Şampiy10
Magazin
Gündem

Cumhurbaşkanı’nın sözlerinin gereği yapılmalı

“Türkiye bir hukuk devletidir. Ülkemizde, hesap sormayı yaptırıma dönüştürebilecek tek merci de hukuktur, devletin ilgili kurumlarıdır. Kimsenin sokağa çıkıp da, bu işi kendi başına yapma hakkı ve selahiyeti yoktur.”

Bu sözler Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a ait.

Erdoğan, dün Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ndeki 33’üncü Muhtarlar Toplantısı’nda yaptığı konuşmada söyledi bunları.

Cumhurbaşkanı’nın böyle bir uyarıda bulunmaya ihtiyaç duymasının sebebini sanırım hepimiz biliyoruz.

***

Erdoğan, yine aynı konuşmada birkaç önemli noktaya daha vurgu yaptı.

“Türkiye’de kimsenin hayat biçimi sistematik bir tehdit altında değildir. Buna asla müsaade etmeyiz. 79 milyon vatandaşımızın tamamının Cumhurbaşkanı olarak herkesin hakkını, hukukunu, özgürlük alanını korumak benim görevimdir” dedi mesela.

“Biliyorum ki, dünyadaki ve ülkemizdeki herkesin aynı hayat biçimine sahip olma mecburiyeti yoktur. Bununla birlikte, hayat biçimlerine saygı anlayışı tek yönlü değildir, karşılıklıdır. Ezan okunmasına tahammül edemeyenlerin, müezzinin üzerine yürümesi ne kadar yanlışsa, namaz kılmayana karşı zor kullanılması da aynı derecede yanlıştır” da dedi.

***

Bitmedi...

Cumhurbaşkanı, yaşam biçimlerine karşılıklı saygı gösterilmesi gerektiğinin altını çizerken şu önemli tespit ve uyarıları da yaptı:

- Tüm bu hassasiyetleri hep birlikte ve herkes için göstermeliyiz. Her birimiz kendi mahallemizi savunurken diğer tarafta olanlara ‘oh olsun’ mantığıyla yaklaşırsak, arzu ettiğimiz toplumsal huzur ve barışı tesis edemeyiz.

- Bu toprakların ve üzerinde yaşayanların yıllardır ayakta kalabilmesinin sırrı, tüm farklılıklarının üzerinde ortak bir vatan ve millet bilinci inşa edebilmesi, müşterek bir gelecek tasavvuru oluşturulabilmesidir.

***

Cumhurbaşkanı Erdoğan, başında bulunduğu devlet adına şu garantiyi de verdi dün bir kez daha:

- Milletimizin varlığına ve birliğine yönelik saldırıların hesabını sormak da bizim en başta gelen görevimizdir. Hiçbir sıfat, hiçbir konu bu hesabın sorulmasına mani değildir.

Sonra da - yazının başına yerleştirdiğim - o ikazda bulundu Tayyip Erdoğan:

- Vatandaşlarımdan şu gerçeği de unutmamalarını istiyorum, Türkiye bir hukuk devletidir. Ülkemizde, hesap sormayı yaptırıma dönüştürebilecek tek merci de hukuktur, devletin ilgili kurumlarıdır.

- Kimsenin sokağa çıkıp da, bu işi kendi başına yapma hakkı ve selahiyeti yoktur.

Tüm kesimleri bu konuda dikkatli olmaya, hukuka riayet etmeye davet ediyorum.

- Burada, meşru olmayan yöntemleri kullanmak, hele hele şiddete başvurmak kesinlikle yoktur. Kimlerin şiddete başvurduğunu görüyoruz...

***

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bu sözlerinin günlük yaşama yansıması noktası da en az içeriği kadar önemli.

Bunu gerçekleştirecek (ya da gerçekleştirmeyecek) olan ise bu ülkede devlet mekanizmasında yer alan kişi ve kurumlar. Onların icraatı...

Farklı yaşam tarzlarının eşit saygınlık görmesi...

İnsanların (yasaların izin verdiği çerçeve içinde) istediği şekilde yemesi, içmesi, giyinmesi, gezmesi, konuşması...

Başta kolluk kuvvetleri ve yargı olmak üzere devletin de her vatandaşına eşit yaşam hakkı tanıması.

Yani aslında Türkiye gibi bir ülkede olması gereken.

Cumhurbaşkanı “Teminatı benim” diyor.

Uygulayıcıların da, aksine davranan vatandaşların da dikkatine...

Yazının devamı...

