Şampiy10
Magazin
Gündem

Bu kötülüğün içerisinde umut nerede olabilir?

Paul Auster’ın editörlüğünde Can Yayınevi’nden çıkan yeni bir kitap var: ‘Babamın Tanrı Olduğunu Sandım.’ Auster, ABD’nin hemen her yerinden gelen öyküleri toplamış ve Ulusal Radyo’daki programına konuk etmiş onları. Sıradan Amerikalı insanların sıradan, sansürsüz öyküleri bunlar. Aşk, savaş, ölüm, aileyle ilgili hüzünlü, komik, acı dolu öyküler... Birbirine dokunup dağılan, tekrar birleşen, dağılan insana özgü anlatılar. Aslında şu: Hemen hepimizin parçalanmış bir öyküsü var ve 21. yüzyıl bu parçalanmış, kırılmış, yerle bir olmuş öykülerin toplamı esasen. Büyük teoriler peşinde koşmak yerine, memnun olsam da olmasam da, bütünü aramaktan çok bu kırılmış parçalara bakmak, gerçeği tespit etmek açısından daha elzem geliyor bana.

Kırılmalar

Aslında yazıma bu kitapla başlamamın bir nedeni var.

Paris’te yaşanan olaylardan sonra Tatvan’da duvara asılan şu nahoş afiş kafamı bulandırdı. Öçten, bu uğurda ulaşılacak şehadetten bahsediyordu, ‘siz vurunca demokrasi biz vurunca terörizm’ diyordu ya, o afiş işte...

Nereden bakarsanız bakın her tarafından nefret saçan, kötücül cümleler bunlar. Kaldı ki böyle düşünen insan sayısı da az değil, biliyorum.

Ancak, ister inanın ister inanmayın, şunu da fark ettim: Bu afişte sadece gördüğüm bu kötücül nefret değildi! Aynı zamanda öfkeyle sarmalanmış büyük bir acı da vardı orada. O afişi hazırlayanların hemen her birinin hayatındaki kırılmalarını düşünebileceğim bir acıydı bu. ‘Peki bunu aklamak ister miydin’ diye soracak olursanız cevabım hayır olacaktır. Zaten asıl sorunun bu olmadığına inanıyorum.

Yine de şunu akıldan çıkarmamak gerekiyor: Keşke birbirimizi dinlemek için daha çok zamanımız olabilseydi. Dünyanın doğusu batısı, Türkiye’nin doğusu batısı, içimizin doğusu ve batısı, fark etmiyor... Birbirini gerçekten dinleyebilseydi uç gibi gözüken, ama aslında iç içe geçmiş tüm bu noktalar... O zaman, hiç değilse, en çok öfkelendiklerimizin kaynağını bulabilmek daha kolay olabilirdi. Kırılma noktalarımızı ve elbette bunların beslendiği korkularımızı da. Hatta bu uğurda küçüksediklerimiz ve yok saydıklarımızın kaynağını da.

Bana öyle geliyor ki bu yorgun dünyanın, savaşın anlamsızlığını ‘artık’ keşfedebilmesi için en çok buna ihtiyacı var. Dört bir tarafında yaşayan insanlarının, birbirlerine çok benzediklerine dair içlerinde sakladıkları cilasız hikayelerinin açığa çıkmasına.

***

Bir de elbette tüm bunlara karşın, yaşamda tecrübe ettikleri her ne olursa olsun, gerçekten iyi kalmış insanlar var. Onlar, dinleri yaşam ve yaşatmak olan insanlar. Biz, siz diye yaşamı ayırmanın mümkün olmadığına inananlar... Paranın, vicdanın, yaratıcılığın ve imanın kimde olduğu belli olmayan insanlar onlar. Bazen Doğu’da bazen Batı’dalar, bazen hem yersiz hem de yurtsuzlar. Dünyanın cennetini ruhlarında taşıyorlar.

Yüzümüzü onlara dönme zamanı.

Yazının devamı...

Charlie Hebdo

Paris saldırısının ardından çıkan yorumlara bakıyorum: Kimileri, her zamanki refleksleriyle, bir yalan balonu içerisinden olayı aklayıp paklamaya çalışıyor. İşi Türkiye’nin son dönemde kaydettiği ‘üstün başarılardan’ ötürü ülkelerarası ‘Bizans oyunları’ diye açıklayanlar da var. Düşünüp duruyorum: Ülkemizin şu aralar siyaset arenasında kaydettiği en üstün başarı olsa olsa, olmadık insanları olmadık biçimde aklamasıdır. Sibirya soğuğu eşliğinde bu ve benzeri olaylar karşında milletçe, farkında olarak ya da olmayarak, içtiğimiz damacana damacana buzlu sular da cabası.

