Şampiy10
Magazin
Gündem

Erdoğan’ın yakın çevresi 22 Temmuz’u aşacaklarına inanıyor

AKP’liler 29 Mart yerel seçimlerinden nasıl bir sonuç bekliyor? Bir süredir iktidar partisinin değişik kademelerindeki isimlerle konuşarak bu sorunun cevabını almaya çalışıyorum. Bundan yaklaşık bir ay önce AKP’liler daha moralsiz ve özgüvensizdi. Çoğu, oy oranı için rakam telaffuz etmekten kaçınıyor, edenlerse beş yıl önceki yerel seçimde elde etmiş oldukları yüzde 41.6’yı koruyacaklarını söylüyordu. Çıtayı 22 Temmuz 2007 genel seçimlerine ve burada aldıkları yüzde 47’ye çeken hemen hemen hiç yoktu.

Bu nedenle dün Başbakan Erdoğan’a yakın bir ismin, kendinden çok emin bir şekilde “Göreceksin 29 Mart’ta 22 Temmuz’u da aşacağız” demesi beni çok şaşırttı. Muhatabım bu söylediğinin bir “temenni” olmadığını, Başbakan’a sunulan bir kamuoyu yoklamasının sonucu olduğunu vurgulayınca durum daha ilginç bir hal aldı. Kendisine, bunda herhalde Davos olayının etkisinin bulunduğunu söylediğimdeyse çok çarpıcı bir itirazla karşılaştım: “Hayır, çünkü ben bu anketi Davos olayından bir gün önce gördüm.”

Sözünü ettiği anketi görmedim, nasıl, hangi koşullarda yapılmış olduğunu bilmiyorum ancak bana ondan söz eden kişiye kesinlikle güveniyorum. Dolayısıyla anketin doğru olup olmadığı tartışmasını şimdilik bir kenara bırakıp şunu söyleyebiliriz: Erdoğan ve yakın çevresi, daha Davos yaşanmadan, partilerinin 29 Mart’ta yüzde 50’yi zorlayacağı bilgisine sahiptiler. Davos olayından sonraysa yüzde 50’yi kesinlikle aşacaklarını düşünüyor olmalılar.

AKP’nin dezavantajları

Peki bu mümkün mü? Kesinlikle imkansız değil, ama çok kolay olmadığı da ortada. 1980 sonrası Türk siyasi hayatında, oylarını düzenli bir şekilde artıran partilerin (ANAP, DYP, SHP, DSP, RP-FP) bir noktadan sonra inişe geçtiklerini ve o andan sonra bir daha kendilerini kolay kolay toparlayamadıklarına tanık olduk. Bunun belki de yegane istisnası inişli-çıkışlı bir grafik izleyen MHP’dir.

İşte kimilerin 22 Temmuz 2007 seçimlerini AKP’nin zirvesi olarak görüp 29 Mart 2009’u da “sonun (en azından inişin) başlangıcı” olarak değerlendirme eğiliminde. İlk bakışta isabetli bir yaklaşım gibi görünüyor. Hele Türkiye’nin de tam seçim döneminde küresel krizden şiddetli bir şekilde etkilendiği göz önüne alınırsa. Bunun dışında AKP için bir dizi olumsuz faktör daha söz konusu. Örneğin:

1) AKP çok kazanmak istediği Diyarbakır, İzmir, Eskişehir, Mersin, Adana gibi illerde çok parlak adaylar gösteremedi.

2) Ankara, Samsun, Erzurum gibi büyükşehirler ve birçok ilde hayli yıpranmış başkanlarla yola devam edilmek zorunda kalındı.

3) CHP İstanbul ve Ankara’da, belki de bulabileceği en güçlü adayları çıkardı.

4) Kemal Kılıçdaroğlu’nun dile getirdiği ve Erdoğan ailesini de kapsayan yolsuzluk, usulsüzlük ve kayırmacılık iddiaları AKP’yi sarsmaya devam ediyor. Bu arada MHP’li Oktay Vural’ın Melih Gökçek’e yönelik suçlamalarını da hesaba katmak şart.

5) Kim ne derse desin, CHP’nin çarşaf ve Kuran kursu açılımları, muhafazakâr kesimin bu partiye yönelik bakışında belli bir yumuşamaya yol açtı.

AKP’nin avantajları

Fakat AKP için bardağın dolu tarafı da var. Öncelikle Davos’un yarattığı (ve benim başından beri eleştirdiğim) “milli heyecan”ın kesinlikle sandığa yansıyacağını kabul etmemiz gerekir. Ardından AKP’nin 6 yılı aşkın bir süredir ülkeyi tek başına yönetiyor ve buna bağlı olarak partili belediyelere devlet imkanlarını daha fazla sunuyor olmasını hesaba katmalıyız. AKP’ye, 22 Temmuz’da da hayli oy getiren sağlık, eğitim ve ulaştırma alanındaki yatırımlarını akılda tutmalı ve yoksullara devlet imkanlarıyla sunulan sosyal yardımları da muhakkak eklemeliyiz.