Verilmesi gereken mesaj

2016’nın son Cuma Hutbesi yargıya taşındı.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın internet sitesinde de yer alan hutbe metninin tartışma yaratan bölümü şöyle:

“Her yılın sonu, yeni bir yılın başlangıcıdır aslında. Öyleyse bu yeni başlangıcı vesile kılarak hadiste dile getirilen soruları kendimize yeniden soralım. Unutmayalım ki; ömür sermayesinden geçen bir yılın sonunda kendini ve yaratılış gayesini unutarak, değerlerimizle örtüşmeyen, insan hayatına katkısı olmayan gayrimeşru tutum ve davranışlar sergilemek bir mümine asla yakışmaz. Yeni bir yılın ilk saatlerinin başka kültürlere, başka dünyalara ait yılbaşı eğlenceleri yle israfa dönüştürülmesi ne kadar da düşündürücüdür. Sevap-günah, hayır-şer konularında muhasebe yapılması gereken saatlerin, emek harcamadan zengin olmak arzusuyla kumar, piyango gibi şans oyunlarıyla heba edilmesi ne kadar da üzücüdür.”

***

Yılbaşı kutlamaları hakkında yukarıdaki ifadelere Cuma Hutbesi’nde yer veren Diyanet İşleri Başkanlığı’nın sitesinde, yılın ilk gününde Başkan Mehmet Görmez’in şu mesajı yayınlandı:

“Yeni yılın ilk saatlerinde savunmasız insanlar üzerine hunharca yapılan silahlı saldırı bütün milletimizi derinden yaralamıştır. Bu bir vahşettir, dehşettir, cinayettir ve katliamdır.

Bu insanlık dışı katliamın bir pazarda ve bir mabette yapılmasıyla eğlence yerinde yapılmasının herhangi bir farkı yoktur.

Teröristlerin hedefi mekanlar değil, insandır, ülkedir, millettir ve topyekün insanlıktır. Terör nerden, kimden ve kime gelirse gelsin asla kabul edilemez.

Bu gece yapılan bu terörü diğer olaylardan ayıran tek fark toplumda fitne oluşturarak yaşam biçimlerine göre toplumu bölmek ve karşı karşıya getirmektir.

Gün terörün her çeşidine karşı milletçe kenetlenme günüdür.

Hiçbir Müslüman vicdanın asla kabul etmeyeceği bu katliamı yapanları şiddetle telin ediyor, hayatını kaybeden tüm vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet, yaralılara acil şifalar diliyorum.

Milletimizin başı sağolsun.”

***

İstanbul’da, Boğaz’ın en meşhur ve en gözde mekânlarından birine düzenlenen terör saldırısı üzerine Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez imzasıyla yayınlanan bu mesajın, şüphesiz en önemli kısmı, “Bu insanlık dışı katliamın bir pazarda ve bir mabette yapılmasıyla eğlence yerinde yapılmasının herhangi bir farkı yoktur” cümlesi.

***

Diyanet İşleri Başkanı’nın, açıklamasında böyle bir vurgu yapma ihtiyacı hissetmesinin altını çizmek gerekiyor.

***

Olayların, hele de terör eylemlerinin; din, ideoloji ya da herhangi bir başka kritere göre değerlendirilmesi, saldırıları planlayanlarla yapanların en çok istedikleri yaklaşım tarzı.

Teröre bakışın, yapana ve hedefine göre değişmesi…

Katilin / katillerin ve tabii hayatını kaybeden(lerin) dini, uyruğu, ideolojisi, kökeni vb niteliklerinin konu edilmesi, olan bitene bakışın bunlara göre şekillenmesi; teröristlerin arayıp da bulamayacağı bir ortam.

***

Bir kiliseye Pazar ayini sırasında saldırılmasıyla, bir caminin Cuma namazı esnasında hedef alınması sizde yarattığı duygu aynı değilse…

Bombaların patladığı, silahların ateşlendiği eğlence mekanının Fransa’da, Türkiye’de, Rusya’da, ABD’de ya da dünyanın bir başka ülkesinde bulunması size aynı acıyı hissettirmiyorsa…

Kan, sizin için döküldüğü yere ya da kime ait olduğuna göre farklı anlam ifade ediyorsa…

Ateş düştüğü yere, acı yaşayana, keder paylaşanlara göre değişikse sizin için; önce kendinizi sorgulamanız gerekiyor.

Önce kendinizi sorgulayıp sonra teröre lanet okumanız…

Ve tabii, lanetten önce Diyanet İşleri Başkanı’nın açıklamasında yer alan, yukarıdaki o cümleyi de bir defa daha okumanız gerekiyor.

