunu tahmin ettikleri birinin yanına yanaşıyorlar. Lisan bilen biri sohbete başlıyor ve o kişinin Amerikan subayı olduğu anlaşılıyor. Gençler hemen subayın etrafını çeviriyor, biri başına çuval geçiriyor, diğerleri fotoğraf ve video çekiyorlar.Sonra hepsi geri çekiliyor, subay başındaki çuvalı çıkarıyor, gençlerin hiçbiri kaçmıyor, protesto alkışları tutuyorlar.O sırada polis geliyor, gençleri topluyor ve ilk iş olarak da ellerindeki fotoğraf makinelerini ve videoları alıp görüntüleri imha ediyorlar.Gençler daha sonra adliyeye sevk ediliyor ve haklarında dava açılıyor. İstenen ceza 11 yıl.Savcı gençlerin zorla adam kaçırmak, darp etmek, özgürlüğünü kısıtlamak suçunu işlediklerini ileri sürüyor.Oysa yapılan basit bir protesto eylemi. Şiddet yok, yaralama yok. Olsa olsa yolda yürüme özgürlüğüne engel olma ve hakaret suçları var.Peki 11 yıla mahkûm edip bu gençleri atalım içeriye. Başımız göğe mi erecek?Vicdanlarımız rahat edecek mi? O gençlerin gerçekten terör suçu işlediklerine, adam kaçırdıklarına, darp ettiklerine aklı başında olan bir kişi bile inanacak mı?*****19 Mayıslarda tanklar hiç yürümedi kiİktidar Milli Eğitim bakanlığı eli ile 19 Mayıs’ın kutlanmasına sınırlama getirince beklenmedik bir şey oldu ve gençlik adeta şahlandı.Arkasına halkın önemli bir bölümünü de alan gençler neredeyse bütün illerde alanları “Türk bayraklarıyla” doldurdu.İstanbul’da çeşitli saatlerde ve semtlerde sokağa taşanların toplam sayısı milyonu buldu.Bu belli ki iktidar kanadında da şok yarattı. Baktım, bayram gününü sahiplenmeye çıkanlar “İyi oldu işte, neydi o eskiden statlarda yapılan törenler, işte bayram şimdi bayrama benzedi” demeye başladılar.Bu arada Başbakan Erdoğan’ın 19 Mayıs’a yaklaşımı da bana garip geldi. Bu kalabalıkları beklemediği anlaşılan Başbakan da 19 Mayıs’ı övdü ve “eskiden tanklar yürürdü, şimdi gençler yürüyor” dedi.İyi de, 19 Mayıslarda tankların yürüdüğü hiç olmamıştır ki. Tanklar 30 Ağustos Zafer Bayramı’nda geçer. Bazı illerin kurtuluş günlerinde de askeri birliklerin geçit törenlerine katıldığı görülür. Başbakan karıştırdı herhalde.*****“Aslanım”Taraf Gazetesi önceki gün Uludere ile ilgili manşetinde “Asıl zorda olan sensin aslanım” başlığını kullandı. Buradaki “aslanım” Başbakan Erdoğan için kullanılan bir kelime. Erdoğan Wall Street Journal Gazetesi’nin seçime giden Obama’yı zora sokmak istediğini ileri sürmüştü. Gazetenin tepkisi buna.Ancak merak ettiğim Taraf’ın bu manşeti atarken neye güvendiği? “Başbakan’dan korkarlar” anlamında yazmıyorum, “Zorda olan sensin aslanım” ifadesi herhade bir bilgiye dayanıyordur. Yoksa bu manşet kolay kolay atılmaz.Taraf’a göre Başbakan zorda. Neden? Başbakan’ı zora sokan nedir? Taraf’ın bir bildiği mi var?*****Yasaklara rağmen, 19 Mayıs kutlamalarındaki coşku gösterdi ki: Birçok şeyin başından “milli”yi kaldırabilirler, ancak “mücadeleninkine” asla dokunamazlar! (GANİ YILDIZ)
Sevgili okurlar; geçen hafta artık yıllardır hepimize sıkıntı veren “başkanlık sistemi” tartışmaları yeniden başladı. Bugün sizlere başkanlık sistemine geçişin asla söz konusu olmayacağını, sadece kamuoyunu oyalama amacı taşıdığını anlatmaya çalışacağım.Sembolik değilCumhurbaşkanlığı yetkileri için “sembolik” diyenler var. Anayasa’yı iyi okuduğunuzda göreceksiniz ki bu yetkiler asla sembolik olmadığı gibi başkanlık sistemi olan ülkelerdeki yetkilerden bile daha fazladır. Obama’da bile bu kadar geniş yetki yok.Bakın neler yapabiliyorAnayasa’ya göre Cumhurbaşkanı devletin başıdır. Bu makamda oturan, aynı zamanda Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de başkomutanıdır. Cumhurbaşkanı eğer isterse 4 yıldızlı üniformasını giyerek bile görevini sürdürebilir. Başkomutanlık sembolik değildir.Başbakan gibiCumhurbaşkanı Meclis’ten gelen kanunları inceler ve onaylar, gerekirse veto eder (Meclis’e geri gönderir) ya da imzalar fakat Anayasa Mahkemesi’ne götürebilir. Başbakan’ı atayan ve bakanları onaylayan Cumhurbaşkanı istediği an Bakanlar Kurulu’na da başkanlık yapar.