AKP’nin 29 Mart seçimlerine siyaseten de çok avantajlı girdiğini söylemek mümkün. CHP, ner ne kadar son dönemde belli bir ivme yakalamış olsa da, ne genel olarak, ne de tek tek adaylar bağlamında nasıl bir belediyecilik yapacağı konusunda doyurucu bir program geliştirebilmiş değil. 22 Temmuz’da yüzde 14 oy almış olan MHP ise, geleneksel olarak yerel yönetimlerde zayıf olduğu için, il genel meclisi seçimlerinde belli bir oy yakalayabilse de etkili belediye başkanlıkları kazanabilecek gibi gözükmüyor. DTP’ninse varını yoğunu ortaya koyup Diyarbakır ve Batman’ı kaptırmamak, hatta Van, Siirt ve Mardin’i kazanmak için uğraşacağını söyleyebiliriz. Bir de tabii Saadet Partisi var. Numan Kurtulmuş ile yeni bir hava yakalamış olan SP, AKP’nin hızınız kesilmesini umanların en fazla yakın takibe aldığı parti durumunda. Ancak AKP muhaliflerinin beklentilerini karşılayıp karşılamayacakları, daha önemlisi karşılamak isteyip istemedikleri bir muamma.

Son olarak, 22 Temmuz’da DP’nin (eski DYP) yüzde 5, Genç Parti’nin yüzde 3 oy aldığını hatırlayalım. 29 Mart’ta pek varlık gösteremeyecekleri açık olan bu partilerin oylarının nerelere gidebileceğini sorgularsak, AKP’nin yüzde 47’yi de aşıp aşamayacağı sorusuna daha kolay yanıt verebiliriz.

Yazının devamı...

Erdoğan; Demirel, Özal ve Erbakan’ı harmanlıyor

AKP Lideri Erdoğan toplam 60 illik miting maratonunun startını dün Kocaeli’nde verdi. AKP için Kocaeli’nin birkaç anlamı birden var.1994 ve 1999’da Sefa Sirmen’in üst üste belediye başkanı seçildiği Kocaeli bir zamanlar “merkez solun kalesi” olarak biliniyordu. 2004’teyse AKP İbrahim Karaosmanoğlu’nu aday göstermiş ve açık farkla seçimi kazanarak bu imajı yıkmıştı. Şimdi yine Karaosmanoğlu ile yarışa giren AKP’nin, baş rakibi CHP’ye, hele onun adayı Sefa Sirmen’e karşı kaybetmesi küçük çaplı bir “devrim” olacaktır.

CHP’nin “çarşaf”tan sonra “Kuran kursu” açılımının Kocaeli’nde, Sirmen tarafından yapılmış olması da bu ile daha fazla önem atfetmeyi gerektiriyor. Erdoğan daha önce, CHP’nin bu açılımından rahatsız olduğunu düşünmemize yol açacak sözler sarf etmişti. Dün Kocaeli’nde üslubunu değiştirdiğini gördük. “Hangi dağda kurt öldü? Bu milletin taleplerini birdenbire hatırlamalarının sırrı nedir?” diye soran AKP Lideri “her şeye rağmen güzel oldu” diyerek, tıpkı “çarşaf açılımı”na yaptığı gibi “Kuran kursu açılımı”na da destek verdi.

Bununla birlikte konuşmasında CHP’ye çok sert sözlerle yüklenmekten geri kalması. “CHP zihniyeti kirli, bereketsiz ve müfteridir” diyen Erdoğan’ın, her ne kadar Kemal Kılıçdaroğlu’nun ismini telaffuz etmese de, ondan ve onun oğlu ve gelini hakkında dile getirdiği iddialardan rahatsız olduğu anlaşılıyordu. Kılıçdaroğlu’nun iddiaların devamının geleceğini duyurmuş olmasından hareketle, bu yerel seçimlerde Erdoğan-Baykal çatışmasından çok Erdoğan-Kılıçdaroğlu kapışmasının öne çıkabileceğini öngörebiliriz.

Davos enerjisi
Dün itibariyle Erdoğan’ın sinirlerine hakim olduğunu gördük, fakat iddiaların yoğunlaşarak sürmesi halinde neler olabileceğini kestirmek güç olmasa gerek. Hele Davos’taki çıkışının gördüğü geniş destek göz önüne alınırsa. Nitekim dün miting alanını süsleyen pankartların çoğunda Davos referansları öndeydi. “Peres’i presleyen” Erdoğan “dünya başbakanı” ve “dünya lideri” ilan edilmişti. “Dik dur, eğilme, bu millet seninle!” sloganından çok memnun olan AKP Lideri “Hayırdır, eğildik mi?” diye sorup “Bu milletin onuruna asla kara leke sürdürmedik” diye devam edince, doğal olarak alandakiler “Davos fatihi” diye tezahürata başladılar. Yine de Erdoğan’ın kendi başına Davos’u gündeme getirmediğinin ve işi tadında bırakıp hemen icraat anlatmaya devam ettiğinin altını çizelim.

