Ekim enflasyonu dün TÜİK tarafından açıklandı. Perşembenin gelişi çarşambadan belli olur. İstanbul Ticaret Odası’nın hesapladığı İstanbul Ücretliler Geçinme Endeksi pazartesi yayınlandığında gıda fiyatlarında güçlü bir artış görülmüştü. Tüketici fiyatları TÜFE ekimde yüzde 1.8 yükseldi. Beklentinin biraz üstündedir. Merkez Bankası anketinde yüzde 1.2 çıkmıştı. İTO sonrasında daha yüksek olacağı anlaşılmıştı. Yüzde 1.5 civarı öngörülüyordu. Böylece on aylık enflasyon yüzde 6.7’ye ulaştı. Yıl sonunda yüzde 8’e yaklaşması ihtimali belirdi. Buna rağmen Eylül’de yüzde 9.2 olan yıllık enflasyon yüzde 8.6’ya geriledi. Çünkü geçen yıl ekimde TÜFE yüzde 2.4 artmıştı. Öte yandan mali piyasalar bu sayılara aldırmadı. Dün borsa sakindi. TL bir miktar değer kazandı. Yayınlanan raporlarda 2011’in son çeyreğine kadar gecelik faizin mevcut düzeyini koruyacağı hatırlatıldı. “Asayiş berkemal” diyebiliriz.Hayat pahalılığı arttıHaklı sorular var. Enflasyon hedefin çok üstünde takılıp kaldı. Acaba Türkiye yeniden yüksek enflasyon sarmalına mı savruluyor? Fakat piyasalar bu olayı bir türlü ciddiye almıyor. Neler oluyor?Enflasyonun son birkaç yıllık serüvenini kamuoyu açısından öğretici buluyorum. Yüksek enflasyonun yarattığı puslu ortamda nüanslara yer yoktu. Tek haneye inince hem ölçme sorunları hem farklı anlamları daha iyi görülüyor. Tüketici endekslerinin amacı hayat pahalılığını ölçmektir. Kökeninde ücret ve maaş zamlarını nesnel bir hesaba bağlama arayışı yatar. Türkiye’de önce Ankara’da (memurlar için) başlatıldı. Sonra ülke geneline yayıldı. Hayat pahalılığı nispi fiyatlardaki değişimden çok etkilenir. Enerji ya da gıda gibi önemli bir kalemin fiyatının aniden yükselmesi kısa dönemde diğer fiyatlarda düşüşle telafi edilemez. Enflasyon yükselir yani hayat pahalılığı artar. Türkiye’de olan budur. Vatandaş için kritik soru şudur: Geliri aynı oranda artıyor mu? Örneğin maaşına son bir yılda yüzde 8.6 zam alabildi mi? Alan, nispi fiyat değişmesini savuşturur. Alamayanın reel geliri düşer. Çoğunluk ikinci kategoridedir.Talep baskısı yokToplam arz-talep dengesinin istikrarlı seyretmesi para politikasının görevidir. Merkez Bankası bunu nasıl yapar? Para arzı ile oynar. Talep yetersizliği halinde ekonomiye likidite verir, talep fazlası halinde likiditeyi çeker. Bu nedenle para politikası açısından arz-talep dengesini doğru ölçmek hayatidir. Özellikle fiyat hareketlerinde talep etkisi arz kökenli unsurlardan ayırt edilmelidir. TÜFE ise bunu yapamaz. Sadece hayat pahalılığına odaklanır.Dolayısı ile başka ölçüler kullanmak gerekir. Örneğin Fed özel tüketim harcamaları fiyat deflatörüne bakarak politikasını saptıyor. Türkiye’de Özel Kapsamlı Tüketim Göstergeleri ÖKTG hesaplanıyor. “Çekirdek enflasyon” deniyor.Orada durum çok farklıdır. En çok kullanılan ÖKTG-I’de yıllık artış yüzde 2.5’a indi. 2004 sonrasının en düşük değeridir. Hedefin çok altındadır. Ben kira kalemini izlerim. 2007 ortasında başlayan düşüş eğilimi hâlâ devam ediyor. Ekim’de yıllık artış yüzde 4 oldu. Özetleyelim. Kötü haber: Hayat pahalılığı artıyor. İyi haber: Talep baskısı gözükmüyor. Durum budur.
