Şampiy10
Magazin
Gündem

Düşmanlarının silahlarıyla silahlanan kutsal Ergenekon avcıları

Ergenekon sürecinde “ortayolcu” bir çizgide ısrar ettiğim için istisnasız her iki tarafın alay, hakaret, suçlama dolu taarruzlarından bunalmışken üniversite öğrencisi bir okurun kısa e-postası ilaç gibi geldi. Kendisini “Cumhurbaşkanımızın hemşerisi” ve “Necip Fazıl (Kısakürek) ile büyümüş biri” olarak tanımlayan okurum “Sizi anlıyorum Ruşen abi. Sizin sol görüşlü biri olduğunuzu biliyorum” diye başlayan mektubunda Ergenekon’a bakışını şöyle açıklamış:

“Bu konunun gidebildiği yere kadar gitmesini istiyorum. Bu işin çözülmesini istiyorum. Devlete yapışmış bir kene varsa bu halledilsin istiyorum.”

Okurum “ancak” deyip şöyle devam ediyor: “Bu iş yapılırken bu zamana kadar Müslüman insanlara yapılan haksızlıkların şimdiki insanlara yapılmasını istemiyorum. Belki içeriye alınanlar içinde gerçekten suçsuz olan insanlar olabilir. Bunlar için üzülüyorum. Sizi anlayan karşı cenahtan insanların varlığını bilmenizi istedim. Biz müspet insanlar her kim olursa olsun, Müslüman olmasa dahi ezilen suçsuz insanlar için üzülürüz.”

Erdemliler ittifakı

Yönetenler ile yönetilenler arasında doğrusal bir ilişki bulunmamakla birlikte, birbirlerini beslediklerini düşünürüm. Bu bağlamda Hz. Muhammed’e atfedilen “Kavimler layık oldukları şekilde yönetilirler” sözüne daha yakın dururum. Bu yüzden, alıntıladığım okur mektubunu “sessiz çoğunluğun sesi” gibi bayağılıklara kapılmadan, önce bir “dayanışma hamlesi”, daha sonra da bir “ittifak önerisi” olarak görüyorum. “İttifak” kavramına takılıp çok büyük siyasi projeler önereceğimi sananlar yanılır. Şöyle ki, okurumun “müspet insanlar” diye tanımladığı kişiler bu ülkede çoğunlukta değiller. Çoğunluk olsalar bile güçlü değiller. Dolayısıyla dinleri, inançları, yaşam tarzları ne olursa olsun biraraya gelip herkes için eşit hak ve özgürlük talebini dile getirmeleri çok isabetli olur. Bu noktada, bazı İslamcıların 1980 sonlarında, yani muhalefetteyken gündeme soktukları “Medine Vesikası” ve bununla bağıntılı olarak “Erdemliler İttifakı” (Hilfü’l-Fudul) gibi önerileri neden bugün unutmuş olduklarını sorabiliriz.

Bumin’in isyanı

1980 ve 90’lı yıllar Türkiye’de “irtica avı” ile geçti. Aynı yıllarda, İslami hareketi “ilericilik/gericilik” yerine “gelenek/modernlik” perspektifinden bakarak anlamaya ve anlatmaya çalıştığım için; örneğin istihbarat raporları yerine İslamcıların yazdıklarını okuduğum; polis ve savcılar yerine bizzat İslamcılarla konuştuğum için bazıları tarafından lanetlendim ve “şeriatçıların ekmeğine yağ sürmek” le suçlandım.

Zamanla iki kutup yer değiştirdi; avcılar av, avlar avcı oldu. Ama benim gibilerse aynı yerde kaldılar. Dün “her dindar İslamcı, her İslamcı terörist değil” derken şimdi “her muhalif ulusalcı, her ulusalcı Ergenekoncu değil” demeye çalışıyoruz. Tabii bu sefer de “Ergenekoncuların ekmeğine yağ sürmek” le suçlanıyoruz.

Dün medyanın yargısız infazlarından en fazla mağdur olan Fethullah Gülen cemaatine mensup kişiler bugün birer “kutsal Ergenekon avcısı” oldular. Nasıl dün “kutsal irtica avcıları” sadece İslamcıları değil, onların da hak ve hukukunu gözetmek gerektiğini savunanları karşılarına almışlarsa, bugün Gülen cemaatine yakın medya kuruluşlarında soruşturmayla ilgili herhangi bir itirazı olan kişiler de çarmıha geriliyor.

Son kurbanlardan biri Kürşat Bumin’di. Bumin’in günahı “Her kötülüğü Ergenekon’un hesabına yazmak doğru mu?” gibi haklı bir soruyu sormuş olması ve TRT’nin Tuncay Güney yayınını eleştirmesiydi. Cumartesi günü Yeni Şafak’ta kendisini linç etmeye kalkanları “fitne fücur” olarak tanımlayan Bumin “Siz mi bana ’demokrasiden dem vurmayı’ öğreteceksiniz? Siz mi bana Ergenekon’u anlatacaksınız?” diye öfkeyle sordu. (http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=14969&y=KursatBumin)

Ava giden avlanır

Birilerinin esas derdinin yakın geçmişin intikamını almak olduğu ortada. Keşke ellerindeki muazzam imkanları gerçekten demokrasi, temel hak ve özgürlükler ile hukuk devletinin hizmetine koşsalardı. Zira hedeflerine ulaşma şansları hiç yok. Çünkü düşmanlarının silahlarıyla silahlanmış durumdalar.

