Öncelikle tekrar saptayalım. Suriye’deki rejim diktatörlüktür. Ülkeyi 40 yılı aşkın süredir Esad ailesi yönetmektedir.Arap Baharı adı verilen batı destekli değişim rüzgârı Suriye’yi etkilemiş ve ülkede ciddi karışıklıklar çıkmıştır.Diktatör Esad bu karışıklıkları güç ve şiddet kullanarak bastırmak istemekte ve bu yüzden halkının kırımına yol açmaktadır.Buraya kadar tamam. Hemen hepimizin ortak kanısı bu.Ancak Suriye’de bu olaylar olurken elbette hassas ve dikkatli davranması gereken Türkiye’den yükselen “savaş” seslerine bir anlam vermek mümkün değil.Türkiye’nin komşularında ya da yakın çevresinde bu tür bir karışıklık ilk kez olmuyor.Ama ilk kez Türkiye bir dış konuda bu kadar şahin tutum takınıyor.Başbakan büyük bir olasılıkla içe başka dışa başka konuşuyor.Dış politika Erdoğan’ın, iç sorunlarla baş etmek için kullandığı önemli silahlardan biri. Bölgesel güç olmak, dünya gücü haline gelmek, gerektiğinde Amerika’ya bile akıl vermek, herkesin çekindiği İsrail’e kafa tutmak Başbakan’ın içe dönük politikalarında gözleri başka yöne çevirmek için kullandığı yöntemler.Böylelikle bugüne kadar dış politika konusunda hep aşağılık duygusu içinde olan kamuoyu, Başbakan’ın bu çıkışları ile bir tür tatmin yoluna gidiyor.İsrail’e kafa tutmak, Ortadoğu’da liderliğe oynamak, Amerika’ya akıl vermek, Avrupa Birliği’ne ayar çekmek, muhatapları tarafından fazla ciddiye alınmayabilir. Bu muhataplar asıl amacın iç kamuoyunu etkilemek olduğunu bilir ve sesini çıkarmayabilir. Çünkü eğer bu rolü oynayan kişi, sonuçta bütün talepleri yerine getiriyorsa sorun yok demektir.Oysa Suriye konusu sadece lafla yürüyecek bir konu değil. Önceleri sadece korkutma amaçlı söylenen sözlerin gerçeğe dönmesinin Türkiye’ye vereceği hasarı da görmek durumundayız.Türkiye’nin Suriye’ye girmesi, bölgenin kan gölüne dönmesine yol açar. Türkiye kendi güneydoğusunu tutamayacağı gibi doğu sınırında da ciddi sıkıntıya girer.Başbakan’a yandaşlık yapmak uğruna savaş tamtamları çalmak sorumsuzca bir gayrettir.Unutmayalım ki, bölgemizde çıkacak bir çatışma bir anda “mini üçüncü dünya savaşına” dönüşebilir. Böyle bir savaşın cephesi olmak bize hiçbir şey kazandırmaz.*****İstanbul Valisi: “Hanım o caddeyi biliyor”Trafikle ilgili yazdığım yazılara duyarlılık gösteren İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu ile konuştum dün.Vali aynen daha önce de gösterdiği inceliği yine göstererek kendi cep telefonundan aradı.“Trafikle ilgili uyarıcı yazılarınızı ciddiyetle okuyorum, ne diyeyim ki yazdıklarınız doğru ve çok haklı” diyen Mutlu “İstanbul halkının çektiği trafik sıkıntısını biliyoruz. Hiçbir gerekçenin arkasına sığınmadan ödevimiz neyse yapmak zorundayız” diye sürdürdü konuşmasını.Mutlu “Eşimi de karıştırmışsınız” dedikten sonra devam etti: “Ama çok esprili olmuş. Bilmenizi isterim ki belirttiğiniz Vali Konağı Caddesi’nin durumunu ben de biliyorum, bizim hanım da biliyor. Ne deseniz haklısınız, gereken önlemler mutlaka alınacaktır.”Mutlu “Tabii sadece orası değil, daha nice yerler var, hepsine el atmak zorundayız” diyerek her gün 500 ile 600 yeni aracın trafiğe katıldığını, sürekli dev alışveriş merkezlerinin yapıldığını da hatırlatarak şunu söyledi:“Bunlar yeni yol, yeni kavşak, yeni şerit, daha fazla otopark ve daha fazla görevli demektir. Daha iyi organize olmak, daha çok çalışmak zorundayız. Bunları asla bahane olarak söylemiyorum, dediğiniz gibi belki de gerçekten her kavşağa bir polis dikmek zorunda bile kalabiliriz.”Vali Mutlu’ya, bu yöndeki yapıcı eleştirilerime devam edeceğimi, çünkü İstanbul halkının büyük eziyet çektiğini ve artık vaat duymak istemediğini belirttimMutlu da “Sizin bu yazılarınızı asla yıkıcı olarak değerlendirmiyorum, bizim de buna ihtiyacımız var zaten” karşılığını verdi.Vali Mutlu’ya cumartesi günü yazacağım “çekici mafyası” analizinden de alınmamasını rica ettim.*****İstanbullulara pazar trafiği işkencesiTrafik yazılarına devam. Çünkü herkesin canı çok yanıyor. Saatler süren işkencelerden herkes yakınıyor.Geçen pazar Atatürkçü Düşünce Derneği’nin davetlisi olarak Büyükçekmece’ye gittim. Kalabalık bir izleyici grubu ne yazık ki beni tam bir saat beklemek zorunda kaldı.Çünkü Bahçelievler’den başlayan ve adım adım ilerleyen trafik nedeniyle hayatımda ilk kez belirli bir saat için verdiğim sözü tutamadım.Normal günlerde E-5 trafiğinin ne olduğunu biliyorum. İkitelli yolunu neredeyse 20 yıl arşınladık.Ama pazar günü diğer günlere oranla ve sabahın erken saatlerinde trafiğin daha rahat olacağını düşünmüştüm.Saat 10.15 sıralarında Bahçelievler kavşağına geldim ki, trafik duruyor. Dur kalk, ağır aksak yürüyoruz. “Ya kaza var ya da pazar diye çalışma yapıyorlar” diye düşündüm.Yenibosna, Beşevler, Küçükçekmece. Değişen bir şey yok. Taaa Avcılar’a kadar. Avcılar’da metrobüs yolu yapılıyor. Şeridi daraltmışlar. 4 şerit iniyor iki şeride.Pazar olmasına rağmen kuyruğun ucu, ben girdiğimde Bahçelievler’deydi. Demek oraya vardığımda ucu belki de Çağlayan’a dayanmıştı. Peki yok mu bunun çaresi? Var tabii de.Önce biraz bilimsellik ve sorumluluk olacak.İstanbul’da hiçbiri yok. Koca kent sahipsiz gibi. Ara ki bir sorumlu bulasın.Pazar günü galiba hepsi uyuyor.*****İDO’dan ilginç uygulamaAraba vapurlarında “fazla para veren öne geçer” uygulaması başlatan İDO’nun ilginç bir uygulamasını daha öğrendim.Uzak hat biletlerini internetten erken alırsanız indiriminiz oluyor. Ancak aynı bileti gişeden alırsanız indirim yok. Bu bir.İkincisi ise hareket saati yaklaştıkça bilet fiyatı da artıyor. Kalkışa bir saat kala 10 liraya aldığınız bileti kalkışa yarım saat kala 12, kalkışa 15 dakika kala ise 15 liraya alıyorsunuz.Dünyada tam tersidir. “Last minute” yani son dakika gelenler daha ucuza bilet alır, çünkü şirket koltuk boş gideceğine ne alırsa kâr sayar.*****Bazı özel hastaneler devletten parasını öncelikle alıyor mu?Hükümetin önem verdiği işlerden biri sağlık alanında atılan adımlar.En övünülen konuların başında da “SGK’lı herkesin özel hastaneler dahil dilediği hastanede tedavi olabileceği” geliyor.Eskiden SSK’lılar ve Bağkur’lular sadece SSK hastanelerinden, Emekli Sandığı’na tabii olanlar devlet hastanelerinden parasız yararlanabiliyordu.Hükümet özel hastaneleri de devreye soktu. Şimdi herkes her hastaneye gidebiliyor.Ancak, bu hastanelerdeki hizmetlerle ilgili pek çok şikâyet alıyorum. Bunları doğrulatmak zor. Belgesine ulaşmak da öyle. Ancak hepsini biriktiriyorum, üzerinde duracağım.Bugün yine doğrulatmakta zorluk çektiğim bir konuyu sizlerle paylaşacağım. Ancak gelen şikâyetlerin fazlalığı işin içinde doğruluk payı olma olasılığını yükseltiyor.Soru basit: Sağlık bakanlığı SGK’lı hastalara hizmet veren özel hastaneler arasında ayırım yapıyor mu?Açıkçası şu: Bazı hastaneler verdikleri hizmetin bedelini hemen alırlarken, bazılarını ödemesi uzun vadelere yayılıyor mu?