***

Son bir not ile bitireyim…

Farklı versiyonları olsa da, özü itibariyle meşhur bir söz vardır, duymuşsunuzdur…

“Söylediğiniz, aslında karşınızdakinin anladığı kadardır” diye özetleyebiliriz o sözü.

Yani söylediğinizden, söylemek istediğinizden ziyade; karşınızdakinin neyi nasıl ve ne kadar anladığıdır esas olan. Bu gerçek Diyanet’in Cuma Hutbesi için de geçerli, Başkan Görmez’in yayınladığı mesaj için de.

Yazının devamı...

Türk askeri değil, örgüt içi infaz mıydı?

Geçen hafta internette yer alan ve teröristlerin ne kadar vahşileşebileceğini, katillerin ne denli acımasızlaşabileceğini kanıtlayan o görüntüler ile ilgili çok önemli sorular var Ankara’nın güvenlik kulislerinde.

Her şeyden önce o görüntülerin, video efektleri kullanılarak üretilmiş olduğuna dair çok ciddi uzman görüşleri var.

Ama diyelim ki olay gerçek. Diyelim ki, DAEŞ’in iddia ettiği gibi iki insan, o görüntülerde yer alanlar...

Bu noktada da çok kritik bir bilgi var Ankara’da.

Biri örgüt üyesi

Güvenlik birimleri, yapılan ayrıntılı inceleme sonucu, görüntülerde yer alanlardan birinin, yaklaşık üç buçuk yıl önce Tekirdağ’dan DAEŞ’e katılan bir örgüt üyesi olduğu bilgisine ulaştı.

İşte bu çok önemli bilgi, beraberinde şu soruları getirdi:

DAEŞ’in yayınladığı görüntülerde yer alanlar, Türk askerleri değil, örgüt üyeleri miydi?

Yani o vahşet, DAEŞ’in örgüt içi infazı mıydı?

Örgüt, o görüntüleri internet üzerinden yayınlayarak bir taşla iki kuş vurmayı mı hedefledi?

DAEŞ bu yolla, hem örgütten kaçmayı düşünen üyelerine gözdağı vermeyi hem de Türkiye’de infial yaratmayı mı planladı?

Örgüt içinde gerçeğin bilinmesi büyük bir caydırıcılık oluştururken, o kişilerin Türk askeri olduğu yalanıyla dünyaya ne kadar acımasız olabilecekleri mesajını mı verdiler?

Bu sorular Ankara’da güvenlik ve istihbarat birimlerinin gündeminin ilk sırasında.

Aynı birimler, o görüntülerdeki kişilerin, bir ay önce DAEŞ tarafından kaçırıldığı belirtilen iki Özel Kuvvetler mensubu astsubay olmadıklarını da kesin olarak belirledi.

Dolayısıyla, terör örgütünün propaganda malzemesi olarak yayınladığı görüntülerin ‘örgüt içi infaz’a ait olduğu tezi daha da kuvvetleniyor.

Hayati konularda sorumluluk şart

Konu hakkında dün Hükümet Sözcüsü Numan Kurtulmuş konuştu.

Yılın son Bakanlar Kurulu toplantısının ardından basın mensuplarının karşısına çıkan Hükümet Sözcüsü Numan Kurtulmuş bir soru üzerine, geçtiğimiz günlerde internette yayınlanan ve sosyal medyada çok tartışılan o görüntülerin oluşturduğu gündem ile dikkat çekici sözler sarf etti:

“Bu video görüntüleri ile ilgili TSK’dan teyit edilmiş bir bilgi yoktur. Bu tür terör örgütleri çok aşağılıktır. Olsun olmasın herhangi bir video görüntüsü yayınlayarak halkı korkutmak istiyorlar. Kusura bakmasınlar, medyadaki bazı arkadaşlar da ayaklarını denk alsınlar. Uyduruk görüntülerle halkı galeyana sürükleyemezler. Terör örgütleriyle ilgili sosyal medyayı kimse kullanmasın. Herkese de tek tek hatırlatacak değiliz. Ulusal medyada bu konuda dayanışma vardır. Hassasiyet içinde hareket eden kuruluşlara teşekkür ediyoruz.”

Kurtulmuş’un dikkat çektiği nokta çok önemli.

Terör örgütleri sadece silahları, bombaları kullanmıyor bu çağda.

Medya, özellikle de sosyal medya, yeri geldiğinde en az o silahlar ve bombalar kadar etkili olabiliyor.

Yazının devamı...

Suikastçı sekiz ByLock’çu ile bağlantılı

“FETÖ’nün yönettiği ama Nusra süsü verilmeye çalışılmış bir suikast.”

Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Andrey Karlov suikasti dosyasında, güvenlik ve istihbarat birimlerinde dün akşam itibariyle şekillenen kanaat aynen bu cümleyle ifade ediliyor.

Ayrıntıları aktarayım...

‘Nusracı polisler’ söylemi ve dünkü mektup

Olayın hemen ardından başlatılan ve derinleştirilerek devam eden soruşturmada, önemli detaylara ulaşıldı.

Suikast soruşturmasını yürüten birimler; Büyükelçi Karlov’u öldüren suikastçı Mevlüt Mert Altıntaş’ın FETÖ bağlantısının neredeyse kesin olduğunu ancak eyleminde El Nusra izi bırakmak için özel çaba sarf ettiği tespitini yapıyor.

Dosyası üzerinde çalışan yetkililer; FETÖ üyelerinin 15 Temmuz’un hemen ardından, özellikle sosyal medya üzerinden, “Emniyet’te Nusracı kadrolar var” ya da “Nusracı polislere dikkat” türünden ifadelerle yoğun bir propaganda başlattıklarına dikkat çekiyor.

Aynı yetkililer, dün çıkan suikasti eski adı El Nusra olan Fetih el Şam örgütünün üstlendiği yönündeki haberlerin de gerçeği yansıtmadığını söylüyor ve bu haberde var olduğu belirtilen mektubun da FETÖ tarafından maksatlı olarak üretilmiş olabileceği bilgisini veriyor.

Nusra irtibatı tespit edilemedi

Soruşturmanın en önemli ayağı, Mevlüt Mert Altıntaş’ın ilişkiler ağını ortaya çıkartacak olan çalışma.

Karlov’u öldüren suikastçı polis memuru Altıntaş’ın başta telefon görüşmeleri olmak üzere 2014 yılından itibaren bütün kayıtları inceleniyor.

İstihbarat kaynakları, katilin, El Nusra Örgütü ile orijinal veya operasyonel herhangi bir irtibatına rastlanmadığını belirtiyor.

Ancak 22 yaşındaki suikastçının, yakın geçmişte Nusra’ya yakın bazı kişilerle telefon temaslarının tespit edildiğini kaydeden aynı kaynaklar, bunların hep tek taraflı olduğuna dikkat çekiyorlar. Yani Altıntaş, Nusra’ya yakın birkaç kişiyi aramış ama bu aramaların çoğunda görüşme olmamış. Karşı tarafın telefonu açtığı birkaç görüşme ise çok kısa sürmüş. Yetkililer bu durumu, arkasında Nusra izi bırakma çabası olarak değerlendiriyor.

8 ByLock kullanıcısı ile temas

Konu üzerinde çalışan uzmanların verdiği bilgiye göre, son iki yıllık cep telefonu kayıtlarının incelenmesi sonucu, suikastı düzenleyen Altıntaş’ın sekiz ByLock kullanıcısı ile sürekli ve doğrudan teması olduğu belirlendi.

Pekiyi Altıntaş da ByLock kullanıcısı mı?

Güvenlik kaynakları bu soruya “Hayır” dedi ancak hemen ardından şu önemli bilgiyi verdi:

FETÖ soruşturmalarında, MİT, Türkiye genelinde 235 bin ByLock kullanıcısı bulunduğunu belirledi. Bu 235 kişiden kimliği tespit edilenlerin sayısı 185 bin. Yani henüz 30 bin ByLock kullanıcısı adlandırılabilmiş değil.

Yetkililer suikastçı polisin bu 30 bin kişiden biri olabileceğini ancak ByLock kullanıcısı olmasa da, sekiz örgüt üyesi ile sürekli ve doğrudan teması bulunmasının çok önemli bir delil oluşturduğunu vurguluyor. Çünkü ByLock kullanıcısı olmak, doğrudan örgüt üyeliğinin kanıtı olarak kabul ediliyor.

Bu noktada ilginç bir ayrıntıya daha var.

Telefon kayıtlarının dışındaki istihbarat çalışmaları sonucu, Mevlüt Mert Altıntaş hakkında, polis meslek yüksek okulundan mezun olduğu 2014 senesine kadar ‘radikal’ olarak nitelenebilecek hiçbir kayda rastlanmadı.

Soruşturma devam ediyor. Yeni bilgi ve ayrıntılar elbette ortaya çıkacaktır ama dün akşam itibariyle Ankara’da, bu eylemin FETÖ’nün işi olduğuna kesin gözüyle bakılıyor. Nusra izi bırakma çabası da, eylemi karartma (maskeleme) faaliyeti olarak değerlendiriliyor. Örgütün böyle bir suikasti, tamamen kendi inisiyatifiyle mi, bir yerden talimat alarak mı ya da belli bir adrese servis yapmak yani “Ben kullanışlıyım” mesajı vermek için mi gerçekleştirdiği sorusu ise hâlâ yerinde duruyor.

