Şampiy10
Magazin
Gündem

Şu tartışılan İHA ve SİHA’lar…

İHA (İnsansız Hava Araçları) ve SİHA’lar (Silahlı İnsansız Hava Araçları) son dönemde tartışmalara konu oluyor. Ancak bakıyorum, birçok başka konuda da olduğu gibi, İHA ve SİHA’lar ile ilgili de bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlar çoğunlukta. Dolayısıyla tartışmaların büyük kısmı kısır, ideolojik ve sığ kalıyor. Bu yüzden biraz teknik bilgi ve kullanım sürecine ilişkin ayrıntı vereyim istedim.

Sessiz, gizli, keskin göz

İHA ve SİHA’lar çok büyük oranda iki alanda hizmet veriyor Türkiye’de.

Terörle ve kaçakçılıkla mücadele. Bu gelişmiş hava araçlarını kullanan kurumlar da Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ve İçişleri Bakanlığı. TSK’da Kara Kuvvetleri, İçişleri’nde de Jandarma ve Emniyet Teşkilatı. İHA’lar istihbarat maksatlı (gözlem, gözetleme, yer tespiti), SİHA’lar ise operasyonel çalışıyor.Hava araçları gelişmiş kameralarıyla aldıkları görüntüyü uydu üzerinden anlık olarak yere aktarıyor.

Yüksek irtifadan ve uzaktan görev yapabilmesi İHA’nın en büyük avantajı. Sesi yerden duyulmuyor, çoğu zaman görülmüyor bile. Sistem sadece havadaki İHA’dan ibaret değil. Yer kontrol istasyonları, yer veri terminalleri ve faydalı yük ünitelerinden oluşuyor.

Görüntüler nereye geliyor?

İkinci Ordu Komutanlığı bünyesinde, halihazırda iki İHA taburu var. Biri Batman, diğeri Siirt’te.

Planlamalara göre, üçüncü İHA Taburu da Van’da kurulacak.

İHA’lar ve SİHA’lar iç güvenlik harekat bölgesinde ve hem Irak hem de İran sınır hattında 7 gün 24 saat devriye uçuşu yapıyorlar.

Zaman zaman tesadüfi, kimi zaman da gelen duyumlar üzerine yönlendirildikleri bölgelerden görüntü aktarıyorlar.

Gelen görüntüler önce yer kontrol istasyonundaki ekranlara yansıyor. (Gerek duyulması halinde İkinci Ordu ve Genelkurmay Karargahı’na da eş zamanlı olarak görüntü aktarılabiliyor.)

Ateşe kim ve nasıl karar veriyor?

Görüntüler, İHA taburlarındaki veri terminallerinde inceleniyor. İstihbarat ve harekât birimlerinin değerlendirmesi sonucu hedefler SİHA (ya da ihtiyaç halinde Kobra helikopterleriyle) ateş altına alınıyor.

‘Vur emri’ni İkinci Ordu’daki ilgili komutanlar (harekât) verebiliyor. Durumun hassasiyetine göre üstlerin (yani Kara Kuvvetleri ya da gerekirse Genelkurmay Başkanlığı’nun) emrine başvurulabiliyor.

Ateş emrinin verilme sürecindeki en önemli kriter, görüntü alınan noktanın ‘askeri yasak bölge / güvenlik bölgesi dahilinde olup olmadığı.

Genelkurmay Başkanlığı tarafından düzenli olarak duyurulan askeri yasak bölgeler ve güvenlik bölgelerine, ilan edilen tarih aralıklarında sivillerin girmesi yasak.

İHA’ların tespit ettiği görüntüler işte bu yasaklanmış sınırlar içinden geliyorsa ve bir de görüntülerdeki kişiler silahlıysa, hava operasyonu emri veriliyor.

(Bu noktada, yerdeki silahlı kişilerin terörist mi, kaçakçı mı olduğunun tespiti pek mümkün değil belki ama bölgedeki (başta uyuşturucu olmak üzere) kaçakçılık faaliyetlerinin de terör örgütünün kontrolünde olduğu gerçeğini göz ardı etmemek gerek.)

Yasak bölge sınırlarında ya da kesin emin olunamayan durumlarda ise o noktaya yakın yer birimlerinden ilave bilgi talep ediliyor. Karakol ya da kalekollardaki termal kameralar ya da helikopterler vasıtasıyla teyit isteniyor ve nihai karar bu ‘double check’ten (ikinci kontrol) sonra veriliyor.

Şemdinli

Yazının başında İHA ve SİHA’ların öncelikli kullanım amacının terör ve kaçakçılıkla mücadele olduğunu belirtmiştim.

Noktayı bu bağlamda, Şemdinli bölgesine özel bir ayrıntı ile koyayım… Hem İran hem de Irak sınırını kontrol altında tutmak maksadıyla, Şemdinli bölgesinde iki yıl önce bir hudut tugayı kurulmuştu. Hakkari’nin bu ilçesi sadece teröristlerin değil, başta uyuşturucu olmak üzere kaçakçıların da çok yoğun olarak kullandığı bir güzergah. Şemdinli bu yüzden çok önemli.

Yetkililer, İHA / SİHA tartışmalarına konu olan şikayetlerin çoğunun bu bölgeden gelmesinin tesadüf olmadığı görüşünde.

Yazının devamı...

Meclis’te yeni kurallar... Ne yasak ne serbest?

VATAN ’ın manşetten duyurduğu, çatısına kurulan anti drone (drone savar) sisteminden sonra TBMM’de alınan ekstra güvenlik tedbirleri var şimdi Ankara’nın gündeminde.

Güvenlikten sorumlu Meclis İdare Amiri Salim Uslu ile görüştüm dün. Uslu TBMM Güvenlik Koordinasyon Kurulu’nda alınan ve Başkanlık Divanı’nın onayladığı kararları bir süredir zaten uyguladıklarını söyledi.