Mesajların ana başlığı şöyle; “Öğretmene verilen devlet sözü tutulsun.”Hepsi aynı şu cümlelerle başlıyor:Sizi son kez rahatsız ettiğimizi söylemek istiyoruz. Biz “Ataması Yapılmayan Öğretmenler” için bir sona gelindi artık! Bunca zamandır gündemde tutulmaya çalışılmamıza rağmen ne yazık ki hâlâ medya ve halkımız bizim durumumuzu “net olarak” bilmemekte. Son kez bizim sesimiz olmanız için size yazıyoruz.Binlerce öğretmen hâlâ atama bekliyor. Üstelik eski ve yeni Milli Eğitim Bakanları’nın verdiği sözlere rağmen...Öğretmenlerden aylardır bu tür mesajlar alıyorum. Daha doğrusu alıyoruz, çünkü yüzlerce gazeteci aynı mesajları alıyor.Bugüne kadar konu defalarca yazıldı, televizyonlarda tartışıldı.Elbette işsiz kalan, çok genç yaşında ne yapacağını bilemeyen on binlerce öğretmen hakkını aramak için her yolu deneyecektir.Buna karşı, açık söyleyeyim, son bir haftadır kampanya olarak düzenlenen “mesaj saldırısı” benim gibi sanıyorum tüm gazetecileri büyük sıkıntıya sokuyor.Çünkü her gün yüzlercesi geliyor bu mesajların. Elektronik mesaj kutularımız sınırlı. Üç beş saat açmayınca kapasite doluyor ve diğer okurlardan gelen mesajları alamıyoruz.“Bizim öncelikli amacımız bize verilen devlet sözünün tutulmasıdır” diyorsunuz, çok haklısınız.“Özel okulların büyük bir kısmı bile mezun öğretmen sayısı fazla olduğu için öğretmenleri yok pahasına çalıştırmaktalar. Dershanelerde durum daha da vahim. İnanın, aylık 500-600 liraya hem de büyük şehirlerde öğretmenleri çalıştıran ve özlük haklardan bile mahrum bırakan pek çok dershane var” diyorsunuz. Çok haklısınız.“Ücretli öğretmenlik ise tam bir rezalet. Üstelik de devlet eliyle yapılan bir rezalet. Bu kadar düşük ücretlerle ve güvencesiz olarak siz çalışır mıydınız, ailenizi geçindirebilir miydiniz acaba?” diyorsunuz. Çok haklısınız.KPSS’ye büyük paralar ödeyerek hazırlandığınızı, sınava girdiğinizi, sınavın kopya nedeniyle iptal edildiğini, ama buna rağmen öğretmen alımı yapılmasından sizin gibi sınava girenlerle adeta alay edildiğini yazıyorsunuz. Çok haklısınız.“Mevcut koşullar altında tek seferde bütün öğretmenlerin atamasının yapılamayacağını biz de biliyoruz. Ancak biz şu anda en çok bize verilen söz olan, bir devlet sözü olan 55 bin için, bundan geriye kalan sayı, 28 bin için mücadele ediyoruz” diyorsunuz. Çok haklısınız.“Bizim mağduriyetimizin giderilmesi için en geç haziran ayında, yani devlet sözünün son tutulma tarihi olan haziran ayında 28 bin atama yapılmalıdır + bu atama ağustos ayından kırpılmamalıdır” diyorsunuz. Çok haklısınız.Ama ardından “Bu mail’leri ataması yapılmayan öğretmen arkadaşlarımızdan sürekli alacaksınız” diyor ve ekliyorsunuz; “Sizi rahatsız ettiğimizin farkındayız ama inanın biz sizden katbekat daha rahatsız bir durumdayız ve son çaremiz budur! Lütfen bunun için bizi bağışlayın.”İşte o çoook uzun mesajlarınızdan bir özeti bu köşeye taşımaya çalıştım. Daha ne yapabiliriz ki? Zaten hiçbir gazeteci konuya duyarsız değil. Ama bizleri düşünmeniz gerek, bu mesaj kampanyası nedeniyle çalışamaz duruma geldik. Okurlardan gelen diğer tepki, eleştiri, öneri ve şikâyetleri göremiyoruz.*****Çin’de rüzgâr türbini üreten bir fabrikayı gezen Başbakan, “Yerimiz çok, yatırıma bekliyoruz” demiş. Doğru; hem yerimiz çok hem de “rüzgâr ekip fırtına biçen” bir yapımız olduğu için bize en uygunu rüzgâr enerjisi. (Gani Yıldız)*****Trafik kameraları sadece seyretmek için mi?Trafik özellikle İstanbul Ankara gibi büyük kentlerde herkesin ortak derdi. Bu nedenle dün trafikle ilgili yazdığım yazı büyük ilgi görmüş. “Atanamayan öğretmen mesajlarından sıyrılıp kutuma düşen” okur mesajlarından bunu anlıyorum.Dünkü yazıma birkaç ek yapayım öyleyse.Örneğin İstanbul’un neredeyse tamamı kameralarla izleniyor. Kim, nerede, ne yapıyor binlerce kamera sayesinde görülebiliyor. Tıpkı George Orwell’in Büyük Birader’indeki gibiyiz.Bu kameralar süs, görüntüleri izleyenler de kazık değil.Bu kameralar neden var? Bir yerde bir şey olursa müdahale edilsin diye.Var mı yok mu olduğunu anlayamadığımız İstanbul Trafik Müdürlüğü de bu kameralardan kentin trafik durumunu izliyor.Peki ne yapıyor? Kameralarda trafiğin neden sıkıştığı açıkça görülüyor.Yapılması gereken bir mobil ekibi hemen göndermek ve sıkıntıyı gidermek.Oysa bizim görevlilerimiz herhalde kameralara bakıp bakıp “Vaaay, görüyor musun kuyruk nereye kadar uzamış” diyerek dalgalarını geçiyorlar.*****Demek kamuoyu vicdanı yokmuşDeniz Feneri davasının iddianamesi açıklandı. Savcılar sanıkların örgütlü bir suç işlemediklerini belirterek “görevi suistimal” veya “haksız kazanç elde etme” gibi suçlamalarda bulunmuşlar.Bunların cezası çok fazla değil. Sanıkların hapis cezası almaları bile mümkün değil.Elbette bu davanın sanıklarının suçlu olup olmadıklarını bilemiyoruz. Ama bildiğimiz iki şey var;Birincisi: Bu davanın ilk bölümü Almanya’da görüldü. Alman savcılar Deniz Feneri olayını “yüzyılın soygunu” olarak adlandırmıştı. Ucunun Türkiye’ye dayandığı bildirilmişti.İkincisi: İktidar bu davanın yürütülmesini hiç istemiyordu. Önce tutuklama isteyen savcılar görevden alındı ve haklarında dava açıldı, ardından tahliye kararları geldi.Bu tür davalarda “kamuoyu vicdanı” kavramı atılırdı ortaya. Bazı hâkimlerin “kamuoyu vicdanı”nı dikkate aldıkları söylenirdi.Deniz Feneri olayı, katıksız AKP’li olanlar dışında “kamuoyu vicdanında” çoktan mahkûm oldu bile.Paranın ne olduğunu merak eden belki çok değil, ama yoksul insanlar için toplanan paraların başkalarının cebine girdiğini Alman mahkemesi belgeledi zaten.Bizde ise asıl korkulan, işin ucunun iktidara dokunması.*****251 gazeteci zordaAtanamayan öğretmenler çok ciddi bir sosyal medya ağı kurmuşlar. Gazetecilere aynı bildiriden binlerce gönderiliyor. Ama bunlar arasında “kendi aralarındaki yazışmalar” da var.Bu mesajda 251 kişilik bir gazeteci listesi olduğu belirtiliyor. Mesaj atması istenenlere “Spam’a düşmeme” yöntemleri de anlatılıyor.Bazı gazetelerin veya e-posta sağlayıcılarının zayıf noktaları anlatılarak şifreler veriliyor ve “böylelikle ne olursa olsun o mesajlar alıcıya ulaşacaktır” deniyor.Bir sosyal grubun sorununu anlatmak için böylesine müthiş bir zincir oluşturması akıllıca bir yöntem olsa da, eğer muhataplar çalışamaz hâle geliyorsa, silahın ters tepme ihtimali de vardır.Temel mantıkları şu: “Nasıl olsa usanacaklar ve sonunda yazacaklar.”Usanmaya bile gerek yok, haklı bir sorunu dile getirmek görevimiz, ama yazsak da bitmiyor ki. O 251 kişilik listeden konuyu 250’si köşesinde yazmış olsa bile bombardıman devam ediyor. Acaba bizi değil de, iktidar milletvekilini bombardımana tutsalar daha mı iyi olur?