Yazının devamı...

FETÖ kesin de...

Rusya Federasyonu’nun Ankara Büyükelçisi Andrey Karlov’a düzenlenen suikast ile ilgili birçok önemli isimle konuştum o saatten itibaren.

Başkentte güvenlik ve istihbarat alanında söz sahibi yetkililerin anlattıklarını şu başlıklar altında toparlayabilirim:

- Suikastçının FETÖ’nün gizlenmiş, kriptolarından biri olduğunu artık net bir şekilde söylemek mümkün. Bu eylemin hedefinin, Türkiye - Rusya ilişkilerini zedelemek olduğu da açık. Şu anda, ilk sorulması gereken şu: Saldırı kararı FETÖ’ye mi ait yoksa örgüt bu eylemde taşeron mu? İkincisiyse, FETÖ’yü taşeron olarak kullanan kim? Öncelikle odaklanılması gereken noktalar bunlar.

KGB nasıl atladı?

- Özellikle son iki haftadır, Rusya’nın Ankara Büyükelçiliği ve İstanbul Başkonsolosluğu önünde çok sayıda protesto eylemi gerçekleşti. Türkiye’de yaşanan terör eylemleri, devam eden OHAL koşulları ve bölgedeki konjonktürün yanında, bir de doğrudan Rus diplomatik misyonlarına yönelik böyle bir hareketlilik varken; KGB tecrübeli bir teşkilat, güvenlik tedbirlerini en üst seviyeye çıkarmamak bir yana, büyükelçisini neden korumasız bırakır? Bu nokta da ciddi bir merak konusu.

Altı elçilikte Türk koruma timleri var

- Ankara’daki Rus misyonu, yerel makamlardan ekstra koruma talebinde bulunmamış. Oysa mesela, aralarında Çin, İsrail ve İngiltere’nin de yer aldığı altı ülkenin büyükelçiliklerinde onların talebi doğrultusunda Türk polisleri de görev yapıyor.

- Silahlı saldırının meydana geldiği sergi açılışında Rusya’dan başka birkaç yabancı büyükelçisi daha bulunuyormuş. Böyle bir etkinliğin yapılacağına ve yabancı büyükelçilerin de katılacağına dair Ankara Valiliği ve Emniyet Müdürlüğü’ne herhangi bir bilgi verilmemiş.

Korumasız elçiler neden garipsemedi?

- Ayrıca olaya bakıldığında, Karlov gibi, açılışa katılan diğer büyükelçilerin de yanlarında koruma görevlilerinin olmadığı anlaşılıyor. Bu durum da yine dikkat çekici.

- Bir nokta daha... Suikastçı, yakasında polis rozeti olan takım elbisesiyle, her halinden koruma görevlisi olduğu belli şekilde orada. Koruma kullanmayan büyükelçilerden hiçbirinin bu kişinin neden orada olduğunu merak etmemesi de ilginç. Bu noktada akla gelen tek ihtimal şu: Yabancı diplomatlar, salonda sivil bir koruma polisinin bulunmasını muhtemelen Türk makamlarının aldığı bir önlem olarak düşündükleri için garipsemediler.

Benzer eylemler olabilir

- Ve son, aynı zamanda en kritik başlık... Rus Büyükelçi Karlov’a düzenlenen suikast, Mevlüt Mert Altıntaş’ın “Ben buradan canlı çıkmayacağım” sözlerinden de anlaşılabileceği üzere, bir tür intihar eylemi. Yöntem olarak farklı ama sonucu itibariyle canlı bombaların kendilerini patlatmasıyla aynı. Sonuç her ikisinde de ölüm. Karlov suikasti, bu tür bireysel, sonu ölüm olan ve ses getiren eylemlerin ilki. Ama maalesef sonuncusu olmayabilir.

Büro değil Bermuda Şeytan Üçgeni (!)

Ankara’nın kalbinde çalışıyoruz biz.

VATAN ve Milliyet’in Ankara bürolarının bulunduğu bina, TBMM ile ABD Ankara Büyükelçiliği’nin arasında...

Son dönem gündemine bakınca, adeta Bermuda Şeytan Üçgeni ‘nin tam ortasındayız.

Geçmişte DHKP-C’nin ABD Büyükelçiliği’ne düzenlediği intihar saldırısında canlı bomba 100 metre ötemizde patlatmıştı kendini.

Önceki akşam pompalı tüfekle havaya ateş açılan nokta ise 50 metre mesafede.