İslamofobi

İslamofobiye gelirsek... Batı’nın İslamofobik tutumunun, bir derginin yazı işleri ofisine silahla dalınarak aklanamayacağını anlamak durumundayız. Siyaset arenasının kirli yüzlerinin İslamofobik tutumu, bir derginin üzerinden tanımlanamaz. Bizim ülkemizdeki meslektaşlarımız, üzerlerindeki büyük baskıdan kaynaklı olarak mecburen büründükleri sansürcü tavırlardan ötürü işin etiğini erteliyor olabilirler. Unutmamak elzem: Bir dergi, bir gazete ya da herhangi bir basın kuruluşunun en önemli güvencesi, hatta var olma nedeni ifade özgürlüğüdür.

Bu bittiği zaman siz de bitersiniz.

Dolayısıyla bu katliamı ‘ama efendim bunun arkasında yatan şu lobisidir bu lobisidir, zaten Batı da öyledir böyledir’ diye geçiştirmek hiç kimseye hiçbir şey kazandırmaz. Bugüne kadar kazandırmadığı gibi.

Önce bununla yüzleşmemiz gerekiyor. Yaşanan bir katliamdır.

Yüzleşmek, evet! Bir kez daha...

Burada bizlere düşen, tıpkı 11 Eylül’de olduğu gibi, yakın gelecekte kanlı gölgesiyle, yine üzerimize, yani masum Müslümanlara yıkılacak bu feci olayı reddetmek, yok saymak, bahaneler üretmek, kıyısından, köşesinden sahiplenmek değil, ifade özgürlüğü adına sonuna kadar kınamaktır.

Ha, bundan sonra atılacak çok önemli adımlar var elbette. Bunların başında da ‘ateş olmayan yerden duman çıkmaz’ gerçeğiyle Batı’yı yüzleştirmek ya da en azından bilmem kaçıncı kez daha yüzleşmeye davet etmek olmalı. Kan hesabı yapmaksızın masumiyetin ne olduğunu yeniden masaya yatırmak. Çünkü hepimiz biliyoruz ki bu derin hesaba girersek Batı en başından kaybeder. Dolayısıyla bu konuya hiç girmeden sistematik olarak hayata geçirdikleri İslamofobinin bedellerini bir dünya olarak ödemek durumunda kaldığımızı, kalacağımızı onlara dilimiz döndüğünce anlatmak durumundayız.

Evet. ‘Bu dünya hepimizindir’ gerçeğini, döne döne, bir kez daha anlatmak...

Korku

Evet hepimiz korkuyoruz... İster Batılı ister Doğulu olalım, böyle. Ama tam da bu yüzden yaşam adına cesur olmak zorundayız. Belki de işimizi en iyi biçimde yapmaya çalışmak bunun başında geliyordur. Charlie Hebdo ekibi bunu yaptı. Kalemlerinden başka silahları olmayan Fransız meslektaşlarımızı, yaşamlarıyla ödedikleri bedellerle değil, bununla hatırlamayı tercih edeceğim.

Yazının devamı...

Vah vah!

Bir anket yapıldı. Bu anketin en çarpıcı sonuçlarından biri, ankete katılanlar arasında yüzde sekseninin hiç tiyatroya gitmemiş olduğuydu. Çoğumuz ‘vah vah’ dedi, biliyorum. Ama ben tam da bu noktada ‘vah vah’çılardan ayrılıyorum. En azından sadece ‘ah’ demeyi tercih ediyorum!

Peki benim cephemde vah’la ah arasında nasıl bir fark var; ifade etmeye çalışayım.

Bunun için önce size bir şey anlatmam gerekiyor.

Ceketini çıkar, rahat otur enişte

Çok eski bir zaman. O sıralarda aileye yeni gelen bir damat var. Yüzüne baktım mı pek seveceğin o eniştelerden. Ceketini çıkar, rahat otur enişte diye şakalaşacak cinsten kafa biri. Öğretmen. Daha henüz nişanlı bir enişte. Çocukları seven genç bir adam. Ve hiç de yükümlü olmadığı halde ailenin bütün genç insanlarını bir gün topluyor ve nişanlısıyla birlikte Kafkas Tebeşir Dairesi’ne götürüyor.

Brecht bu. Öyle böyle değil, Brecht.