İstanbul’un trafiği her geçen gün daha da kâbus hale geliyor. Kent içinden çıkılmaz halde.Elbette bunun pek çok nedeni var.Ama bir numaralı neden şu: İstanbul’un bir trafik müdürü yok.15 milyonluk kent trafik açısından tamamen başıboş durumda.Elbette Emniyet Müdürlüğü içinde trafiğe bakan biri vardır.Ama sadece baktığı belli.Eğer İstanbul’un başında, trafiği bilen, bilimsel olarak irdeleyip ona göre çalışan biri olsa, inanın trafik sıkışıklığında gözle görünür bir ferahlama olur.Her gün milyonlarca kişi İstanbul’da araç kullanıyor. Şimdi herkesi, elini vicdanına koyarak cevap vermeye çağırıyorum.Bazı kavşaklarda göstermelik olarak duran trafik polisleri dışında, özellikle trafiğin en sıkışık olduğu zamanlarda ortalıkta bir tek trafik polisi gören var mı?Yok.Polis ne zaman ortalıkta görünüyor?Başbakan veya Cumhurbaşkanı geçeceğinde. Eğer ortalıkta çok trafik polisi görürsek anlıyoruz ki ya Başbakan ya Cumhurbaşkanı geçecek.İstanbul Emniyeti işin kolayını bulmuş. Her tarafa yerleştirilen kameralarla trafiği düzenleyeceklerini sanıyorlar.Bu kameralar trafik akışını hızlandırmıyor. Sadece hatalı sürücüleri saptayıp ceza yazıyor.Güya diyorum çünkü, sıkışık saatlerde bu kameraların çalışmadığı ortada. Kameralar o sıkışıklıkta belli ki plakaları algılayamıyor ya da çok sayıda araç kural ihlal ettiği için hepsini belgeleyemiyor.Bugüne kadar sıkışık trafikte örneğin emniyet şeridine girdiği için ceza alan araba sürücüsüne hiç rastlamadım.Kameraların kestiği cezalar hafta sonlarına, trafiğin çok az olduğu saatlere rastlıyor.İstanbul Trafik Müdürlüğü’nün anladığı tek şey tuzaklar kurup sürücülere ceza yazmak. Ya da gece yarısına doğru eğlence mekânlarını yakınlarına alkol denetimi koymak. Bir de canları istediğinde araç çekmek.Belli ki işin başındakiler “İstanbul trafiğini çözmek mümkün değil, bari fırsattan yararlanıp ceza keselim” mantığı içinde.Peki trafiği neler aksatıyor.Elbette sürücü hataları birinci sırada.İkinci sırada iyi düşünülmemiş kavşaklar, kesişen yollar geliyor.Sonra yol hataları.Sürücüler, başıboşluktan yararlanarak çizgilere uymuyor, kavşaklarda “kaynak” denilen yönteme başvuruyor, bu da arkadaki trafiği kilitliyor. Ortada ne gezici ne sabit polis olunca trafik içinden çıkılmaz hale geliyor.Yine kesişen bazı caddelerde yoğunluk nedeniyle kırmızı ışıklar işe yaramıyor. Kimsede saygı olmadığı için o kesişme noktaları kördüğüm oluyor. Ortalıkta yine hiç polis yok.Bunu daha önce de yazdığımda arayan bir emniyet yetkilisi “her kavşağa polis mi dikeceğiz” diye azarlamaya kalkmıştı beni. Evet gerekirse her kavşağa polis dikeceksiniz.Kameraların karşısına oturup İstanbul trafiğini yönetemezsiniz.*****Donanmadaki Kuran-ı KerimlerGeçen hafta Başbakan Erdoğan’a hitaben yazdığım yazıdan sonra aldığım bir mesajı sizlerle paylaşmak istiyorum.Serdar Mutlu adlı avukat okurum bakın ne diyor:Sayın Can Ataklı; bir harp bahriyesi mensubunun oğlu olarak bir hususu daha Sayın Başbakan’a sizin marifetinizle hatırlatmakta fayda görüyorum.Osmanlı Donanması’ndan gelen gelenekten ve mensuplarının inancının bir sonucu olarak; Türkiye Cumhuriyeti Deniz Kuvvetleri’nin her gemisinin direğinde Kuran-ı Kerim asılıdır.Donanmanın her gemisinin kumandanı, gemisinin kullanımına ilişkin tüm komutlarını besmele ile başlatır. Örneğin demir atarken “Bismillah Fundo Demir”; demir alırken “Bismillah Vira Demir” gibi. Yemeklerine de “Tanrı’nın Adıyla” başlar. Saygılarımla.*****Referandumda “hayır” demek 12 Eylül’e “evet” demek değildirİktidar ve yandaşları “12 Eylül’de referanduma hayır diyenler bugün açılan davaya müdâhil oluyorlar” diyor. Referandum maddelerinden biri “12 Eylül’den hesap sorulmasıydı” ya, onu kastediyorlar.Zekânın olmadığı yerde kurnazlık devreye girer.Biraz aklı olan şunu iyi biliyor; referandumda “hayır” diyenlerin hiçbiri 12 Eylül darbesinin hesabının sorulmasına karşı değildi.O referandumda halka birbirinden çok farklı 26 madde sunuldu.“Hayır” diyenlerin aklına ne 12 Eylül darbesinin yargılanması, ne şehit ailelerine sağlanacak olanaklar, ne muhtaç çocuklara yapılacak yardımlar, ne yurt dışına çıkışlardaki engellerin kaldırılması geldi.Bu referandumun tek amacı vardı. Yargıyı ve yüksek yargıyı tamamen iktidar kontrolüne geçirmek.“Hayır” diyenler sadece bunlara dikkat çektiler. Diğer maddelerin ise sadece halkı kandırmak için ortaya konduğunu savundular.Şimdi “Siz darbenin yargılanmasına hayır demiştiniz” diyerek pis pis sırıtmanın ahlâkla, vicdanla, namusla hiçbir ilgisi yoktur. Yapılan en hafif deyimle ayıptır.*****Vali’nin eşi hanımefendiden bir ricaBu satırlarımı İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu’nun eşi sayın Gül Mutlu Hanımefendi’ye yazmak istiyorum.Gül Hanımefendi; eşiniz İstanbul’un büyük sorunları ile uğraştığından trafik gibi basit sorunlara belli ki vakit ayıramıyor.Oysa trafik sorununun çözümü çok da zor değil. Yeterli sayıda görevlinin, gerekli yerlerde kullanılması halinde İstanbul’un ferahlayacağı kesindir.Sizden eşinizin dikkatini bu konuya çekebilmek için küçük bir deney yapmanızı rica edeceğim.Hafta içi günlerden birinde, Valikonağı’ndaki evinizden kendi kullandığınız araçla çıkınız. Merak etmeyiniz, güvenliğiniz mutlaka sağlanır.Polisler asla sizin yolunuzu açmaya çalışmasınlar. Ve siz evinizden Valikonağı Cadddesi’nin sonuna kadar gidin.Kaç dakika sürdüğünü not edin.Sonra neden bir türlü gidemediğinizi gözlemeye çalışın.Trafik nerede ve neden sıkışıyor.Eğer o kavşakta bir görevli olsa sıkışıklık giderilir mi? Kendiniz gözlemleyin.Akşam da eşinize anlatın. Eğer size inanmazsa yine kendi kullanacağı araçla bir tur da kendisi atsın.Sizin yaşadığınız cadde sadece bir örnek. Bütün İstanbul bu durumda.Sayın Gül Hanım, lütfen yardımcı olun. Biliniz ki her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır.Sayenizde belki İstanbul trafiğine el atar eşiniz ve tabii kazanacağı başarı ile hem tarihe geçer hem de İstanbulluların gönlünü fetheder.*****Meral OkayHer zaman akıllı fikirliydi. Dost canlısıydı. Çok sevecendi. Mantıklıydı.Dostluklara, arkadaşlığa önem verirdi.Kırmadan, ama dobra dobra söylerdi düşündüğünü.Zamansız hastalığına ve bu kadar genç yaşta aramızdan ayrılmasına çok ama çok üzüldüm.İyiler neden çabuk ölüyor ki?