Üstelik sorumsuzBakanlar Kurulu’nu istediği an toplantıya çağırabilen, seçim kararı alabilen, tatileyken Meclis’ olağanüstü toplantıya çağırma yetkisi olan Cumhurbaşkanı bütün bunların üstüne bir de sorumsuz. Cumhurbaşkanının tüm tasarruflarından hükümet sorumlu.Görevden alınamıyorAnayasamıza göre Cumhurbaşkanına tanınan ayrıcalıkların en önemlisi vatan hainliği suçlaması dışında görevden alınamaması. Bunun için bile Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 5’te 4 çoğunluğunun imzasına ihtiyaç var. Bu güç dünyada hiçbir başkanda yok.Bugüne kadar olmadıŞurası bir gerçek ki, bugüne kadar hiçbir Cumhurbaşkanı bu olağanüstü yetkileri kullanarak ülke yönetiminde söz sahibi olamadı. Nedeni de şu: Bugüne kadarki Cumhurbaşkanlarının hiçbiri Meclis’te yeterli çoğunluğu bulamadı, Çankaya’da yalnız kaldı.Atatürk’ten sonrasıAtatürk ve İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı’ndan sonra Celal Bayar Cumhurbaşkanı oldu, ama çok partili düzene geçildiği için Bayar ipler elinde olmasına rağmen Başbakanlık sistemini destekledi. Çankaya ile iktidar arasında sorun çıkmadı.27 Mayıs dönemi27 Mayıs darbesinden sonraki ilk Cumhurbaşkanı darbenin lideri Cemal Gürsel’di. Görev başındayken vefat etti. Ardından Genelkurmay Başkanlığı’ndan emekli olan Cevdet Sunay Çankaya’ya çıktı. O sırada seçimler yapılmış ve koalisyon iktidarı başlamıştı.Kitle tabanı yokCevdet Sunay ve ondan sonra gelen Fahri Korutürk askerdi ama siyasi kitle tabanları yoktu. Bu nedenle icrayı doğal olarak siyasi iktidarlara bıraktılar ve hükümetlerin üzerinde bir güç olarak yerlerini korudular. İcraya çok fazla karışmadılar.12 Eylül dönemiTıpkı 27 Mayıs’taki gibi darbenin lideri önce Devlet Başkanı sonra da halkın yüzde 92 oyuyla Cumhurbaşkanı seçildi. Genel seçimlerde ANAP tek başına iktidar oldu, Evren icraya karışmadı ama darbe lideri sıfatıyla hükümeti dışarıdan denetlemeye çalıştı.Başkanlık sistemi tartışmasıDemokrasi tarihimizde ciddi biçimde “başkanlık sistemine geçelim” tartışması ilk kez Evren’den sonra başladı. Özal Köşk’e çıkmayı kafasına koymuştu ve Başkanlık sistemi istiyordu. Ama o da şimdiki gibi tamamen halkı oyalamaya yönelik bir manevraydı.Özal eşittir başkanÖzal Anayasa’nın verdiği yetkileri biliyordu ve Çankaya’ya çıkarken asıl fikri Başbakanlığı Çankaya’ya taşımaktı. O nedenle Başbakanlığa fazla ihtiraslı olmayan Yıldırım Akbulut’u atadı. Böylelikle hükümet de Çankaya’dan yönetilecekti.Hesaplar tutmuyorAncak Özal’ın bu hesabı iki nedenle tutmadı. Birincisi Yıldırım Akbulut çevresinin etkisine kapılarak kendini gerçekten Başbakan zannetti. İkincisi, yapılan erken seçimde ANAP tek parti çoğunluğunu kaybettiği gibi iktidar da DYP- SHP ortaklığına devroldu.Özal’ın işi bittiİşte Çankaya’da bir ANAP’lı, iktidarda da DYP-SHP olunca Özal’ın yetkileri bir anda sembolik duruma düştü. Özal yetkisini kullanarak Başbakanlık da yapmaya kalkabilirdi ama siyaseten bu olanaksızdı. Özal küstü, tekrar siyasete dönmeyi bile düşündü. Ömrü vefa etmedi.Demirel de aynı hevesteÖzal’ın ölümüyle dönemin Başbakanı Demirel tereddütsüz kendini Çankaya’ya attı. Onun da hayalinde Başbakanlığı Köşk’e taşımak vardı ama işi zordu, çünkü iktidarda koalisyon hükümeti vardı. Sadece kendi partisine hâkim olabilirdi, SHP ise çok zordu.Seçimlerle altüst