Şampiy10
Magazin
Gündem

İki güzel rüya

Ondört yaşına kadar ailesiyle birlikte Almanya’da kaldıktan sonra 1993 senesinde Türkiye’ye kesin dönüş yaptıklarını belirten okurum Hakan Utar, çok güzel rüyalar görmesine rağmen işlerinin bir türlü rast gitmemesinden yakınıyor. Okurumun gördüğü iki rüya şöyleymiş:

1- Evliyim. Uzun, siyah saçlı eşim ve biri kız biri erkek iki çocuğum var. Fakiriz. Ormanın içinde ağaçtan bir evde yaşıyoruz. Yemeğimiz yok, suyumuz yok, toprakla uğraşıyorum, yoruluyorum. Üzerimizde giysilerimiz eski ve yırtık. Eşim ağlıyor. Bana bir ses diyor ki: Ormanın diğer tarafında çorak, bakımsız bir yer var. Oraya gideceksin. Orayı geliştireceksin. Toprağı zengin edeceksin. Eşimi zor ikna ederek çölleşmek üzere olan bu yere geliyorum. Eşim ve çocuklarım ağlıyor. Ben toprakla uğraşmaya başlıyorum. Çölleşmek üzere olan bu yeri yeşillendiriyorum. Toprağı eşerken bir küp buluyorum. Küpü çıkartmaya çalışırken üzerinde dizlerine kadar uzun, yırtık bir pantolon olan dev gibi birisi beliriyor ve ayağa kalkıyor. Korkuyorum. Benden su istiyor. Küpü ona uzatıyorum. Küpten su içmeye çalışırken sapsarı kum yere dökülüyor. Ben korkarak “kimsin?” diye soruyorum. Bana bakıyor ve “Hz. Musa” diye cevap veriyor.

2- Yan yana olan iki mezarın önünde dikiliyorum. Hiçbir yazı ve işaret görmüyorum. Her iki mezarın da tünel gibi girişleri var. İlk mezara girmeye çalışıyorum. Çok geniş ve ferah bir tünele sahip ama içeri girdikçe daralıyor. Sıkılıyorum. En sonunda nefesim kesilmek üzereyken kapkaranlık bir odada Hz. Muhammed’in mezarı olduğunu anlıyorum. Korkarak ve koşarak hemen dışarı çıkıyorum. İkinci mezara girmem için bir şeyler beni itiyor. Girmemeye çalışsam da korksam da sonunda giriyorum. Bu mezarın tüneli ise dar, havasız ve ışıksız. Nefessiz kalıyorum. Çığlık atıyorum ama yine de tünelde ilerlemeye devam ediyorum. Boğulmak üzereyken, canım çıkacakmış gibi hissetmeye başlarken, bir ışık beliriyor. Geniş, kocaman bir odada Hz. İsa’nın mezarını görüyorum. Gözlerim ışıktan kör olmak üzereyken yine korkarak dışarı çıkıyorum. Terler içinde bu rüyamdan uyanıyorum.

CEVAP: Allah size başarılar versin. Ben rüya yorumcusu değilim. Onun için size bir yorum getiremem. Ama genelde rüyalarınız güzel. Bu rüyalar sizin sonunda selamete ve refaha kavuşacağınızı gösterir. Allah gönlünüze göre versin. Sabredin, elinizden gelen çabayı gösterin. Azimle çalışın, okulunuzu bitirin. Herşey iyi olur inşallah.

Yazının devamı...

Fatiha, duaların en güzelidir

SORU: Bir arkadaşımla sıkı bir tartışamadan sonra sizin hakemliğinize başvurmaya karar verdik. Tartışma konusu şu: Ben Peygamber Efendimizin bir dönem mezar ziyaretlerini yasakladığını, sonra bir kısım sahabinin isteği ve ısrarı üzerine tekrar serbest bıraktığını, ölülerin arkasından Kur’ân-ı Kerim okunmasını doğru bulmadığını, sadece ölülere selam verilmesini istediğini söyledim. Fatiha Suresi’nin Allah’a bir dua niteliği taşıdığını, Fatiha ve Yasin surelerinin ölünün arkasından okunmasının farz ya da sünnet olmadığını ifade ettim. Arkadaşım bunların tersini iddia ediyor. (Nihat Karatay)