Ailedeki bütün genç insanlar neye uğradıklarını şaşırıyorlar. O zamana kadar kimi tiyatroyu, komik ezberlerin sınandığı 23 Nisan müsameresi diye biliyor, kimi bilmemeyi tercih ediyor. Şimdi nereden çıktı bu Brecht yahu?

Enişte adayı, ailenin orta yaşlılarını nezaketiyle yanına çekmiş çekmesine ama gençleri bir başka etkiliyor bu Brecht denilen adamın oyunuyla. Tiyatrodan sonra süklüm püklüm sorular soruyor gençler ona. O da tuhaf bir gururla, nişanlısının koluna girerek onlara anlatmaya başlıyor.

‘Brecht bu işin pirlerinden biridir. Tiyatro ise yaşamdır gençler.’

***

Bir eksik varsa bu, bence. İnsanlara tiyatronun ya da sanatın yaşam demek olduğunu hatırlatmak... Kaldı ki hem şehir tiyatroları hem de devlet tiyatroları ne zaman gitsem kapalı gişe oynuyor. Bu da şu anlama gelebilir: İnsanlar fırsatlar yaratıldı mı, fırsatları olunca tiyatroya gidiyorlar.

O halde yeni, çok çok yeni fırsatlar yaratılmalı. Politikaların yaşamın ya da sanatın önüne geçmesine izin verilmemeli. Kimilerinde tavan yapmış olan sinik ve alaycı tavırlara yenilmeyip insana odaklanmalı. İnsanın önemli, vazgeçilmez ve sanatın insanı insan yapan en kıdemli köprü olduğunu keşfettirmeli onlara. Velhasıl hemen herkes, elinden geldiğince, karınca kararınca çiçeği burnunda bir enişte olmayı göze alabilmeli bu toplumda. Buna cesaret edebilmeli. Ceketini çıkarıp elini taşın altına koyabilmeli. Sadece tiyatro için değil üstelik! Yaşam nedir ya da yaşamın katmanları nelerdir sorularını sordurtabilmek için de. Özellikle de gençlere!

Oysa!

Oysa hemen herkes kendi köşesinde kararmış oturmayı tercih ediyor ya da iki tweet atınca ferahlıyor.

Vah vah hali bende bu noktada ah haline dönüşüyor işte. Kanımca bizlerin burada ünlemlere değil bağlaçlara ihtiyacı var. ‘Ve’, ‘ile’, ‘veya’ gibi bağlaçlara.

‘Ama da bir bağlaç’ diyenlere ise sözüm belli. Aması maması yok, korkarım ki böyle.

(Sadece epik tiyatroyu değil, İstanbul Festivali’ni çocuk halimizle hurra ilk onunla keşfettiğimiz Recai Yılmaz’a minnetle.)

Yazının devamı...

Şemse biz hâlâ buralardayız!

Kadınları birey olarak görmeyi başarmış ve toplumun ‘erkek olma’ baskısını aşabilmiş erkekleri tenzih ederek bu yazıyı yazıyorum.

***

Diyarbakır’da, Şemse Allak Yaşam Parkı’na bakan bir otel odasında, gözlerimi parkın gece gölgelerine bakarak açık tutmaya çalışmıştım. Sonrasında o gölgelerin bu ülkedeki bütün kadınların üzerine düştüğünü düşünerek karanlığa sığınıp uyuyakalmıştım.

O gölgeler 2015’te hâlâ üzerimizde geziniyor. Ve bizler, bu ülkenin kadınları olarak hâlâ o karanlıktayız. Belki kimimiz daha şanslı ama karanlık aynı; neden derseniz karanlıktaki gölgelerin birbirinden çok da farklı olduğu düşünülemez.

Raporla sabitlenmiştir!

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun 2014 raporu bu karanlığı ve gölgelerimizi doğruluyor. Bu yıl tam 294 kadın öldürüldü. Üstü örtülen, intihar süsü verilen cinayetler de cabası.

Sizlerle bu raporun ana mesajlarını paylaşmak istiyorum. İstiyorum ki kadın konusunda bu ülkenin bir milim bile yol kat edemediği net bir biçimde görülsün. Bunun yansımalarının bu topluma nasıl hükmettiği anlaşılsın. İstiyorum ki sorunun sadece kadın cinayetlerini durdurmakla kalmayacağı, bu toplumun aslında nasıl da ‘kadınsız’ yaşamaya meylettiğinin rengi ortaya çıksın. Ve karanlıkta yaşayanın biz kadınlar değil, bu dünyayı kadınsız sayanlar olduğu anlaşılsın.