Ekimin ikinci yarısında yayınlanan verileri ve politika metinlerini değerlendiriyoruz. Dış ticaret açığı ve Orta Vadeli Program’a baktık. Önem sıralamasında onları Enflasyon Raporu izliyor. Ama yarın Ekim enflasyonu çıkıyor. Sonrasına bırakıyorum.İstihdam ve işsizlik verileri ile devam ediyorum. Ekim’de sonuçları açıklanan temmuz hanehalkı işgücü anketi Haziran-Ağustos dönemini kapsıyor. Yani üçüncü çeyrekle ilgili bilgi de taşıyor. Sayılarında beni şaşırtan bazı özelliklere bir süredir işaret ediyorum. Örneğin kriz sonrasında tarım istihdamında ortaya çıkan hızlı artışı çok önceden sorguladım. “Tarımsallaşma mucizesi (!)” diye dalga geçtim.Seyfettin Gürsel (Z. İmamoğlu ve T. Zeydanlı ile birlikte) ayrıntılı bir ampirik analiz yapmış. Bence adını da doğru koymuş: “Tarım İstihdamı Bilmecesi”. İlgilenenlere tavsiye ederim http://betam.bahcesehir.edu.tr Üç ana temaİstihdam analizinde üç tema öne çıkıyor. Bir: Vatandaş için iş bulmak bir iş yerinde (özel/kamu) makul koşullarda (ücret, kadro vs.) çalışmak anlamına gelir. Yani esas bakılması gereken ekonomik büyümenin yarattığı ücretli istihdamıdır.Temmuz’da ücretli istihdamı 14.1 milyon kişiye ulaştı. En yüksek tarihi değerdir. Geçen yıla göre artış 1 milyon kişidir. Takvim ve mevsim etkisi temizlendikten sonra da Haziran’a kıyasla 44 bin kişi artış vardır. Ekonomi istihdam yaratmıştır.İki: İstihdamın kalitesi çok önemlidir. Yüksek katma değer üreten kesimlerde istihdam yaratmak gerekir. Ölçü olarak sanayi istihdamının çalışabilir nüfusa (15-64 yaş) oranını önermiştim. Temmuz’da sanayi istihdamı 4.6 milyon kişi ile kriz öncesi düzeyi aştı. Ancak sanayi istihdamı/çalışabilir nüfus oranı hâlâ çok düşüktür: yüzde 9.5. Mevcut artış hızının arzulanan kalite dönüşümünü sağlaması mümkün değildir. Üç: Çalışabilir yaştaki nüfusun eğitim yapısı değişmektedir. Yeni nesillerin ortalama eğitim yılı yükselmiştir. Özellikle kadınlarda çok belirgindir. Eğitimle iş gücüne katılma arasındaki güçlü ilişki işsizlik oranını artırıcı baskı yaratır.Temmuz’da işsiz sayısı geçen yıla göre 500 bin azalışla 2.8 milyon kişiye gerilemesine rağmen 2008’in 400 bin kişi üstünde kaldı. Ama takvim ve mevsim etkisi temizlenmiş işsizlik yüksek düzeyini korudu: yüzde 11.7.Döviz kuru ve istihdamTürkiye ekonomisi 2010’un ilk yarısında büyüme rekorları kırdı. Hızlı büyümenin ikinci yarıda da sürdüğü görülüyor. Hızlı büyüme beraberinde istihdamda artış getiriyor. Ekonomi istihdam yaratıyor mu? Hiç tereddütsüz evet. Yaratılan istihdam arzulanan kalitede mi? Hayır; çünkü düşük verimli faaliyetlerde (hizmetler, tarım) yoğunlaşıyor. En azından işsizlik oranını düşürmeye yetiyor mu? Maalesef bu sorunun da cevabı hayır; işsizlik oranı kriz öncesinin iki puan üstünde takıldı kaldı. Ciddi tehlikeler içeren bu tablonun nedenini herkes öğrendi: Aşırı değerli TL. Artan iç talep kaliteli istihdam yaratacak ve işsizlik oranını düşürecek şekilde iç üretim yerine ucuz ithalata yöneliyor. Talep Türkiye’den ama istihdam Çin’de, Almanya’da artıyor. İşin özeti budur.