oldu1995’te yapılan erken seçim Demirel için de bir şoktu. Çünkü kendi partisi oy kaybetmiş, dinci bir parti birinci olmuştu. DYP’nin iktidar ortağı olması bile mümkün olmayabilirdi. Ayrıca seçim sonrası DYP Demirel’e o kadar da sıcak bakmıyordu artık.Refahyol iktidarıRefahyol’un kurulmasıyla Demirel’li Çankaya bambaşka bir boyuta geçti. Demirel icranın içinde olmak yerine devletin diğer tüm birimleri ile ortak çalışmaya geçti. Başbakanlığı Çankaya’ya taşıma hayali, bizzat hükümeti düşürme eylemine dönüştü.Eskiye dönüşÖzal ve Demirel’le siyasi kimlik de kazanan Çankaya için Demirel’den sonra yine eski formüle dönüldü ve parlamento dışından bir isim, Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer üzerinde karar kılındı. Sezer’in de siyasi tabanı yoktu.Sezer’in işleviOlaylara sadece devlet memuru bir hukukçu gözüyle bakan Sezer, icradan tamamen uzaklaşıp icranın işini zorlaştıran bir tutum takındı. AKP’nin iktidara gelmesinden sonra ise Sezer “devleti ve laikliği koruyan” bir misyon üstlenerek Çankaya’yı takoz gibi kullandı.367 tartışmalarıSezer’in görev süresi bittikten sonra tam bir kaos yaşandı. AKP uzlaşmak istemeyen Abdullah Gül’ü seçmek isteyince 367 formülü bulundu. Meclis Cumhurbaşkanını seçemedi, yasa gereği seçime gidildi. Ama seçimden önce AKP müthiş bir atak yaptı.Artık halk seçsinAKP “Madem bana seçtirmiyorsunuz o halde halk seçsin” diyerek Anayasa değişikliğine gitti ve Cumhurbaşkanı’nın 5 yıl için halk tarafından seçilmesi kararlaştırıldı. Ancak yeterli sayı bulunamadığı için anayasa değişikliği referanduma götürüldü.Arada seçim yapıldıReferandumdan önce erken genel seçimler yapıldı ve AKP yüzde 47 ile zafer kazandı. Yeni Meclis ilk iş olarak yasa gereği yeni Cumhurbaşkanını seçti. AKP daha önce 367 nedeniyle seçtiremediği Abdullah Gül’de karar kılmıştı.Güçlü BaşbakanBaşbakan Erdoğan çok güçlü olunca Gül de Çankaya’nın yetkilerini bir Başkan gibi kullanma şansı bulamadı elbette. Gül, içinden geldiği iktidarın işlerini kolaylaştırmaktan öte bir eyleme girişmedi. Buna rağmen Gül - Erdoğan soğukluğu hep konuşuldu.Şimdi çok farklıEğer Anayasa Mahkemesi Gül’ün görev süresi ile ilgili yasanın yürütmesini durdurmazsa seçim 2014 yılında. Ancak Yüce Mahkeme “iptal” kararı alırsa ağustos ya da eylülde ilk kez halkın seçeceği cumhurbaşkanı için sandık başına gideceğiz.Erdoğan seçilirYapılacak ilk Cumhurbaşkanı seçiminde Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkması çok büyük bir olasılık. Ve eğer bu gerçekleşirse Atatürk’ten sonra ilk kez bir Cumhurbaşkanı’nın yetkilerini kullanarak nasıl bir “Başkan” gibi davranacağına tanık olacağız.Cumhurbaşkanlığı sistemiErdoğan’ın Cumhurbaşkanı olması bir anlamda Başbakanlığın da Çankaya’ya çıkması anlamına gelecektir. Erdoğan’ın anayasal tüm yetkilerini sonuna kadar kullanacağından ve bir başbakan gibi icranın başında olacağından hiç kimsenin kuşkusu olmamalıdır.Hepinize iyi haftalar dilerim.
Bu kısa fıkralı başlıkla giriş yaptıktan sonra sizleri Yıldırım Tuna’dan gelen fıkralarla baş başa bırakmak istiyorum.Geçen hafta çok az fıkra vardı, bu hafta arayı kapatalım istedim. Ayrıca ben dahil herkes çok yoğun ve stresli bir hafta geçirdi. Siyasette, dış politikada, spordaki baş döndürücü trafik hepimizi bunaltmıştır.O halde gelin bu pazar gününü stresten tamamen uzak neşelenip gülerek geçirelim;Yaş kutlaması60 yaşını kutlamak isteyen yalnız kadın şehir dışında bir motele yerleşmiş, bu özel yıldönümünde hayatında ilk kez yakışıklı eskort delikanlılardan birini çağırıp çılgınlık yapmayı arzu etmiş, telefon rehberine tam sayfa ilan veren hassas görünümlü, üçgen vücutlu, dalgalı uzun saçlı