Şimdilik, “eğer o silahlar bir işe yarasaydı, siz çoktan yok olmuş olurdunuz” demekle yetinelim.

Yazının devamı...

Ulusalcı hareket bitirilebilir mi?

Şu dört özellik Ergenekon’un onbirinci dalgasını diğerlerinden farklı kılıyor:

1) İlk kez bir sendika (Türk Metal) kapsama alındı;

2) Her ne kadar daha önce Ulusal Kanal’a girilmiş olsa da ART’ye yönelik operasyon, Ergenekon’un medya ayağını epey kuvvetlendirdi;

3) Daha önce değişik rütbelerden muvazzaf subaylar gözaltına alınmıştı ancak ilk kez çoğu Özel Harekatçı, değişik kademelerden polis de soruşturmaya dahil edildi;

4) İşçi hareketi içinde yıllardır “devletin temsilcisi” olarak tanınan Mustafa Özbek, ulusalcı hareket içinde, hem Türk milliyetçiliği kökenlilerin önde gelenlerinden olması, hem de geniş mali imkanlarıyla sivrilen bir isimdi. Onun gözaltına alınması Ergenekon operasyonunun sadece bir “terör örgütü” nü ortdan kaldırmak değil, AKP’ye karşı en sert muhalefeti yürüten ulusalcı akımın tasfiyesini de hedeflediği iddialarını kuvvetlendirdi.

Adli mi siyasi mi?

Diğer bir deyişle dün en çok Ergenekon’un bir “adli” mi yoksa “siyasi” soruşturma mı olduğunu tartıştık. Bu tartışmanın zaten varolan toplumsal kamplaşmayı daha da derinleştirdiği ortada. Vatan’daki yazılarım ve NTV’deki yorumlarımda olabildiğince “objektif” olmaya çalışıyor ve okuyucu/izleyiciye her iki boyutun da soruşturma süresince söz konusu olduğunu; soruşturmayı yürütenlerin neredeyse her dalgada, iki boyutu da temsil eden zanlıları bir nevi harmanladıklarını; soruşturmanın bazı aşamalarında “adli”, bazılarında da “siyasi” boyutun öne çıktığını anlatmaya çalışıyorum.

“Tarafsızlık” olarak tanımlanabilecek bu duruşun “tavırsızlık” anlamına gelmediğini hep söyledim, bir kere daha tekrarlamak isterim. Medyada bu türden “ortayolcu” çizgi tutturmaya çalışanların az olduğunu görüyor ve bunların da her iki uç tarafından “taraflı” davranmakla suçlandığını, en azından kendi örneğimden hareketle, çok iyi biliyorum.

PKK ve Hizbullah örnekleri

Neyse. Gözaltına alınıp büyük çoğunluğu tutuklanan çok sayıda emekli ve halen aktif görevdeki güvenlik görevlileriyle, bazı mafya ile ilişkili şahıslardan en azından bir bölümünün silahlı bir örgütlenme içinde oldukları mahkeme tarafından sabit görülmesi ve mahkum olmaları çoğumuzu şaşırtmayacaktır. Ancak siyasetçi, yazar, gazeteci, işadamı, sendikacı gibi belli bir statüye sahip olan, çoğu yaşını başını almış birçok ismin “terörist” olduklarının kanıtlanabilmesi o kadar kolay olacağa benzemiyor.

Aynı şekilde zor olan diğer bir şeyse, son yıllarda ideolojik olarak şekillenmeye ve örgütlenmeye başlayan ulusalcı hareketin bu tür operasyonlarla tasfiye edilmesidir. Kimileri “zaten soruşturmanın böyle bir amacı yok” diyebilir. Öncelikli hedef bu olmayabilir ancak ulusalcılığın öne çıkmış sembol isimlerinin büyük çoğunluğunun soruşturmaya dahil edilmiş olması, bunu yürüten ve onlara destek verenlerin en azından bilinçaltlarında böyle bir niyetin bulunduğunu düşünmemize yol açıyor.

Şayet böyle bir arzuları varsa boşuna çabalıyorlar demektir. Toplumda belli bir potansiyeli ve kökleri olan siyasi hareketleri, sırf bazı mensupları yasadışı yönelişlerde bulunuyor diye toptan kriminalize etmek, çok vahim ve sık tekrarlanan bir hatadır.

Eğer polisiye yöntemlerle bu iş olsaydı 12 Eylül 1980 darbesinde hapse atılan liderler sırayla yeniden ülkeyi yönetemez; Milli Görüş hareketinden türeyen AKP yıllar boyunca tek başına iktidar olamazdı.

Bu strateji o kadar yanlıştır ki, yasadışı yöntemlere başvuranlara çok geniş bir meşruiyet alanı da sunmaktadır. Güneydoğu’da PKK ve Hizbullah örgütlenmelerinin bütün terörle mücadele yöntemlerine rağmen alabildiğine geniş toplumsal desteğe sahip olmayı sürdürmeleri buna açık birer örnektir.

Ulusalcı hareket bünyesinde, meşru sınırlar içinde kalmak isteyenlerle yasadışı faaliyetleri temel alanların ayrıştırılmaması durumunda -ki bugüne kadarki yaşananlar bunun başarılamadığını, belki de denenmediğini gösteriyor- kısa vadede bu akımın çok büyük darbeler yiyebileceğini, ama orta ve uzun vadede bugünkünden çok daha güçlü bir şekilde varlığını sürdürme ihtimalinin hayli yüksek olduğunu söyleyebiliriz.