CEVAP: Fatiha, duaların en güzelidir. Ölüyle hiç ilgisi yoktur. Kişi Allah’ı övmekte, O’na kulluğunu belirtmekte ve kendisini doğru yola iletmesini dilemektedir. Peygamberimiz ölmüşlere sadece dua etmiştir. Kur’ân okumamıştır. Sahabilerin de ölülere Kur’ân okuduğu hakkında hiçbir sağlam rivayet yoktur. Ancak Hz. Peygamber’in önce mezarları ziyareti yasakladığı, daha sonra buna müsaade ettiği hakkında bir hadis vardır. Bunu sahabilerin ısrarıyla değil, kendi ictihadıyla yapmış ve buyurmuştur ki: “Ben sizin, kabirleri ziyaret etmenizi yasaklamıştım. Bundan böyle kabirleri ziyaret edebilirsiniz çünkü bu, ahireti hatırlatır.”

Çok anlamlı bir rüya...

“ERG” rumuzuyla yazan okurum, “Rüyamda Allah tarafından cennet ve cehennemle tanıştırıldım. Yani önce cennette mükâfatı sonra cehennemde cezayı gösterdi rabbim bana” diyor ve bu konuda benim yorumumu soruyor. Kendisine cevabım şudur: Rüyan güzel. Cenabı Hak bazı kullarına bir şekil, bin insan biçiminde görünür. Peygamberimiz de rüyasında Allah’ı genç bir insan biçiminde görmüştür. Ama bilmelidir ki, Allah hatır ve hayale gelen her türlü biçim ve şeklin üstündedir. O’nun benzeri gibi hiçbir şey yoktur. Ama rüyan sana, Allah’ın teveccühü olduğunu gösteriyor. Madem Allah seni seviyor, öyle ise sen de O’na yönel, O’nun buyruklarını tut. Namazını kıl, günahlardan sakın. O’nu çok sev.

Dövme abdeste engel mi?

Dövmenin abdeste engel olup olmadığını soran “İCU” rumuzuyla yazan okuruma cevabımdır: Dövme İslâm geleneğinde hoş karşılanmaz. Ama bunun günahla ilgisi yoktur. Abdestini al, namazını kıl. Dövmeli de olsan dini görevlerini yaparsan vücudundaki o şekillerin bir zararı olmaz. Kalbini Allah aşkıyla doldur. Vücuduna şekiller kazıtmakla hiçbir şey elde edemezsin.

Yazının devamı...

İslâmiyet’in yayılma süreci

Peygamber, Hudeybiye Antlaşması’ndan sonra dönüş yolunda devesi üzerindeyken inen Fetih Suresi’ni çevresinde toplanan insanlara okumaya başladı: “1- Biz sana apaçık bir fetih verdik. 2- Ki Allah, senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlasın (bütün tasalarını gidersin) ve sana olan nimetini tamamlasın ve seni doğru bir yola iletsin. 3- Ve Allah sana şanlı bir zafer versin. 4- O, imanlarına iman katsınlar diye müminlerin kalplerine huzur indirdi. Göklerin ve yerin askerleri Allah’ındır. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. 5- (Allah işini böyle hikmetle çevirir, müminlerin gönüllerine huzur verir, onlara görünmez askerleriyle yardım eder) Ki inanan erkekleri ve inanan kadınları, altından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere soksun, onların kötülüklerini de örtsün. Gerçekten bu, Allah katında büyük bir başarıdır. 6- Allah hakkında kötü zanda bulunan münafık erkeklere ve münafık kadınlara, (Allah’a) ortak koşan erkeklere ve ortak koşan kadınlara da azap etsin. (Onların, Müslümanlar için planladıkları) Kötü olaylar, kendi başlarına gelsin. Allah, onlara gazap etmiş, onları lanetlemiş ve onlara cehennemi hazırlamıştır. Orası da ne kötü bir yerdir. 7- Göklerin ve yerin askerleri Allah’ındır. Allah azizdir, hakimdir” (Fetih: 109/1-7).