Sevgili okurlar; geçen haftanın en çarpıcı gelişmesi 12 Eylül’ü yapan hâlen sağ iki orgeneralin yargı önüne çıkarılmasıydı. Darbecilerin yargılanması elbette olumlu bir gelişmedir, ancak şov niteliği taşıdığı da çok açık bir gerçektir.Sahte sevinçlerDarbecilerin yargılanması 12 Eylül’ün perişan ettiği bir kesimde büyük umut ve heyecan yarattı. Ancak hiç darbe mağduru olmamış, Türkiye’yi dönüştürmek için demokrasiyi araç olarak kullanan iktidar ve yandaşlarının sahte sevinci ibret vericidir.Omuz omuzaydılarİktidar, sanki demokrasi ve hukuku çok önemsiyormuş gibi darbecilerin yargılanmasını adeta festivale dönüştürdü. Oysa bu iktidarın pek çok mensubu geçmişte darbecilerle omuz omuza olmaktan çekinmemişti.Çankaya’da ağırlamaCumhurbaşkanı Gül 12 Eylülcülerin yargılanmasını demokrasinin zaferi gibi gösteriyor ama, Çankaya’ya çıktığında ilk ağırladığı ve büyük iltifatlarda bulunduğu kişi eski Cumhurbaşkanı Kenan Evren’di. Sadece 5 yılda ne değişmiş olabilir acaba?Erdoğan çok sayardıBaşbakan Erdoğan da darbecilerin yargılanmasını büyük sevinçle karşılıyor, buna karşın geçmişte Evren’in yanına oturmak için çabaladığı ve “Paşam keşke aynı dönemde birlikte çalışabilseydik, Türkiye’yi uçururduk” dediği hâlâ hafızalarımızda.32 yıl öncesi2012 yılında darbe karşıtı olmak, darbelere direnmek, parlak nutuklar atmak kolay. Ama 32 yıl önce iki kutuplu dünyada bunu yapanlar büyük eziyetler çektiler. İşkence gördüler, dövüldüler, sürüldüler, öldüler, işsiz kaldılar, yurt dışına kaçtılar.Darbelere bugün yaşı 50 ve üzeri olanlarla daha küçük olanlar çok farklı bakıyor. 50 yaş üstü nesil her şeyi yaşamış ve hatırlıyor. 50 yaş altı olanlarsa darbelere kuramsal açıdan bakıyor. Bu da çelişki yaratıyor.Kimileri şaşırıyor12 Eylül’ün çilesini çektikleri halde bugün iktidarın sözde demokrasi adımlarına sıcak bakmayan, 12 Eylül darbecilerinin yargılanmasını şüphe ile izleyenler, özellikle yandaşların, yetmezcilerin hedefinde. Bu kesime karşı hiç de hoş olmayan bir saldırı var.Yaşayan bilir12 Eylül’ü iki açıdan değerlendirmek gerek. Kavramsal olarak bakarsanız yanılabilirsiniz. O yıllar, yaşayanlar için kâbustu. Her gün onlarca genç insan öldürülüyor, bombalar patlıyor, silah seslerinden gece uyku uyunamıyordu.Kurtarıcı beklemekHalkın neredeyse tamamı içinden çıkamadığı o garip ortamdan kurtulmak için bir “kurtarıcı” bekliyordu. Günün koşullarında kurtarıcı, askerden başkası olamazdı. Siyasetçiler iç ve dış etkilerin etkisi altında tamamen pasif hâle gelmişti.O ne sevinçtiYaşamış birisi olarak, darbe sabahı gösterilen sevinci unutmak mümkün değil. Elinde silah tutan militanlar da “oh” demişlerdi. Çünkü o silah tutan el bile yarın belki öldüreceğini belki öldürüleceğini biliyordu. Ama bu sarmaldan da çıkamıyordu.Askere düşmanlıkŞunu açıklıkla ve samimiyetle söyleyebilirim, bugünkü iktidar ve yandaşlarının asıl derdi darbelere karşı çıkmak değil, askere biraz daha hakaret etmektir. Çünkü bunlar askere darbeci olduğu için değil, kendilerince dine karşı olduğunu sandıkları için karşıdır.Yanlış değerlendirmeİktidar zihniyeti askeri kendine karşı en büyük tehlike olarak görüyor. Bu tehlikeyi bertaraf etmek için son 5 yıldır inanılmaz adımlar attılar, askeri aşağılayarak etkisiz hale getirdiler. Darbe karşıtlığı işin sosudur, bu dava da şovdan öte değildir.Askerin asıl işiOysa, 12 Eylül mağdurları, bu ülkenin gerçek demokratları gerçeği biliyor. Asker 1990’a kadar laik demokratik cumhuriyetin koruyucu değil, NATO adına komünizme karşı etkili bir güçtür ve bu görevini de başarıyla yapmıştır. Komünizmi önlemiştir.Neler oluyordu?12 Eylül’den önceki 13 yıl sol, sosyalist ve komünist fikirlerin yeşerdiği, güçlendiği yıllardı. NATO üyesi Türkiye’nin buna tahammülü yoktu. 1952’den itibaren oluşturulan resmi ideoloji komünizmle mücadeleden başka bir şey değildi.Aşırı şiddet kullanıldıÖzellikle 12 Mart muhtırasından sonra sola karşı aşırı bir şiddet uygulandı. Buna rağmen sol CHP’de güç bularak 1973’te iktidar ortağı oldu. İç ve dış dinamikler bunu kaldıramazdı. Türkiye’nin başına hemen bir Kıbrıs sorunu açılıverdi.Buna rağmen sol gelişmesini sürdürdü. 1977 seçimlerinde CHP yüzde 42 oy olmasına rağmen tek başına iktidar olamadı. Sağ partiler bir araya gelip Milliyetçi Cephe’yi kurdu. Eş zamanlı olarak sola karşı sokakta da silahlı mücadele başladı.Sola karşı mücadeleSokaktaki mücadele iki yoldan yapıldı. Birincisi bizzat devlet güçleri, özellikle MİT ve polis operasyon adı altında pek çok solcu genci öldürdü. Ama asıl oyun “sağcı-solcu kavgası” olarak ortaya çıkarıldı. Sağcılar ve solcular birbirini öldürmeye başladı.O günün ülkücüleriBugünün ülkücüleri alınmasın, ama o dönemin ülkücülüğü farklıydı. Resmen sokaklarda insan avına çıkılırdı. Sağ-sol çatışması denilerek binlerce solcu öldürüldü. Elbette solcular da sağcıları öldürdü, ama arada çok büyük farklar vardı.Ülkücüler eylemlerini “devlet için - vatan için” yaptıklarına inanırdı. Dönemin iktidarları, polisi, MİT’i de zaten öyle düşünürdü. Cinayet işlemiş Ülkücüler bile yakalandıklarında kollanırken, solculara asla müsamaha edilmez, zindanlara atılır işkenceler görürlerdi.Asker MHP’liydiBugünün iktidar zihniyeti, askeri laik olduğu için solcu, CHP’li gibi göstermeye çalışıyor. Oysa askerin büyük bölümü, özellikle 12 Eylül’den önce MHP eğilimliydi. Bu nedenle ülkücü harekete sempati ile bakar, onları hep korur ve kollarlardı. Üstelik görev de verirlerdi.Ünlü isimlerAbdullah Çatlı, Mehmet Ali Ağca, Oral Çalışlar, Alaattin Çakıcı gibi isimler 12 Eylül öncesinin ünlü ülkücüleriydi ve daha sonra bu kişilere devletin ne gibi görevler verdiğini ibretle öğrendik. Ama 12 Eylül mantığı farklıydı ve ülkücü hareket de ezildi.Ülkücüler 12 Eylül’e ateş püskürüyorlar. Çünkü darbeden sonra Ülkücüler de hapse atıldı ve çoğu işkencelerden geçti, bazıları idam edildi, bazıları uzun yıllar hapiste kaldı. Ülkücüler kendilerini devletin yanında görürken başlarına geleni hiç anlamadılar.Görevleri bitmiştiOysa anlaşılmayacak bir şey yoktu. Devlet, komünizmle mücadelede Ülkücüleri tetikçi gibi kullanmıştı. Ama çare kalmayınca işe kendi el koymuş ve ülkücülere ihtiyaç kalmamıştı. Üstelik 12 Eylül’ün etkili bir gerekçeye ihtiyacı vardı.Darbenin gerekçesi12 Eylül darbecileri gerekçe olarak ülkedeki kardeş kavgasını göstermişti. Bu kavgada sağ da sol da vardı. Sadece birine yüklenmek halkta da tepki yaratabilirdi. Ayrıca ihtiyaç da kalmadığına göre Ülkücülerin de üzerine gidilebilirdi artık.Darbe yapmak içinBugün askerin darbe yapmak için olayları körüklediği ağızlarda sakız ama tam olarak gerçeği yansıtmıyor. Çünkü ordunun amacı darbe yapmak değil, solun gelişmesini önlemekti. Aslında bu yöndeki eylemlere göz yumulmuştu, o kadar.12 Eylül darbesiyle Türkiye’deki komünizm tehlikesi bitti. Zaten dünyada da kuşatılmıştı ve 10 yıl sonra çökertildi. Darbe dönemleri de sona erdi. Çünkü TSK’nın 1952’den beri süren asıl görevi de bitmişti.Bugün farklıŞimdi demokrasi havariliği yaparak askeri aşağılamaya çalışanlar 12 Eylül üzerinde tepinerek genç neslin beynini yıkıyor. Orduyu hâlâ darbeci olarak niteleyerek kendilerini tehlikeden korumaya çalışıyor. Ama korkmasınlar, Amerika istemezse darbe olmaz.Hepinize iyi haftalar dilerim..
