Şampiy10
Magazin
Gündem

Özgür basın

‘Ve bilir belki yaşlanan ırmak

Gölge olmak değil onun yazgısı,

Baş eğmemek, yiğitçe haykırmak;

Gölden göle, dağdan denize

Özgür akarak bentleri kırmak...

Kör kuyular, tanrılarındır.

Bilge olmaktır ırmağın yazgısı.’

Talât Sait Halman

(Yalnız adlı şiirinden)

***

Pazar sabahı Samanyolu grubu genel müdürü ve Zaman gazetesi genel yayın yönetmeninin basın açıklamalarını izliyorum.

Onları destekleyen ekibin sloganlarını da takip ediyorum elbette:

‘Özgür basın susturulamaz!’

Basın gerçekten de susturulmamalı. Dahası basının temel görevlerinin ne olduğu da sık sık hatırlanmalı. Yanlı basın olur mu sorusu ise hiç akıldan çıkarılmamalı. Daha da önemlisi değişen rüzgârlara göre ‘özgürlük ve demokrasi’ fikrinin şekillenemeyeceği anlaşılmalı. Anlaşılmalı ki dün yapılan yanlışlar bugün yapılmasın; dün göz yumulanlara bugün göz yumulmasın. Ki dün ve bugün arasında değişen aktörlerin çizdiği rotanın esas olan değil, özgürlük prensibinin asıl rota olduğu hiç ama hiç unutulmasın.

Türkiye, dün ve bugün, seninki-benimki ayrıştırmasından çok çekti. Şimdi de çekiyor. Dün, iktidarın yaptıklarını o ya da bu şekilde haklı görenler (dahası haklı gösterenler ya da haklı gösterme gafletinde bulunanlar), ‘adalet her zaman üstündür ne diye ürküyorsunuz’ deyip işi ‘olmayan’ bir adalet sistemine terk edenler bugün, ne yazık ki o haklı gördükleri sistemin bedellerini öder hale geldiler. Ne hazindir ki özgür basın arayışı, hak ve özgürlük beklentimiz dün de vardı. Dün de insanlar sorgusuz sualsiz gözaltına alındılar. Sayısız gazeteci, sayısız öğrenci, sayısız masum insan, basının susturulduğu, basının susturulmasına göz yumulduğu bir ortamda olmadık suçlamaların muhatabı olarak cezaevlerine tıkıldı. Şimdi bütün samimiyetimle sormak isterim: O zaman nerelerdeydiniz? Her gün sıra bize ne zaman gelecek noktasında çaresizce bekleşen meslektaşlarınız için hemen hepimizin er ya da geç ihtiyacı olacak hak ve özgürlükleri değil, iktidarın temellendirdiği bir söylemi takip etmeye neden ihtiyaç duydunuz?

O zaman herkes için ‘özgür basın susturulamaz’ sloganı devreye sokulmuş olsaydı, bugün Türkiye olarak bambaşka bir yerde olabilirdik. Derdimiz gerçekten demokrasi ve özgürlük olabilseydi, bugün yarını bambaşka inşa edebilirdik. E-d-e-bilirdik.

Bu arada yaşananlardan ötürü gerçekten üzgün olduğumu belirtmem lazım.

Evet özgür basın susturulmamalı. Hiç değilse özgürlüğün en temel nedeni için. Bugün bana, yarın sana, daha sonraki yarında herkese olabilecekler için. (Ah şimdi bir çamur birikintisi değil gelişen, derinleşen, bendini aşan bir ırmak olmak vardı!)

***

Dün Melisa Gürpınar, bugünse Talât Sait Halman ile başladım yazıma. İkisini de aynı zamanlarda yitirdik. İkisinin de yazdıkları yolumuzu anlamlandırmaya devam edecek. Satırları, ezberlerle debelenirken bizler, bilgeliğin ışığını anlatmaya ısrar edecek, özgürlüğün sonsuzluk vaadine ve evrenselliğin tılsımına taşıyacak bizleri. Bu gidişle zor, zor biliyorum ama... Yine de umutluyum işte.