Arkadaşlarından biri, “Ya Resulallah, bu da fetih mi yani?” deyince Allah’ın Elçisi, “Evet, Muhammed’in nefsi elinde bulunan Allah hakkı için bu fetihtir” dedi. Görünüşte Müslümanların aleyhine olan bu antlaşma, gerçekte İslâm’ın bütün fetihlerinin temelini oluşturmuştur. Böylece İslâm devleti, Kureyş site devleti tarafından resmen tanınmış, İslâm en büyük düşmanından güvene kavuşup yayılma sürecine girmiştir. Bundan dolayı yüce Allah, bu antlaşmayı açık bir fetih olarak nitelendirmiştir. Fetih, kapalı, düğümlü bir şeyi açmaktır. Hudeybiye’de barış çok düğümlüydü. Müşrikler bu barışa çok zor yanaşmışlardı. Yüce Allah, lütfuyla Müslümanların önüne çıkan engelleri kaldırdı, düğümleri çözdü, onlara davalarını güvenlikle yayma yollarını açtı. Bu antlaşmayla İslâm devletinin önündeki en büyük engel yıkılmış, müşrikler Müslümanlarla görüşmüş, konuşmuş, kalplerine İslâm tesir etmeye başlamıştır. Daha 1 yıl önce Müslümanları tamamen imha için 10 bin savaşçıyla Medine önlerine kadar gelen Kureyş (Hendek Savaşı), şimdi İslâm devletini tanıyor ve onunla saldırmazlık paktı imzalıyordu. Tabii onların bu hareketi, başka kabilelere de örnek oldu. Bundan sonra Peygamber, İslâm’ı yaymak için yarımadanın çeşitli yerleriyle güvenli ulaşım ve haberleşme imkânları buldu.

Yazının devamı...

Mekânın cennet olsun Sadık Hocam

1977 yılı sonlarında aldığım davet üzerine Almanya’nın Herne kentine gittim. O zamanlar birkaç işçimizin çabasıyla açılan mescitler ya bir işçi evinin odası ya bir köhne bir ev veya dükkândan bozma bir yerdi. Bir mağazanın bodrumundan ihtida ettirilmiş mescit de izbe bir mekândı. İşte Sadık Yılma bu mescitte imamdı, vaizdi, müftüydü. O zamanlar henüz dış ülkelerde din görevlisi kadroları yoktu. Bunlar benim başkanlığım sırasında alındı. Sadık Hoca, sadece namaz kıldırmakla yetinmiyor, Türk kültüründen kopmak üzere olan 8-15 yaşındaki çocukları topluyor, onlara okuttuğu Kur’ân dersleri yanında, din bilgileri, milli ve manevi duygular aşılıyor, yarışmalar düzenliyor, spor yaptırıyordu. Yalnızlıktan bunalanlar burada toplanıp ibadet ediyor, dertleşiyor, vatan hasreti gideriyorlardı. Orada tanıştığım bu değerli insanla dost olduk, kardeşçesine. Güzel konuşuyordu. İnsanlara yaklaşmasını bilen çekici bir kişiliğe sahipti. Cemiyetçi, milletini ve vatanını çok seven bir insandı.

Sadık Hoca, Eskişehir’de doğmuş, orada yetişmiş, Allah için dini görevler yapmış, sonra çağrı üzerine Almanya’ya gitmişti. Bir ara yayınla meşgul olmak üzere Türkiye’ye geldiyse de ailevi sebepler dolayısıyla tekrar Almanya’ya dönmek zorunda kaldı. Cenabı Hak herkesi bir türlü sınar. Sadık Hoca’yı da büyük bir sınava tabi tuttu. Banyo yaparken beyin kanaması geçirmiş, kendisini ziyaret edenler tarafından hastaneye kaldırılmıştı. Sağ tarafı felç olmuştu. Hafızası gayet güçlüydü fakat dilindeki zafiyet nedeniyle konuştukları zor anlaşılıyordu.

Dokuz yıl bu dayanılmaz hale sabretti. Hiç şikâyetçi olduğunu duymadım, görmedim. Hep Allah’a hamdederdi. Geçen aralık ayında Almanya’da kendisini ziyaret ettiğimde önünde hayat hikâyemi anlatan “Bir Ömür Böyle Geçti”yi okuyordu. Yabancı bir yerde böyle garip kalmaktansa çoluk çocuğunun içine dönmesini önerdim. Buna âdeta sevindi, “Evet ben Türkiye’ye dönmeliyim” dedi. Dönmesi için işlemleri yapılmış, martın 20’sinde dönmek üzere bilet de alınmış. Ama ondan önce ecel yetişmiş ve 15 Mart öğleden sonra Hakk’ın rahmet kucağına göçmüş. Böylece ruhu, bedeninden önce çok sevdiği vatanına geldi. Kendisi de bugün Eskişehir’de ebedî istirahatgâhına uğurlanıyor. Nur içinde yat, mekânın cennet olsun Sadık Hocam!