İşte Salim Uslu’nun ağzından TBMM’de alınan tedbirler, uygulama (ya da uygulanamama) aşaması ve halihazırdaki durumun ayrıntıları:

Drone alınmayacak, kapılar ayrılacak

- Çatıya kurulan anti drone sistemi (drone savar) çalışıyor. Onun dışında, Meclis’e herhangi bir drone alınması gibi bir durum yok. Ne yapacağız biz droneu?

- Çankaya ve Dikmen Kapıları’ndan girişlerde kontroller artırıldı. Çankaya’dan sadece protokol, Dikmen’den ise sadece ziyaretçi girişi olacak.

- Bugüne kadar aldığımız yüzlerce önlem var ama ne yaparsanız yapın, iş sayın milletvekillerinde bitiyor. Şimdi bakın sayın milletvekili gelmiş, arabasına almış üç kişi, beş kişi… Onlara kart aldırmıyorsa, kusura bakmasın, ben almam onları içeri. Senin dokunulmazlığın olabilir ama onların dokunulmazlığı yok.

- TBMM'ye girişlerde yüz tanıma sisteminin uygulanması için çalışmalar sürdürülüyor.

- Kartlara çip takılması, genel kurulun kartlarının farklı olması, ana binayla halkla ilişkiler binalarının ayrıştırılması… Bunları yaptık zaten. Uyguluyoruz da.

Bir tek burada, girişlere turnike koyulması gerekiyor. Yani ola ki kapıdan bir kişi geçtiyse, turnikeden geçemeyecek. İyi de, mesela vekil turnikeye geldi… Vekilin yanında var 10 tane adam. Vekil, “Onları da içeriye alıyorum” dedi. Oradaki polis şayet, “Buyurun efendim, geçin” diyorsa, o zaman sorun devam ediyor demektir ve sorun bu. Bunu nasıl engelleyeceğimiz sorusunun cevabı yok işte.

Danışmanlara GBT

- Milletvekili danışmanlarından 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’na uymayan fiilleri işleyenler varsa, bu durumda olanlara giriş kartı verilmiyor.

- Şayet buradaki konumunu suistimal eden danışman varsa, 657 sayılı kanuna aykırı fiili tevsik edilen (belgelenen) varsa ya da bu konuda MİT’ten, Emniyet’ten ya da Başbakanlık’tan bize bir uyarı gelmişse onu dikkate almak zorundayız.

- Bütün danışmanlar için GBT (Genel Bilgi Taraması) yapıldı.

- Mesela şu anda kulislerde danışmanların bulunması yasak. Hatta tüneli kullanmaları yasak. Ama gelin görün, sabahtan akşama kadar buralarda oyalanan danışmanlar var.

16 bin kart iptal edildi

- 16 bin civarında giriş kartını iptal ettik. Yapılan en büyük iş budur aslında. Her milletvekilinin 10’ar tane var, düşünün işte… Herkes dağıtıyor. Misal, ilçe başkanı değişiyor ama eski kartı kullanıyor… Bunların hepsi tespit edildi ve o kartlar iptal edildi. Bu çok büyük bir başarıdır. Bunun arkasından, randevulu sisteme geçtik. Kim gelirse gelsin, kime, saat kaçta gelecek, randevu alacak. Bu çok uygar bir davranıştır.

- Bakıyorsunuz, vekilin ya da bakanın arkasında onlarca adam var, kim olduğunu bilmiyorsunuz.

- Hiç kimse gelip burada milletvekillerinin arkasında fonda bulunmak suretiyle basın toplantısı salonuna giremez diye madde var. Bu kararlar, bu yasaklar kişilere kurumlara göre alınmaz, onlara göre de değişmez.

Basın toplantı salonuna sınır

- Bakın her milletvekili o basın toplantısı salonunu kullanabilir. Lâkin mesela geçen dönem gördük, bazı milletvekilleri var ki, altı ay sekiz ay süreyle adam basın toplantısı salonunu kapatmış. Prime time saatleri kapatmış. Bu örnekler üzerine şimdi bir haftadan fazla süre vermeyeceğiz dedik. Belki sonra değişir ama bugün gerekli bu karar.

Gazetecilere kulis yasağı yok

- Danışmanlar ile birlikte gazetecilerin de kulislere girmesinin yasaklanacağına dair çıkan haberler uydurma. Kim çıkardı bilmiyorum ama öyle bir konu hiçbir şekilde geçmedi. Öyle bir şey yok yani.

- Sadece, “Danışmanlar sabahtan akşama kadar kulislerde oturuyor” denildiğinde, birisi de dedi ki, “İki kadın gazeteci var, onlar da yıllardır sabahtan akşama kadar orada oturuyorlar.” Evet, olabilir ama onlara bir şey diyemeyiz ki, onlar gazeteci. Yani öyle bir durum yok.

Yazının devamı...

‘Savunmayla ilgili kararımızı kimsenin tartışmaya hakkı yok’

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Rusya’da S-400 füzeleri alınması konusunda, “Kaporayı verdik. Türkiye Cumhuriyeti’nin savunmasıyla ilgili bağımsızlık ilkelerini veya bağımsız kararını kimsenin tartışmaya hakkı yoktur. Biz kendi bağımsızlığımızla ilgili kararımızı kendimiz veririz” dedi

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, İslam İşbirliği Teşkilatı 1. Bilim ve Teknoloji Zirvesi’ne katıldığı Kazakistan’ın başkenti Astana’dan Türkiye’ye dönerken beraberindeki gazetecilerin sorularını yanıtladı.

-Kazakistan’da olduğunuz esnada Trump’la bir telefon görüşmeniz de oldu. Neler konuştunuz?

İkili ilişkilerin daha da güçlendirilmesi gerektiğine değindik. İki ülkenin stratejik ortak olduğuna, bunun ilişkilere de yansıması gerektiğine işaret ettik. Ayrıca bölgesel konuları konuştuk. Myanmar’ı konuştuk. Arakanlıların yaşadığı drama ABD’nin hassasiyet göstermesinin önemli olacağına dikkati çektim. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu esnasında tüm konuları yüz yüze görüşmemizin faydalı olacağı, bunu gerçekleştirme hususunda da mutabık kaldık.