Yazının devamı...

CIA’nin İşkence Raporu

‘Bir korku takvimi dolaşıyor aramızda, kıyamet sanki çok yakın ve yalanın alıcısı o kadar çok ki, herkes indiriyor malını erkenden pazara’

Melisa Gürpınar, Güzel Acılar Ülkesi

***

CIA’nin 11 Eylül 2001 saldırıları sonrasında terör şüphelilerine uyguladığı işkenceler Amerikan Senatosu’nun İstihbarat Komitesi tarafından detaylı bir raporla belgelendi. Uygulanan sorgulama teknikleri insanlık açısından utanç verici olsa da çağımızı ele vermesi açısından çok önemli. Bizler kesinlikle bir istihbarat çağında yaşıyoruz. Ancak teslim etmek gerekiyor ki bu bir ‘yanlış istihbarat’ çağı! En azından yöntemi yanlış. Elde ettiğinizi sandığınız sonuçlar uzun vadede size bumerang gibi dönüyor.

Söyleneni yapmak

CIA Direktörü John Brennan, işkence raporunda uygulanan sorgu tekniklerini ‘El Kaide’yi yenilgiye uğratmak ve Amerikan topraklarında diğer birçok ölümlü saldırıları önlemek için CIA’nın küresel terörle mücadele çabalarının parçası’ olduğunu söylüyor. Söylüyor söylemesine de dünya üzerindeki canavarları tam da bu muazzam girişimleri sayesinde nasıl beslediklerine değinmiyor. Şiddetin şiddeti beslediğine defalarca tanık olmuş bu yaşlı dünyanın bu tür açıklamalara karnının tok olduğunu kuşkusuz o da biliyor; yine de kendisinden öncekilerin kurduğu cümleleri tekrarlamaktan kaçınmıyor.

ABD belki şunu anlasa hepimiz rahat edeceğiz: Bugün bizlerin yaşadığı coğrafyada durmak bilmeyen kan, tam da bu nedenlerden, yani kaş yapayım derken göz çıkaran böylesi tavırlardan ötürü akmaya devam ediyor.

Ya masumlar?

Dahası bu işkence yöntemini bizzat uygulamış olanlar hakkında ‘Onlar söyleneni yaptı’ deme rahatlığını da kendinde bulanlara şunu tekrar ifade etmek isterim ki ‘Onlar söyleneni yaptı’ cümlesi dünyadaki bütün işkencelere kılıf bulma yöntemidir. Ve kimseyi, hiçbir kurumu gerçek önünde aklama tılsımına sahip değildir. ‘Onlar emirlere uydu; onlar emir kuluydu vs. vs.’ Dünyadaki bütün katliamları bu cümlelerle geçiştirebilir ama hakikatin karşısında gol yemeye devam edersiniz.

Bir diğer konu da şu elbette: Bu tür işkencelere maruz bırakılan sayısız masum insana şimdilerde ‘ay, pardon’ demenin dışında ne yapılacak? Bu süreçte kurunun yanında yanıp kül olan yaşların yakınlarına ne denilecek? Ölmemişlerse bile yaşadıkları psikolojik arbedenin bu insanların geleceğinde nasıl bir yara açtığı kimin umurunda olacak ve dahası bu yaranın bedelini kim, nasıl ödeyecek?

Brennan işkenceciler için ‘onlar, uluslarına hizmet kapsamında ne yapmaları gerektiğini söylenenleri yaptılar’ diyor ya insan yaşamının bu kadar ucuza indirgenmesi ve dünyadaki Müslümanların sürekli zanlı olarak algılanmaları konusunda söyleyeceklerini gerçekten merak ediyorum. Bu sorgulama tekniklerinin insan haklarına aykırı olduğu konusuna ise nedense hiç girmiyor Brennan. Yaşamın sadece ABD’ye karşı olanlar ve olmayanlar diye vasat bir denkleme indirgenemeyeceğini ise düşlerinde bile görmediğine eminim.