NOT: Bugünkü yazımı yakın dostum Sadık Yılma Hoca’nın vefatına ayırdığım için dünkü “Fetih Suresi ve Hudeybiye Seferi” başlıklı yazımın devamını yarın yayınlayacağım.

Yazının devamı...

Fetih Suresi ve Hudeybiye seferi

SORU: Bir hoca, Fetih Günü münasebetiyle yapılan sohbette Mekke’nin fethiyle ilgili ayeti, “Mekke’yi biz senin için fethettik” diye anlamlandırdı. Bu yoruma ne dersiniz? (Rifat Yavuz)

CEVAP: “Mekke’yi biz senin için fethettik” diye bir ayet yok. Size bunları söyleyen kişi bilgisizmiş. Çünkü fethin manasını bilmiyor. Fetih, kapalı yolu açmak demektir. Herhangi bir kenti ele geçirmek demek değildir. Aynı kökten “miftah” da anahtar anlamına gelir. Fetih Suresi, Mekke’nin fethi münasebetiyle değil ondan 2 yıl önce yapılan Hudeybiye Antlaşması’nı takiben inmiştir. Hudeybiye seferinin ve bu seferin ardından imzalanan barışın özeti şudur: Peygamber hicretin 6’ncı yılı, zulkade ayının ilk pazartesi günü (İ.S. Mart 628), Abdullah ibn Ümm-i Mektum’u Medine’de yerine vekil bırakarak yaklaşık 1500 sahabisiyle birlikte umre yapmak üzere yola çıktı. Peygamber’in zulkade ayında umre için çıkması, umrenin ardından hac yapmayı da tasarladığını gösterir. Müslümanlar, yanlarına kılıçtan başka silah almamışlardı. Kurbanlık hayvanlarını da beraberlerinde götürüyorlardı.

Müslümanların geleceğini duyan müşrikler, onları Mescid-i Haram’a sokmamaya karar verdiler. Halid ibn Velid komutasında 200 atlı gönderdiler. Allah’ın Elçisi akşam olunca ashabını, düşman süvarilerine fark ettirmeden Mekke’ye 9 mil uzaklıktaki Hudeybiye’ye yürüttü. Kendi aralarında bir karara varamayan Kureyşliler, Hz. Peygamber’le görüşmek üzere Süheyl başkanlığında bir heyet gönderdi. Uzun tartışmalardan sonra varılan antlaşmaya göre: 1- Taraflar 10 yıl savaşmayacaklar, 2- Müslümanlar bu yıl değil, ertesi yıl umre yapabilecekler, 3- Mekke’den Müslümanların tarafına kaçan olursa bunlar geri verilecek fakat Müslümanlardan müşrikler tarafına kaçan olursa bunlar geri verilmeyecek, 4- Yöredeki kabileler, diledikleri tarafa katılıp antlaşmanın koşullarına tabi olacaklar.

Hz. Peygamberle Kureyş delegasyonu başkanı Süheyl tarafından imzalanan antlaşma, görünürde Müslümanların aleyhine hükümler taşıdığından Hz. Ömer gibi bazı sahabiler memnun olmadılar. Ashab arasında bir huzursuzluk vardı. Kureyşliler gittikten sonra Peygamber ashabına, “Kalkın, kurbanlarınızı kesin, traş olun” dedi. Bu sözü 3 kez yinelediği halde kimse kalkmadı. Allah’ın Elçisi, arkadaşlarının bu durumunu zevcesi Ümmü Seleme’ye yakınarak anlattı. Ümmü Seleme, “Ya Resulallah, böyle yapılmasını istiyorsan sen çık, kimseye bir şey demeden kurbanını kes, traş ol” dedi. Allah’ın Elçisi, kimseye bir şey demeden kurbanını kesti, traş oldu. Onun böyle yaptığını görenler de kalkıp kurbanlarını kestiler, traş oldular.

* DEVAM EDECEK

Yazının devamı...

Bir okurdan sesleniş...