Bunu yazmaya kalemim varmıyor ama maalesef öyle: Kadın cinayetleri bu sene ülkemizde tavan yaptı. Bunun arkasında yatan en büyük neden ise kadınların kendi yaşamlarının sorumluluklarını alma istekleri oldu. Oysa, kendi yaşamının sorumluluğunu almak, birey olmak için atılan en önemli adım demektir. Ve halihazırda toplum olarak en çok ihtiyacımız olan da budur. Rapor, bu artışı kadınların bedenlerine, seçimlerine, nerede ne şekilde hareket edeceklerine, hatta nasıl güleceklerine, kaç çocuk doğuracaklarına dair söz söyleme hakkını kendinde bulan hükümete bağlıyor ve hükümetin bu tavırlarını bu cinayetlerin en temel nedenlerinden biri olarak gösteriyor. Kısaca, hükümet kadınların yaşam biçimine müdahale ediyor. Ve bu doğrudan eve yansıyor. Ardından gelsin şiddet... Aşikâr ki yaşamı ‘namus’un içerisine tıkıştırarak yaşatmayı arzulayanlar er ya da geç kaybedecek. Ama... Bizim artık kaybedecek bir tek kadınımız bile olmamalı bu topraklarda.

Bu topraklar çok sayıda kadın cinayetine tanık oldu. ÇOK.

Ve o gölgeler

Alışveriş merkezlerinde koca tacizini unutmaya çalışan sevgili kadınlar, sırf kocalarının ilgilerini üzerlerinde toplamak için taze olmaya, kalmaya çalışan sevgili kadınlar, hüzünlerini mutfaklara, yemek tariflerine saklayan sevgili kadınlar, sevgililerini kendilerini silmek adına mutlu etmeye çalışan çok sevgili kadınlar! Bilesiniz ki, kendimiz olamadığımız müddetçe, hepimiz o yalnız gölgeleriz.

Bir kadını o ya da bu şekilde susturmak, bastırmak, onun adına konuşmak ve karar vermek de o kadını öldürmek demektir... Bizler bu olup bitenlere karşı sustuğumuz, şu ya da bu şekilde onay verdiğimiz zaman bu gölgeler daha da büyüyor ve Şemseler o karanlığın içerisinden bizlere derin derin bakmaya devam ediyorlar.

Bu gölgelerden ve karanlıktan kurtulmamız bizlerin bunu fark etmesiyle çok daha kolay gerçekleşebilir. Ve bu dünya gerçekten değişebilir.

Not: Şemse Allak, 2002 yılında ailesinin erkek fertleri tarafından Mardin’de taşlanarak öldürüldü. Bir yargısız infazdı. Tam 7 ay komada kaldı ve sonra gölgelere karıştı. Şemse’nin cenazesinde dini tören kadınlar tarafından yerine getirildi. Hazin anısı içimizi burkmaya devam ediyor.

Notun notu: Mardin dedim ya ‘orası Doğu canım’ diyerek içini ferahlatmaya çalışanlar olacaktır. Hiç öyle değil. Biraz geriye, 2013 raporuna bakarsak bu cinayetlerin en yoğun gerçekleştiği yerin Marmara Bölgesi olduğu ortaya çıkacaktır.

Yazının devamı...

2015’ten umutluyum

Erken bir yılbaşı yazısı ama idare edin. 1980’li yıllarda bir yılbaşı eşiğindeydik. Bir vizeye kısa bir sürede (1 saat kadar!) ışık hızıyla hazırlanmam gerekiyordu. Sınav, aldığım ek sanat tarihi derslerinden birindendi. Çok keyifli bir dersti ama net olan bir gerçek daha vardı; paso tembeldim. Ama zihnimde bu konuda çakan bir ışık vardı. Yakın bir arkadaşım son anda beni uyarmış ‘Dans eden kadın heykeli var ya, ona çalış, mutlaka ondan sorarlar’ demişti.

Dans eden kadın heykeli. Hımmm. Okulda çalışamazdım, herkeste bir yılbaşı rehaveti vardı. Hediyeler, sevgililer, yalnızlıklar ortada uçuşuyordu. Bunlarla ‘o sırada’ uğraşamazdım. Kendimi dışarı attım. Hava buz gibiydi. Şimdi adını unuttuğum Beyazıt’taki o tuhaf pastaneye gömülmeli ve sınavda çıkacak önemli bölümleri hızla arşınlamalıydım. Özellikle de şu dans eden hatunu!