Geçen hafta İDO’nun “daha fazla para veren arabalı vapura öncelikli biner” uygulaması üzerine “Madem parası olana ayrıcalık sağlanıyor, örneğin emniyet şeritlerini de paralı yapalım” demiştim.Bu matrak yazı çok ilgi görmüş. Herkes birbirine anlatıp gülmüş. O halde başka “sinir projelere” devam edelim.Paralı şeritler açılsınTrafikte bunalıyoruz. Ama ne yazık ki parası olanlar da bunalıyor. Onları fazla üzmemek lazım. Nasıl olsa paraları var. Şehir içi yollarda bir şerit parası olanlara ayrılsın. Versinler parayı rahat gisinler. Zengin gazeteciler de bunu haktan yararlanacakları için bol bol “trafik ne kadar güzel kardeşim” yazıları yazarlar, belediye de şişinir.Metrobüste ayrı durakAdam paralı ama trafik sıkışık olduğu için Mecidiyeköy’den Avcılara’a gitmek zor. Metrobüs var ama oraya vatandaşlar akın ediyor, üst üste olması bir tarafa koku da var. O halde paralılar için duraklarda ayrı bölüm yapılsın, burada boş otobüsler dursun, ayakta yolcu almasın, paralılara yazık olmasın.Paralı randevularİktidarla işi olanlar randevu almak için araya adam sokma yerine belirli bir tarife üzerinden para ödesin. Böylelikle devletimizin kasasına da para girer. Hem paralı olanlar parayı bastırdıklarında önemli kişilerle görüşme şansını yakalayıp hava da atabilirler.Protestolar paralı olsunİleri demokrasiye geçtik ama demokrasinin en temel haklarından protesto hakkı kullanılamıyor. Bir iktidar yetkilisini protesto eden anında yaka paça götürülüp dövülüyor. Bu da yetmiyor savcılar da 15-20 yıl ceza istiyor. Hapiste yatılan süre ise aten işin cabası. Demokrasimiz zarar görüyor. Oysa protestolar paralı olsa, parası veren protesto etse, kimseye bir şey olmaz. Dışardan bakılınca da ülkede demokrasi var sanırlar.Yumurtaları devlet satsınBazı densizler devlet büyüklerine yumurta atıyorlar. Gerçi sonuçta hepsi yakalanıp dövülüyor ve bir de üstüne hapse atılıyor, ama bunu da demokratikleştirmek gerek. Yumurta atmak paralı olsun. Yumurtaları devlet satsın. Parasını vermeden yumurta atan hapse girsin. Parası veren yumurta atacağına göre devlet bunudaha önceden bilecek ve yumurtanın münasebetsiz yerlere gelmesini önleyecektir. Demokratik görüntümüz de tam olacaktır. Ayrıca yumurta atmak paralı olursa, zengini fakiri buna çok ilgi göstereceğinden yumurta satan devletin kazancı da yüksek olur.*****Bu haftanın fıkralarıYıldırım Tuna’dan bu hafta gelen fıkralarla bu ılık balhar gününde hoş dakikalar dilerim;Dikkat çekiciAynı banka şubesi, aynı adam tarafından dördüncü kez soyulunca polisler veznedarı sorguya almışlar, “Adamın senin dikkatini çeken bir özelliği var mı?..” diye sormuşlar, “Olmaz mı?.. Var..!” diye cevap vermiş veznedar sinirlenerek, “Her seferinde biraz daha şık geliyor şerefsiz..!”KekemeymişAdam karısı ile opera’ya gitmiş, kadın aryalar söyleyen kat kat kabarık etekli, beyaz bukleli yapay saçlı şişman primadonna’yı işaret ederek “Bu kadın kim?..” diye fısıldamış kocasının kulağına, “Bilmiyorum..” diye cevap vermiş kocası. “Yanındakine sorsana?..” Kocası yanındaki adama “Beyefendi şu kadın kim?..” diye sormuş,“ Kokona bir rokoko..” diye cevap vermiş adam, kadın kocasını dürterek tekrar sormuş “Kimmiş?.. Kimmiş?..” diye, “ Öfff, Ne bileyim..” diye cevap vermiş adam canı sıkkın bir şekilde fısıldayarak, “Yandaki herif kekeme çıktı dediğini anlayamadım..!”Ona soralımMeclisin lokantasında milletvekilleri servis edilen balık ‘dişi mi erkek mi ?’ diye akçeli bir iddiaya girişmişler, sonuçta anlaşamayınca da aralarından biri “Başbakana soralım..” demiş. “Neden?..” diye sormuş diğerleri, “Başbakan balıktan ne anlar ki?” Bizimki “Anlamaz da” demiş, “Ama dediği dediktir.”ÇekiçKüçük oğlan yanakları kıpkırmızı olmuş ağlaya ağlaya merdivenlerden koşturarak inince “Ne var oğlum? Ne oldu şimdi?” diye annesi koşmuş yanına. “Babam duvara resim asarken çekiçle baş parmağına patlattı bi tane” demiş çocuk hıçkırarak “Olur böyle şeyler.. Üzüldüğünü biliyorum ama senin yaşında çocuğun buna ağlamaması lazım.. Neden sadece gülmedin ki?” Oğlan “Of anne..” demiş derin bir nefes alıp “Gülmüştüm..”Etmez amaVahşi Batı’da altın arayıcısının biri aylar sonra bulduğu altınlarla kasabaya geri dönüp kendini mükafatlandırmak için otele yerleşmiş, banyoyu hazırlatmış, bardan bir şişe viski alıp odasına çıkarken, “Odama hemen bir fıstık gönderin..” demiş sırıtarak, “Bu kasabada öyle şeyler yok efendim” diye cevap vermiş barmen, “Ama cenaze levazımatçısı yaşlı bir adam var, o da 600 dolara mal olur size.” Adam “Nee?..” demiş şaşırıp kalarak, “Bir cenaze levazımatçısı mı?.. Yahu boş verin o saçma olayı da, ihtiyar 600 dolar eder mi?” Barmen “Hayır efendim etmez” demiş “O parayı onu kementle yakalayıp karga tulumba odanıza getiren 3 kovboya veriyoruz.. İhtiyarın öyle şeylerle alakası yok tabii ki..!”Bir problem varKızlar atletizm takımı son derece hırslı antrenörlerinin sayesinde epey de ‘Hormon artırıcı’ ilaçlara yüklenerek kolayca önce eyalet, sonra da ülke şampiyonu olmuş, bir gün 20 yaşındaki bir kız sporcunun velisi kulüpteki koçun odasının kapısını çalıp “Koç, kızımın bir problemi var” demiş, “Göğüs aralarında sert ve siyah kıllar çıkmaya başladı..” Koç “Nee?” demiş panikleyerek, “Kıllar ne.. nereye kadar uzanıyor?” Kızın velisi “Asıl sorunumuz o..” demiş başını öne eğerek, “Gömlek yakasından dışarıya fışkırıp favori, sakal ve bıyıklarda daha da yoğunlaşıyor!”*****Gani Yıldız’danSoru: Yüksek Yargı ve HSYK’daki değişiklikleri göz önünde bulundurarak Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın, “Siyaset yargıyı kuşatmamalı” açıklaması için ne diyebiliriz? Cevap: Yetmez ama evet!***Enerji Bakanı Taner Yıldız, yüzde 18’lik doğalgaz zammının müjdesini, “Bundan sonra çok soğuk olmaz” diyerek vermiş. Zamla birlikte doğalgaz kullanımı azalacağı için esas bundan sonrası “çok soğuk” olur!***Televizyonun, insanın sosyalleşmesini engellediğini ve hemen her evde birden fazla televizyon olduğunu söyleyen Başbakan, “Bu gidiş hayra alamet değil” demiş. Doğru; ödenemeyen taksitlerle uçuruma doğru hızla koşuyoruz! ***CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın, “Siyaset yargıyı kuşatmamalı” açıklamasını, “Geç olsa da olumlu bir konuşma” olarak değerlendirmiş. Yargımız gerçekten yavaş; adalet de, olumlu konuşmalar da geç geliyor!***Bazı siyasi partilerimiz 12 Eylül Davası’na müdahil olacakmış. Siyasetin yargıya “müdahalesine” o kadar alıştık ki, bir davaya “müdahil” olmalarına gülüp geçiyoruz.