delikanlıyı beğenmiş, “Ne olacak ve kim bilecek ki?..” diyerek hemen aramış. “İyi günler hanımefendi, size nasıl yardımcı olabilirim?..” diye açılmış telefon. ‘Ohh, ne kadar seksi bir ses, tereddüt edip kapatırsam kendimi asla affetmem’ diye düşünüp hemen konuya girmiş kadın “Motelime gelirsen senin olmak istiyorum.. Dur, dur bekle, sen benim olacaksın.. Şehirde yapayalnızım ve tek istediğim aşka doymak.. Gelirken deri kıyafetlerini, maskeni, kamçını, ne varsa bir çanta dolusu getir.. Bağla beni, çikolatalar dök üzerime.. Hazırım.. Tamam mı?” Bir anlık sessizlikten sonra “Harika hanımefendi, tamamen masal gibi” diye gelmiş cevap, “Ama dışarıyı aramak için önce 9’a basın lütfen.” Kadın apar topar moteli değiştirmiş...Cennetin kapısıGörevli Melek, cennetin altın kaplı kapısının önüne gelen kılıksız adamdan şüphelenip “Burada bekle biraz” diyerek Tanrının yanına koşmuş ve durumu anlatmış. “Yahu sana kaç kere söyleyeceğim?” demiş Tanrı, “Yapmakta olduğun vazifen ‘ön fikirli’ olmamanı gerektiriyor.. Sana ne yahu?.. Burası Cennet.. İnsanlar eşit burada, herkes kardeş.. Gelmiş işte.. Git o adamı al içeri.” Görevli Melek kapıya koşmuş, etrafa bakınıp adamı bulamamış ve geri dönmüş Tanrının yanına ve “Yok efendim” demiş üzgün bir şekilde. “Ne?” demiş Tanrı, “O hırpani kılıklı, suratsız dediğin adam mı?” Melek, “Hayır efendim “ demiş “Som altından giriş kapımız var ya, o yok işte.. Sökmüş götürmüş herif..!”Çok iyiAynı ofisi paylaşan 2 mimar arkadaştan biri “Bizim sekreter çok iyi giyiniyor” demiş, “Haklısın” demiş diğeri gülümseyerek, “Üstelik çok da hızlı giyiniyor..!”Diş koltuğuÇoğu diş doktorlarının koltukları yukarı aşağı doğru hareket eder değil mi?.. Tam bu yeni açılan klinikteki koltuk öne ve arkaya doğru kayıyor. “Olur şey değil” diye düşünürken diş doktoru içeri girdi, “Beyefendi” dedi beni görüp sinirlenerek, “Dosya dolabımın çekmecesinin üzerinden iner misiniz?.. Tövbe, tövbe..!”Hemşire müjdesiDoğum odasının önünde kızımın doğum müjdesini beklerken hemşire dışarı çıkıp adamın birine “Tebrikler ikiz babası oldunuz” dedi. “Hadi ya?” diye ayağa fırladı adam, “İkizler inşaatın sahibiyim.. Tesadüfe bakar mısınız?” Biraz sonra aynı hemşire bir başka baba adayının yanına gitti, “Eşiniz üçüz doğurdu” müjdesini verdi. Çok sevinen adam “Yaşasın, 3 M de çalışıyorum, üçüzüm oldu“ diye sevinçten havalara uçarak zıplamaya başladı. ‘4 Mevsim’ otelinin sahibi de dördüz sahibi olunca tam yanımda oturan adam “Ben fenalaştım.. Biraz hava alayım” dedi kravatını gevşetmeye uğraşırken, “Hay Allah beni kahretsin” diye devam etti söylenmeye, “Yıllarca dur dur da şu ara salak gibi git, ‘101 Dalmaçyalı’nın prodüktörlüğüne soyun..!”Zayıflama hapıDoktoruma reklamlarda kilo verdirdiği söylenilen vücuda yapıştırılan bantları sordum “Gerçekten zayıflatıyor mu bunlar?” diye.“Kesinlikle..” dedi, “Tabii ağzının tam ortasına yapıştırırsan ve bütün gün o orada kalırsa..!”MartıYaşlı kadın deniz kenarında kocasıyla yürüyüş yaparken birden irkilip durmuş, “Martının biri kakasını yaptı suratıma geldi, çabuk bir kağıt peçete bul..!” demiş.“Ohooo..!” demiş adam, “Şimdi kim bilir nerelere gitmiştir, nerede bulacağız o hayvanı..!”TemizleyiciTemizleyiciden gelen iç çamaşırının iyi yıkanmamış olduğunu gören kadın “Lütfen biraz daha deterjan kullanmayı deneseniz” notunu ekleyerek paketi olduğu gibi dağıtıcı çocuğa iade etmiş, paket kısa bir süre sonra temizleyicinin yazdığı pusula ile kendisine geri gelmiş, “Siz de biraz daha fazla tuvalet kağıdı kullanmayı deneseniz..!”Profesyonellikİki adam trende tanışıp koyu bir sohbet sonrası hayli sıkı fıkı olmuşlar, konu “Ne iş yaptıklarına” gelmiş. Biri “Ben Yankesiciyim”, diğeri “Ben profesyonel homoseksüelim” demiş ve ikincisi hemen sormuş “Bana nasıl yankesicilik yaptığını gösterir misin?” diye. “Bir şartla” demiş yankesici, “Sen de bana nasıl profesyonel homoseksüellik yapılıyor onu göstereceksin.” İkisi anlaştıktan sonra yankesici kalabalığın arkasına karışıp kaşla göz arasında ayakta duran dev gibi bir “ağır ağbi”nin kalın cüzdanını çekip almış cebinden, arkadaşına dönüp “Hadi bakalım, sessiz bir yere gidelim de sen de bana ‘Profesyonel Homoseksüellik ‘ nasılmış onu öğret” demiş. “Gerek yok, hemen burada da gösterebilirim” diye cevap vermiş bizimki, “ağır ağbi” nin omzuna bir şaplak atıp “Abiiii..” demiş, “Şu herif var ya, biraz önce senin cüzdanını yürüttü..!”*****Gani Yıldız’danMeclis Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Başkanı Nimet Baş, “Darbelerin fotoğrafını çekeceğiz” demiş. Sonra ne mi olacak? O fotoğraflar “Mağduriyet Müzesi”nin duvarlarına asılacak.***Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, “Türkiye’de yazdıklarından dolayı sadece birkaç gazeteci cezaevinde” demiş. Oysa yaz(a)madıkları şeyler sayesinde dışarıda olan yüzlerce gazeteci var!***Adalet Bakanı Sadullah Ergin, 15 bin vatandaşın cezaevinden salıverilmesini sağlayacak 3. paketin gelecek hafta Adalet Komisyonu’na geleceğini açıkladıktan sonra, “Tünelin ucunda ışık görüldü” demiş. Umarız görülen ışık, toplum vicdanını paramparça edecek treninki değildir.***CHP’nin, öğrencilere dağıtılan sütle ilgili tutumunu eleştiren Başbakan, “Çocukların eline şeker versek gider o şekeri de alırlar” demiş. Ama muhalefet de haklı; sütten ağızlar yanınca, çocukları koruma içgüdüsüyle hareket edebilir!
19 Mayıs Bayramı hepimize kutlu olsunÜzerinden birkaç gün geçti ama, canım o kadar sıkıldı ki, geç de olsa yazmak istiyorum.Birkaç gün önce 11 gazeteci Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in arkasına takılıp Silivri Cezaevi’ne gitti.Gazeteciler koğuşlara, hücrelere girdi, yemekhaneleri, spor alanlarını, avluları inceledi.11 bin küsur tutuklu ve hükümlünün kaldığı koca cezaevinde her nedense tek bir tutuklu ya da hükümlü ile konuşmadılar.Adalet Bakanı tüm tutuklu ve hükümlüler adına gazetecilere bilgiler verdi, sorunları anlattı.Yazılarından okuduğum kadarıyla 11 gazeteci cezaevini pek beğenmişler.Hücrelerin ve koğuşların duvarları iyi boyanmış, pırıl pırılmış, aydınlıkmış, her yer tertemizmiş, mutfak çok iyiymiş, hastane özel hastaneleri aratmayacak mükemmellikteymiş.Geçmişte hapishane hatta işkence anıları olan bir gazeteci ise raconu kesmiş “Bizim zamanımızdan daha iyi burası” demiş.Eh bu kadar beğendiğinize göre kalsaydınız biraz bari.Bu yazıları okuyunca ben açıkçası çok utandım.O gazetecilerin utanıp utanmadığını bilemem tabii.Ama şunu gördüm ki gazetecilik ölmüş.Soru sormak yok.Merak etmek yok.Sorgulamak yok.Takıl Bakan’ın arkasına kuyruk gibi, yok ranzada resim çektir, yok bahçede satranç oyna, yok spor sahasında topa vur.Ne güzel değil mi?Ne gariptir ki birinin aklına bile “tutuklu gazeteciler, aydınlar, akademisyenler, askerler” gelmemiş bile.“Niye bizi görüştürmüyorsunuz” da dememişler.Hele onların çektikleri eziyetler, uğradıkları haksızlıklar, onurlarının ayaklar altına alınması, taleplerinin geri çevrilmesi, sağlık sorunlarının giderilmemesi bu gazetecilerin gündemine hiç girmemiş bile.Ahmet Şık ve Nedim Şener serbest bırakıldığına göre ortada sorun da kalmamış. Zaten gerisi gazeteci değil ki bazılarına göre.Bu gazetecilere turistik cezaevi turu yaptırılmadan birkaç gün önce ben de Silivri Cezaevine gitmiş ve 9 tutuklu gazeteci ile yüz yüze görüşmüştüm. Sonra da izlenimlerimi üç gün boyunca yazmıştım.Bu yazılarımda siyasi konulara neredeyse hiç girmeden, o tutuklu gazetecilerin çetin yaşam koşullarını anlatmaya çalışmıştım.