Ekim’in ikinci yarısında yayınlanan verileri ve politika metinlerini ihmal ettik. Perşembe günü sıcağı sıcağına Eylül dış ticaretine baktım. Bugün Orta Vadeli Program OVP ile devam ediyorum. Önemli bir hatırlatma ile başlayalım. Program sözcüğü biraz yanıltıcıdır. Anlam kaymasına yol açıyor. Sanki hükümetin tüm ekonomik gidişatı kapsayan bir çerçeve çizdiği havasını veriyor. Gerçek öyle değildir.OVP aslında bir maliye politikası programıdır. Geri planda maliye politikasının temel aracı olan bütçenin bir takvim yılı için hazırlanması yatar. Yani bütçeyi kanunlaştıran meclisin bir yıldan diğerine maliye politikasını değiştirme yetkisi vardır. OVP’nin amacı maliye politikasının ufkunu üç yıla çıkartmaktır. Yöntemi, hükümeti bağlayan kamu maliyesi hedeflerini üç yıl için açıklamaktır. Böylece ekonomi açısından kritik bir belirsizlik unsuru ortadan kalkar. OVP önemlidirOVP uygulamasını baştan itibaren onayladım ve destekledim. Türkiye için adeta bir devrimdir. Son on yılda ekonomi yönetiminde alınan mesafenin ve bütçe disiplininde gelinen noktanın çok olumlu bir göstergesidir. Şimdi unutuldu ama 2000 öncesinde yıllık bütçelerin bile “kıymet-i harbiyesi” kalmamıştı. Öylesine, adet yerini bulsun diye bir bütçe kanunu çıkardı. Sonra yıl içinde ek bütçe ihtiyacı oluşurdu. İki ek bütçe yapıldığı yıllar bile vardı. 2000 öncesinin popülist maliye politikalarının ekonomiye bedeli çok ağır oldu. O dönemi beraberce yaşadık. Türkiye’nin enflasyon-devalüasyon-faiz-borç sarmalına saplanmasına birinci elden şahit olduk. Sonuçlarını gördük.Ancak, popülist maliye politikalarının hasarı o dönemle sınırlı kalmadı. 2000’li yıllarda, aslında mali disiplin sağlanmış olmasına rağmen devam etti. Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yermiş. Kamuoyu bütçe disiplinine bir türlü inanmadı. 2003 sonrasına bakmak yeterlidir. Yılbaşında bütçe açıklanır. Kamuoyu (ve piyasa) bütçe hedeflerini iyimser bulur. Sapma bekler. Bu nedenle faizler daha yüksek düzeyde oluşur. Bütçe tutar ama aynı olay ertesi yıl tekrarlanır.Mali Kural’dan sıkıBir uyarı yapalım. OVP’de yer alan göstergelerin bir bölümü hedef değil tahmindir . Maliye politikası büyüklüklerinin hesaplanmasında kullanılır. Büyüme, enflasyon, döviz kuru, dış açık, istihdam gibi bu kategoridedir. Yanılgı ihtimali yüksektir. Ciddiye alınması gerekenler bütçe ile ilgilidir. En önemlileri kamu gelir ve harcamalarının, faiz dışı ve bütçe dengesinin milli gelire oranlarıdır. Önümüzdeki üç yılda maliye politikasının seyrini yansıtırlar. Sayılara girmiyorum. En ilginç hesabı Seyfettin Gürsel yaptı ve yayınladı. 2011-13 dönemi için temel verileri Mali Kural formülüne uyguluyor. Elde edilen faiz-dışı ve bütçe dengesi sayılarını OVP ile karşılaştırıyor. Çarpıcı bir sonuca ulaşıyor. OVP Mali Kural’a kıyasla daha sıkı maliye politikası öngörüyor. Anlamı açıktır. Hükümetin mali disiplini Mali Kural’a gerek olmadan sağlayabileceğini göstermektedir. Fevkalade önemli ve olumlu bir gelişmedir.