Yazının devamı...

Şimdi sırada medya ile uyum var

Türkiye Ergenekon soruşturmasını hem özü, hem biçimi açısından tartışıyor. Toplumda belli statüleri olan bazı isimlerin sabahın erken saatlerinde gözaltına alınmaları, kaçmaları düşünülmeyecek bazı zanlıların tutuklanması, bazı hasta tutukluların durumu, iddianamelerin yazımının gecikmesi gibi konuları gündeme getirenler, “esas önemli olan soruşturmanın özüdür” diyen kesimler tarafından “soruşturmayı sulandırmak”, hatta “üstünü örtmeye çalışmak” la suçlanıyorlar. Ancak dünkü zirveden çıkan kısa açıklama, biçime yönelik eleştiri ve şikayetlerin devlet katında da yankı bulduğunu açık şekilde gösteriyor. Her ne kadar “Ergenekon” sözcüğü hiç telaffuz edilmemiş olsa da “uygulamalarda usul yasalarına azami özen gösterilmesi” çağrısının yapılmasına Ergenekon soruşturmasının vesile olduğunu hiç çekinmeden söyleyebiliriz. Diğer bir deyişle, “aman sulandırmayalım” diye diye Ergenekon’un alabildiğine “katılaştırılması” nın, bu sürece başından beri destek verdiğini bildiğimiz Cumhurbaşkanı Gül de dahil olmak üzere devlet katında ciddi bir rahatsızlık yarattığı anlaşılıyor.

Medyaya yönelik şikayetler

Devletin zirvesindeki bir başka ortak rahatsızlık konusuysa medya, daha doğrusu medya organlarının Ergenekon soruşturmasını ele alış ve sunuşu. Öğrendiğime göre dünkü yemeğe medyaya yönelik şikayetler damgasını vurmuş. Davetliler, medyanın “masuniyet karinesi”, “hazırlık soruşturmasının gizliliği” gibi evrensel hukuk ilkelerine uygun davranmadığından yakınmışlar.

Aslında daha ilk andan itibaren medyanın Ergenekon’a ilgisi sorunlu olmuştu. Medyanın bir bölümü, soruşturmayı yürütenlerden de destek alarak kamuoyunu bombardımana tuttular ve “Ergenekon Terör Örgütü” diye bir olgunun varlığını tescillemeye çalışırken, bir başka bölümü, bunu hukuki olmaktan ziyade siyasi bir süreç olduğunu düşünerek soruşturmaya şüpheyle yaklaştı. Medyanın bu farklı tavırları topluma da sirayet etti ve zaten varolan kamplaşmaları daha da derinleştirdi.

Fakat 10. dalgayla birlikte durum karmaşıklaştı. Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ’un sürpriz bir şekilde Başbakan Erdoğan ile buluşup ardından Cumhurbaşkanı Gül ile haftalık olağan görüşmesini yapmasını takiben, yürütmenin tepesinden Ergenekon sürecinde belki de ilk kez medyaya yönelik uyarılar geldi. Tuncay Güney’in 2001 sorgu kasetlerinin olduğu gibi yayınlanmasının yarattığı şokun ardından Güney’in TRT 2’de 4 saat boyunca canlı yayında kalması, işin çığrından çıkması olarak değerlendirildi. Eski JİTEM yöneticisi emekli Albay Abdülkerim Kırca’nın, Star Gazetesi’nde hakkında çıkan yazıyla aynı gün intihar etmesi TSK’yı bile “yargısız infaz” tabirini kullanmaya sevk etti.

Hükümetin işi zor

AKP hükümetinin önündeki temel sorun şu: Doğrudan ya da dolaylı olarak etki alanı içinde olan veya oldukları düşünülen bazı medya kuruluşları ve gazetecilere Ergenekon konusunda “ayar vermek” te epey zorlanıyorlar. Benzer bir süreç Aktütün saldırısının ardından yaşanmış, Başbakan Erdoğan Org. Başbuğ’un tarafını seçince Taraf Gazetesi tarafından manşetten “Paşasının Başbakanı” diye damgalanmıştı.

Dün Taraf’ı dışlamak belki kolaydı ama bugün hükümete sempatik bakan yayın organlarının ellerinden Ergenekon gibi verimli bir malzemeyi almak pek mümkün görünmüyor. Başbakan bunun yerine, yaklaşan yerel seçimleri de göz önüne alarak, bugüne kadar ihmal ettiği, hatta karşısına aldığı medya kuruluşları ve gazetecilere açılarak belli bir denge tutturmaya çalışabilir.

Muhalefetle diyalog

Cumhurbaşkanı Gül’ün durumu Erdoğan’a göre, bir açıdan daha kolay, diğer açıdan daha zor. Dünkü yemekten son derece memnun kalan, en çok da “özlediğimiz bir toplantıydı” diyen katılımcıların memnuniyetine sevinen Gül’ün erkler arasında açılan diyalog kanallarını topluma da taşıma gibi bir düşüncesi var, ama bunun nasıl olabileceği belirsiz. Aslında CHP ve MHP’li TBMM başkanvekillerini de yemeğe katmak iyi bir düşünceymiş ancak Güldal Mumcu’nun katılamayacağını söylemesiyle hayata geçirilememiş. Köşk’ün ne yapıp edip ana muhalefet ile diyalog mekanizmalarını inşa etmesi gerekiyor.