15 Temmuz gecesi bombalanan Meclis ile aramızda 300 metre var. O gece yaşanan sarsıntı bizim binada da izler bırakmıştı.

Rus Büyükelçi Karlov’un yaşamını yitirdiği suikastin gerçekleştiği Çağdaş Sanatlar Merkezi de bizim binadan sadece 200 metre uzaklıkta.

Almanya ve Fransa Büyükelçilikleri birkaç yüz metre daha ileride.

Ankara’nın kanlı gündemlerinin çoğunda haberin son durağı olan Güven Hastanesi ‘ne de yine 200 - 300 metre deyiz.

Böyle bir yerde çalışıyoruz işte.

Anlayacağınız, bir yandan haber yapmaya, diğer taraftan ruh sağlığımızı korumaya çalışıyoruz biz Ankara’da.

Yazının devamı...

HDP...

Başlıktaki üç harfin açılımı, Halkların Demokratik Partisi.

İki soru...

1.) HDP; ‘halklar’ ın partisi olma iddiasını gerçeğe dönüştürebildi mi?

2.) HDP; ‘demokratik’ olma iddiasını hayata geçirebildi mi?

***

‘Halklar’ ifadesi, zaten peşinen Türkler ile Kürtleri ayrı halklar olarak görme anlayışının tezahürü.

Hadi diyelim ki böyle bakıyorsunuz.

Diyelim ki, Kürtler ile Türkler ayrı halklar ve siz çatısı altında siyaset yaptığınız bu partinin; her iki halkın da partisi olduğu, olacağı iddiasıyla yola çıktınız...

Pekiyi bu anlayış doğrultusunda ne yaptınız, ne yapmadınız ya da yapamadınız? Neyi ne kadar başarabildiniz?

Gerçekten bilmediğim için soruyorum:

Mesela, bırakın toplumun bütününü; kendi partiniz içinde ‘Kürt’ ile ‘Türk’e eşit muamele ettiniz mi?

HDP içinde ‘Kürt’ler ile ‘Türk’ler diye bir ayrım var mı, yok mu?

İkisinden birine açıkça ya da örtülü şekilde - pozitif ayrımcılık yapıldı mı, yapılmadı mı?

Biri diğerinden önde tutuldu mu, tutulmadı mı?

Özellikle yönetim kadrolarında, kritik koltuklara ekseriyetle birinden isimler tercih edildi mi, edilmedi mi?

Partideki ‘eşbaşkanlık’ mekanizmasının kadın erkek eşitliği bağlamında var olduğunu biliyoruz. Pekiyi bu sistemde, tek kriter cinsiyet olarak kaldı mı, kalmadı mı?

***

‘H’ den sonra, gelelim ‘D’ ye...

Yani ‘Demokratik’lik iddiasına.

Aynı soru...

HDP, demokratik olma konusunda neyi ne kadar başarabildi?

Bırakın bütünü, parti içi demokrasi konusunda, HDP, diğer siyasi partilerden ne derece farklı bir noktada?

Diyelim ki diğer partilerde lider sultası var...

Diyelim ki; MHP’de Devlet Bahçeli’nin, CHP’de Kemal Kılıçdaroğlu’nun, Ak Parti’de ise kurucu lider Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın mutlak hakimiyeti var.

HDP politikalarında kim ya da kimler belirleyici? Eşbaşkanlar mı, Kandil mi, İrmalı mı?

Abdullah Öcalan için kullanılan sıfat hâlâ, ‘önderlik’se...

Daha da önemlisi; söylemini biraz olsun değiştirip yumuşattığında eşbaşkanlardan biri Cumhurbaşkanlığı seçiminde yüzde 9 nokta 76 oy almış...

‘Türkiyelilik’ kavramı doğrultusunda siyaset yapınca, parti, 7 Haziran 2015 genel seçiminde yüzde 13 nokta 1 ’lik orana ulaşmış...

Ama bu iki önemli aşamada bile, HDP kendi ayakları üzerinde duramamış, bir şekilde örgütün sözünden çıkılamamışsa...

Ve bu durum karşısında, parti içinde bir ‘özeleştiri’ yapılmamış, yapılamamışsa...

Bugüne kadarki bütün seçimlerde aday listelerine son şekli İmralı’da ya da Kandil’de verilmişse, o ‘demokratik’ sözcüğünün parti tabelasında duruyor olması ne ifade eder?

Kendi içinde durumu bu olan bir parti, ‘demokratik’lik mevzuunda, ‘halklar’a ne vaat edebilir?

***

Evet; HDP’nin, eşbaşkanları dahil birçok milletvekili ve yerel yöneticisi tutuklu bugün.