Son haftalarda genel konulara yoğunlaştık. Küresel ekonomi, döviz kuru savaşları, Hindistan gözlemleri derken Türkiye ekonomisindeki gelişmeleri ihmal ettik. Arşive baktım. Uzun bir liste oluşmuş. Yeni yayınlanan veriler: Ağustos sanayi üretimi, eylül bütçesi, temmuz istihdam ve işsizliği, eylül tüketici ve ekim reel kesim güven endeksleri, ekim kapasite kullanımı ve nihayet dün açıklanan eylül dış ticareti. Politika metinleri de var: 2013’ü kapsayan yeni Orta Vadeli Program (OVP), Para Politikası Kurulu (PPK) ekim toplantı raporu ve salı günü Başkan Yılmaz tarafından kamuoyuna açıklanan yılın dördüncü (ve son) Enflasyon Raporu. Hepsi önemli; öncelik sıralaması yapmak kolay değil. Sonunda en güncelinden başlamaya karar verdim. Nedeni açık; büyüme sürecinde en zayıf halkayı dış açığın oluşturduğu iyice belirginlik kazandı.VerilerEylül dış ticaret açığı beklenenin üstünde çıktı. Esas nedenin ithalattaki hızlı artış olduğu hemen görülüyor. TL’nin değer kazanmasının kaçınılmaz sonucudur. Geçen ay bunu öngörmüştük. Kısaca sayıları görelim. Eylülde ihracat yüzde 5,5 artışla 8.5 milyar dolara, ithalat yüzde 25,3 artışla 15.7 milyar dolara yükseldi. Dolayısı ile geçen yıl 4 milyar dolar olan dış ticaret açığı 6.7 milyar dolara tırmandı.Eylül ayı için tarihin ikinci en yüksek ithalatıdır. Birincilik krizin hemen öncesine, 2008’e aittir. Hammadde ve enerji fiyatlarının rekorlar kırdığı dönemdir. Ama sevinmeyin; bu gidişle önümüzdeki aylarda ithalatın yeni rekorlar kıracağı kesindir. İlk dokuz ayla devam edelim. İhracat yüzde 12 artışla 82 milyar dolara, ithalat yüzde 30 artışla 131 milyar dolara yükseldi. Dolayısı ile dış ticaret açığı 21 milyar dolar artışla 49 milyar dolara tırmandı.Son olarak yıllık toplamlara bakalım. İhracat 111 milyar dolar, ithalat 171 milyar dolar, dış ticaret açığı 60 milyar dolar oldu. Dış ticaret açığı yıl sonunda 70 milyar doları aşacaktır. Tatsız eğilimlerEğilimleri daha iyi görmek için “0.5 $ + 0.5 …” döviz sepeti bazında takvim ve mevsim etkisi temizlenmiş seriler hesaplıyorum. Eylülde bir önceki aya (ağustos) kıyasla ihracat yüzde 0,5 düşüyor. İthalat ise yüzde 6,6 artıyor. Son üç aylık ortalamayı kullanınca da bu tablo değişmiyor: İhracatta yüzde 0,4 azalma, ithalatta yüzde 3,6 artış görülüyor. Bunlar dış ticaret açığının artmaya devam edeceğinin işaretleridir. Hayra alamet değildir. Şaşırtıcı mıdır? Hayır. Aşırı değerli TL ihracatı zorlaştırırken ithalatı teşvik ediyor. Ekonomi zaten iç tüketim harcamalarındaki artışla büyüyor. Dış pazarlar ise cansız seyrediyor. Bu koşullarda başka ne beklerdiniz?İlginç bir gelişme ile bitirelim. Eylülde en çok ithalat Çin’den yapıldı. Aylık dış ticaret açığı da 1 milyar dolar oldu. Çin’in birinciliği kolay bırakacağını sanmıyorum. Alışmak gerekiyor.