‘Rusya ile ihtilaf yok’

-Astana süreci çerçevesinde, diğer İdlib ve Afrin konusunda Rusya ve İran ile aramızda mutabakat konusunda ne durumdayız şu an? İkinci bir harekat söz konusu mu bu konuda herhangi bir değişiklik var mı?

Özellikle İdlib hakkında şunu söyleyebilirim. Ayın 14’ünde yapılacak Astana Zirvesi önem arz ediyor. Şu anda İdlib’te Rusya ile daha önce mutabık kaldığımız gibi süreci işletiyoruz ve bu şekilde süreç şu an çalışıyor. Rusya ile bu konuda aramızda herhangi bir ihtilaf söz konusu değil. İran ile de yaptığımız görüşmede ihtilafa konu olabilecek herhangi bir başlık gündeme gelmedi. Öyle zannediyorum ki Astana zirvesi sonrasında da aramızdaki sağlıklı görüşmeler bu şekilde devam edecektir. Gelişmeler olumlu istikamette devam ediyor.

‘Esad ile görüşme niyetim yok’

-Sosyal medyada bir şeyler dolaştı, siz ile Esad arasında bir görüşme olduğu yönünde. Özel olarak birileri mi dolaştırıyor bu tür iddiaları?

Herhalde birileri özel dolaştırıyor. Ben Esad ile görüşmedim, görüşmeye de pek niyetim yok.

- Efendim, S-400’lerin satın alınmasıyla ilgili nihai durum nedir? Dış basında Türkiye’nin bu satın almadan vazgeçebileceğine ilişkin bazı haberler, yorumlar yer alıyor. Bununla ilgili değerlendirmeniz nedir?

Arkadaşlar S-400 ile ilgili arkadaşlarımız imzalarını attılar. Bildiğim kadarıyla kaporayı da verdiler. Bundan sonraki süreç de zaten Rusya’dan bize aktarılacak kredi ile ilgili devam edecek bir süreçtir. Gerek Sayın Putin, gerekse şahsımın bu konuda kararlılığımız var. Türkiye Cumhuriyeti’nin savunma sanayii veya savunmasıyla ilgili bağımsızlık ilkelerini veya bağımsız kararını herhalde kimsenin tartışmaya hakkı yoktur. Biz kendi bağımsızlığımızla ilgili kararımızı kendimiz veririz; ülkemizi savunmak için koruma tedbirlerini de, güvenlik tedbirlerini de kendimiz almakla mükellefiz. Eğer bir yerlerden bu noktada herhangi bir savunma unsurunu tedarikte zorluk çekiyorsak, girişimlerimiz çoğu kez engellemelere takılıyorsa biz ne yapacağız, başımızın çaresine bakacağız. Mesela, silahsız hava araçlarını maalesef dostlardan alamıyorduk biz, çok da yüksek paralar istiyorlardı, bedava da istemiyorduk üstelik. Ama terör örgütüne tank, top, zırhlı araçlar veriyorlar; ama biz parasıyla istediğimiz halde bazı ihtiyaçlarımızı tedarik edemiyoruz. Sonuçta ne oldu? Hamdolsun insansız hava aracını da kendi ülkemin insanı üretir hale geldi, silahlısını da üretir hale geldi. Son bir haftada 90 terörist öldürüldü. Ama bakıyorsun bir milletvekili çıkmış ana muhalefet partisinden bundan rahatsız oluyor! Kazakistan’a gelirken de söyledim: Sen kimden yanasın? Teröristten yana mısın yoksa benim güvenlik güçlerimden yana mısın? Ne yapacaktık, benim bu kadar vatandaşım, güvenlik gücü, askerim, polisim, subayım şehit edildi; adamın takındığı tavra bak. Tabii ki bunların üzerine gideceğiz, kusura bakmasınlar. Bu konuda savcılarımızın soruşturma açmasını da takdirle karşılıyorum. Böyle bir durumda, ana muhalefetin başındaki zat, kalkıp o milletvekilini bizzat kendi uyarmalıydı, sen ne yapıyorsun, ne diyorsun diye.

‘Teşekkür etmen lazım!’

- Ana muhalefet partisi ile yargı arasında son günlerde devam eden bir polemik var. Esasen Danıştay Başkanı’nın açıklamaları ile başladı. CHP’nin “Adalet Yürüyüşü” dediği yürüyüşe yönelik, “Yargıyı bu şekilde yıpratmak bütün Türkiye’ye zarar verir” şeklinde açıklamaları var. Danıştay Başkanı, “Sözde adalet yürüyüşü” deyimini kullandı. CHP de ona, “Sözde Danıştay Başkanı” yakıştırması yaptı. Siz bu polemiği nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şunu bir defa inanarak, bütün samimiyetimle söyleyeyim: CHP’nin bu yürüyüşü gerçekten “Sözde adalet yürüyüşü”dür. Zira CHP’nin öncelikle adalet kavramını, mefhumunu anlaması lazım. Bunu bir defa bilmiyorlar.

Şimdi “Sözde adalet yürüyüşü” ile, Ankara’dan 29 günlük yürüyüşle, sen kalkıp da bir vatandaşın izni olmadan arsasına el koyarsan bunun adaletle izahı olur mu? Oraya gel, karavanını koy, ondan sonra oradan poz ver, şunu yap, bunu yap. Nerede adalet? Öbür taraftan Şişli’de temizlik işçileri ne dediler, adalet arayışına onlar da çıktılar. İzmir’de belediye çalışanları adalet arayışına çıktı. Dolayısıyla o yürüyüş “sözde adalet”. Oysa adalet, sözle olmaz, ancak icraatla olur... Ama bunlarda icraatta adalet yok.