Pastane her zamanki suskun ve bu suskunluğuyla insanı hipnotize eden o pastaneydi. Bunda atmosferin önemi büyüktü. Zemin, daha içeri adımınızı atar atmaz bir sonsuzluğun içine çekerdi sizi. Yer, gece mavisi, masalsı, kendinden umulmayacak toklukta tüylü bir halıfleksle kaplanmıştı. Dahası pastanenin tuhaf bir derinliği vardı. Esasen bir düğün salonunun önsözü gibiydi burası. Zaten ilerdeki büyük salondan kadife mavi bir perdeyle ayrılmasının nedeni de buydu. Bu yüzden tüm çalışanlarında bir pastanenin parçası olma hali değil, bir düğün ruhu gezinirdi. Genelde pastane müşterilerine bu yüzden mesafeli yaklaşırlardı. Ancak o gün öyle olmadı. Ortalık çok tenhaydı. Belki bu yüzden beni coşkuyla karşıladılar! Hatta oturmam için her zamanki geçiştirmelik öğrenci yerine değil, ‘düğün bölümüne’ davet ettiler!

Salebimi aldım ve kadife perdenin araladığı bölümden geçip büyük düğün salonuna vardım. Sahnenin en uç noktasına oturdum ve zaman kaybetmemek için fotokopi notlarımı çıkardım. Sayfa kendiliğinden karşıma çıkmıştı bile. Dans eden kadın heykeli! Roma dönemi, milattan sonra 2. yüzyıl.

O sırada yanımdan geçen ve sahneye doğru taşan hışırtıya elbette aldırış etmedim ve elimdeki notları mırıldanmaya devam ettim. Perge kazılarında bulunduğunda yüzlerce parçaya ayrılmış heykelin öyküsü ilginçti ama benim bir saat sonraki sınava hazırlandığım bu satırlara anlam yükleyecek zamanım yoktu.

Fotokopi notlarıma devam ettim...

Oysa o, o bomboş salonun sahnesinde, mavi kadife perdelerden ve halıfleksten yansıyan ruhani ışıkta çıkmış dans ediyordu! Dans eden kadın! Ve sanırım yaşamın bu olduğunu söylüyordu. Kafanı kaldır ve bana bak diyordu. Her şey çok hızlı olabilir, çok yavaş olabilir, şansın ‘eh işte’ olabilir, olmayabilir, sınavlar olabilir, kiminden çakarsın, kiminden geçersin, dünya zalim olabilir, aradığını henüz bulamamış olabilirsin. Önemli değil. Kafanı kaldır ve bana bak. Ben dans ederken eteklerimde toplanan umuda, coşkuya, enerjiye, dişi olana, devinime bak:

S-o-n-s-u-z-l-u-ğ-a b-ak.

Bu satırları okurken onu orada fark ettiğimi ve bir ihtimal tırsıp koşa koşa o düğün salonunu terk ettiğimi, garsonların şaşkın bakışları altında salebin parasını verip ‘üstü kalsın,’ dediğimi düşünebilirsiniz. Ya da en yaratıcı tahminle kalkıp onunla dans ettiğimi!

Hayır.

Onu ne orada, ne sınavda, ne o yılbaşında, ne de mezun olduğum zaman hatırlayacaktım.

İnsanın kavrayış anı, yaşadığı ana çoğunlukla denk düşmez çünkü.

***

Onu ve dansını ne zaman mı fark ettim?

Geçtiğimiz cumartesi!

Hem mimari hem de arkeoloji bilgisi derin bir arkadaşımla karşılıklı oturmuş yıl sonu buluşmamızın keyfini çıkarırken. Onun Perge kazılarında anlattığı kadını, aslında bir heykel olarak değil, canlı canlı dans ederken seyrettiğimi yıllarca sonra fark ettim. Onun dans ederken anlattıklarının ne anlama gelebileceğini, yıllarca sonra...

2015’te gökyüzüne bakmayı, sonsuzluğa inanmayı, daha güzel bir dünyanın ancak siz isterseniz mümkün olabileceğini, kadınları, çocukları, yoksulları, yoksunları ve dans etmeyi unutmayın derim. Elbette sanatı da!

Yazının devamı...

Çocukları unutma!

Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne imza atmış bir ülkede, çocukların haklarını ihlal etme, onları tutuklama, cezaevine tıkma, hatta onları öldürtme ve o çocukları öldürenleri aklamanın batağında 2014’ün son günlerini geçirmekteyiz. Bu konuda öylesine doluyum ki sözcükler inatçı, çıkmıyor. Bu yüzden ben de ‘Beyaz Peugeot’ diyorum başka bir şey demiyorum!