Bir diğer sorun da medya. Köşk’ün cevabını aradığı soru şu: Basın özgürlüğüne halel getirmeden medyanın “sorumlu yayıncılık” a davet edilmesinin yolu yordamı ne olabilir? Bildiğim kadarıyla bunun cevabı en azından şimdilik bulunabilmiş değil. Yakında medya yöneticileri ve/veya sahipleriyle biraraya gelmeler söz konusu olabilir.

Yazının devamı...

Peki toplumu kim biraraya getirecek?

Cumhurbaşkanı Gül, “devletin başı” sıfatının altını kalın bir şekilde çizecek adımlar atmaya özel önem veriyor. Yasama, yargı ve yürütmenin başkanlarını Köşk’te bir öğle yemeğinde biraraya getirmenin esas olarak bu amaca yönelik olduğunu kestirebiliriz. Her ne kadar bu yemek fikri Gül’ün kafasında geçen Aralık ayında şekillenmiş olsa da, çok kritik bir zamanda gerçekleşiyor olması, onun sembolik ve reel anlamlarını kat kat artırıyor.

Nasıl bir tonda ve yoğunlukla ele alınır, bilmemiz mümkün değil ancak bugünkü yemeğin Ergenekon soruşturmasının gölgesinde geçeceği ve konunun bir şekilde gündeme geleceği muhakkak. Zira soruşturmanın kat ettiği evreler, bunların kamuoyuna aktarılması ve kamuoyu tarafından algılanması bir dizi sorun, tartışma, çatışma ve cepheleşmeyi de beraberinde getiriyor.

10. dalgayla birlikte, soruşturmaya başından beri kuşkuyla bakan çevrelerin bildik itirazlarına ek olarak yeni aktörler de rahatsızlıklarını dile getirdi. Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ önce Erdoğan, ardından Gül ile görüştü. Yargıtay Başkanlar Kurulu olağanüstü toplandı. TSK bir açıklamayla “masuniyet karinesi” ilkesine riayet edilmesini, yani mahkeme tarafından suçlu bulunana kadar herkesin suçsuz kabul edilmesini talep ederek, zan altındaki emekli ve muvazzaf personeline bir bakıma sahip çıktı. Daha sonra Gül’ün TRT’nin Tuncay Güney yayınının ardından yaptığı kısa ama hayli uyarıcı açıklama dikkatleri çekti. Son olarak emekli Albay Abdülkerim Kırca’nın intiharı, bundan bazı medya kuruluşlarının “yargısız infazı”nı sorumlu tutan TSK’nın epey sert tepkisine yol açtı.

Sistemin yeniden inşası

Kuşkusuz Ergenekon süreci, geleneksel iktidar seçkinleriyle merkeze yeni taşınanlar arasındaki iktidar savaşının doğrudan bir sonucu olarak okunabilir. Fakat son günlerde yaşanan bazı gelişmeler, birbirleriyle çatışma halindeki farklı iktidar odaklarının, sürecin denetimden çıkma ihtimalinden kaygılandıklarını gözler önüne seriyor. Diğer bir deyişle, kimilerince “sistemin yeniden yapılanması”na hizmet etme iddiasındaki Ergenekon soruşturması, yerine yeni bir şey koy(a)madan eski sitemin dağılmasına yol açabilir. Veya yeni inşa edilecek sistem eskisinden daha beter olabilir. İşte bu riskler, farklı iktidar seçkinlerini, geminin batması durumunda hep birlikte boğulacaklarını düşünmeye itmiş olabiler ve bu da kolektif olarak yeni bir iktidar paylaşımına kapı aralayabilir.

Kuşkusuz tek bir yemeğe bu kadar derin anlamlar yüklemiyorum. Fakat bugünkü yemek, eğer başarılı olursa, devletin farklı organları arasında yeni bir mutabakatın startı olma şansına sahip. Tabii bunun büyük ölçüde bir protokol yemeği olma, hatta daha kötüsü, mevcut anlaşmazlıkları daha da derinleştirme ihtimali de var.

Önce toplumsal uzlaşma

Evet, Gül’ün aldığı bu inisiyatif pekala hayırlı sonuçlara neden olabilir. En ideal anlamıyla devlet kurumları arasında tam bir mutabakatın oluşmasının tabii ki toplum üzrinde olumlu etkileri olacaktır. Fakat bunun yeterli olduğunu sanmıyorum. Çünkü Türkiye birkaç yıldır birçok konuda çok derin yarılmalar yaşıyor ve toplum uzlaşmaz kutuplara ayrılıyor. Ergenekon soruşturmasının bu cepheleşmeyi daha da kızıştırdığını biliyoruz. İşin kötüsü, toplumun bağrında çatışan tarafları biraraya getirme arayışları ve şansı her geçen gün azalıyor. Bir toplumsal uzlaşma arayışı içine girilecek olsa bile bunun kişi ve kurumları ortada gözükmüyor. Örneğin TBMM’deki ve dışındaki siyasal partilerin bu konuda çabaları olmadığı gibi tam tersi yaşanıyor.

Uzlaşmanın önce toplumda aranması gerektiğine inanan biri olarak, bunun zemininin olmadığı bir anda gerçekleşen bu yemeğin çok büyük değişikliklere vesile olabileceğini düşünmüyorum.

Yazının devamı...