Danıştay Başkanımızın, Yargıtay Başkanımızın, ana muhalefetin söylemlerini yargıya, hukuka adeta müdahale gibi gördüklerini; bundan rahatsız olduklarını düşünüyorum. Muhtemelen bu sebepten dolayı, o yakışıksız söylemler karşısında, bunlara bir hukuk dersi verme noktasına gelmiş olmalılar... Herhalde Kılıçdaroğlu’nun kalkıp da Zerrin Hanım’a hukuk dersi verecek hali yok. Onların daha çok mürekkep yalaması lazım. Aynı şekilde Yargıtay’a böyle bir şey verecek hali yok. Daha çok mürekkep yalaması lazım. Ama bunlar (Kılıçdaroğlu) tabii haddini bilmiyor. İşte yanında bir hukukçusu var. Görüyorsunuz, öldürülen teröristlerin hakkını savunuyor. Ne hakkı ya? Bunlar terörist. İşte bir tanesi de Kılıçdaroğlu’nun Artvin’de kendisine eylem hazırlığında olan terörist ya... Bak, onu vurdular. Yahu teşekkür etmen lazım senin. Bırak teşekkürü, tam aksine gelip üzerine saldırıyorlar.

Bangladeş’i yalnız bırakmayız

- Myanmar’da katliamın durması yönünde bir ümit var mı? Bangladeş’e yönelik yardımlar da bundan sonra devam edecek mi? Oradaki kampın tablosu çok kötüydü...

Myanmar’ın Devlet Başkanlığından Sorumlu Devlet Bakanı Suu Kyi ile yaptığımız telefon görüşmesi, aslında oldukça müspet bir görüşmeydi. Kendisine, ‘Önümüzü açarsanız, özellikle Arakan’daki bu mağdur insanlara yardım ulaştırabiliriz, en azından çadırlar kurabiliriz’ dedik. Bunları aynı şekilde Bangladeş yönetimine de söyledik. ‘Bize yer tahsis edebilirseniz size herhangi bir yük getirmeden, oralarda çadırlarımızı kurabiliriz’ dedik. Arakan’da tam bir insanlık dramı yaşanıyor. Yolda maalesef vefat edenlerin sayısı yüksek. Tabii Bangladeş’in de sıkıntıları var. Ama biz Bangladeş’i bu noktada yalnız bırakmayız. Umudumuz, onların bir an önce yer tahsisini yapmaları. Bu yer tahsisini yaptıkları anda, Kızılay’ımız, AFAD’ımız, onların Kızılay’ı ile süratle inşallah orada çadırları tesis edebiliriz. Bunlarla beraber oralarda o insanlara çok daha farklı bir yaşam imkanını sağlayalım istiyoruz.

‘Bankaları kredi için sıkıştıracağız’

-Kredi Garanti Fonu (KGF) 250 milyar civarında Türkiye’de esnafı rahatlatıcı bankaların kredi vermemesini aslında önünü açmış oldu. Gelecek 2018 yılı için böyle bir düşünce var mı, KGF çalışması gibi? Bir de 180 günlük program planınız vardı, o gecikiyor mu?

Bütün bakan arkadaşlarım hazırlıklarını Başbakanımıza getiriyor. Başbakanımız da çalışmalarını bitirip bana takdim edecek. Ben de çalışmaları bitirip inşallah adımlarımızı atacağız. Gelişmelerdeki güzelliklere baktığımızda bankaların kredi olayındaki tutuculuğunu kesinlikle aşacağız. Kesinlikle sıkıştıracağız. Devlet bankaları başta olmak üzere üzerine gideceğiz. Özellikle yatırımcımız krediye rahat erişebilmesi lazım ki bu adımlar atılabilsin. Bankaların da bu işi kolaylaştırması lazım böyle yüzde 15, 16’lara varan faizlerle olmaz. Aşağı çekilmesi lazım. Sayın Başbakanımızla beraber ilgili bankaları konuşacağız. Diyeceğiz ki, bunu aşağı çekeceksiniz ona göre biz sürümden kazanacağız. Yatırımcıyı köşeye sıkıştırarak değil. Bunu yapınca hem yatırımda farklı bir süreç olacak. İnanıyorum ki Türkiye farklı bir kalkınma performansını elde edecek.”

‘Türkmenler terk etmemeli’

- Kuzey Irak’taki yönetimin referandum kararının üzerine bir de Türkiye’ye yönelik savaş planları ortaya çıktı. Barzani’nin Türkiye’ye savaş beyanı basında yer aldı. Bu herhalde Sayın Bahçeli’nin konuşmasının üzerine söylenen bir beyan oldu. Türkmenlerin bulunduğu bölgelerde Türkmenlere ABD’de kalma veya vatandaşlık taahhüdü ile göç için teşvik söz konusu diyorlar. Tüm bunlara karşı, Türkiye’nin alternatif formülleri var mı?

Duygusal çıkışlar yapmak doğru olmaz. Bu dediklerinize dair bir değerlendirme için, o iddiaları etraflıca bizim Dışişleri’nden dinlememiz, doğru bilgileri almamız lazım. İddialar nedir, ne değildir, ne derece doğrudur? Bunları bir görmemiz lazım. Okumamız lazım. Değerlendirme ancak ondan sonra yapılabilir. Böyle duygusal çıkışlarla açıklamalar yaparsak, bu yanlış olur. Ama bizler Türkmen kardeşlerimize oraları terk etmelerini asla tavsiye etmeyiz. Onlar kendi topraklarında kalmalıdır. Biz de tabii ki üzerimize ne düşerse sonuna kadar onu yaparız.

‘Alman yönetimine kırgınlığımız var’

- Türkiye ile Almanya arasındaki gerginliğin seçim süreci ile de alakalı olduğunu düşünecek olursak, Almanya’da seçimler yaklaşıyor, seçim sonrasında ilişkilerde bir normalleşme bekliyor musunuz? İlişkiler eski iyi düzeyine ulaşabilir mi? Bu süreçte artılması gereken adımlar neler? Türkiye bir adım atabilir mi? Biz karşı taraftan hangi adımları bekliyoruz?