Evet AKP Lideri, 2004 ve 2007 seçim kampanyalarında olduğu gibi, bu sefer de siyasi tartışmalarla coşturduğu seçmenine bol bol yaptıklarını ve yapacaklarını anlatacağa benziyor. Konuşmasında bol bol rakam veren Erdoğan’ın, birçok kez “burayı dikkatle dinleyin” diye uyarması dikkat çekici. Zaten CHP’ye yönelik en can alıcı eleştirilerini de halka götürülen ve götürülemeyen hizmetler ve AKP ile CHP’li belediyelerin karşılaştırılması bölümlerinde getiriyor.

Büyük düşünen AKP
AKP’nin bu seçim kampanyasında ana sloganı “Sen Türkiyesin, büyük düşün!” Dün bunun “sen Kocaelisin, büyük düşün” versiyonunu gördük. Anlaşılan Erdoğan her ile bu sloganı uyarlayacak. Açıkçası iyi bulunmuş bir slogan. Hem Adalet Partisi döneminde Süleyman Demirel’in “kalkınma”yı gözeten “Büyük Türkiye”sini, hem de Refah Partisi döneminde Necmettin Erbakan’ın, Osmanlı Devleti’ni ima eden ve siyasi yönü ağırlıklı olan “Yeniden Büyük Türkiye”sini hatırlatıyor. Yani Erdoğan’ın “Sen Türkiyesin, büyük düşün!” diyerek, Türk merkez sağ partilerinin, özellikle de Turgut Özal’ın pragmatizmiyle Milli Görüş hareketinin idealizmini harmanlamak istedeğini ileri sürebiliriz.

“Peki miting nasıldı?” diye sorulacak olursa... 2004’te Erdoğan’ın 2004 yerel ve 2007 genel seçimler öncesi aynı meydanda düzenlemiş olduğu mitingleri de izlemiştim. Dün yoğun yağmura rağmen eski mitingleri aratmayacak bir kalabalık bir araya gelmişti ve Davos’un da verdiği heyecanla kalabalık epey coşkuluydu. Öte yandan AKP’nin (ve Erdoğan’ın) önceki kampanyalardan ders çıkararak her seçimde daha da profesyonelleştiği bariz bir şekilde gözlenebiliyor. Bunda maddi imkanlarının geniş olmasının muhakkak rolü vardır fakat AKP ve Erdoğan’ın yaptıkları işi çok ciddiye aldıkları, buna inandıkları ve epey gayret gösterdikleri de ortada.

Yazının devamı...

Açılmak kapanmaktan iyidir

CHP Lideri Baykal’ın çarşaflı kadınlara üyelik rozeti takması “doğru” ama “eksik” bir adımdı. En önemlisi bu adım, bütünlüklü bir yeni stratejinin bir parçası olmaktan çok bir “seçim yatırımı” olarak algılandı. Nitekim transferlerden bazılarının, destekledikleri kişi aday gösterilmediği için, geldikleri gibi törenle CHP’yi terk etmeleri; geri kalanlarınsa, destekledikleri isim aday gösterildiği için partide kalmaları bunun “stratejik” değil “taktik” bir adım olduğunu bizlere gösterdi.

Son olarak CHP Kocaeli adayı Sefa Sirmen’in “her mahalleye bir Kuran kursu” olarak özetlenen vaadi de hiç kuşkusuz, esas olarak bir seçim taktiğidir. Her şey bir yana, Sirmen yıllardır sosyal demokrat siyaset içinde; belediye başkanlığı ve milletvekilliği yaptı. Bütün bu süre zarfında onun dindarlara yönelik herhangi bir açılım yapmış olduğunu şahsen hatırlamıyorum. Diğer bir deyişle, CHP eğer Kocaeli’nde yepyeni bir ismi aday gösterseydi ve o kişi bu vaadi dillendirseydi “CHP’de ilginç, yeni şeyler oluyor” deme şansımız olabilirdi. Fakat dile getiren Sirmen, destek veren de Baykal olunca insan temkinli davranmak zorunda kalıyor.

Herkesin ezberi bozuluyor

Tıpkı çarşaf konusunda olduğu gibi, Kuran kursu vaadi üzerine de dile getirilecek nice itiraz, sorulacak nice soru var. Ama bir yerden sonra bunların hepsini bir kenara itip “Bu adımlar iyi mi oldu, kötü mü?” diye sormak lazım. Bence iyi oldu. Diyelim ki hem çarşaf, hem Kuran kursu açılımı sadece ve sadece birer seçim yatırımı olsun; diyelim ki bunların hiçbirinin arkası gelmesin, hatta kısa sürede fos çıksınlar... Yine de bunlar hem parti olarak CHP, hem CHP tabanı, hem de genel olarak tüm Türkiye için özünde hayırlı adımlardır.