Ergenekon’da dört temel tartışma konusu

1- Soruşturmaya sivil toplum desteği

“Susurluk kahramanı sivil toplum neden Ergenekon’da devreye girmiyor?” sorusu ciddi bir tartışmaya yol açtı. Farklı kamuoyu araştırmalarına dayanarak halkın soruşturmaya destek verdiğini ya da tam tersine ona şüpheyle baktığını kanıtlayanlar var. Bazıları “hükümet destek verdiği için sokağa çıkmaya gerek yok” diyor. Bazılarıysa Susurluk dönemindeki eylemlerin çetelere değil de Refahyol Hükümeti’ne karşı olduğunu ileri sürüyor. Bu arada görünür bir toplumsal destek olmamasını soruşturmanın yanlışlığına bağlayanlar da var. Bana göre soruşturmayı yürütenler başından beri toplumsal desteği çok önemsediler. Bu uğurda bir “psikolojik savaş stratejisi”ni devreye soktuklarını söyleyebiliriz. Ancak tam anlamıyla başarılı oldukları söylenemez. Bu saatten sonra da durumu toparlayabileceklerini sanmıyorum.

2- Susurluk-Ergenekon ilişkisi

Dün Susurluk’ta duyarlık göstermeyip Ergenekon sürecinde “demokrasi şampiyonu” kesilenler genellikle “Susurluk ahtapotun sadece bir kolu” deyip onu küçümsemeye çalışıyorlar. Dünün aktivistlerinin büyük çoğunluğuysa, savcıların başta Susurluk’u işin içine katmaya nedense pek hevesli olmamaları nedeniyle Ergenekon’a mesafeli durdu. Son dalgayla işin rengi değişir gibi oldu ama faili meçhul cinayetlerin üzerine gidilmedikçe bu mesafe kapanmayabilir. Bana göre savcılar başta olmak üzere Ergenekon destekçilerinin Susurluk konusundaki komplekslerinden bir an önce sıyrılmaları şart yoksa ne inandırıcı olabilirler, ne de daha fazla yol alabilirler.

3- Ergenekon’un dış bağlantıları

Soruşturmanın belli bir uluslararası, hatta küresel bağlam üzerinden gerçekleştiği konusunda fikir birliği var gibi ama kimin kimden yana olduğu noktasında farklı görüşler mevcut. “Ergenekon operasyonun en gerisinde İngilizler var ve Yahudilerin güdümündeki laikçi şebekeyi tasfiye ediyorlar” diyenleri (Yusuf Kaplan-Yeni Şafak) bir kenara bırakacak olursak, genellikle Washington’un Türkiye’deki, özellikle de TSK’daki “Avrasyacı” ve doğal olarak “Rusçu” eğilimlerin tasfiyesine yeşil ışık yaktığı düşünülüyor. Fakat Sabah’ta Umur Talu’nun net olarak gösterdiği gibi, ABD’deki yeni muhafazakâr odaklar bu operasyondan pek memnun değiller. Bu çevrelerin Fethullah Gülen cemaati aleyhine kampanyaya başlamış olmaları da Ergenekon’la ilişkilendiriliyor. Ben de, haklarında soruşturma yapılanların tümünün, her ne kadar kendilerine böyle bir imaj yaratmak isteseler de, “Amerikan karşıtı” olarak tanımlanmalarının sanıldığı kadar kolay olmadığını düşünüyorum. Bu bağlamda savcılardan, hem Ayışığı, Sarıkız, Eldiven gibi darbe girişimlerini de soruşturmaya dahil etmelerini bekliyorum. Ancak bu şekilde bunların arkasında kimlerin olduğunu öğrenebiliriz. Tabii bu arada, “Amerikancı” oldukları belli olan 12 Eylülcülerin de yargılanmalarını istemek de en doğal hakkımız.

4- Masuniyet karinesi

Ergenekon sürecinde birçok yöntem ve uygulama ciddi olarak eleştirildi. Bazılarının “saygın isimler niye gözaltına alınıyor?” itirazlarını evrensel hukuk ilkelerine aykırı buluyorum ama adı geçirilen herkesin zan altında bırakılması; bazı medya kuruluşları ve gazetecilerin hem savcı, hem polis, hem yargıç rolüne bürünüp insanları suçlu ilan etmeleri Ergenekon’un en mide bulandırıcı yönüdür.

Mümtazer Türköne ile yaptığımız tartışmayı hatırlatıp bu konuya açıklık getirmek istiyorum. Mümtazer, 22 Temmuz 2008’de Zaman Gazetesi’nde “sanığın mahkum olana kadar suçsuzluğu karinesi”ne dayanan bazılarının bu yolla “Ergenekon’un üzerini örtmeyi, mahkemeyi sanıklar lehine baskı altına almayı” amaçladıklarını yazmış ve savcılara olağanüstü yetkiler verilmesini savunmuştu. Bense değişik vesilelerle, savunma haklarını ayaklar altına alındığı 12 Eylül’de yargılanmış biri olmasına rağmen böyle düşünmesini kendisine yakıştıramadığımı söylemiştim. Dünkü yazısında “ortalığa saçılan dehşet manzaralarından infiale kapılıp -ben de dahil- zanlıları mahkûm edenler” diyerek yanlışını kabul etmesini takdirle karşılıyorum.

Onun 8 Ağustos 2008’deki bir başka yazısında yaptığı şu uyarıyı gözü dönmüş “anti-ETÖ’cülere” ithaf ediyorum: “Bu soruşturmanın hukuk içinde ve hukuk zemininde yürütülmesi, hukuksuzluğa karşı hukukun zaferi olması çok hayati. Hukuksuzluğun tek çaresi hukuk.”