İktidar ve yandaşlarına sorarsanız, içte bazı siyasi sorunlar yaşanabilir, bazı politikalarda sapmalar olmuştur ama Türkiye son yıllarda dış politikada çok büyük atak yapmıştır.Şöyle anlatıyorlar;Türkiye kendi bölgesinde çok güçlenmiş, Orta Doğu ülkelerinin lideri konumuna gelmiş.Afrika’daki açılımlar sonunda kara kıtanın en itibarlı ülkesi durumundayız.Amerika, özellikle Başkan Obama Türkiye’ye danışmadan, Erdoğan’ın fikrini almadan adım bile atmıyor.Avrupa Türkiye’nin önem ve değerini çok iyi anladı. Türkiye’siz bir Avrupa’yı hiç kimse düşünmüyor bile. Hele demokrasi ve hukuk alanındaki olağanüstü devrimler Avrupalılara dudak ısırtıyor.Uzak Doğu ise Türkiye’ye hayran. Çin Türkiye’nin büyümesini kıskanıyor.Bütün bu söyleme karşı, Fransa’daki bozgunu, Libya’yı kaybetmemizi, Irak’ta Barzani’nin kafa tutmasını, Bağdat yönetiminin Türkiye’yi takmamasını, Amerika’nın sırtımızı sıvazlayıp canının istediğini yaptırmasını, Avrupa Birliği’nin “girmeniz hayal” demesini, İran’ın posta koymasını tek tek anlatmayacağım.Nasıl olsa “dış politika zaferi sarhoşu” olan iktidarı ve yandaş çevreleri ikna etmek mümkün değil.Ama sürekli olarak “itibarımızın arttığını” söyleyenlere vatandaşın çektiği “vize rezaletinden” söz etmek istiyorum.Avrupa Birliği ülkelerine gitmek için gerekli olan Schengen vizesi almayı hiç denediniz mi?Denediyseniz, yüzünüz kızardı mı, gururunuz incindi mi, milli duygularınız zedelendi mi?Mutlaka böyle olmuştur. Çünkü aklı başında hiçbir Türk vatandaşı vize eziyeti karşısında utanç duymayacak kadar sorumsuz değildir.Vize konusu çok uzun yıllardır utancımız. Türk vatandaşlarından istenen belgeler, çıkarılan zorluklar, elçilik ve konsolosluklardaki küstahlıklar, küçük görmeler hep yazılır çizilir.Ancak gariptir ki, galiba “Türkiye’nin itibarı arttıkça” çektirilen bu eziyet de katlanıyor.Neler istemiyorlar ki vize başvurusu için. Tapularınızdan, gelir düzeyinize, bakmakla sorumlu olduğunuz kişilerden, gideceğiniz ülkeden gelen davet mektubuna, kalacağınız otelden, yanınızda taşıyacağınız paraya kadar her şey soruluyor.Biz gazeteciler açıkçası, daha kolay vize alıyoruz Ama bu kolaylık sadece istediğimiz süre ile sınırlı. Yoksa diğer bütün evrakı toplamak zorundayız.Örneğin gazetem bana ne kadar maaş ödediğini resmi yazı ile bildirdiği halde, vize görevlileri en az üç aylık “banka hesap hareketlerimi” istiyor.Benden başka kimsenin bilmemesi gereken harcamalarım “zorunlu olarak” bir yabancı ülkenin temsilcisine gidiyor.Aynı şekilde kredi kartları ve üç aylık harcama dökümü de isteniyor.Sonuçta bizlere 5 Yıl, 10 yıl gibi vizeler veriyorlar. Ama diğer vatandaşlar onu da alamıyor. Geçenlerde Belçika’da babadan kalma üç evleri olan bir kişiye parasını da yatırmasına rağmen sadece iki ay vize verildiğini öğrendim.Gerekçe yok, vize görevlileri öyle uygun bulmuş.Bir ülkenin itibarı gazete sayfalarını süsleyen parlak demeçlerle sağlanmıyor.İktidar, eğer gerçekten bir itibarımız varsa sadece Avrupa ülkeleri için değil, dünyanın pek çok ülkesinin bize uyguladığı vize ayıbını çözmelidir.İşte o zaman itibarlı ülke olduğumuz anlaşılır.*****Milli kaynak MİT olmalıHer konuda “şeffaf” olduğunu söyleyen Başbakan Uludere olayındaki sessizliğini koruyor.Terörist zannedilen 34 kişinin kaçakçı çıkması büyük bir trajedi olarak tarihe geçti ama, sorumlularının ortaya çıkarılmaması daha büyük trajedidir.Defalarca ben de sordum; teröristlerin sınırdan sızacağı bilgisi kimden geldi, bu bilgiyi değerlendiren birimler hangileridir, istihbaratın doğruluğundan emin olup vur emri veren makam neresidir?Bu kadar basit sorular.Uludere olayı devletin gizli bir operasyonu değil. Her şey açık. İstihbarat alınmış, ciddi bulunmuş ve harekete geçilmiş. Bu kadar basit.Ama “şeffaflık” iddiasındaki iktidar suspus. Neden?Genelkurmay ancak üç ay sonra Meclis’e bilgi veriyor ve “istihbarat milli kaynaklardan alınmıştır” diyor.“Milli kaynak” ne demek? Bu tanım ilk kez kullanılıyor. Yerel kaynaklar, yabancı istihbarat, devlet istihbaratı tanımlarını biliyoruz. Ama milli kaynak bugüne kadar hiç kullanılmadı.Genelkurmay büyük ihtimalle ve tabii nedense “Milli İstihbarat Teşkilatı” adını kullanmıyor da sadece “milli kaynak” diyor gibi geldi bana.Sonuçta, vur emrini hangi askerin verdiği önemli değil, çünkü bu bir devlet politikası olarak uygulanmış. Bu durumda siyasilerin de sorumlu olması mı suskunluğa neden oluyor?*****Balyoz mahkemesi kurtulmak istiyorSiyasi amaçla ve intikam hisleriyle açılan davalarda çok ilginç gelişmeler oluyor. Dün İstanbul Baro yönetimi adeta duruşmayı bastı. Sürdürülen hukuksuzlukları protesto etti.Ergenekon ve Balyoz’da işler giderek sarpa sarıyor. Bunun sonucu çok hızlı biçimde davaların bitirilmesi ve muhtemelen rastgele herkese ceza verilmesi olacak gibi görünüyor.Özellikle Balyoz davasının duvara çarptığını söylemek mümkün. Hâkimler bu nedenle hızla cezaları verip topu Yargıtay’a atmak istiyor olabilirler.Buradaki en büyük faktör, sanıkların önemli bölümünün hâlen üniformalarını taşımaları.Eğer kararlar verilirse, yasa gereği bu komutanların orduyla ilişkileri kesilecek. İktidar üniformalı subayların mahkeme bitmeden serbest kalmalarını ve görevlerine dönmelerini istemiyor.Mahkûmiyetler verilirse, bu dert bitmiş olacak.Ondan sonrası Yargıtay’ın işi. O da yıllar sürer. Hükümler bozulsa ve hatta daha sonra sanıklar beraat etseler bile sanıkların üniformalarına dönmeleri pek mümkün olmaz.Acelenin nedeni bu gibi geliyor bana.*****Kuran dersi askeri okullarda olacak mı?Eğitim sisteminde yapılan değişiklikle, üzerinde pek durulmayan bir ayrıntı da gündeme girdi. Eskiden orta-lise eğitimi iki bölümden oluşurdu. Genel liseler ve meslek liseleri. Oysa yeni düzenlemede genel lise, meslek lisesi ve imam hatipler tanımı var. Demek ki imam hatip eğitimi üçüncü eğitim birimi oldu.Ancak bir de askeri liseler var. Bunların yeni yasadaki statüsü ne olacak?Askeri liselerde de tıpkı genel liselerde olduğu gibi Kuran-ı Kerim seçmeli ders olacak mı?Ayrıca 8 yıllık eğitime geçilinceye kadar, askeri liseler meslek liselerinin orta bölümlerinden öğrenci almıyordu. Dolasıyıyla imam hatiplerin orta bölümünden mezun olanlar askeri liselere giremiyordu.Yeni düzenleme ile ayrı statü verilen imam hatiplerin orta bölümünden mezun olanlar askeri liselere girebilecekler mi?*****Yeni sistem “4+4+4 kesintili zorunlu eğitim”in ilk yılının ilk yarısında oyun oynanacakmış. Umarız “oynanan oyun” bu kadarla sınırlı kalır! (Gani Yıldız)