Bizim Alman halkıyla, Almanlarla hiç bir sorunumuz yok. Almanya’da 3 milyonu aşkın soydaşımız yaşıyor. Orada Almanlarla entegrasyon içerisinde yaşıyorlar. Sorun, Almanya yönetimindeki yetkililerin yanlış tavırlarından kaynaklanıyor. Dolayısıyla yanlış tavırlara son verilmesi lazım. Referandum döneminde neler yaptıklarını gördük. Saldırılar sürdürmeleri halinde, Türkiye Cumhuriyeti devleti olarak elbette onurumuzdan taviz veremeyiz. Almanya’nın şu anda teröre yataklık yapan bir ülke haline gelmesini normal karşılayamayız. Dediğim gibi bizim Alman halkıyla hiçbir sorunumuz yok. Sadece hatalı tavırlar dolayısıyla, Alman yönetimine kırgınlığımız var. Evet, seçim dönemindeler. Ama, seçimde şu kazanmış, bu kazanmış, bu da bizi pek ilgilendirmiyor. Bu Almanya’nın kendi iç meselesidir.

- AB’deki kilit ülkelere bakınca onların 3 gündem maddesi var deniliyor: Recep Tayyip Erdoğan...

Yani Recep-Tayyip-Erdoğan... (Gülüşmeler...)

- Evet... Siz AK Parti İl Başkanları toplantısında, “Erdoğan size ne yaptı?” dediniz. Sahi, siz ne yaptınız? Avrupa neye veya hangi diziye reaksiyon gösteriyor sizce?

Diriliş dizisine... (Gülüşmeler...)

- Cevabınızı alsak?

(Gülerek) Bence yeterli... Her şeyi anlatmıyor mu?

Yazının devamı...

MİT, MİKK, yeni dönem...

İki hafta önce (25 Ağustos 2017) Resmi Gazete’de yayınlanan 694 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile Cumhurbaşkanlığı bünyesinde Milli İstihbarat Koordinasyon Kurulu (MİKK) kurulduğu haberini okumuşsunuzdur.

***

MİKK aslında daha önce de vardı ama Milli İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT) bünyesindeydi.

2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu’nun ilgili maddesi şöyleydi:

“(...) Bakanlıklar ile diğer kamu kurum ve kuruluşlarının görev ve yükümlülüklerinin yerine getirilmesiyle ilgili koordinasyonun sağlanması ve istihbarat çalışmalarının yönetilmesinde, temel görüşleri oluşturmak üzere, MİT Müsteşarı’nın başkanlığında Milli İstihbarat Koordinasyon Kurulu (MİKK) kurulmuştur.

Kurul, üç ayda bir; Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri veya yardımcısı, Genelkurmay İstihbarat Başkanı veya yardımcısı, bakanlıkların müsteşarları, kurum ve kuruluşların yetkili amirleri, MİT’in ilgili başkanları ile MİT Müsteşarı’nın çağıracağı diğer kamu görevlilerinin iştirakiyle toplanır.

MİT Müsteşarı gerektiğinde kurulu olağanüstü toplantıya çağırabilir.

Milli İstihbarat Koordinasyon Kurulu’nun ayrıntılı görev ve yetkileri ile çalışma esasları yönetmelikle belirtilir.”

***

MİKK’nun yeni yapısı, Olağanüstü Hal (OHAL) kapsamında yayınlanan 694 nolu KHK ile şu şekilde belirlendi:

“Bakanlıklar ile diğer kamu kurum ve kuruluşlarının görev ve yükümlülüklerinin yerine getirilmesiyle ilgili koordinasyonu sağlamak ve istihbarat çalışmalarının yönetilmesinde temel görüşleri oluşturmak ve uygulamayı belirlemek üzere, Cumhurbaşkanının başkanlığında Milli İstihbarat Koordinasyon Kurulu (MİKK) kurulmuştur. Kurulun sekretarya hizmetleri MİT Müsteşarlığı tarafından yürütülür. Milli İstihbarat Koordinasyon Kurulunun üyeleri, ayrıntılı görev ve yetkileri ile çalışma usul ve esasları yönetmelikle düzenlenir.”

***

Kurulun üyeleri, toplantı periyotu vb detaylar yönetmelikle düzenlenecek ama bu değişiklik, MİT’in yeni dönemi için önemli.

Aynı KHK ile MİT Müsteşarı’nın artık Başbakan’a değil sadece Cumhurbaşkanı’na karşı sorumlu olduğunu da bu noktada hatırlatıp Ankara’da bu konuda konuşulanlara öyle geçelim...

***

MİT çevrelerinde, ‘müsteşarın sadece Cumhurbaşkanı’na karşı sorumlu olması’ şeklindeki düzenlemenin, Anayasa değişikliğinin ardından geçiş süreci devam eden Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin gereği olduğuna vurgu yapılıyor.

Yani yeni döneme uyum düzenlemesi...

MİKK’nun Cumhurbaşkanlığı bünyesine alınması konusuna gelince...

Başkent kulislerinde bu değişikliğin iki önemli ve olumlu yanı olduğu görüşü hakim.

Birincisi, MİKK eliyle; devletin istihbarat alanındaki koordinasyonu daha verimli şekilde sağlanabileceği yorumu yapılıyor. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın özellikle FETÖ ile etkin mücadele konusunda zaman zaman yakındığı, bazı kurumların performans düşüklüğü gibi noktaların yeni dönemde ortadan kalkacağı değerlendirmesi var.

İşin bu yönünün yanı sıra - personelinin özlük haklarından lojistik ihtiyaçlarının karşılanmasına kadar MİT ile ilgili her konuda doğrudan Cumhurbaşkanı devrede olacağından, artık daha hızlı karar alınacağı, sorunların da daha kolay çözüme kavuşacağı görüşü seslendiriliyor.

Ankara kulislerinde konuyla ilgili konuşulanlar böyle...

Yazının devamı...