Konferans sonrasında Delhi’den ayrıldık. Bu fırsatı değerlendirelim, iki-üç günlüğüne de olsa biraz dolaşalım dedik. Rajastan’ı tavsiye etmişlerdi. Güney batıda, Pakistan’a yakın, yarısı kum çölü bir eyalet. Mihraceleri, sarayları ve tapınakları ile ünlü. Bu mevsimde rutubetsiz bir sıcağı var. Güneş Ege’nin yaz günleri gibi yakıyor. Ünlü kentlerinden ikisini, Udaipur ve Jaipur’u görebildik. Benim için taşra başkentten daima daha ilginç oluyor. Yazıya oturmadan dünya haberleri için interneti açtım. Gene sürü ilginç olay! Başlıkları okuyup interneti kapattım. Yarın kürkçü dükkanına dönüyorum. Ayrıntılara o zaman bakacağım. Batı ve modernlikPerşembe günü söz verdim. Ciddi konuları bu yazıya bıraktım. Türkiye’yi Hindistan’la karşılaştırmak fevkalade ilginç sonuçlar verebiliyor. Haklı olarak önce akla önce ekonomi geliyor. Ama “Medeniyetler Diyalogu” konferansında ihmal edildi. Aslında ki ülke arasında benzemezlikler kesinlikle ağır basıyor. O nedenle onlarla başlıyorum. Yakın tarih açısından şüphesiz en önemlisi sömürgecilik deneyimindeki farktır. Hindistan sömürge oldu, Türkiye olmadı. Hemen soralım. Hangisinde milliyetçilik daha güçlüdür? Sömürgecilik yaşayanda beklersiniz. Ama Türkiye’de çok daha güçlü olduğu kolayca gözlenebilir.Konferansta farkına vardım. Hintli aydınların batı ile diyaloguna eşitlik hakim. Kendilerini batıya beğendirmeye, ‘Biz de sizdeniz’ demeye hiç çalışmıyorlar. Bazen insanda yukarıdan baktıkları duygusu bile oluşuyor.Buradan batı ve modernlik ilişkilerindeki çarpıcı zıtlığa girebiliriz. Türkiye modernleşmek için önce batıya benzemeye çalıştı. Ünlü reformları yaptı. Hindistan ise tersini deniyor. Yani modernleşiyor ama doğulu kalmaya devam ediyor. Batılaşma ve modernleşme aynı şey mi? İkincisi için ille ilki gerekli mi? Türkiye’nin özgül tarihi-toplumsal dinamiklerini daha iyi kavramak için bu soruları doğru cevaplamak çok önemlidir. Üstünde düşünmenizi hararetle tavsiye ederim. Laiklik ve demokrasiSıra siyaseten hassas benzemezliklere geldi. En önemlisi laikliktir. Sözcük iki ülkede tam zıt anlam taşıyor. Hindistan’da her dini zümrenin kendi aile hukukuna sahip olmasına laiklik deniyor. Örneğin müslüman hintliler şeriata göre evleniyor.Bu hali ile laiklik azınlık haklarını güçlendiren bir kurum olarak görülüyor. Dolayısı ile hindu milliyetçileri tarafından eleştiriliyor. Dikkat: Hindistan’da şeriata karşı tek aile hukuku talebi laiklik karşıtlığıdır. Laiklik ise şeriatın tek aile hukukuna karşı savunulmasıdır. Diğeri demokratikleşmedir. Türkiye 1946’da çok partili rejime geçti. Hindistan bir yıl sonra bağımsızlığına kavuştu. Yani iki ülkede demokrasi yaşıttır. Ama yaşadıkları deneyim arasında büyük farklar vardır. Türkiye’de askeri darbeler demokratikleşmeyi geciktirdi. Çok daha olumsuz başlangıç koşullarına rağmen (fakirlik, kast sistemi, dinler arası çatışma, Pakistan’la savaş, vs) Hindistan demokratik rejim içinde kalmaya başardı. İşte, size bir Pazar günü için aykırı Hindistan gözlemleri...