Doğru; partinin demokratik siyaset yapma imkânı neredeyse kalmadı.

İyi ama o imkân varken ne yaptı HDP?

Bunun da sorulması, sorgulanması gerekmiyor mu?

İyi niyetli çabaları, girişimleri yok saymıyorum. Deneyenler oldu, evet.

Ama sonuçta HDP, varlık nedeni olan terör örgütü PKK’nın mutlak otoritesinin dışına çıkamadı. Örgütten bağımsız hareket edemedi.

Terör örgütü yerine parti örgütü ile yola devam etmeyi isteyenlere izin verilmedi. Başaramadılar.

Silah bir kez daha siyaset karşısında galip geldi.

Maalesef öyle oldu.

Keşke olmasaydı...

ÇOK ÖNEMLİ NOT:

Yukarıdaki tespitler ve analiz ayrı, bugün Türkiye’nin dört bir yanında yaşanan HDP’ye yönelik şiddet eylemleri ayrı.

Bakın ‘şiddet’ diyorum, ‘protesto’ değil.

Binalara saldırmak, taşlamak, ateş açmak, kundaklama girişimleri vb eylemler protesto değil, suçtur.

Eksikleri, aksaklıkları olabilir ama sonuçta demokratik bir hukuk devletinde yaşıyoruz. Bireyler gibi kurumlar da - ve tabii siyasi partiler de suç işlerlerse, evet gereği yapılır. Ama gereği, demokrasi ve hukuk çerçevesinde yapılır.

Gereğini siz yapmaya kalkarsanız, gün gelir size de aynını yapan birileri çıkar.

‘Kısasa kısas’ anlayışı, ‘kana kan, intikam’ sloganlarıyla hareket etmek kabul edilebilir değildir ve fayda değil zarar getirir.

Bu durumun somut örneği de, Ümraniye’den gelen acı haberdir.

HDP ilçe başkanlığına yönelik saldırı olmasa, polis memuru Numan Şeref Datlı şehit değil, hayatta olacaktı.

Yazının devamı...

DEAŞ ile ticaret iddiası fos çıktı ABD özür diledi

ABD Dışişleri Bakanı Kerry, “DEAŞ’tan petrol aldığınıza dair bilgiler var” iddiası boş çıkınca Bakan Çavuşoğlu’ndan özür diledi. CIA de, Türkiye’ye özür yazısı yolladı

Dünyanın en önemli gizli servilerinden ABD istihbarat örgütü CIA’nin Türkiye’den özür dilediği ortaya çıktı. Özrün nedeni ise Türkiye’nin terör örgütü DEAŞ’tan petrol aldığıyla ilgili iddia idi.

Dışişleri kaynakları, geçmişte yaşanan önemli bir gelişmeyi haber verdi. CIA’nin Türkiye’den özür dilemesine neden olan gelişmenin hikayesi 2014 yılında yaşandı. O dönemde bazı çevreler, Türkiye’nin DEAŞ ile ilişki içinde olduğu ve cihatçıları desteklediği iddiasını ortaya atarak, algı operasyonu yapmaya çalışıyorlardı.

Kerry dosya gönderdi

ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, 2014 yılında BM toplantısı sırasındaki görüşmelerinde, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’na, “Türkiye’nin DEAŞ’tan petrol aldığına dair bilgiler var” dedi.

Çavuşoğlu, aynı ay içinde yapılan Terörle Mücadele Küresel Forumu toplantısında da Kerry’ye, hâlâ bilgi ve belgeyi beklediğini hatırlattı.

Çavuşoğlu, yaklaşık bir ay sonra Suriye konulu uluslararası bir toplantıda, Kerry ile yeniden görüştü. Çavuşoğlu, bu kez “Bak sen bana elimizde belge var dedin, ithamda bulundun, ben senden belge bekliyorum, aksi takdirde kamuoyuna açıklayacağım bu tavrınızı” dedi.

Asfalt şantiyesi çıktı!

Kerry, Çavuşoğlu’na bir dosya gönderdi. Dışişleri, dosyayı MİT’e iletti. Dosyanının içindeki iddia ve verilen koordinatlar araştırıldı. Koordinattaki yer, Kilis Belediyesi’nin asfalt şantiyesi çıktı. Tespitler raporlaştırılarak, sert bir yazı ile ABD Dışişleri Bakanlığı’na gönderildi. Kerry, Çavuşoğlu’ndan bunun üzerine özür diledi. ABD özrünü kurumsal hale de getirdi. CIA, resmi bir özür yazısını Türkiye’ye gönderdi.