Örneğin hepsi yazı ile yaşayan bu gazetecilerden, bırakın bilgisayar vermeyi daktiloyu bile esirgiyorlar.Hücrelerinde çiçek bulundurmaları yasak.Haftalık 10 saat olan diğer tutuklularla görüştürülme kuralına hiç uyulmuyor.Bazı gazeteciler içi ıslak, boyasız, tuvaleti taşan küçücük hücrelerde aylarca tutuldu.Bakan’ın arkasındaki 11 gazeteci, bu kadar basit konuları bile sormamışlar.“Bilmiyorduk” diyemezler. Beni okuduklarını tahmin etmiyorum, benden öğrensinler diyecek durumda değilim, ama bunlar yıllardır yazılıp çiziliyor, bazı arkadaşlarımız bunları anlatan kitaplar bile yazdılar.Hiçbirine cevap verilmemişti. Bakan da hiç konuşmamıştı.Hazır o 11 gazeteci içeri girmişken bunları da sorarlar zannettim ama, nafile. Gazetecilik öldüğünden, Bakan’ın söyledikleriyle yetinmişler.Ne yazık. Ne ayıplı bir durum.Tabii bir de gazeteci seçimi var ki o da evlere şenlik.Biri ikisi hariç katılımcıların hepsi tutuklu gazetecilerin içeri girmesi için zaten kampanya yürütmüştü. Şimdi de çıkmamaları için çaba gösteriyorlar.Sanki bu gazetecilere “Bakın sizin sevmediklerinizi işte burada tutuyoruz, merak etmeyin” deme turu gibi bir şey olmuş bu.Yahu bunlar yarın çocuklarının yüzüne nasıl bakacaklar ki?*****Neyse ki “dış basın” var. Yoksa iç meselelerimizin “iç yüzünü” nasıl öğrenirdik! (Gani Yıldız)*****Hassas ordumuz sonunda ilk soruya cevap verdiGenelkurmay Başkanlığı son zamanlarda çok hassaslaştı.Tesadüfe bakın ki, üç hassas eylem aynı güne denk geldi.Medyadaki hakaret, aşağılama, küfür, itibar kaybettirme yayınlarına karşı bugüne kadar son derece hassas davranan Genelkurmay, savcılığa çektirtip Bekir Coşkun’u ifadesini aldırdı.Kendi kurallarına karşı da son derece hassas olan Genelkurmay aynı gün şalvarın, cübbenin, sarığın orduevlerinde de rahatlıkla kullanılabileceğini kararlaştırıldı.Ülke güvenliği konusunda da fevkaladenin fevkinde hassas davranan Genelkurmay, bundan yarım saat sonra da Amerikan basınına hassasiyet göstererek 34 kişinin öldürülmesine neden olan istihbaratı kendisinin yaptığını ilan etti.Tabii her konuda çok hassas olunca doğru söylemek konusundaki hassasiyet ihmal edilmiş, ne gam.Çünkü bu hassas Genelkurmay daha önceki açıklamalarında istihbaratın kendisinden olduğunu söylemek yerine o ana kadar kimsenin bilmediği bir kavramı kullaranak “milli kaynaktan geldi” demişti.Neyse ki bizlerin hassasiyeti de olduğu için hiç olmazsa Uludere faciasından 140 bilmem kaç gün sonra sorduğumuz ilk soruya bir yanıt aldık.Şimdi kaldı iki soru.Birincisi “istihbaratı kim verdi” sorusuydu. Bunca süre sonra konuya hassasiyet gösteren Genelkurmay “Bizim heronlarımızdan” cevabını verdi.Bakalım kaç gün sonra ikinci soruya yani “istihbaratı kim değerlendirdi?” sorusuna da hassasiyetle yaklaşıp cevap verecekler?Ve tabii bundan ne kadar zaman sonra da üçüncü soru yani “Vur emrini kim verdi?” sorusunun cevabını hassasiyet gösterip lütfedecekler?Bizim Türkiye’de yapacak fazla bir şeyimiz yok. Dilerim Wall Street Journal hassas davranıp haberin peşinden koşar ve Pentagon kaynaklarına dayanarak kalan iki sorunun cevabını “yalan” haber olarak yayınlar.O zaman hassasiyeti yine depreşecek olan Genelkurmay da herhalde gerçeği açıklar.*****19 Mayıs için gençlik ayaktaEn önemli milli bayramlarımızdan 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı bu yıl çok daha farklı ve coşkulu biçimde kutlanıyor. İktidarın milli bayramları geri plana itme tavrına karşı özellikle gençler Türkiye’nin her yerinde alternatif kutlamalar yapıyor.