Ahmet Güntan, ‘Beyaz Peugeot’ adlı şiirinde 16 yaşında radyo dinlemeyi seven bir tamirci çocuğu anlatır bizlere. 16 yaşında dünyayı bambaşka görmek isteyen çocukların gölgesidir bir bakıma bu oğlan; 16 yaşında büyümenin fırtınasına tutulan bütün çocukların sırlı aynası. Çocuklarını çabucak eskiterek büyüten ve hatta o çocukların yaşlarını büyüterek onları asan bir ülkeden bir de ‘Beyaz Peugeot’la geçelim bakalım ne olacak... Şiirin uzunca bir bölümünü paylaşmak istiyorum sizlerle:

Güneşin altında radyo dinleyen çocuk

Sen bu dünyaya mı aitsin

Hayatın nasıl olduğu değil

Kimlerle olduğu önemli dersin

Göğe ara sıra başını kaldır bak öyleyse

Kendine ait bir yıldız bulabilir misin?

İçinde hiçbir şey olmayan bir dünya özlüyorsun

Hadi birkaç şeyi daha atsak boşluğa sevinir misin?

Sevdikleriyle anlaşamayan

Anlaştıklarından durmadan kaçan

Bakıp on altı yaşından ağlayan çocuk

Peugeot çalışmıyor biraz ittirir misin

Eğer çalışsaydı uzun bir yolculuk isterdin

Beyaz Peugeot’yu kullanan arkadaşına de ki

Çok gaz verme vitesi ikile beni unutma

Herkesin herkesle sevgili olduğu bir toplumu özleyen

Ve bütün gün güneşin altında radyo dinleyen

Bu çocuğu unutma

**

Aslında bugün, bütün haftamızı işgal eden bir diğer konuyu, o eften püften Noel karşıtı mesajları tiye alan bir şeyler yazacaktım. Koca koca adamların kem küm ederek yazdıkları Noel karşıtı yazıları arka arkaya sıralayacaktım... Ama çocuklardan gelen haberler karşısında o yazıyı başka bir bahara bıraktım.

Yine de sırası gelmişken bir hikayeden bahsetmek isterim. Charles Dickens’ın ‘Bir Noel Şarkısı’ hikayesi mendebur ve zengin yaşlı bir adamın bir gecede nasıl değiştiğini anlatır. Mendebur olduğu kadar bir kibir kumkuması da olan Bay Scrooge Noel arifesi rüyasında üç tane ruh görür. Geçmiş, şimdi ve geleceğin hayaletleridir bunlar. Onlarla birlikte kısa bir yolculuğa çıkan itici Scrooge geçmişini, bugününü ve sonunu bir film şeridi gibi izler. Başına gelecekleri tek tek anlatır ruhlar ona. ‘Ne ekersen onu biçersin be adam, dünyanın kanunudur bu, sen bunu hangi dönemeçte, ne zaman unuttun böyle!’ gibisinden mesajlar verirler o vicdansız adama. Ve şaşırtıcı son: Adam bunlardan bir ders çıkarır ve hikaye iyi biter. Olur mu olur: İyi kalpli, sevecen ve yardımsever bir insana dönüşüverir bizim kalpsiz mendebur!

Darısı geçmiş, şimdi ve geleceğin bütün kalpsiz ve vicdansızlarının başına diyelim.

Yazının devamı...

İstanbul Sözleşmesi

Bir toplantıdaydık. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’ndan bir arkadaş sözlerinin kayda geçmesini istedi:

‘Bugün Kürtlerin kendilerini devlet karşısında eşit konuma getirmeleri mümkün olmuştur. Ancak biz kadınlar bunu başaramadık.’

Türkiye’deki kadın hareketinin, özellikle 1980’li yıllardan itibaren kazandığı ivmeyi bilenler, vardığımız ya da itelendiğimiz yerin ne kadar hazin bir yer olduğunun daha da farkındadır. Olacak şey değil dediğimiz hemen her şey başımıza geliyor. Sanırım asıl sorunumuz bu: Devlet kadınları muhatap olarak kabul etmek istemiyor.

Örnekler bitmiyor

Bana ulaşan bir basın duyurusundan yola çıkarak bunu pekiştirecek önemli bir konuya değinmek istiyorum.