CHP’nin gerek tavanı, gerek tabanında bu adımlardan derin bir şekilde rahatsız olanların bulunduğu muhakkaktır, fakat ilginç bir şekilde bazılarının sandığı (ve umduğu) gibi CHP bu yüzden ortadan ikiye yarılmadı. Bunun bir nedeni, hiç kuşkusuz yaklaşan seçimler öncesi birlik havasından çıkmayı kimsenin arzulamamasıdır. Öte yandan her iki mütevazı adımla CHP’nin ciddi bir şekilde kendisinden söz ettiren bir parti olması itirazcıların seslerini kısmalarına yol açtı. Fakat esas neden, CHP tabanın bugüne kadar laiklik konusunu zorlama bir şekilde herşeyin önüne geçirmiş olması, hep tek boyutlu ve ezberden tartışması; bütün bunlara bağlı olarak da zamanla yorulup sıkılmış olmasıdır. Nitekim tabanın büyük kısmının da en azından sessizce onay verdiği bu adımlar sayesinde CHP tabanı daha zengin bir laiklik tartışmasıyla tanıştı. Bu sayede dindar kesimlere yönelik önyargılar, önkabuller sarsıldı, mesafeler kısaldı.

Bu iki tartışmalı ve sorunlu adımla CHP’nin muhafazakâr seçmenden hatırı sayılır bir oy alacağını sanmıyorum; CHP yöneticilerinin de böyle bir beklentileri olduğunu düşünmüyorum. Fakat CHP şu ya da bu şekilde, şu ya da bu nedenle atmış olduğu bu adımlarla sadece kendi ezberlerini değil rakiplerininkini de bozdu. Çarşaf açılımını nerdeyse kayıtsız şartsız desteklemiş olan AKP Lideri Erdoğan’ın Kuran kursu vaadinin ardından CHP’ye sert eleştiriler yöneltmesinin herhalde bir (hatta çok) anlamı olsa gerek.

Yazının devamı...

Dört soruda anti-semitizm

Anti-semitizm (Yahudi düşmanlığı) tüm dünyayı yıllardır ciddi biçimde rahatsız eden, fakat ülkemizde hakkında pek fazla konuşulmayan, üzerine araştırma yapılmayan bir olgudur. İsrail’in Gazze saldırılarıyla yaşanan gelişmeler anti-semitizmin tırmanıp tırmanmadığı tartışmaları üzerine konuyla ilgili bazı temel soruların cevaplanması gerektiğini düşünüyorum. Bu kaygıdan hareketle kaleme aldığım bu yazıyı, Yahudi tarihi ve bağlı olarak anti-semitizm konusunu araştıran ender isimlerden Rıfat Bali’nin bilgi ve görüşlerinden geniş ölçüde istifade ederek hazırladım. Amacım anti-semitizm tehlikesinin anlaşılması ve bununla etkili bir mücadele için katkıda bulunmaktan başka bir şey değildir.

1) Anti-semitizm nedir?

Kabaca Yahudilere yönelik nefret ve düşmanlığa anti-semitizm denir. Herhangi bir yerde işler kötüye gittiğinde bunlardan Yahudileri sorumlu tutmak, onları insanlığa kötülük etmek için komplolar kurmakla suçlamak anti-semitizmin en açık tezahürleridir. Herhangi bir şahsın, grubun ya da devletin işlediği suçlardan tüm Yahudileri sorumlu tutmak; Yahudileri insanlık dışı veya şeytani olarak tanımlamak; Yahudilerin ekonomi, medya, hükümet ve diğer sosyal kurumları denetlediklerini ileri sürmek de anti-semitizm olarak görülebilir.

2) Türkiye’de anti-semitizm var mı?

Değişik düzeylerde olsa da ülkemizde hep anti-semitizm olmuştur. Bali bunu iki dönemde incelememiz gerektiğini vurguluyor. Tek parti döneminde, ekonomik açıdan daha iyi durumda olan azınlıklara karşı nefret ve düşmanlıktan en büyük payın, hem sayıca daha kalabalık, hem statü olarak daha üstte olan Yahudilere düştüğünü söyleyen Bali, o dönemde azınlıkları karalayan karikatürlerin yüzde 98’inin Yahudileri hedef aldığı örneğini veriyor. Çok partili dönemde, dini grupların yavaş yavaş ortaya çıkmasıyla birlikte İslami argümanlarla bezeli bir anti-semitizmin şekillendiğini söyleyen Bali, 1948’de İsrail devletinin kurulması; 1967 ve 1973’de Arap-İsrail savaşları; 1969’da Kudüs’te Mescid-i Aksa’nın yakılması gibi tarihi olaylar tüm İslam dünyasında olduğu gibi Türkiye’de de anti-semitizmi kamçıladığını belirtiyor. Bali, Yahudi düşmanlığının Sabetaycılar (Dönmeler) ve Masonlara karşı hareketlerle iç içe geçmiş olmasına dikkat çekiyor. Bu noktada, bazı muhafazakâr şahıs ve grupların sırf Selanik doğumlu olduğu için Atatürk’ün “dönme” olduğunu ileri sürdüklerini ve buradan hareketle ülkemizdeki laik sistemi “bir dönme/Yahudi komplosu” olarak gördüklerini hatırlatalım. Son yıllarda Sabetaycılık karşıtı yayınların çoğalmış olmasına rağmen Atatürk’e yönelik kara propagandaların azalmış olması çelişki gibi görünebilir, fakat bunda, işin içine sol iddialı kişi ve grupların dahil olmasının rolü büyük.

3) Anti-siyonizm ile anti-semitizm arasında ne fark var?