İstanbul’da Tünel’den Dolmabahçe’ye, Mecidiyeköy’den Şişli’deki Atatürk’ün evine yürüyüşler yapılırken Kadıköy’de de büyük miting var.Başta Ankara ve İzmir olmak üzere birçok ilde de gençlik yürüyüşleri ve fener alayları düzenleniyor.Ankara Üniversitesi’nin artık gelenekselleşen 19 Mayıs Gençlik Konseri de bu akşam Atatürk Spor Salonu’nda gerçekleşecek.Ankara Üniversitesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın işbirliği ile verilecek konser saat 20.00’de başlayacak.Geçen yıl 12 bin gencin izlediği konsere bu yıl daha büyük bir katılım olması bekleniyor.Konserde Ankara Devlet Opera ve Balesi sanatçıları; Feryal Türkoğlu, Selva Erdener ve Murat Karahan unutulmaz eserlerden oluşan repertuarlarıyla sahne alacak.Konser biletleri Mybilet, Devlet Opera ve Balesi, CSO, Devlet Tiyatroları gişeleri ve Ankara Üniversitesi birim sekreterliklerinden alınabilir.
Cumartesi günü Fenerbahçe Genel Kurulu yapılacak. Aziz Yıldırım büyük olasılıkla “tek aday” olarak Metris Cezaevi’ndeki koğuşundan katılacak Genel Kurul’a.Olaylı maçtan bu yana “her çeşidinden” Fenerbahçelilerle sohbetler ediyorum. Kar, yağmur, çamur demeden deplasman maçlarında rakip dayağı ya da polis copu yemeyi göze alanından, yüz binlerce dolar ödeyerek loca alanlara, sokaktaki simit satıcısından kombine bilet sahibi olana, ev kadınından ateşli kadın taraftara kadar onlarca kişiyle görüştüm.Hoş zaten ben görüşmeyi düşünmesem bile yolda, lokantada, markette, yani her yerde önümü kesip “Fenerbahçe muhabbeti” açanlar bile yeter zaten.Ayrıca Fenerbahçeli olmayanlar da yanıma gelip ya tepkilerini dile getiriyor ya da olaylarla ilgili düşüncelerini anlatıyor.Ama biz gelelim Fenerbahçe’ye ve cumartesi günkü Kongre’ye.Şunu açıkça görmekteyim ki, yaşanan olaylar ve Fenerbahçe’ye yönelik eleştiri, hakaret ve baskılar en alttan en tepeye kadar herkesi daha da kenetliyor.“Zaman geçtikçe kırılır” sandığım “direniş ruhu” adeta şahlanarak kar topu gibi büyüyor.Dün konuştuğum çok önemli bir iş adamı “Aziz Yıldırım’a daha önce oy vermemiştim, ama 19 Mayıs’ta ailemle birlikte gitmeyi planladığım yurt dışı tatil gezimi iptal ettim ve gidip oyumu Aziz Yıldırım’a atmaya karar verdim” dedi.“Daha önce kime oy vermiştin” diye sordum. Kimseye vermemiş, başkanlık için oy kullanmamış o kadar. Ama şimdi!Bu dostum gibi hem maddi olarak hem de toplumdaki yerleri açısından daha üst düzeyde olan Fenerbahçeliler özellikle polisin tavrına karşı çok öfkeli.“Eğer o maçta polis aşırı sertlikle müdahale etmeseydi bunlar yaşanmazdı, polis içinde Fenerbahçe’ye karşı adeta kin besleyen bir kesim olduğuna artık çok inanıyoruz” diyorlar.Örneğin bir iş adamı “Her yıl makul ölçüler içinde polis teşkilatına maddi yardımda bulunurum. Ama bu yıl bunu yapmaya hiç gönlüm yok, hatta yapmayacağım” dedi.Fenerbahçeliler Aziz Yıldırım’ı artık sadece bir başkan olarak değil, direnişin sembolü olarak da görüyor. Bu nedenle cumartesi günü yapılacak Kongre’de kullanılan tüm oyların Yıldırım’a gitmesi büyük olasılık.Fenerbahçeliler “Eğer bir şike kanıtlanırsa küme düşme, puan silme, cezası neyse hiçbirimizin itirazı olamaz. Ama yapılan bir şike soruşturması değil, Fenerbahçe ve Fenerbahçelileri bitirme planı gibi. Bunu kimseye yaptırmayız” diyorlar.