Okurum Birol Türküm, herkese selendiğini söyleyerek şunları yazıyor: “Bir Müslüman olarak bu seslenişim herkese, bu yolda ilim sahibi olana, bilip de açıklamayanlara, susanlara... Sayın hocam, bir okurunuzun mezarlıkla ilgili sorusuna verdiğiniz cevabınız beni çok etkiledi. Bu cümleleri yazmak bir büyüklüktür. Sizi zaten severek okuyordum şimdi de takdir duygularımı gönderiyorum. Üniversiteye giden kızım, geçen gün, ‘Baba tanıdığım birçok arkadaşım ateist’ dedi. Neden? Çünkü bu mükemmel dinimizi anlatamadığımız için... Onlara sevgiyi öğretemediğimiz için... Dini hep şekil ve cennetle cehennem arasına sıkıştırdığımız için... Gençlerden bazıları diyor ki: ‘Eğer tanrı böyleyse ben böyle bir tanrıya inanmıyorum.’ Çünkü böyle olmadığını hücresel düzeyde biliyorlar ama onlara doğruyu, güzelliği, sevgiyi, aşkı anlatamıyoruz ki... Siz dahil toplasanız bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar kişi bu çabayı sarf ediyorsunuz. Çoğu kişi tarafından yürekten seviliyorsunuz.

Bu güzel dinimizi nasıl bidatlardan sıyırıp güzelliklerini ortaya çıkartacağız? Diyanet İşleri Başkanlığı’nda görev yapanlar bunları bilmiyorlar mı? Neden bir çaba yok? Bunlara çok üzülüyorum. O mezar sorusuna verdiğiniz cevapla birlikte yaram tekrar depreşti. Evet, tüm mezarlıklarda yaşanan bir hikâye ne yazık ki... Kim bir gün çıkıp da (Bence bunu Diyanet İşleri yapmalı), ‘Bizim dinimizde böyle bir uygulama yoktur. Peygamberimiz böyle bir şey asla yapmamıştır. Bu tamamen bidattır. Bu uygulamayı biz Diyanet olarak kaldırıyoruz. Ama isteyenler kendi istekleriyle devam edebilirler’ dedi. Bu ve bunun gibi bir sürü dinle ilgisi olmayan uygulamalar... Ekranlarda görüyoruz, din adına konuşan profesörler sırf hikâyelerle milleti etki altına alıyorlar. Kur’ân bir kenarda duruyor...Yazık... Sizden ricam bir televizyon programı yapmanız sevgili hocam. Daha çok kişiye ulaşmak açısından bu önemli. Sizden aldığım bilgileri çevreme anlatmaya çalışıyorum. ”



Teyemmümle kılınız

OKURUM Lütfü Yarar, “Vitir için teyemmüm gerekiyor mu?” diye soruyor. Cevabım şudur: Abdest almanıza engel bir durum varsa her namazı olduğu gibi vitir namazını da teyemmümle kılabilirsiniz. Alınan teyemmüm, vakit içindeki tüm namazlar için geçerlidir. Her namaz için ayrı teyemmüm gerekmez. Vitir namazı, yatsı namazının ardından kılınan tek rekâtlı bir sünnettir. Bu namaz için yatsı vakti içinde alınan teyemmümden ayrı teyemmüm almak gerekmez.

Yazının devamı...

Şekil var oldukça tam tevhide asla erilemez

* DÜNDEN DEVAM

Yıldızlara, meleklere, cinlere tapmak da hep bunları Allah ile insan arasında aracı kabul etmekten kaynaklanmıştır. Herevi’ye göre tevhidi düşünmek, cühud zikrine dalmaktır. Yani kulun kendi varlığının yok olması demektir. Çünkü şekil var oldukça tam tevhide erilemez. Başka bir deyişle tevhit, Allah’tan başka her şeyin kalkması, yalnız Allah’ın kalmasıdır ki bu, mutlak fena halidir. Bundan dolayı tasavvuf erbabı, tam tevhidi, inkâr alâmeti yani masivayı (Hak’tan başka varlıkları) inkâr belirtisi saymışlardır. Tevhidi hatırlamak, ikiliği gerektirir. İkilik ise mutlak birliğe (tam tevhide) aykırıdır. Kul, Allah’ın varlığı, bir de yaratıkların varlığı diye iki varlık düşündükçe ikilik içindedir. Kul, masivanın (Allah’tan başka şeylerin) varlığını tamamen unutacak, masiva onun gözünden ve düşüncesinden tamamen silinecektir ki tek var kalsın, tam tevhit oluşsun. Demek ki tam tevhit, “Tevhidi inkâr”dır.

Herevi’nin söyledikleri...