Vikipedi siyonizmi “amacı Filistin’de milli unsurlardan oluşan bir Yahudi devleti kurmak ve bu devleti desteklemek olan milliyetçi Yahudi hareketi” olarak tanımlıyor. Anti-semitik olmakla suçlanan pek çok kişi -ki bunlar sadece dini muhafazakâr kesimlerden değil, mesela soldan da geliyor olabilir- kendilerinin anti-siyonist olduklarını ve İsrail devletinin politikalarını eleştirdiklerini söylüyorlar. Peki bir kişinin Yahudiliği mi, yoksa İsrail’in politikalarını mı eleştirdiğini nasıl anlayabiliriz? Bali’ye bu soruyu yönelttiğimde kısa bir cevap verdi: “O kişiye İsrail devletini meşru görüp görmediğini sor.” Gerçekten de BM kararlarına riayet eden (yani öncelikle 1967 öncesi sınırlarına çekilen) bir İsrail devletinin varlığını onaylayıp onaylamadığını bilmek, bir kişinin Yahudi düşmanı olup olmadığını saptamakta çok işe yarayabilir.

4) Anti-semitizm ile nasıl mücadele edilmeli?

Bu noktada iki zıt eğilim orataya çıkıyor. Kimileri Yahudi düşmanlığı olarak tanımlanabilecek bazı olayları “münferit” olarak niteleyip bunların abartılmamasını, yaranın fazla kaşınmamasını, yani bu sorunun fazla gündeme getirilmemsini savunuyor. Bunun karşısında, her türden İsrail eleştirisini Yahudi düşmanlığı olarak tanımlayıp bunu olduğundan daha büyük bir sorun olarak gösterenler var. Rıfat Bali Türkiye Yahudilerinin endişelerinin son günlerde arttığını doğruluyor, ancak her türlü rivayete de doğruluğu kontrol edilmeden inanılmamasını istiyor. Ona göre en tehlikeli olan, Yahudi aleyhtarlığının “olağanlaşması ve sıradanlaşması.”

Yazının devamı...

Ergenekon ve darbeler

BAŞBAKAN’IN “Davos zaferi” birçok şeyi gölgeledi. Örneğin Genelkurmay eski Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’ya ait olduğu iddia edilen ses kayıtları da kamuoyunda layıkıyla tartışılamadı. Bu kayıtlarla ilgili ilk tartışma noktası bunların kimler tarafından, nasıl kaydedildiği ya da bir sahtekârlık söz konusuysa monte edildiği ve yine kimler tarafından piyasaya sürüldüğüdür. Geçmişte benzer olayları çok yaşadık ve “özel hayatın gizliliği” ilkesini açık bir şekilde ihlal eden, bu yüzden kesinlikle yasadsışı olan bu telefon veya ortam dinlemeleri hakkında ciddi bir soruşturma yapıldığına tanık olmadık. Hatta bazı resmi yetkililer, “biçim” e değil “öz” e odaklanmamız gerektiğini söyleyip sadece konuşmaları yasadışı olarak kaydedilen kişileri suçlamakla yetindiler.

Karadayı’ya atfedilen kayıtların doğru olup olmadığını bilmiyoruz ancak bunları hazırlayıp dolaşıma sürenlerin ortaya çıkmayacağını, çıksa bile başlarına bir şey gelmeyeceğini kestirebiliriz. Bu yüzden, artık alışkanlık haline gelen bu yasadışı uygulamaya itirazlarımızı kayıtlara geçirip meselenin özüne gelelim.

27 Nisan fiyaskosu

Her ne kadar aktarma şekilleri ve verdikleri detaylarda farklılıklar olsa da gerek Karadayı, gerekse ANAP’ın eski lideri Erkan Mumcu, 27 Nisan sürecinde birbirleriyle görüştüklerini doğruluyorlar. Böylece, zaten daha önce tahmin ettiğimiz ve kısmen bildiğimiz bir gelişmeden emin olmuş durumdayız: Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesini engellemek için bazı eski komutanlar (belki o sırada aktif görev yapanlar da dahil) devreye girmiş ve TBMM’de milletvekilleri olan siyasi partiler üzerinde en tepeden baskı kurmaya çalışmışlar.

Sonuç ortada. Gül bu girişimler sonucu Cumhurbaşkanı olamadı ancak erken seçimlerde kampanyasını onun mağduriyeti üzerine kuran AKP yüzde 47’ye ulaşıp kendisini daha rahat bir şekilde Çankaya’ya gönderdi. Ve biz bugüne kadar demokratik süreçlere şu ya da bu şekilde müdahale etmeye kalkan ve alenen başarısız olan bu kişilerden herhangi bir özeleştiri geldiğini görmedik. Örneğin Encümen-i Daniş olayıyla birlikte sessizliğini zaten bozmuş olan ve bu son ses kaydı tartışmalarında da kendini savunan Karadayı’da herhangi bir pişmanlık emaresi şahsen ben gözlemedim.