Türkiye’deki kadın meselesini ilk etapta ele alacak kurum olduğu ileri sürülen Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın o ya da bu şekilde izlediği bir tutumla ilgili bu. İstanbul Sözleşmesi’nden haberdarsınızdır: 2014’te yürürlüğe giren Sözleşme, Türkiye’nin ilk imzacısı olduğu, kadınlara yönelik şiddet ve ev içi şiddetin önlenmesi ve bunlarla mücadele hakkındadır. Şimdilerdeki konu İstanbul Sözleşmesi’nin izlenmesi, uygulanması ve uzman grubunun belirlenmesi. Bu noktada kadın ve LGBTİ örgütleri, İstanbul Sözleşmesi gereği oluşturulacak şiddete karşı uzman eylem grubu GREVIO için adaylarını açıklamış durumda. Bu aday isimler, Türkiye’de olup bitenleri yıllardır izleyen nitelikli bir kadrodan oluşuyor.

Ancak... Aldığımız bilgilere göre Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı bağımsız kadın örgütlerini ve LGBTİ örgütlerini bu sürece dahil etmek istemiyor! Oysa etmek zorunda! Yani etse iyi olur. Neden mi? Bu sürecin kadın örgütleriyle birlikte gerçekleştirilmesi gerekiyor... Bu örgütlerin karar mekanizmalarına katılmaları şart. Ancak katılmamaları için hemen her şey yapılıyor. Bunların başında da dayatılan kırtasiye işleri geliyor. Örgütlerin önüne çıkarılan bürokratik engeller bitecek gibi değil.

O bürokrasiyi biliriz hepimiz: Yok efendim kuruluş başkanının imzası, yok efendim dernek kaşesi, yok efendim ıslak imzalı temsil belgesi, yok efendim temsilcinin nüfus cüzdanı... Dahası süre sınırlaması da çok manidar.

Şaşırdık mı? Hayır.

Ancak şaşırmamamız bu işi kabul edeceğimiz anlamına gelmemeli.

Çünkü şiddete karşı oluşturulmuş bir sözleşme, şiddeti ilk elden topluma gösteren, şiddetle mücadele eden kadın örgütlerini dışlayarak, bu örgütlerin önüne engeller koyarak hayata geçirilemez.

Diyelim ki oldu. O zaman şunu hatırlatmamız farzdır:

Unutulmasın ki bu sözleşme sadece bugünkü bakanlık yetkilileriyle değil, bu işe yıllardır emek veren kadın örgütlerinin çabalarıyla Türkiye’ye getirilmiştir. Bu sergilenen tutum, nereden bakarsanız bakın iyi niyetli bir tutum değildir.

Kadın örgütleri dahil edilmeli

Bakanlık, bugün Ankara MeyraPalaceHotel’de toplanıyor ve bu önemli süreci başlatacak bir toplantı yapıyor ve buraya kadın örgütlerini çağırmıyor.

İstanbul Sözleşmesi Türkiye İzleme Platformu ise bu anti-demokratik tutumu aynı yerde protesto edecek. Platform, bugün saat 13’de, yıllardır verdikleri mücadele sonucunda imzalanan İstanbul Sözleşmesi’nin takipçisi olduklarını ve bu sürecin dışında bırakılamayacaklarını dillendirmek için bir basın toplantısı düzenleyecek. Dileriz Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, bu işin hepimiz açısından önemini fark eder...

***

Pınar Selek beraat etti. Pınar ya, seni gözleri ışıklı kadın seni!

***

Yeni Levent Lisesi’nde siyasi nedenlerden ve görüşlerinden ötürü görevine son verilen Cüneyt Hoca’yı (Cüneyt Yılmaz) ben de geri isteyenler arasındayım.

Yazının devamı...

Özgürlüğün Toplumsal Refah Boyutu

18 Aralık günü akşam saatlerinde borsacıların, hukukçuların, iktisatçıların, gazetecilerin ve akademisyenlerin izleyici olarak buluştuğu verimli bir toplantıya katıldım. Dilimize, Ulusların Düşüşü: Güç, Zenginlik ve Yoksunluğun Kökenleri diye çevrilen (Çev: Faruk Rasim Velioğlu, Doğan Kitap) dünya çapında ün kazanmış bir kitabın yazarlarından Daron Acemoğlu (kitabın diğer yazarı Harvard siyaset bilimi profesörü James A. Robinson) ve hukuk eğitimini Harvard’da tamamlamış Gönenç Gürkaynak’ın konuşmasıydı bu. Uluslararası Şeffaflık Derneği ve İsveç Başkonsolosluğu’nun katkılarıyla düzenlenen bu toplantıda temel olarak tartışılan husus ‘ifade özgürlüğü’ ve elbette bu özgürlüğün toplumsal refah ve ekonomiyle kuracağı bağ idi.