Herevi, bu düşüncesini Menazil’in sonundaki beyitlerinde şöyle açıklıyor: “Hiç kimse o Bir’i tevhit etmemiştir: Zira O’nu tevhit eden herkes inkârcıdır. O’nun vasfını anlatanın tevhidi, o Bir’in iptal edip kaldırdığı boş sözden ibarettir. O’nun tevhidi, kendi kendisini tehviddir. O’nu vasfedenin anlatımı ise lahid(inkâr)dır.” Herevi demek istiyor ki: “Hiç kimse, Allah’ı, bütün şekillerin silineceği özel tevhidiyle tevhit etmemiştir. Çünkü resimsiz (şekilsiz, varlıksız) tevhit düşünülemez. Muvahhid (Hakk’ı birleyen), kendi varlığı ile Hakk’ı tevhit eder. O’nu anlatmaya çalışanın, O’nun vasfından söz edenin tevhidi, gerçekte Hakk’ın geçersiz kıldığı bir sözdür, gerçek değildir. Gerçek tevhit sahibi, O’ndan başkasını göremeyeceği için söz de söyleyemez. Tevhit eden, kendisinin sonradan olma varlığını ve şeklini görür. Bu tür tevhit ise bütün şekillerin dağılıp kalkacağı, Hak’tan başka hiçbir şeyin kalmayacağı gerçek tevhidi inkâr etmektir. Yahut Hakk’ı tam tevhit eden, Bir’den başka bir şey göremez, ikiliği red ve inkâr eder (Medaricus-salikin: 1/146-147, Menazil: 8).”

Yazının devamı...

Üluhiyyet tevhidi ortağı bulunmayan Allah’a ibadettir

* DÜNDEN DEVAM

Düşünürlerin çoğuna göre rübubiyyet tevhidi, Kur’ân’ın açıkladığı, peygamberlerin insanları çağırdığı üluhiyyet tevhididir. Tahavi’ye göre peygamberlerin davet ettiği, ilahi kitapların getirdiği tevhit, rübubiyyet tevhidi değil fakat rübubiyyet tevhidini de içeren üluhiyyet tevhididir. Üluhiyyet tevhidi, bir olan, ortağı bulunmayan Allah’a ibadettir. Çünkü Araplar rübubiyyet tevhidini, göklerin ve yerin yaratıcısının yalnız Allah olduğunu kabul ediyorlardı: “Andolsun onlara: ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye sorsan, mutlaka ’Allah’ derler” (Lokman: 57/25), “84- De ki: ‘Biliyorsanız dünya ve içinde bulunanlar kimindir?’ 85- ‘Allah’ındır’ diyecekler. ‘O halde düşün(üp ilk kez yaratanın, ikinci defa yine yaratabileceğini anla)mıyor musunuz?’ de. 86- ‘Yedi göğün Rabbi ve büyük arşın Rabbi kimdir?’ de. 87- ‘Bunlar Allah’ındır’ diyecekler. ‘O halde korunmuyor musunuz?’ de. 88- ‘Biliyorsanız (söyleyin) her şeyin melekutu (mülkü ve yönetimi) elinde olan, koruyup kollayan fakat kendisi korunup kollan(maya muhtaç ol)mayan kimdir?’ de. 89- ‘(Her şeyin yönetimi) Allah’a aittir’ diyecekler. ‘O halde nasıl büyüleniyorsunuz?’ de” (Müminun: 74/84-89).

Nuh kavminin putları

Kur’ân-ı Kerîm’de çok olan benzeri ayetler, müşrik Arapların taptıkları putların, âlemin yaratılışında Allah’a ortaklıkları bulunduğuna inanmadıklarını gösterir. Bu konuda onların durumu, tıpkı Hind, eski Türk, Berber vs. kavimlerin durumu gibiydi. Onlar putların, peygamberlerin ve salihlerin heykelleri olduğuna inanarak şefaat umuduyla onları Allah ile kendileri arasında vesile (aracı) sanıyorlardı. İşte Arap şirkinin temeli bu düşünceye dayanıyordu. Abdullah ibn Abbas’tan ve başka seleften (salih atalardan) gelen rivayete göre Nuh kavminin Vedd, Suva, Yegûs, Yeûk ve Nesr adlı putları, gerçekte salih kişilerin anısına yapılmış heykellerdi. Bu salih insanlar ölünce onların kabirlerinde durup yalvarmaya başladılar, sonra da heykellerini yaptılar. Zamanla onlara tapmaya başladılar. Bu putlar aynen Arap kabilelere de geçti.

* DEVAM EDECEK

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.