*****“Arasana Başbakan’ı”Öncelikle söyleyeyim, şampiyon olan takımın kupasını maç yaptığı son sahada alması diye bir kural yok.Bununla ilgili TFF’nin 11’inci maddesi şöyle:1- TFF tarafından belirlenecek esaslar çerçevesinde süper lig müsabakaları sonunda birinci olacak kulübe şampiyonluk kupası verilir.2- Kupanın nasıl tasarlanacağına ve ne şekilde üretileceğine TFF tarafından karar verilir.3- Kupa töreni organizasyonu TFF tarafından yapılır. Kulüpler, TFF’nin belirleyeceği organizasyon kurallarına uymak ve kupa törenine katılmak zorundadırlar.4- Süper lig müsabakaları sonunda birinci olan kulübün futbolcu, teknik heyet ve yöneticilerine, bu başarılarını simgeleyen toplam 50 (elli) adet olmak üzere birer madalya verilir.Bunu bilelim istedim. Çünkü “Galatasaray kupayı almak için niye diretti?” tartışmasına girmek istemiyorum.Ama bu olayda hukuka da demokrasiye de uymayan bir nokta var.Vali güvenlik nedeniyle kupa töreninin yapılmasını istemiyor. Federasyon Başkanı da törenin bir gün sonra yapılmasını öneriyor. Ama Galatasaray soyunma odasının kapılarını kapatıp kendisini içeriye kilitliyor.Derken Fatih Terim Abdürrahim Albayrak’a “Arasana Başbakan’ı” diyor. Başbakan aranıyor. O da “Verin kupayı sahada” diyor.Bu hangi ülkede olabilir? Başbakan’ın yapması gereken “Bu benim işim olamaz. Yetkililer kimlerse onlar karar verirler” demekti.Hem Vali’yi hem Federasyon Başkanı’nı ezmeye kalkmak Başbakan’ı fanatik Galatasaraylılar gözünde kahraman yapar ama hem devlet gelenekleri zedelenir hem de belli görevleri yürütenlerin kırılan onurlarını tamir etmek çok zorlaşır.*****Haydi Amerika’ya cevap verinUludere konusunda derin sessizliğe gömülen Genelkurmay’ın Wall Street Journal Gazetesi’nde yayınlanan “İstihbarat Amerika tarafından verildi” haberinden sonra ne yapacağını çok merak ediyorum.Biz Türk gazetecileri ciddiye almayan Genelkurmay, bakalım Amerikan medyası karşısında aynı suskunluğu sürdürecek mi?Kaç kez sorduğumu ben bile unuttum. Çok basit sorulara nedense hiç cevap verilmedi. “Olay yargıda”ymış çünkü.Ne yargısı? Bunun yargıyla ne ilgisi var? Gizli bir operasyon yapılmadı ki konuyu savcılar incelesin.Bir istihbarat geldi. Buna göre bir grup PKK’lı Türkiye’ye sızıyordu. İstihbarat değerlendirildi ve toplu imha kararı alındı. İşe bakın ki imha edilenler terörist değil kaçakçı çıktı. Hepsi bu. Nesi araştırılıyor ki?*****Nimet Baş’dan (Çubukçu) bu yana atama bekleyen öğretmenler, Milli Eğitim Bakanlığı’nın önünde “Nasrettin Hoca ile atama duası” yapmış. Atama meselesi “fıkra gibi” olunca duanın hocası da Nasrettin Hoca olur hâliyle! (Gani Yıldız)*****Galatasaray’a yönelik tek saldırı yokOlaylı final maçından sonra iki ezeli rakibin taraftarları arasına da kara kedi girdi.Rekabet ne yazık ki husumete hatta düşmanlığa dönüşüyor. Bunun mutlaka önlenmesi gerek. İş iki kulubün yöneticilerine ve önde gelen isimlerine düşüyor.Birkaç gündür ısrarla şunu anlatmaya çalışıyorum; o gece Galatasaray’a yönelik en küçük bir saldırı, şiddet, hakaret olmadı. Olaylar tamamen taratarlarla, her nedense aşırı şiddet uygulayan polis arasında geçti.Fenerbahçe yönetimi de taraftarı da konuk rakibe karşı en üst düzeyde ağırlama yaptı, nezaket kurallarına sonuna kadar uydu.Maç sonunda seyirci kendi takımını alkışladı, Galatasaray aleyhine kötü tezahüratta bulunmadı.Maç sırasında sahaya hiçbir şey atılmadı, oyundaki sertlikler sırasında bile tribünler büyük oranda sakin kalmayı başardı.Galatasaray sahada sevindi, sonra soyunma odasına gitti. Fenerbahçe de gitti. Olaylar ondan sonra başladı.Bu arada dikkatimi çeken bir noktayı da belirtmek itiyorum.Maç biter bitmez saha içinde görevli polisler Galatasaray’ın etrafını sardı. Seyirci sahaya girmediğine göre Galatasaraylılar kimden korunmak isteniyordu acaba?Bir Fenerbahçeli dostum “Polisin Galatasaray’ı korumaya alması beni çileden çıkardı, ne yapacaktık yani onlara” diye tepki gösterdi.Oysa aynı polis Galatasaray’ı çevreleyeceğine tribünlerin önünde durmaya devam etse o kapı kırılmayacak ve taraftar içeri dolmayacaktı.