Ensest gerçeği ve Türkiye (2)

“Türkiye’de ensest oranı, söylendiği gibi yüzde 40 değil, sadece yüzde 5 bile olsa; bu, okullarımızda, ortalama 40 kişilik her sınıfta 2 ensest mağduru çocuk var demektir.”

Bu hesaplama, Hacettepe Üniversitesi Öğretim Üyesi Doçent Doktor Alanur Çavlin’e ait.

Bu sütunda dün, Türkiye’nin ensest gündemine dair akademik çalışmaları bulunan Doçent Çavlin’in değerlendirmeleri yer almıştı.

( http://www.gazetevatan.com/murat-celik-1099459-yazar-yazisi-ensest-gercegi-ve-turkiye-1-/ )

Alanur Çavlin’in, bu önemli konuda verdiği bilgilere bugün de devam ediyorum…

Her sınıfta 2 ensest, 2 de cinsel istismar mağduru çocuk var

Çavlin, Türkiye’de ensest oranının yüzde 40 olduğu iddiasını abartılı buluyor ancak bu noktada şu değerlendirmeyi yapıyor:

- Bu oran, çok ciddi bir sorun olduğunu vurgulamak amacını taşıyor bence. Yüzde 40 diyerek, ensestin, toplumun çok önemli bir yarası olduğu mesajı veriliyor olabilir ama şöyle düşünmek lâzım; yüzde 40 olmasına gerek yok. Bizim (Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü) 2014 tarihli araştırmamızda ulaştığımız sonuç doğruysa bu ne demek biliyor musunuz? O çalışmaya göre, 15 yaşına kadar cinsel istismara uğrayan kadın oranı yüzde 9. Bunların yaklaşık yarısının istismarcısı aile üyeleri. Yani ensest mağdurlarının oranı yüzde 4 buçuk 5.

- Bu oran bile doğruysa, karşımızda şöyle bir gerçek duruyor demektir:

Bu ülkede, orta öğretimde çocuklarımız ortalama 40 kişilik sınıflarda okuyor. Yüzde beş, 20’de 1 demek. Yani 40 kişilik sınıfta, 2 ensest mağduru çocuk demek. Çocuklarımız, sınıflarında ortalama 2 cinsel istismar, 2 de ensest mağduru arkadaşlarıyla birlikte okuyor demek bu oran. Söylemek istediğim şu: Ensest oranı yüzde 5 denildiğinde, insanlara çok azmış gibi gelebilir ama öyle değil işte. (Üstelik bu yüzde 5 oranına ulaşılan çalışma sadece belli bir yaş aralığındaki kadınları kapsıyor. Ensest ve cinsel istismar mağduru erkek çocuklar da yok bu araştırmada. Yani bu oranın gerçeğin altında olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.)

Ensest görünür, konuşulur olmalı ama…

- Murat Başoğlu örneğine dönersek… Konunun tanınmış kişiler üzerinden gündeme gelmesi, farkındalık ve duyarlılık yaratması açısından iyidir diyebilir miyiz?

- İyi bir yanı olabilir. Gerçekten toplum yararına, çocuklar için bir takım politikalar üretilmesine vesile olacaksa elbette iyi ancak genelde görülen, bir süre sansasyonel haber olarak kamuoyuna yansıyor ve sonra unutulup gidiyor. Düşünürsek, daha önce bazı vakıflar, çocuk yurtları vs ile ilgili haberler bundan çok daha çarpıcı, yakıcı haberlerdi ama unutulup gitti.

- Sonuca ulaşmıyor yani bu tartışmalar, öyle mi?

- Çok ciddi adımlar atılmasına vesile olmuyor. Özellikle çocuk konusunda… Sorsanız, herkes için çocuk çok kıymetli ama çocuk ön planda değil hiçbir şekilde. Herkes çocuğu olsun istiyor ama çocuğun birey olarak, vatandaş olarak haklarının yetişkinden üstün olduğu gerçeğini, yani çocuğun üstün hakları kavramını kimse öncelemiyor.

Mağdur değil saldırgan konuşulmalı

Alanur Çavlin, iki akademisyen meslektaşı, Filiz Kardam ve Hanife Aliefendioğlu ile birlikte, ensest konusunda yeni bir kitabı okura sunmak üzere.

“Ailenin Karanlık Yüzü Ensest: Türkiye’den Araştırmalar, Saptamalar, Örnekler ve Öneriler” başlıklı kitap tamamlandı ve basımı için yayınevleriyle görüşmeler sürüyor.

Bu kapsamlı çalışmaya da imza atan Doç. Dr. Çavlin ensest konusunun gündemde olmasına dair şu tespitlerde bulunuyor:

- Bu konunu konuşulmasının, görünür olmasının muhakkak ki yararı vardır çünkü bu, saldırgan insanlarda kaygı uyandırabilir ama diğer taraftan bütün bu eleştirilere rağmen saldırganların şiddetli şekilde cezalandırılmaması saldırganı cesaretlendirebiliyor da.

- Bu konulardan bahsedilmesinin, ensest sorununun medyada yer almasının önemi şu: İstismara maruz kalanlar görüyor ki, yapılabilecek bir şeyler var, bir mekanizma var. En kötüsü yaşanan mağduriyetlerin saklı kalması. Bu konulardan bahsedilmeli ki, herkes kendi adına yapabileceklerini ve başına gelebilecekleri bilsin, görsün.

- Ancak, haberlerde saldırgan insanlara yönelik yaptırımlar ön planda tutulmalı. Bizde çoğunlukla çocuğun mağduriyeti üzerinde durulduğu için, saldırganlardan ziyade mağdurları korkutan bir durum çıkıyor ortaya.

- Son örnek de iş ünlü insanların konuşulduğu bir gündem olarak kalırsa bir anlamı yok ama bu konuda sorumlu olan birimlerin yapacağı faaliyetlere bir motivasyon yaratabilirse tabii ki olumlu olur.

(BİTTİ)

Yazının devamı...

Ensest gerçeği ve Türkiye (1)

Murat Başoğlu vakası, Türkiye’nin ‘ensest’ gerçeğini bir kez daha gündemin ilk sırasına taşıdı.