Pazar günü ilginç bir konferans için Yeni Delhi’ye geldim. Toplantılar sabah erken başlıyor, geç saatlere kadar sürüyor. Tartışmaların yoğunluğundan arada kahve molası bile verilmiyor. Birkaç gündür dış dünyadan kopuk yaşıyorum. Döviz, faiz, bütçe, işsizlik, vs. Türkiye’de ve dünyada neler olup bittiğinden tamamen habersizim. Doğrusu hoş oluyor. Bunu öngörüp salı günü çıkan yazımı önceden bırakmıştım.Konferansı bir İtalyan vakfı düzenliyor: ResetDoc (www.resetdoc.org ). Bir internet dergisi de var. Kültürler arası diyaloğun zenginleştirilmesini amaçlıyor. Birkaç yıldır İstanbul’da ağırlıyoruz. Mayısta gene Bilgi Üniversitesi‘ne gelecekler.Konferansın başlığı: Kültürel ve Dini Çoğulculuk, Hint Demokrasisi ve Müslüman Azınlık; Doğu-Batı Karşılaştırmaları. Vatandaşlık, hukuk, laiklik, azınlık hakları, piyasa vs. temel konular uzun uzun tartışıldı. Avrupa ve Hint deneyimleri karşılaştırıldı.Hindistan bir kıtaSon dönemde dünya medyasında Hindistan’a ilgi büyük. Çok nedeni var ama küresel krizden etkilenmeden büyümeye devam etmesi öne çıkıyor. The Economist iki hafta önce “Hindistan nasıl Çin’den daha hızlı büyüyecek” sorusunu kapağa taşıdı. Benim Hindistan’a ikinci gelişim. İlkinde çok şaşırmıştım. Bu kez hazırlıklıyım. Hindistan’ın aslında bir ülke olmadığını, bir kıta olduğunu, dolayısı ile tek tek ülkelerle karşılaştırılamayacağını biliyorum. Sayılarla başlamakta yarar var. Hindistan’ın nüfusu 1.2 milyar civarında ve artmaya devam ediyor. ABD, Kanada, Meksika, AB, Türkiye, Rusya, hepsini topladığınızda Hindistan’ın nüfusuna yetişemiyor.Hindistan deyince daima bu basit gerçeği hatırlamak gerekiyor. Bir an için yukarıda saydığım ülkelerin ırk, millet, din, dil, kültür, doğa, sanat, vs. açısından ne kadar büyük çeşitliliğe sahip olduğunu düşünün. Aynı çeşitlilik Hindistan’ın içinde var.Örneğin Müslümanların oranı yüzde 13. Yüksek sayılmaz. Ama 160 milyon Müslüman Hintli ediyor. Böylece Endonezya’dan sonra ikinci en büyük Müslüman ülke oluyor. Yukarıda da söyledim; Hindistan bir kıta; ülkelerle karşılaştırmamak gerekiyor.Çeşitliliğe methiyeİnsanlar Hindistan’a kayıtsız kalamıyor. Gelen ya nefret ediyor ya çok seviyor. Ortası olmuyor. İlk grubu anlıyorum. Fakirlik, sefalet, pislik, hastalıklar, trafik kaosu, çirkin yapılaşma, say sayabildiğin kadar... Türkiye’den gelenleri bile rahatsız ediyor.Ama ben ikinci gruptayım. Beni bizzat çeşitlilik cezbediyor. Etrafı gözlerken bizim ora insanlarının ne kadar birbirine benzediğini fark ediyorum. Floresan morların, sarıların, yeşillerin kaynaştığı rengârenk giysileri görüyorum. Binlerce baharatın yarattığı özel lezzetleri tadıyorum.Lafı uzatmayalım; derdimi anlatttığımı sanıyorum. Hindistan’ı seviyorum. Ayrıca bir iktisatçı ve sosyal bilimci açısından fevkalade ilginç ve önemli buluyorum. Ama ciddi konuları bir başka yazıya bırakıyorum.