Kitabın yazarlarından Acemoğlu İstanbul Galatasaray Lisesi’nden MIT’deki (Massachusetts Institute of Technology) iktisat profesörlüğüne uzanan o parlak yolda çok sayıda makaleye ve ödüle imza atmış biri. 18 Aralık’taki konuşmasında ise bizlere ilk etapta fırsat eşitliğini ön plana çıkaran kapsayıcı siyasi kurumların varlığından bahsetti. Ardından, başta ifade özgürlüğü olmak üzere, her türlü hakkın sadece belli bir elit kesime mal edildiği sömürü kurumlarına değindi.

Bu tür kurumlardaki fırsat eşitliğini ortadan kaldıran yapının aynı zamanda sözleşme haklarını da tanımadığını ve siyasi gücü olan elitlerin halkı sürekli olarak sömürdüğünden bahsetti. Bu tür durumlarda hukukun da garip bir hale geldiğini; siyasetin dengeli bir biçimde dağıtılamamasının adalet sistemine de yansıdığını ifade etti.

Peki bu sömürü kurumları bir kader miydi?

Elbette hayır! Tarih kaderden ibaret değilse sömürü kurumlarının varlığı da kader olamazdı! Birey hak ve özgürlüklerini, en başta da ifade özgürlüğünü temel alan kapsayıcı kurumların varlığına ulaşmak mümkündü! Ancak bu yukardan aşağı değil, tam tersi aşağıdan yukarıya doğru gerçekleşebilecek bir hareketlilikti. Ve bunun için bugün ekonomisi kalıcı bir ‘zenginlik’ içerisinde olan ülkelerden bahsetti bizlere Acemoğlu. Bu zenginliğin temelinde toplumun hak arayışının en temel unsur olduğuna değindi. Kısaca söylemek gerekirse hak verilmesini beklemek değil, hak elde etmek için mücadele etmek gerekiyordu.

‘Özgürlük’ dedi Acemoğlu, ‘yukardan değil aşağıdan gelmeli.’ Ve bu eylemlilik hali, halkın sesini çıkarabilmesi, söz sahibi olabilmesi için sivil toplum kuruluşları tarafından sürekli desteklenmeliydi... Hukuk devletinin temeliydi bu. Bunun ardından gelense yaratıcılık ve üretkenlik olacaktı. Sentetik ve göz boyayan bir geçiştirme hali değil; sahici bir yaratıcılık ve sahici bir üretkenlik. Her alanda. (Bir edebiyatçı olarak bu noktada kalbimin çok farklı çarptığını ifade etmeliyim!)

Elit gruplar ve padişah devleti anlayışı

Birçok ülkeden örnek verdi Acemoğlu konuşmasında. Türkiye’yi, yüzyıllardan beri devam edegelen, yaratılmış küçük bir elit grubun halkı küçümseyerek, yok sayarak var olma halini ise, adları ve kimlikleri değişse bile ‘bir padişah devleti’ ruhu biçiminde değerlendirdi. Sonuna kadar haklıydı elbette. Bugün AKP’nin yaptığı, dün askerlerin yaptığı, daha eskilerde CHP’nin yaptığı, başarabilseydi Cemaat’in yapacağı hep bu olacaktı. Kendi sömürü düzenini yaratıp kendine benzemeyen insanları bastırmak ve elbette halkı birer köle haline getirmek. Uyutmak, susturmak, farkındalığı öldürmek, korkutmak, göz dağı vermek...

‘İşte bunu değiştirmek gerekiyor’ dedi Acemoğlu. ‘Özgürlüğün bedeli sürekli tetikte olmaktır’ ruhunu topluma yaymak.

Bu noktada, ister ekonomist olalım, ister hukukçu, ister borsacı olalım, ister akademisyen; en çok mücadelesini vermemiz gerekenin ne olduğunun altını ise Gönenç Gürkaynak çizdi: İfade özgürlüğü!

Evet: İfade özgürlüğü!

Bir Turgut Özal iktidarı maktulü, vakti zamanında ‘önce ekonomi ilerlesin de ifade özgürlüğü, demokrasi şu bu sonradan gelir’ yaklaşımına kahırlanarak tanıklık etmiş biri olarak derin bir nefes aldım. Evet, artık çok netti: İfade özgürlüğü sonradan gelmeyecek, olsa da olur, olmasa da olur noktasında salınmayacaktı. İfade özgürlüğü her şeyin başıydı ve onsuz hiçbir şey kalıcı olamayacaktı.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.