Türk Dil Kurumu (TDK) Sözlüğü’nde, “ensest” sözcüğünün karşısında, “aile içi yasak ilişki” yazıyor.

***

Sunucu Başoğlu’nun, yeğeni (ağabeyinin kızı) ile ilişkisinin ortaya çıkması üzerine başlayan tartışma ortamında, Hürriyet’ten Melis Alphan, “Murat Başoğlu’na niye şaşırıyoruz? Türkiye’de ensest oranı yüzde 40 !” başlıklı bir yazıya imza attı.

( http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/melis-alphan/murat-basogluna-niye-sasiriyoruz-turkiyede-ensest-orani-yuzde-40-40567512 )

Alphan, Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu’nun 2014’te yayınladığı Türkiye Ensest Atlası Projesi’ni köşesine taşıdı ve yüzde 40 oranını bu çalışmayı kaynak göstererek verdi.

Melis Alphan’ın bu yazısı, özellikle sosyal medyada büyük tartışma yarattı.

***

Konu dün “Aile için birey kurban ediliyor” başlığıyla Birgün Gazetesi’nin manşetindeydi.

Gazete, Meltem Yılmaz imzasıyla, ensest konusunda ülkenin en yetkin akademisyeni olan Doçent Doktor Alanur Çavlin ile yaptığı röportajı manşetine taşıdı.

( http://www.birgun.net/haber-detay/birey-yerine-aile-esas-alininca-ensest-de-gizlenebiliyor-177718.html )

2007 yılında “Türkiye’de Ensest Sorununu Anlamak” başlıklı raporu hazırlayan Çavlin, Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü Öğretim Üyesi. Aynı zamanda Nüfusbilim Derneği’nin de Başkanı.

***

Alanur Çavlin ile dün telefonda görüştüm.

Önce şu yüzde 40 meselesini sordum. Çavlin’in cevabı şöyle oldu:

- Türkiye’de ensest oranı yüzde 40’tır denilebilecek hiçbir veri yok elimizde. Bu konuda bir tek Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü tarafından 2014’te yapılan Aile İçi Şiddet Araştırması var. Orada da biz, 15 59 yaş arasındaki kadınlara, “15 yaşından önce cinsel istismara uğrayıp uğramadıklarını sorduk. Kadınların yüzde 9’u, 15 yaş öncesi cinsel istismara uğradıklarını söyledi. Ancak bu çeşitli istismarcılar. Biz bunlara bir de demişiz ki, “Seni kim istismar etti?” Bu kadınların yaklaşık yarısı aileden biri tarafından istismar edilmiş. Baba, dede, amca, ağabey gibi...

Buradan çıkan sonuç yüzde 4 buçuk 5 seviyeleri. Ama tabii ki bu rakam, gerçekte olanın altındadır. Söyleyemeyenler muhakkak vardır ve tabii bu araştırma belli bir yaş grubuyla sınırlı ve özellikle erkek çocuklarına yönelik istismar başlığı yok bu çalışmada. Sadece kadınlardan veri toplandı. Ama Türkiye’de bu rapordan daha fazla ülke genelini yansıtabilecek başka bir veri yok.

***

- Pekiyi Melis Alphan’ın yazdığı, Kadın Dernekleri Federasyonu kaynaklı yüzde 40 rakamı nereden çıkıyor?

- Sanırım onlar, o raporlarında; erken, zorla ve akraba evliliklerini de ‘ensest’e dahil sayarak hareket ediyorlar. Türkiye’de akraba evliliği, kuzen evliliği, bütün evliliklerin dörtte biri. Yüzde 25 yani akraba evliliği oranı. Bu evliliklerle ilgili birçok şey söylenebilir, bu konu ayrıca tartışılabilir, çalışmalar yapılabilir ama buradan hareketle, “Türkiye’de ensest oranı yüzde 40’tır” denilebilecek hiçbir veri yok Türkiye’de. Yüzde istiyorsak, az önce bahsettiğim, bölge temsiliyeti olan, Türkiye’yi temsil eden bizim 2014 araştırmamızdan başka bir veri yok Türkiye’de. Ama tekrar ediyorum o yüzde 5 rakamı, olanın altındadır ve erkek çocuklar yok bunun içinde.

- Ensest mağduru erkek çocukların durumu daha mı farklı?

- Onlarınki daha zor yansıyor. Hem başka bir toplumsal baskı var hem de kızlarda mesela gebelik nedeniyle adliyeye yansıyor, bekaret nedeniyle, evden kaçmalarla vs yansıyor. Erkek çocuklarda daha zor öğreniliyor.

(Devam edecek...)

Yazının devamı...

İntihardan vazgeçen o vatandaş şimdi nerede?

Olayı hatırlarsınız...

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, geçen hafta (24 Ağustos 2017 Perşembe) Ankara’da, bir vatandaşı intihar girişiminden vazgeçirmişti.

İçişleri Bakanlığı ile Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin arasında yer alan Akay Kavşağı’nda, alt geçidin üzerindeki korkuluklara tırmanan bir kişi intihar edeceğini söylüyordu.

Bölgedeki polis memurlarının çabaları yeterli olmamış, olayı fark eden Bakan Süleyman Soylu, yolun üzerinde bekleyen vatandaşın yanına gitmişti.

Olay anında bir cep telefonu kamerası kayıttaydı.

O görüntülerde, intihar girişimde bulunan kişinin yanına giden İçişleri Bakanı Soylu’nun şu sözleri duyuluyordu:

“Gel aslanım gel, gel. Ne gerekiyorsa yapacağım. Gel sen. Hiç merak etme. Bana güvenmiyor musun? Dinleyelim seni. Gel seni götüreyim çay içelim.”

***

Karşısında İçişleri Bakanı’nı gören kişi, gergin, tedirgin, tereddüt içinde de olsa girişiminden vazgeçmişti.