Yazının devamı...

Tanıdığım Tuncay Güney

Tuncay Güney’le 1993 yılının sonlarına doğru çalıştığım Milliyet Gazetesi’nde tanıştım. Daha doğrusu bir gün kendisi gelip benimle tanıştı. Ben Haber Merkezi’ne bağlı muhabirdim, o ise Tevfik Yener’in çıkardığı TV ekinde, yanılmıyorsam grafik işleri yapıyordu. Üç yıl önce çıkmış olan Ayet ve Slogan isimli kitabımı okumuş olduğunu söyledi. Kitapta bir bölüm ayırmış olduğum Mektup Dergisi’ni çıkartan Emine Şenlikoğlu’nu tanıyormuş, ondan hep “Emine Abla” diye bahsediyordu. Ayrıca İran Başkonsolosluğu’na sürekli gittiğini, Başkonsolos ile dost olduğunu söylüyordu.

İlk bakışta bunlar normal gözükebilir ancak kendisi İslamcı değildi. Anladığım gibi olmaya da niyeti yoktu. Kendisinde gazeteci ya da araştırmacı havası olduğu da söylenemezdi. “Niye görüşüyorsun bu kişilerle?” diye sorduğumda “öylesine” diyor ve kendisine esrarengiz bir hava vermek istiyordu. Garip ilişkileri olduğu kesindi fakat hiçbir inandırıcı yanı yoktu. İnsanın gördüğünde dalga geçeceği türden biriydi. Ben de öyle yaptım.

1997 yılında Milliyet bünyesinde çıkan ArtıHaber adlı haftalık haber dergisinde çalışırken Tuncay’ı yeniden görmeye başladım. Dergide bir “kankası” vardı ve sık sık onu görmeye geliyordu. Halen aktif gazeteciliği sürdüren arkadaşı da onun gibi esrarengiz işler peşindeydi ve dergide peş peşe, hiçbiri yalanlanmayan ama aynı zamanda da doğrulanmayan, bir kısmı kapak olan, çok sayıda “derin” özel habere imza attı. Yıllar sonra, Güney’in polis sorgusundan ve verdiği röportajlardan, bu haberlerin kaynağının Veli Küçük ve çevresi olduğunu öğrendik. Tarihinden emin değilim ama kendisinin birkaç gün üst üste Akşam Gazetesi’nde manşet haberlere imza attığını hatırlıyorum. Özel Kuvvetler’le Kuzey Irak’a girmişti ve bir gazeteciden çok Özel Kuvvet elemanı gibiydi.

Bütün bu anlattıklarımdan sonra Güney’in Ergenekon soruşturmasının kalbinde yer alıyor olmasına itiraz etmemi bekleyenler çıkabilir. Hiç de değil. Zira Türkiye’nin “derin devleti”nin de tıpkı kendisi gibi olduğuna inanıyorum: Dıştan bakınca çok büyük, güçlü ve karmaşık; içine girilip bakılınca alabildiğine basit, kırılgan ve güçsüz. Dolayısıyla “Tuncay Güney gibi birinin böyle derin bir yapıda ne işi var?” sorusunun cevabı “Hangi derin yapı?” olacaktır.

Nitekim şu ana kadar tutuklananların profillerine, verdikleri ifadelere, aralarındaki telefon konuşmalarına ve kaleme aldıkları “ideolojik” belgelere baktığınızda en son karşılaştığınız şey “kalite” oluyor.

Bunun başta gelen nedeninin, bu kişilerin kendilerini “devletin tek ve gerçek sahipleri” olarak görmeleri, kimsenin kendilerine dokunamayacağına inanmalarıdır. Bunun verdiği aşırı güven, kibir ve özensizlikle en pespaye ilişkileri kurabilmişe, gittikleri her yerde parmak ve ayak izi bırakmışa benziyorlar.


Sol olmadan çok zor

Ergenekon üzerine birkaç gündür yazıp NTV’de söylediklerime birbirinden farklı tepkiler alıyorum. Bu tepkiler sayesinde birçok şey öğrendim:

1) Ergenekon’da şu ya da bu tarafa angaje olmuş kişiler “tarafsızlık” iddiasını “sorumluluktan kaçma” olarak yaftalamaya çalışıyorlar. Taraf tutmamanın, tavır almama anlamına gelmediğini anlamak veya kabullenmek istemiyorlar.

2) Sağcıların sol karşısındaki eziklikleri aynen sürüyor.

3) Bu ezikliği gizlemek için solu, Ergenekon sanığı bazı isimler ve Deniz Baykal ile özdeşleştirmeye çalışıyorlar.

4) Türk solunun ana damarını oluşturan kesimlerse, birçok olayda olduğu gibi Ergenekon’da da iki arada bir derede kalmış durumdalar ve kendi dillerini yaratmanın (veya hatırlamanın) sancısını çekiyorlar.

5) Türk sağcılarının “devletçi” çizgiden kurtulabilmeleri onca yaşananlara rağmen hâlâ çok zor. Ergenekon soruşturmasına en fazla desteğin onlardan geldiği düşünülecek olursa, “sonuna kadar” yerine “devletin ilgili kurumları izin verdiği yere kadar” gidileceğini öngörebiliriz. Bu da maalesef tam demokrasi anlamına gelmeyecek.

Yazının devamı...