“Darbe olmaz” demekle iş bitmiyor

Bazı eski komutanların arada sırada, utangaçca yaptıkları “artık Türkiye’de darbe olmaz” türü çıkışların yettiğini düşünenler olabilir. Hiç sanmıyorum. Öncelikle bu kişilerin, bugüne kadar yapılmış olan askeri darbeler ve 28 Şubat-27 Nisan gibi post-modern müdahalelerle samimi bir şekilde yüzleşmeleri gerekiyor. Tabii buna ek olarak Ayışığı, Sarıkız ve Eldiven gibi darbe projelerinin gerçekte ne olup ne olmadıklarının sarih bir şekilde ortaya çıkabilmesi için ellerinden gelen tüm katkıları -ki ellerinden aslında çok şeyin geldiğini biliyoruz- sunmaları da şarttır.

Yaparlar mı? Sanmıyorum. Peki onların rızası ve katılımı olmadan Türkiye her türden askeri darbe, müdahale ve darbe tasarısıyla yüzleşebilir mi? Kesinlikle evet.

Bu noktada Ergenekon savcılarına büyük görev düşüyor. Soruşturmanın şu ana kadarki gidişatında an geldi “şimdi darbeler de dahil edilecek” diye heyecanlandık, an geldi heveslerimiz kursaklarımızda kaldı. İbrahim Şahin’in gözaltına alınması ve böylece sürece Susurluk aşısı yapılması Ergenekon için bir dönüm noktası olmuştu. Demokrasiye müdahalelerin de kapsama alınmasıyla bu soruşturma hakkındaki tereddütler ciddi bir şekilde azalacaktır.

Olur mu? Olabilir, olmalı ama maalesef pek kolay gözükmüyor.

Yazının devamı...

Erdoğan’ı severken Erbakan’a saygısızlık etmek şart mıdır?

Bazı meslektaşlarımız, 6 Ekim 1996 günü Libya lideri Muammer Kaddafi’nin Başbakan Necmettin Erbakan’a o akıl almaz sözleri etmesiyle 29 Ocak 2009 günü Davos’ta yaşananlar arasında bir devamlılık ilişkisi kuruyorlar. Onlara göre birincisi açık bir diplomatik skandaldı, ikincisiyse tam bir diplomatik zafer. Yine onlara göre, o sırada RP’den belediye başkanı olan Erdoğan, bedevi çadırındaki skandaldan ders çıkardığı için bugünkü zafere imza atabilmiştir.

O gün o çadırda ben de vardım ve cumhuriyet tarihinin en büyük skandallarından birinin yaşanmış olduğuna katılıyorum. Davos’taysa yoktum, orada bir “diplomatik zafer” yaşandığına inanmıyorum. Yanılıyor olabilirim, ama bu, söz konusu benzetme ve akıl yürütmenin tutarsızlıklarla dolu olduğu gerçeğini değiştirmez. Öncelikle şu soruları sormak lazım: Kimileri, Erdoğan’a sevgilerini göstermenin bir yolunun neden illa Erbakan’a saygısızlık etmekten geçtiğini düşünür? Çoğu muhafazakâr görünümlü bu kişilerin Erbakan’la ne alıp veremedikleri olabilir? Sahiden Erbakan’ı “monşer” olarak mı görmektedirler? Erdoğan’ın “milli haysiyet” e Hocası’ndan daha fazla önem verdiğine mi inanıyorlar? Bugün Erbakan, Başbakan olsa Davos’a davet edilir miydi? Edilse kabul eder miydi? Kabul etse Peres onunla aynı panele çıkar mıydı?

Erbakan’ın rüyası

Soruları uzatmak yerine Libya ile Davos’un aynı kefeye konulup konulamayacağını tartışmak daha doğru olur. RP Lideri Erbakan, Türkiye’nin öncülüğünde bir “Dünya İslam Birliği” kurma iddiasındaydı. Zaten yeterince hayali olan bu proje, Erbakan’ın esas olarak İslam dünyasının halklarını değil de rejimlerini muhatap alması nedeniyle imkansızdı. Ama “Hoca’nın hayaline kurşun sıksan yetişemez” olduğu için sürekli bunu zorladı. Başbakan olduktan sonra hiç Batı’ya hiç resmi gezi yapmaması, bütün ikazlara rağmen Kaddafi’den müteahhit alacaklarını talep etmeye gitmesi bundandır.

Erbakan bütün enerjisini Türkiye’yi “Batı Kulübü” nden çıkartmak için harcarken Erdoğan ise, aksine o kulübün itibarlı bir üyesi olmak için uğraştı. Erdoğan AKP’nin kuruluş sürecinde, 2002 seçimlerinin ardından daha siyasi yasaklıyken ve Başbakan olduktan sonra defalarca ABD’ye gitti, Beyaz Saray’a çıktı, düşünce kuruluşlarında konuştu ve Musevi kuruluşlarıyla görüştü. Erbakan ise bundan 15 yıl önce gittiği ABD’de çoğunlukla İslami kuruluşlarla görüştü, Amerikan yönetimi ve ona yakın kişi ve kurumlarla çok alt düzey temaslar kurdu. Bunlarda da muhataplarını nasıl derin bir hayal kırıklığına uğratmış olduğunu, bizzat onların ağzından dinlemiştim.