NYT ve WSJ de iddiaları yazdı

Türkiye ile DEAŞ arasında petrole dayalı ekonomik ilişki olduğu iddialarını yayan ABD Dışişleri, zaman zaman da benzer iddiaları New York Times (NYT) ve The Wall Street Journal (WSJ) gibi gazetelere servis etmişti. WSJ, Newsweek’te çıkan ve Türkiye’nin sert şekilde eleştirildiği yorum haberlerden sonra, 18 Eylül 2014’te NYT ‘Türkiye ile DEAŞ petrol alış verişi yapıyor’ başlığı ile yalan bir haber yayınlamıştı. Haberde, DEAŞ’ın Kuzey Irak’ta ve Suriye’de ele geçirdiği petrol kuyularından çıkardığı petrolü karaborsa olarak Türkiye üzerinden dünyaya sattığı yalanını servis etmişti.

Yazının devamı...

Ah benim Kadriye ablam...

“Canının sağlığı evladım. Araman yeter...”

Bu sözler Kadriye Uncu’ya ait. Merhum Tunç Uncu kardeşimizin annesi...

Cumartesi gecesi, iki evladından birini teröre kurban veren kederli bir anne.

***

Başsağlığı ve sabır dilemek için aradım dün.

“Var mı bizden bir isteğiniz ablacığım, yapabileceğimiz ya da yazıp insanlara duyurabileceğimiz bir şey... Herhangi bir şey...” dedim telefonda.

Aldığım cevap işte bu oldu:

“Canının sağlığı evladım. Araman yeter. Bizi mutlu ettin. Arayıp sormanız öyle değerli ki bizim için.”

Ateşin düştüğü yerden gelen cevabı niteleyecek sıfatı, ifadeleri ben bulamıyorum !

***

Beşiktaş Kulübü, Tunç’un ailesine bir ev alacağını açıkladı.

Dün akşam İnönü’de oynanan maçın hasılatı da 10 Aralık terör şehitlerine bağışlanacak.

Özellikle sosyal medya üzerinden, yüzlerce insan, imkânları boyutunda yardım etmek için gayret ediyor.

Onlarca Beşiktaşlı, imzalı formalarını satışa, açık artırmaya çıkardı internet üzerinden. Çorbada bizim de tuzumuz olsun diyor duyarlı insanlar.

***

Dün hem Kadriye Uncu hem de rahmetli Tunç’un ağabeyi Eyüp ile yaptığım konuşmada gördüm ki, acılı ailenin gündeminde ne ev var, ne yapılacak yardımlar. Onlar Tunç’un yasını tutuyorlar.

“Arayan, soran, ilgilenen herkesten Allah razı olsun” cümlesinden başka hiçbir şey söylemeden...

Vakur bir matem var Uncuların evinde.

Helal olsun sana Koray Avcı

Tarih 17 Nisan 2005...

Yer İstanbul, Kadıköy...

Fenerbahçe ile Beşiktaş’ın Şükrü Saracoğlu Stadı’ndaki o mücadelesi, ülke futbol tarihine geçen maçlardan biridir.

Kalecisi Oscar Cordoba’nın kırmızı kart gördüğü, oyuncularından Daniel Pancu’nun kaleye geçtiği, Beşiktaş’ın 10 kişiyle rakibini 4 3 yendiği o unutulmaz maç...

***

Tribünden izlediğim için kendimi şanslı saydığım o tarihi maçta Karakartallar’a galibiyeti getiren golü Koray atmıştı. Koray Avcı...

Avcı, o maçta giydiği formayı açık artırmaya çıkarıyor şimdi.

Formanın satışından elde edilecek meblağ, şehit ailelerine bağışlanacak.

***

Haberi duyunca Koray Avcı’yı da aradım dün. “Helal olsun” demek için.

Avcı’nın cevabı da takdire şayandı:

“Bu büyük acı üzerine ben ne yapabilirim diye düşündüm… Sahip olduğum en kıymetli şey o forma. Küçük de olsa bir katkım olsun istediğim için o formayı açık artırma ile satıp, gelecek parayı bağışlamaya karar verdim. Sadece böyle küçük bir desteğim olsun istedim” dedi Avcı telefonda.

***

Bir futbolsever, hele de bir Beşiktaşlı için o forma paha biçilemezdir.

Koray Avcı’nın dediği gibi… Beşiktaş tarihindeki ‘en kıymetli’ formalardan biridir o 41 numara.

Şehitlerimizin anısına duyulan saygıyının göstergelerinden biridir Koray Avcı’nın kararı.

Alkışlanacak, gurur duyulacak bir tavırdır.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.