Susurluk kahramanı sivil toplum Ergenekon’da neden devrede değil?

28 Şubat sürecinin etkilerinin sürdüğü günlerde, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı 9-11 Temmuz 1999 tarihlerinde 2. Abant Toplantısı’nı düzenledi. Prof. Mehmet Aydın’ın (şimdiki Devlet Bakanı) başkanlığında, Prof. Ali Bardakoğlu (şimdiki Diyanet İşleri Başkanı), Prof. Burhan Kuzu (şimdiki TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı), Gündüz Aktan (yakınlarda kaybettiğimiz MHP Milletvekili), Mehmet Ocaktan (şimdi AKP milletvekili) gibi isimlerin de yer aldığı toplantıda ben de tartışmacı olarak davetliydim. Oturumların birinde, herkesin aklından geçip ifade etmekten çekindiği bir konuyu, 28 Şubat sürecini masaya yatırmaya çalıştım. “Türkiye’de devletten bağımsız sivil bir İslami hareket olmuş olsaydı, 28 Şubat sürecine karşı sivil itaatsizlik eylemleri düzenlenebilirdi” deyince o dönem Fethullah Gülen cemaatinin etkin isimlerinden olan, vakfın eski başkanı Latif Erdoğan epey hiddetlendi ve 11 Temmuz 1999 tarihli Hürriyet Gazetesi’nin kayıtlara geçirdiği gibi “Sen ne demek istiyorsun? Ayaklanma mı olması gerekirdi? Provoke mi ediyorsun?” diye gürledi. Bereket katılımcılar arasında “sivil itaatsizlik” teriminin anlamını ve Thoreau, Gandi gibi teorisyen ve uygulayıcılarını bilenler vardı. Örneğin Porf. Niyazi Öktem “sivil itaatsizlik”in ayaklanma değil pasif direnme anlamına geldiğini söyledi.

Hükümet yetmez

Yaklaşık 10 yıl önceki bu anekdotu günümüzdeki “Susurluk ile Ergenekon arasındaki ne tür ilişki ve farklar var?” tartışmasına katkıda bulunmak için aktarıyorum. Zira Susurluk ile Ergenekon arasında bir devamlılık olup olmadığını anlayabilmek için şu hayati soruya yanıt vermek gerekiyor: “Türkiye’de sivil toplum inisiyatifi denince akla Susurluk ve Marmara depremi geliyor. Neden dün Susurluk olayında ‘temiz bir toplum’ için sokaklara dökülen, ‘sürekli aydınlık için bir dakika karanlık’ta kalan onca insan bugün Ergenekon’da benzer bir duyarlık göstermiyor?”

“Dün sivil toplum, devlet kurumlarının bütün engellemelerine rağmen mücadele yürütüyordu, halbuki bugün başta hükümet olmak üzere devletin birçok kurumu Ergenekon soruşturmasına destek veriyor” diyenler var. Başkaları da “AKP yüzde 50’ye yakın oy almıştı” deyip şöyle devam ediyorlar: “Dolayısıyla Ergenekon soruşturmasına toplumun en az yarısı destek veriyor.”

İlk bakışta bu iki akıl yürütme de makul gözüküyor fakat kim ne derse desin, hükümet başta olmak üzere birçok devlet kurumunun sonsuz desteği Ergenekon’da sorunsuz bir şekilde sonuna kadar gidilmesine yeterli olamıyor. Çünkü olayın sivil toplum ayağı çok ciddi bir şekilde eksik. Bu nedenle medya üzerinden çok ciddi kampanyalar yürütülüyor.

AKP’ye oy vermiş insanların bu boşluğu doldurmaya yetmediği de ortada. Bunun başlıca nedeni de, yazının girişinde anlattığım örnekte de görüldüğü gibi, Türkiye’nin muhafazakâr ve milliyetçi kitleleri geleneksel olarak devleti sarsabilecek hareketlerden kaçınıyorlar. Yakın tarihimiz bize sağ’ın sokaktan korktuğunu; devlete karşı protestoların sol’dan, buna karşı devlete desteğin de sağ’dan geldiğini gösteriyor.

Solu kazanmak

Susurluk döneminde Türk solu, dıştan bakıldığında çok cılız olmakla birlikte muazzam bir performans göstermişti. O günlerin, güçlerinin çok üstünde bir performans gösteren aktivistleri bugün Ergenekon konusunda tereddütlüyse, bunun sorumlusu asla kendileri değildir. Yani Ergenekon soruşturmasına şu ya da bu şekilde “Ergenekoncu, darbeci” gibi saçma yaftalarla mahkûm etmeye kalkanlar aynada kendilerine bakmalılar. Eğer gerçekten Türkiye’de darbelerin son bulmasını istiyorlarsa, bunda samimilerse solu kazanmak zorundalar.

Fakat o kadar kendilerinden emin, o kadar kibirli ve o kadar hâlâ sol düşmanılar ki bu yolda herhangi bir çabaya yönelmiyor; bunun yerine solun temel değerlerini, sembol isimlerini karalamaya yelteniyorlar.

Amaçlarına ulaşamayacakları çok açık ve sırf onların yüzünden Türk demokrasisi çok büyük bir fırsat kaçırıyor.

Yazının devamı...