Sayın Başbakan; geçirdiğiniz ameliyata rağmen son 15 gündür gösterdiğiniz hareketlilik olağanüstü. Dünyanın öteki ucuna gidip geldiniz, en ufak bir yorgunluk belirtisi bile yok.Umuyor ve diliyorum ki, sağlığınız eskisinden daha iyi olacak.Salı günü partinizin grup toplantısında yine çok formdaydınız. Siyasi rakiplerinizi hem belagat gücünüz, hem espri yeteneğiniz hem de herkesin anlayacağı üsluptaki konuşmanızla gerçekten çok zorda bırakıyorsunuz.Ancak sayın Başbakan; günlük siyasi çekişmelerdeki üslubunuzu tarih konusuna kaydırdığınızda, söyledikleriniz AKP grubunu ve kendi tabanınızı çok mutlu edebilir, buna karşın toplumsal barış ve anlayışa dinamit koymakla eşdeğer olduğunu da söylemeliyim.Örneğin çok anlaşılır ve esprili bir dille tek parti döneminde CHP’nin Alman diktatör Hitler’le çok iyi anlaştığını söylediniz. Bunun için kararnameleri ve gazete manşetlerini gösterdiniz.Her şey yaşandığı dönemle ilgili yorumlanmalıdır. O tarihlerde kıta Avrupası’nda yükselen değer faşizmdi. Hitler’in, Franko’nun, Salazar’ın ve Mussolini’nin faşizmi, kapitalist dünyada büyümeye çalışan Rusya komünizmine karşı en etkili ilaç olarak görülüyordu.Amerika’da bile Hitler ve faşizm hayranlığı vardı.Faşizmin ne beter bir şey olduğu İkinci Dünya Savaşı’ndan, 60 milyon insanın ölümünden ve uygulanan soykırımdan sonra anlaşıldı. Faşizm o tarihten sonra “insanlık suçu” olarak anılmaya başlandı ve yasaklandı.Sayın Başbakan, benzer bir söylem, sizin Kaddafi ve Esad’la ilişkileriniz konusunda dile getirilirse verecek cevap bulabilir misiniz?Kaddafi’den “Barış ve insanlık ödülü” alan sizsiniz. Esad’la “Kardeşim” diye kucaklaşan, ailece görüşen, birlikte tatil yapan, maça giden de sizsiniz.Peki bugün ne oldu? Birinin devrilmesinde önemli rol aldınız, diğerini de devirmek için elinizden geleni yapıyorsunuz.Sayın Başbakan; gelelim ikinci konuya. 4+4+4 sistemini geçirmek ve okullarda Kuran dersi verdirtmek için çok çaba harcadınız. Bu tutumunuz çağdaşlığa, laik demokratik bir hukuk devletinin temel ilkelerine, Cumhuriyet’in kuruluş felsefesine aykırı olsa da, bu sizin inancınızın da ötesinde, siyasi ideolojiniz.Şu anda Başbakansınız ve güçlüsünüz, dilediğinizi yapabiliyorsunuz.Ancak bunu yerine getirmek için verdiğiniz örneklerin toplumda açacağı yaraları görmüyor musunuz?Örneğin sayın Başbakan, ısrarla ve vurgulayarak Cumhuriyet döneminin dinimizi yasaklatmaya çalıştığını, dindarlara büyük baskılar yaptığını, eziyet çektirdiğini anlatıyorsunuz. Bunu da “Babam anlatmıştı” kanıtına dayandırıyorsunuz.Söylediğinize göre evinizdeki Kuran’ı Kerim’e jandarma gelip el koyuyormuş. Herkes Kuran’ı Kerim’ini yer altına, mağaralara saklıyormuş.Peki Sayın Başbakan, sizin babanızın yaşadığı köyde hiç kimse ölmüyor muydu? Ölenlerin cenazesi nasıl kaldırılıyordu? Köyünüzde imam yok muydu? Cuma namazı, bayram namazı bile kılınamıyor muydu?Camiye ilk kez 1960 yılında, henüz 4 yaşındayken Erzincan’da babamla birlikte gittim. O günden bu yana dinimi çok iyi öğrendiğimi söyleyebilirim.Sizin anlattığınız şeylerin hiçbirini de bu yaşıma kadar duymadım, anlatana da rastgelmedim. Nedense sadece bu ideolojiye sahip olanlar söylüyor bunu.Sayın Başbakan, dine bağlı olmak başka, dini siyasete alet etmek ve halkın vicdani duygularını övüyormuş gibi yapıp aslında zedelemek farklıdır.Geçmişi eleştirirken sarf ettiğiniz sözlerin yakın bir gelecekte toplumda çok ciddi kavga ve ayrımlara neden olacağını sizin de fark edeceğinizi düşünüyorumSaygılarımla...*****Mustafa Balbay’ın anne babasını ziyaret ettikPazar günü Nazilli Belediyesi’nin düzenlediğe 3. Sanat Kültür Edebiyat Festivaline katıldım. Ümit Zileli ile birlikte “Türkiye nereye gidiyor?” sorusuna cevap aramaya çalıştık. Yüzlerce katılımcı ile sohbet etme şansı bulduk.Nazilli’ye gelince Mustafa Balbay’ın anne babasını ziyaret etmemek olmazdı elbette.Ümit Zileli ile birlikte Fevzi-Melek Balbay ailesinin evine gittik.Son derece mütevazı bir evde aynı tevazu içinde yaşayan Balbaylar üzüntü ve umudu birlikte yaşıyorlar.Fevzi Mutlu “Oğluma kavuşacağımıza, bu kötü günleri yakında geride bırakacağımıza inanıyorum” dedi.Anne Melek Balbay’ın “Mustafam’ın arkadaşları böyle ziyarete gelince onu görmüş gibi oluyorum” sözleri Ümit Zileli ile birlikte gözlerimizin dolmasına neden oldu.Baba Balbay, uzak olduğu için sık sık İstanbul’a gelemediklerini, ayda bir geldiklerini söyledi. Hapishane yerine duruşma salonunu tercih ediyormuş Balbaylar, çünkü orada hem daha uzun süre görüyorlarmış, hem de daha fazla konuşabiliyorlarmış.Fevzi Bey “Normal görüşmede torun hepimizin önüne geçiyor, bize sıra kalmıyor” diye espri yaparken hepimizi güldürdü.*****Darbe olsun diye yalvaranlar vardı12 Eylül darbesi yapıldığında henüz 4 yıllık gazeteciydim. Dönemin en solcu gazetesi Vatan’ın “soldaki fraksiyon savaşlarına” dayanamayıp kapanmasından sonra, yine dönemin en çok satan gazetesi Günaydın’a geçeli 2 yıl oluyordu.Belki o dönemde “canımı kurtaran” büyük bir şanstı bu benim için.Günaydın’da, 11 Eylül günü hazırlanan 12 Eylül gazetesinde, tek sütun bir haber vardı; “Dünkü çatışmalarda 32 kişi öldü” başlığını taşıyordu.32 kişi ölmüştü ve bu ölümler o kadar sıradan hale gelmişti ki, ancak tek sütunluk yer bulabiliyordu kendine.O tarihte halkın beklentisi “ihtilal” yapılmasıydı. Bunun için yalvaranlar vardı. Çünkü çocukları ölüyordu, nerede ne zaman patlayacağı bilinmeyen bombalar, bubi tuzakları, kahvelere atılan bombalar, makineli tüfekle taramalar herkesin ruh sağlığını bozmuştu.“Yalvaranlar” sadece sıradan vatandaşlar değildi; kimi siyasetçiler, gazeteci ve yazarlar da bu koronun içindeydi.Şimdi 32 yıl geçti aradan. Onların çoğu hâlâ yaşıyor. Bunu da unutmamak gerek.*****DP’de hareketlilikHüsamettin Cindoruk’un başkanlığı bırakmasından sonra ciddi sıkıntılar yaşayan ve adeta içine kapanan Demokrat Parti’yi yeniden ayağa kaldırmak için bir “taban hareketi” başladığını öğrendim.“Üzerimizdeki ölü toprağını atacağız” diyerek yola çıkan bir grup DP’li delege cumartesi günü İstanbul Ramada Otel’de geniş katılımlı bir toplantı yapacak.Toplantıyı düzenleyenler 40’ın üzerinde İl Başkanı’nın ve çok sayıda delegenin toplantıya katılacağını belirterek “Menderes, Demirel, Özal gibi bir kurtarıcı beklemeden, merkez sağa sahip çıkarak bir çıkış arayışında bulunacağız” diyorlar.DP’liler “yeniden diriliş” hareketine özellikle genç kadrolardan başladıklarını ve Anadolu’nun pek çok yerinde heyecanlı bir destek bulduklarını da söylediler.