IMF-Dünya Bankası genel kurulu geçen yıl İstanbul’da gerçekleşmişti. Bu yıl kasım başında Kore’de yapılıyor. Öncesinde G-20 toplantısı var. Küresel ekonomik sorunların tartışılacağı önemli forumlardır. Geri planda dünya ekonomisinde toplam talebin toplam arzın gerisinde kalması yatıyor. Buraya nasıl gelindiği de biliniyor. Geçtiğimiz çeyrek yüzyılda pek çok gelişen ülkede yatırımlar patladı. Üretim ve verimlilik hızla arttı. Bugün de sürüyor. Uzun dönemli bakarsak, insanlık tarihinin en büyük dönüşümlerinden biridir. Ancak kısa dönemde ciddi uyum sorunları yarattı. Üretimin coğrafi dağılımı ile talebin dağılımı arasında dengesizlikler oluştu. Talebi ayakta tutan ABD de sonunda yükü taşıyamadı.Altını çiziyorum. Küresel konjonktürün kritik sorunu efektif talep yetersizliğidir. Tüm tartışma ve çatışmaların nedenidir. Fed’in “nicel gevşeme” politikasından kur savaşlarına ve TL’nin hızla değer kazanmasına, küresel konjonktürü doğru okumanın anahtarıdır.Euro, Japonya ve HindistanUyum sürecinin sancılı (intizamsız) geçeceği baştan belli idi. Bu bağlamda iki yazı önce ABD’nin saldırgan para politikaları ile geri kalan dünya ile bilek güreşine girdiğini anlattım. “ABD rest mi çekti, yoksa blöf mü yapıyor?” diye sordum. Sıra diğer ülkelerin tavrına geldi. Önce Çin dışındaki büyük ekonomilere kısaca bakalım.Hindistan en kolayıdır. Kriz boyunca hızlı büyümeye devam etti. Ama dış açığı küçüktür (40 milyar dolar). Küresel konjonktürden çok az etkilenir. İktisat politikasını değiştirmez. Efektif talep yetersizliğine artı ya da eksi katkısı olmaz.Japonya da nispeten kolaydır. Dış fazlası yüzünden kur savaşında kurbanlar arasındadır. Büyüme umudu yoktur ama buna alışıktır. Siyaseti felç durumdadır. Kritik kararlar alamaz. Efektif talep yetersizliğine artı ya da eksi katkısı olmaz.Euro bölgesi biraz daha zordur. Dış açığı küçüktür. Bölge için dengesizliklerden dertlidir. Almanya parayı verir ve politika düdüğünü çalar. Tavrı bellidir. Euro’nun yükselişine aldırmaz. Bütçe disiplini ister. Küresel efektif talep yetersizliğine olumsuz katkısı olur.Çin ne yapacak?Geriye Çin kalıyor. Mevcut konjonktürün kritik ülkesidir. Parası en düşük değerli olan, en büyük dış fazla veren, en yüksek döviz rezervi tutan odur. En önemlisi, ABD’nin bütün baskılarına şu ana kadar direndi.İlginç bir politika bileşimi uyguladı. Bir yandan içeride altyapı yatırımlarına büyük teşvikler getirdi. Bu yolla iç talep canlı tutuldu. Dolayısı ile küresel kriz döneminde de hızlı büyümeye devam etti. Artan ithalatı ile küresel efektif talebe olumlu katkısı oldu. Öte yandan düşük değerli yuan konusunda hiç taviz vermedi. Yani ihracata yönelik büyüme modelinden vazgeçmedi. Yeni pazarlara odaklandı. Türkiye bunlar arasındadır. Neticede yüksek dış fazla vermeyi sürdürdü. Önümüzdeki dönemde küresel efektif talep yetersizliğine olumsuz katkısı olacaktır. Özetlersek, bilek güreşi özünde ABD ile Çin arasındadır. Çin politikasını değiştirir mi? Kısa dönemde gerçekçi durmuyor. Çünkü küresel konjonktür hâlâ Çin’i zorlamıyor. Böyle götürmeye deneyecektir. Bence bu film daha yeni başladı...
IMF mali ve ekonomik krizlere erken uyarı sistemi araştırıyor. Çalışma geçmiş krizleri analiz ediyor. Ekodiyalog ortağım sevgili Mahfi Eğilmez bulguları çok öğretici bir tabloya dönüştürmüş (Radikal, 29/8/2010). Pazar sakin bir gündür. İnsanın gazete okumaya daha çok zamanı olur. Yirmi küsur yılı ve onbeş krizi özetlemek için Mahfi çok emek vermiş. Kendisine teşekkür ederek köşeme misafir ediyorum. Bu yararlı tabloyu dikkatle incelemenizi tavsiye ederim. Türkiye açısından anlamlı iki ayrıntı var. Bir: 1994 krizi tabloda yer almıyor. Alaturka popülizmin çok sıradan bir ürünüdür. İktisat literatürüne girmeyeceğini o zaman da söylemiştik. İki: 2001’e malettiğimiz krizi IMF 2000’de gösteriyor. Bizim için kriz Şubat 2001’deki devalüasyondur. Ekim-Kasım 2000 yaşanan likidite krizini ve yüksek faizleri kriz saymayız. Çünkü döviz kuru sabitti. IMF ise krizi o zaman başlatıyor. Doğrusu odur.