Ne savcıyım ne avukat

Ne zamandır siyasi gündemimizi esas olarak Ergenekon soruşturması belirliyor. Fakat uçlarda yer alanlar, yani soruşturmayı kayıtsız şartsız destekleyenlerle, kayıtsız şartsız karşı çıkanlar dışında toplumun ezici bir çoğunluğunun kafası karışık. Her yeni dalga, yeni isimler, yeni iddia ve kanıtlar bu kafa karışıklığını kısmen gideriyor, sıklıkla da derinleştiriyor. Çünkü son derece köklü ve karmaşık bir olguyla karşı karşıyayız. Her ne kadar Ergenekon denen olgu bir “terör örgütü” olarak lanse edilse de bunun belli bir toplumsal desteğe sahip olan “ulusalcı” akımla çok derin bağları olduğunu, ulusalcıların nicedir AKP’ye karşı en sert muhalefeti yürüttüğünü biliyoruz.

Dolayısıyla son derece zor ve hayati bir soruyla karşı karşıyayız: Gerçekten ülkeyi kaosa sürükleyip darbe yapmak isteyenlerden oluşan bir “terör örgütü” mü etkisiz hale getirilmek isteniyor, yoksa AKP iktidarının en gözükara muhaliflerinin oluşturmaya çalıştığı ulusalcı blok tasfiye mi edilmek isteniyor? Birinci şıkkı savunanlara göre söz konusu olan sadece adli bir süreçtir. Kimse bağımsız yargı organlarının işine karışmamalı ve adaletin tecelli etmesini beklemelidir. İkinci şıkkın geçerli olduğunu düşünenlerse bu soruşturmanın tepeden tırnağa siyasi olduğunda ısrar ediyor ve AKP iktidarının Ergenekon aracılığıyla bir “korku imparatorluğu” inşa etmek istediği uyarısını yapıyorlar.

Müthiş bir iktidar savaşı

Birinci grupta yer alanlar, örneğin Başbakan Erdoğan, kendilerini “Ergenekon’un savcısı”, ikinci gruptakiler de, örneğin CHP Lideri Baykal, kendilerini “Ergenekon’un avukatı” olarak tanımlamaktan çekinmiyorlar. Benim gibi “ortayolcular” ise “ne savcı ne avukat” olmaya talipler. Zira şahsen Ergenekon’da iki yönün birden geçerli olduğunu, hatta bunun içine üçüncü bir boyutun eklenmesi gerektiğini düşünüyorum. O da şudur: Bazı grup, çevre ve kişiler bu süreçte AKP ile kader birliği etmekle beraber, esas olarak rakip (hatta düşman) gördükleri diğer grup, çevre ve kişileri zor durumda bırakmak, hatta tasfiye etmek istiyorlar. Hatta bu kesimler birçok durumda kraldan çok kralcı olabiliyor ve böylece AKP’yi de sık sık zor durumda bırakabiliyorlar.

Şunu söylemeye çalışıyorum: Ergenekon soruşturmasının “darbecilere karşı demokrasinin korunması” yönü kesinlikle var ve bu bakımdan kendini demokrat hisseden herkesin en geniş desteğini hak ediyor. Fakat bu açı tek başına yeterli değil. Daha öncede yazmış olduğum gibi “demokrasi mücadelesi” nin çok daha ötesinde bir iktidar savaşı yaşanıyor Türkiye’de. Ne ülkenin yönetiminde yıllarca etkili olmuş kurum ve kişiler yerlerini devretmeye; ne de yeni gelenler iktidarı eskilerle paylaşmaya yanaşmak istemiyorlar. Her iki gücün de ayrı ayrı, içerde toplumsal, dışarıdaysa stratejik ortakları veya destekçileri var.

Kimseye kefil değilim

Dün “taraf olan bertaraf oluyor” diye yazmıştım. Bu önermeyi kolaylıkla Ergenekon olayına da taşıyabiliriz. Şu ana kadar gözaltına alınan isimlerin büyük bir bölümünü biliyorum, bir kısmınıysa şahsen tanıyorum. Bunların hiçbiriyle herhangi bir siyasi bir yakınlığım yok ve bundan şikayetçi değilim; onların da bana karşı aynı duyguları beslediklerin düşünüyorum. Yani hiçbir Ergenekon sanığına kefil değilim, ancak bunların istisnasız her birinin hak ve özgürlüklerinin (adil yargılanma, özel hayatın gizliliği vs.) her türden ihlaline sonuna kadar karşı çıktım ve çıkacağım. Soruşturmayı yürüten savcıları tanımıyorum ama bugüne kadar yaşananlardan hareketle onlara da kefil olmam asla söz konusu olamaz. Kaldı ki medyada gözüpek çok sayıda destekçileri olduğu için benim desteğime ihtiyaçları herhalde yoktur. Elinden geldiğince “sivil gazetecilik” yapmaya çalışan biri olarak soruşturmayı yürütenlerin medyayla kurdukları ilişkinin alabildiğine rahatsız edici olduğunu vurgulamak isterim. Onların toplumu bilgilendirme yerine adeta bir “psikolojik savaş stratejisi” izliyor olmaları, benim gibi “derin devlet” yapılanmalarının tamamının tasfiyesini içten bir şekilde arzulayanların keyfini kaçırıyor, hevesini kırıyor ve kafalarındaki soru işaretlerini çoğaltıyor. Ergenekon’u anlamak ve bu konuda tavır belirlemek için her iki kutubun bize anlattıklarına kuşkuyla bakmamız, bol bol soru sormamız ve bunların cevaplarını da savcı veya avukatlardan beklemememiz gerekiyor. Özetle işimiz çok ama çok zor.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.