Şahsen Erbakan’ın herhangi bir Batılı liderle yan yana fotoğrafını hatırlamıyorum. Gizli ya da açık, Yahudi kuruluşlarıyla görüştüğünü de duymadım. Hele İsrail’e ziyaretinin asla söz konusu olamayacağını biliyoruz. Ama Erdoğan gitti. Üstelik Soykırım Müzesi’ni de ziyaret etti. Tabii bu noktada Erbakan’ın inatçı bir “anti-semitik” yani Yahudi aleyhtarı olduğunu, Erdoğan’ınsa anti-semitizmi hep bir insanlık suçu olarak tanımladığını hatırlatmak şart.

Anlaşılır değil

Erbakan eğer Kaddafi’ye, mesela Erdoğan’ın Peres’e gösterdiği gibi bir tepki gösterse kuşkusuz Batı’dan ve Batıcılardan alkış alacaktı, ancak bu, onun “İslam birliği” rüyasından vazgeçtiği anlamına gelecekti. Sonuç olarak Erbakan yanlış yaptı ama tepkisi (daha doğrusu tepkisizliği) anlaşılırdı.

Erdoğan’ın Davos çıkışı en büyük alkışı içerden ve İslam dünyasından aldı. Batı’daysa birkaç istisna dışında şaşkınlık hakim. Eğer Erdoğan “Batı Kulübü” üyeliğini terk etmeye niyetliyse bir sorun yok. (Nitekim ülkedeki bütün tescilli Batı karşıtları bugüne kadar hep eleştiregeldikleri Erdoğan’ı yere göğe sığdıramıyor.) Ama Erdoğan meşruiyetini Batı’da aramaya ve bulmaya devam edecekse Davos’ta yaptığı pek anlaşılır bir şey olamaz.

Son bir not: Libya ile Davos’u, Doğan Grubu’nun tutarsızlığını göstermek için karşılaştırdıklarını ileri süren meslektaşlara Milliyet Ankara Temsilcisi Fikret Bila’nın o günkü ve bugünkü yazılarını da karşılaştırmalarını öneririm.

Yazının devamı...

“Davos fatihi” demeyen “vatan haini” ilan ediliyor

Öncelikle Hamas’ın sivillere yönelik terör eylemlerini eleştirmekle birlikte onu bir “terör örgütü” olarak görmediğimin altını çizmeliyim. Ortadoğu’da Hamas’ı dışlayarak barışın hayal olduğunu, bu hareketin mutlaka sürece dahil edilmesi gerektiğini savunuyorum.

Bu bağlamda AKP’nin dün, seçim zaferinin hemen ardından Halid Meşal’i davet etmesini “cesur bir hareket” olarak övmüştüm, bugün de Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan gibi ülkelerin yüzüstü bıraktığı Hamas’a el uzatmalarını; Filistin halkından en fazla oy almış olan bu hareketle diğer Filistin örgütleri, Batı dünyası ve İsrail arasında bir nevi köprü rolüne soyunmalarını takdir ediyorum.

Her zaman Filistin halkından yana olmam, İsrail devletinin katliamlarını ve zulümlerini eleştirmem, Hamas’ı meşru bir aktör olarak görmem ve AKP’nin Filistin ve Hamas politikalarını ana hatlarıyla destekleyen ender sayıda gazetecilerden olmam (ve hatta bu yüzden onca saldırı, karalama ve hakarete maruz kalmam) Erdoğan’ın önceki gün Davos’ta sergilediği davranışı kayıtsız şartsız desteklememi gerektirmez.

Bana göre Erdoğan Davos’ta diplomasi dışına çıkarak yanlış yaptı. Kimileri, tam tersine onun Türk diplomasisinde bir devrim yaptığına inanıyor.

Bana göre Erdoğan Şimon Peres’in tuzağına düştü. Kimileri, ava giden Peres’in Erdoğan tarafından avlandığına inanıyor.

Bana göre Erdoğan, AKP’nin kuruluş sürecinden itibaren haddinden fazla muhatap aldığı Batı’daki Yahudi lobisini bu hareketiyle iyice karşısına aldı ve bunun şu ya da bu şekilde bir faturası olacak. Kimileri, tam tersine Türkiye ve Erdoğan’ın elinin bu sayede daha da güçlendiğini savunuyor...

Bu türden tartışmalar son derece normaldir ve hatta ülkemizde demokrasinin işlediğinin işaretleridir. Fakat birçok konuda olduğu gibi bu sefer de tartışmayı bir kavga, hatta savaşa dönüştürmek isteyen epey kişi var. Erdoğan’ı “Davos fatihi” ilan edenler, aynı görüşte olmayanları bir çırpıda “vatan haini” olarak damgalayabiliyorlar.

İnsan onca hakaret ve tehdite muhatap olunca sormadan edemiyor: “Madem Erdoğan tartışmasız bir şekilde o kadar soylu bir çıkış yaptı, onu göklere çıkartan bu kişiler neden herhangi bir eleştiriye tahammül edemezler?” “Eğer liderlerine sahiden o kadar çok güveniyorlarsa, bu öfke, bu şiddet neden?”