Bugün tarihi bir gün. Bundan tam 32 yıl önce silah gücü kullanarak ülke yönetimine el koyan generallerden hâlen sağ olan ikisi “darbe yapmak” suçuyla yargı önüne çıkarılıyor.Açıkçası bugünü görebileceğimi hiç sanmıyordum. Ancak iktidarın bana göre popülist amaçlarla açtığı yol, 12 Eylül’ün gerçek mağdurlarının ısrarlı takibini sağladı ve yargı sonunda şu anda iki generali sanık sandalyesine oturttu.Hiç kuşkusuz ki yaşları 90’ı geçen iki generalin bundan sonraki hayatlarını hapishanede geçirmeleri “hukuken” mümkün değil. Bu açıdan, dava aslında semboliktir. Silah gücüyle iktidara el koymak ve bu güçle fütursuzca davranmak yargılanmaktadır. Dava bu aşamada vicdanidir, sembolik olarak adaletin yerine getirilmesini amaçlamaktadır.Ancak şunu da bilmeliyiz ki; 12 Eylül, yapıldığı sırada halktan büyük destek görmüştü. Türkiye’nin ezici bir çoğunluğu darbeyi “sevinçle” karşılamış, Türkiye’yi bir iç savaştan, bir kaostan kurtardığına inanmıştı.Anayasa oylamasında verilen yüzde 92’lik destek hakkındaki “Halk askerin bir an önce gitmesi için evet oyu verdi” söylemi palavradır. Vatandaş can güvenliğinin sağlanmasından mutluydu ama bilmediği şuydu; darbe, General Kenan Evren’in meydanlarda söylediği iyi niyetli, bol hadisli, çokça “nitekim”li konuşmalardaki gibi “çok güzel” yönetmiyordu ülkeyi.Ardında müthiş bir baskı, şiddet, dehşet vardı. Partiler kapatılmış, siyasetçiler sindirilmiş, medya susturulmuş, sendikalar kapatılmış. gençlik örgütleri lağvedilmişti.Halk o sırada yüz binlerce kişinin hapislerde olduğunu da, işkenceleri de bilmiyordu. Çünkü bunlar yazılamıyor, anlatılamıyordu. Darbe “korku imparatorluğunu” da ilan etmişti. Bu gerçeklerin ortaya çıkması yıllar aldı.Şimdi, kişi ve kurumlar gibi siyasi partilerin de davaya “müdâhil” olmalarına şaşıranlar var.Bugün “müdâhil” olanların bir kısmı, 12 Eylül öneminde darbecilerin yanında durmuş, onlara yaranarak işlerini yürütmüşlerdi.Kimse şaşırmasın.“Korku” içinde “intikamı” da barındırır. Korkudan hiçbir şey yapamazsınız, ama ortalık sakinleşince “intikam” duyguları da çıkıverir.Tarihe bakın, asırlardır bu böyledir. O nedenle, şimdiki iktidar da 12 Eylül’ü yargılamakla övünürken, bundan ders de çıkarmalıdır.Bugün “korku” nedeniyle iktidarın yanında duran, yandaşlık ve yalakalık yapanların yarın aynı “intikamcı” duygularla ortaya çıkabileceğinden hiç kuşkunuz olmasın.*****Sayılarla 12 EylülBudan 32 yıl önce yapılan askeri darbe “iç dinamiklerin” olduğu kadar “dış dinamiklerin” de eseridir. Bir NATO ordusu olan Türk Silahlı Kuvvetleri bu operasyonu içteki sıkıntıları gidermek kadar, o tarihte Batı ittifakının çıkarlarına hizmet etmek için de yapmıştır.Amaç; Batı ittifakı için en büyük düşman ve tehdit olan komünizmi önlemek, Türkiye’yi temelleri atılmış olan “Global ekonominin aktörlerinden” biri haline getirerek bu blokun “sadık bir üyesi” yapmaktı.Bu nedenle Bat ittifakı Türkiye’deki darbeyi “klasik” hukuk ve demokrasi çerçevesi içinde kınamış ama hiçbir zaman engelleyici olmamıştır.Darbeciler ve türevleri darbe sonrası yıllarında bütün “demokratik” Avrupa ülkelerinde ilgi ve itibar görmüştür.Türkiye bu darbe sayesinde Batı ittifakı içinde “sadık” yerini alırken, kendi içinde bugün de hâlâ sarılamamış olan ağır yaralara maruz kalmıştır.Türkiye 12 Eylül darbesinin açtığı yoldan bugünlere geldi. Yaşadığımız sorunları zaten kıyasıya tartışıyoruz.Ancak o dönemin üç yıllık uygulamalarını da asla unutmamak zorundayız. Bu nedenle çeşitli kaynaklardan derlenen “sayılarla 12 Eylül’ü” hafızanızda tekrar yer etmesi için sizlere sunmak istiyorum;- TBMM kapatıldı, anayasa ortadan kaldırıldı, siyasi partilerin kapısına kilit vuruldu ve mallarına el konuldu.- 650 bin kişi gözaltına alındı.- 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.- 71 bin kişi TCK’nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı.- 98 bin 404 kişi “örgüt üyesi olmak” suçundan yargılandı. - 7 bin kişi için idam cezası istendi.- 517 kişiye idam cezası verildi.- Haklarında idam cezası verilenlerden 50’si asıldı (18 sol görüşlü, 8 sağ görüşlü, 23 adli suçlu, 1’i Asala militanı).- İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis’e gönderildi.- 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.- 171 kişinin “işkenceden öldüğü” belgelendi.- Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi.- 14 kişi açlık grevinde öldü.- 16 kişi “kaçarken” vuruldu.- 95 kişi “çatışmada” öldü.- 143 kişiye “doğal ölüm raporu” verildi.- 43 kişinin “intihar ettiği” bildirildi- 388 bin kişiye pasaport verilmedi.- 30 bin kişi “sakıncalı” olduğu için işten atıldı.- 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı.- 30 bin kişi “siyasi mülteci” olarak yurt dışına gitti.- 937 film “sakıncalı” bulunduğu için yasaklandı.- 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu.- 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi.- Gazeteciler için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi.- Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi.- 31 gazeteci cezaevine girdi.- 300 gazeteci saldırıya uğradı.- 3 gazeteci silahla vurularak öldürüldü.- Gazeteler 300 gün yayın yapamadı.- 13 büyük gazete için 303 dava açıldı.- 39 ton gazete ve dergi imha edildi.Ve son bir not; bu listede eksik olan bir önemli madde daha var.1977-1980 arasındaki olaylarda 5 bin 300 kişi hayatını kaybetti. Büyük çoğunluğu 18-25 yaş arasındaki gençlerdi.Unutmayalım ki o büyük tutuklamalara, ağır cezalara maruz kalanlar arasında 5 bin 300 kişinin katilleri de var.*****Bugünkü AKP’nin temeli 12 Eylül’den hiç çekmediBugün başlayacak tarihi dava ile ilgili en yüksek ses iktidar partisinden çıkıyor. Zannedersiniz ki bugünkü iktidar 12 Eylül ve rejiminden çok çekmiş. Oysa tam tersine; 12 Eylül rejimi solun her renginin, sağın ise milliyetçi kanadının üzerinden silindir gibi geçerken, dinci siyasete neredeyse hiç dokunmamıştı.12 Eylül sadece bütün siyasi partileri olduğu gibi Erbakan’ın Milli Selamet Partisi’ni de kapatmıştı. Erbakan ve bazı MSP yöneticileri aynı kapsamda yargılanmıştı.Bunun dışında dinci siyaset yapanlardan hapse giren, işkence gören, mağdur edilen neredeyse hiç yoktur.Tam tersine, 12 Eylül yönetimi, özellikle eğitim ve gelir seviyesi düşük halkı etkilemek için “dinsel motifleri” kullanmaktan, güya “herkes dinini doğru öğrensin” savıyla kimi İslam ülkelerinden maddi destek almaktan çekinmemiştir.Rabıta olayı hafızalardaki yerini hâlâ koruyor.Evet, 12 Eylül’den hesap soralım.Sembolik de olsa iki generali mahkûm edelim.Ama hiç olmazsa bu konuda iktidar darbenin gerçek mağdurlarına yol versin, ön sıralarda onların yer almasını sağlasın.Artık bu işten de bir “popülist” ayrıcalık sağlamaya kalkmasın.