Sonrasını, 30 Ağustos Zafer Bayramı resepsiyonunda karşılaştığım Bakan Soylu’ya sordum:

- Ne oldu o intihardan vazgeçirdiğiniz adam?

- Makama geçtik, birer çay içtik. Derdini dinledim.

- Neymiş derdi?

- Adana’dan gelmiş. Uyuşturucu batağına girmiş çıkmış. Kurtulmuş ama yeni bir hayat kuramamış. İşsiz... İş istedi.

- Sonuç?..

- Sonuç şu. O anlattı biz dinledik. Biz anlattık o dinledi. Yardımcı olduk. Adana’da bir işe yerleştirdik kendisini. Gitti, başladı. O istediği yeni hayatı kurması için yardımcı olduk.

***

Süleyman Soylu, sakin ama dikkatli bir şekilde ölümün ucundan aldığı bir vatandaşa babacan bir tavırla yeni bir yaşam hediye etti.

Bundan sonrası o kişiye bağlı. Yapacaklarına ve/veya yapmayacaklarına...

Muhakkak ki çaresizlikten ama intihar girişimi gibi tatsız bir yolla yakaladığı şansı kullanıp kullanmamak ona kalmış.

Uyuşturucu belasından kurtulup alın teriyle para kazanacağı ve yaşayabileceği bir imkâna sahip şimdi.

Onu intiharı düşünecek noktaya götüren geçmişine sünger çekip yepyeni bir hayata başlamak...

Şu bayram gününde tam bir hediye.

Umarım aldığı bu hediyenin kıymetini bilir o vatandaş.

Kıymet bilmezse de kendi bilir.

Biz değil belki ama eminim İçişleri Bakanı Süleyman Soylu takip edecektir elinden tuttuğu kişinin gidişat ve akıbetini.

Yazının devamı...

Sosyal medya (Devam)

Gündemdeki konuyu biliyorsunuz... Filiz Aker, İstanbul’un en bilinen beş yıldızlı otellerinden birinde, Vatan Şaşmaz’ı öldürüp ardından da intihar etti.

Olay sosyal medyanın gündeminde de doğal olarak ilk sırayı işgal ediyor günlerdir.

Bu dramatik haber üzerine, naçizane bir sosyal medya analizi kaleme aldım dün.

( http://www.gazetevatan.com/murat-celik-1097634-yazar-yazisi-adi-sosyal-medya-ama-/ )

“Adı sosyal medya ama...” başlıklı bu yazım üzerine gelen bazı yorum ve düşünceleri paylaşayım...

***

Sosyal medyada aktif olan okurlardan biri, içinde yaşadığı bu dünyayı şu ifadelerle sorguluyor:

“Sosyal medya tanımını layıkıyla ve genelgeçer bir tavırla yapabilmek ciddi tez konusu. Hele de sosyal medya form ve işleyişinin hızı göz önüne alındığında... Sosyal medyaya bir nevi telkin mekanizması denilebilir. Neyin telkini derseniz; sınırsız, sonsuz bir içerik derim. Ama en küçük ortak payda olan onun aracılığıyla bireyin kişilik değişimi sanki. Neye dönüştürüyor peki? Bu sorunun cevabı için önceden ne olunduğunun tutarlı bir cevabı olmalı. Bu cevabı verebilmeli birey. O birey sosyal medya öncesinde de kişilik değişimine açıksa ve hatta buna açsa, zaten eksik parçalar tamamlanıyor. Dönüştürüldükten sonra nasıl hissediyoruz ve bunun istikrarı ne boyuttadır? Sosyal medyayı bağımlılık kapısından sokan soru bu ayrıca. Bağımlılık, bir nevi de terapi... Ben sosyal medya öncesinde sorunlu olup ondan sonra hayatı daha kaliteli yaşayan insanlar tanıdım, gözlemledim.

İşin özü şu aslında... Birey önce kendine samimi olacak. Sosyal medya neleri içeriyor sorusunun cevabı da mühim. İletişim uygulamaları mı yoksa sadece Google mı mesela? Sosyal medya, iletişim sürecinde bireyin hangi kısımlarını doyuruyor sorusunun cevabı da önemli.”

***

Yine aktif bir başka sosyal medya kullanıcısı, konunun farklı bir boyutunu öne alarak şunları söylüyor:

“Sosyal medya bugünün dünyasında devletler için büyük bir kolaylık. Bir nimet... Sadece devletler de değil aslında. Kurumlar için de öyle. Herkesi çok rahat şekilde fişleyebilme ve kategorize edebilme imkanı veriyor sosyal medya. Bu alanı takip etmek için kurulmuş ofisler var. Kişiler hakkında dosyalar hazırlayan ve bunları lâzım olduğunda gerekli yerlere ileten özel ekipler, ofisler... Bu ofislerde çalışan avukatlar bile var. Wikileaks belgelerinin gündemi belirlediği dönemlerde gördük işte. Size şu kadarını söyleyeyim; şu anda Türkiye’nin önde gelen şirketlerinin, spor kulüplerinin başında bulunan kişiler, çalışanlarının, üyelerinin sosyal medya hesaplarını takip ettiriyorlar ve herkesi fişliyorlar. Kim kendisini destekliyor, kim muhalif?.. İşin bambaşka bir boyutu da, normalde ulaşılmaz olduğunu düşündüğümüz insanlarla doğrudan temas kurabilme imkânı. Misal ben, Amerikalı dünya güzeli ile karşılıklı takipleşiyorum, düşünün işte... Ama baktığımızda, son kertede, özellikle bizim gibi her şeyin suyunu başarıyla çıkarabilen toplumlarda, sosyal medyanın durumu da içler acısı olabiliyor.”

***

Bir başka okurdan gelen kısa mesajla koyayım yazıya noktayı:

“Sosyal medya, içimizdeki irini fütursuzca akıttığımız mecra.”

ÖNEMLİ NOT 1: 30 Ağustos Zafer Bayramımız kutlu olsun.

ÖNEMLİ NOT 2: Güzel Karıcığım, doğum günün kutlu olsun.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.