Bundan 15 yıl önce “yükselen liberal İslami dalganın lideri” olabileceğini yazdığım Erdoğan’ın bu misyonu tam olarak benimseyip sindirebildiğinden emin değilim. Onun ve hareketinin etrafında “öteki”ni “cehennem” olarak görenler bulunuyor ve bunların oranı az olsa bile sesleri çok çıkıyor. Daha önemlisi bu “faşizan” çevrelerin Erdoğan tarafından dışlandığına da tanık olamıyoruz.

AKP Lideri kendisinin kesinlikle anti-semitik yani Yahudi düşmanı olmadığını söylüyor ki samimiyetine sonuna kadar inanıyorum. Eğer kendisi de benim samimiyetime inanıyorsa, Davos’taki çıkışının Yahudi düşmanlığını tırmandırdığı yolundaki gözlemimi ciddiye almasını dilerim. Örneğin kendisini eleştirdiğim için aldığım öfke dolu mesajların bazıları Yahudi düşmanlığının en çirkin örnekleriyle dolu. (Onların pisliğine alet olmamak için bunlara yazımda yer vermiyorum.)

Yazının devamı...

Erdoğan Peres’in tuzağına düştü

Recep Tayyip Erdoğan’ı, RP Beyoğlu İlçe Başkanı olduğu 1980 sonlarından beri yakından izleyen biri olarak onu çok kez öfkeli gördüm. Ama kendisini dün Davos’taki paneldeki gibi gördüğümü hiç hatırlamıyorum. Diplomasi açısından tabii ki çok şaşırdım, ancak vücut dili, seçtiği kelimeler ve üslubu tam da yıllardır bildiğim, tanıdığım Tayyip Erdoğan’dı. Yani dün en doğal haliyle bir Tayyip Erdoğan vardı karşımızda.

Moderatöre kızmış olduğu açık, ama esas olarak Şimon Peres’e öfkelendiği belli. Bu panele gelirken Peres’e karşı Filistin halkını savunmak için epey hazırlanmış olduğu anlaşılan Erdoğan sanıyorum Peres’in tuzağına düştü.

Peres gibi deneyimli bir politikacının, Erdoğan’ın karakterini, Filistin konusundaki görüşlerini bilmiyor olması mümkün değil. “Hamas teröristir, nokta!” şeklindeki hiçbir şeyi açıklamayan yaklaşımı, son derece küstah ve kibirli bir üslupla, Erdoğan’ın Türk ve İslam dünyasının çoğunluğu tarafından desteklenen tezleriyle alay etmesi provokasyondan başka bir şey değildir.

Evet Erdoğan Peres’in tuzağına düştü ve bu yüzden birçok şey kaybedebilir. Zira Erdoğan, AKP’yi kurduğu andan itibaren, ülke içinde bulamadığı meşruiyeti uluslararası platformlarda aradı. AB üyeliğini, ABD ile stratejik ilişkileri savundu; İsrail’le iyi geçinmeye çalıştı ve Yahudi lobilerinin kapısını ilk günden çaldı. Eğer AKP altı yıldır ülkeyi tek başına yönetebiliyorsa yapmış olduğu bu yatırımların payı epey yüksektir. Yani bu çevrelerle arasının açılması AKP ve Erdoğan’ı zorlayabilir.

Ama Peres’in de bundan çok kazançlı çıkacağını sanmıyorum. Bir kere Ortadoğu’da Türkiye ve İsrail birbirlerine mahkum olan iki ülkedir. Ama İsrail’in Türkiye’ye daha fazla ihtiyacı olduğu da tartışmasızdır. Kısacası ne İsrail’in, ne de onun Batı’daki lobilerinin Türkiye’yi -kim tarafından yönetilirse yönetilsin- kaybetme lüksleri asla yoktur.

Nitekim olayın hemen ardından İsrail tarafının araması ve Peres’in Erdoğan’dan özür dilemesi, gelinen noktadan onların da epey kaygılanmış olduğunu gözler önüne seriyor. Yine de iki ülke arasındaki ilişkilerin dünkü yaşananlardan sonra çok yara aldığını söyleyebiliriz.

Diğer kesin olansa Erdoğan’ın İslam dünyasındaki yıldızının parlamayı sürdüreceğidir. İçerde de İsrail’e karşı tırmanan öfkeyi göz önüne alırsak Erdoğan’ın popülaritesinin artacağını öngörebiliriz.

Fakat AKP ile Türkiye’nin adım adım Batı’dan uzaklaşıp bir Ortadoğu ülkesine dönüşmesinden kaygılanan çevreler de herhalde dün yaşananlardan sonra “artık bu süreç tamamlandı” noktasına varmış olmalılar.

Analizi bir kenara bırakıp “peki sen ne düşünüyorsun?” diye sorulacak olursa: NTV’ye sıcağı sıcağına yaptığım yorumlar üzerine birçok dostum aradı. İçlerinde Erdoğan’ı göklere çıkaranlarla yerin dibine batıranların sayısı nerdeyse eşitti. AKP hükümetinin son yıllardaki Filistin politikasının hemen tüm aşamalarında desteklemiş biri olarak dün yaşananlar karşısında iki arada bir derede kaldığımı itiraf etmek istiyorum.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.