Yine de kendisini günah keçisi ilan etmek istemem; her ne kadar onların uyguladığı bu teknikler zamanında Müslüman olan hemen herkesi birer günah keçisi olarak görme prensibinden beslenmiş olsa da...

Bugün IŞİD’in varlığını bir şekilde bu insanlık dışı tavra borçlu olduğumuzu bir kez daha hatırlatalım ve diyelim ki: ‘Bin Ladin’i sonunda öldürdünüz ama bin tane Bin Ladin yarattınız, çok sağolun, aman eksik olmayın.’

***

Sevgili dostum Enver Ercan, sosyal medya üzerinden bir proje başlattı: ‘Her Okula Şiir Kitaplığı’ kampanyası. Bu kampanya ile kendisine Kadir Has Üniversitesi ve Türkiye Kurumsal Sosyal Sorumluluk Derneği tarafından ‘Kurumsal Sosyal Sorumluluk Katkı Ödülü’ verildi. ‘Son yıllarda gelişen teknolojik gelişmeler pek çok şeyi daha işlevsel kılıyor; kitlelere daha rahat erişebiliyoruz. Bu nedenle, şiir kitaplığına gereksinim duyan okullara daha rahat ulaştık ve Türkiye’nin dört bir yanına kitaplar gönderdik’ diyen Enver böylelikle bizlere düşen görevleri bir kez daha hatırlatıyor. Kendisini kutluyorum.

Yazının devamı...

Osmanlıca

Osmanlıcaya hiç karşı olmadım. Üstelik Arapça ve Farsça dillerinin etkisi altında kalmış olan bu melez dildeki sesi her zaman sevdim. Ayrıca Osmanlıca yazılmış metinleri orijinalinden okuyamamanın üzüntüsünü de çekmiş biriyim. Hatta bir ara bizim kuşağımızın genel eğilimlerinden birine de ‘temayül ettim’ ve Osmanlıca dil kursuna yazıldım. Ancak yazıldığım medresedeki genel eğilim, benim gibileri ‘haydi oradan siz gidin Batı dillerini öğrenin’ şeklindeki bir çerçeveye sıkıştırmaktan ibaret olduğu için (en azından o güzelim taş medresedeki öğretmenin tutumu böyleydi) Osmanlıcam eski vapur iskelelerinin üzerindeki sözcükleri okumaktan ibaret kaldı. Keşke bu tavra takılmayıp öğrenseymişim...

Seçmeli mi zorunlu mu?

Ancak şu an tartışacağım konu farklı. İş ‘zorunluluk’ boyutuna gelince olayın rengi değişiyor çünkü... Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı’nın son açıklaması tavsiye kararının etrafında odaklanıyordu. Avcı, sosyal bilimler lisesinde okutulan zorunlu Osmanlıcanın, şu aşamada diğer liselerde seçmeli olarak kaldığını belirtti. Kendisinin de seçmeliden yana olduğunu söyledi. Ancak tavsiye kararının hayata geçmesi sonrasında bu seçmeli derslerin, diğer liselerde de ‘zorunlu’ hale gelmesinin mümkün olabileceğini belirtti.

Dileyelim de bu tavsiye kararı hayata geçmesin. En azından Sayın Avcı, Milli Eğitim Bakanı olarak bu konudaki inisiyatifini kullanabilsin!

Neden mi?

Osmanlıca dersini zorunlu olarak dayattığınızda o zaman geçmişi de dayatmaya başlıyorsunuz. O zaman, zaten arşa yükselmiş olan kimi ‘ideolojik’ takıntıları gençler üzerinde gerçekleştirme hayallerinin nasıl bir kıvama geldiğini ayan beyan ortaya koymuş oluyorsunuz.

O zaman, bu uygulamanın, geçmişi anlamak değil geçmişe dair bir özlemle ilgili olduğunu düşündürüyorsunuz. Oysa geçmişi geri getiremezsin diye bir şarkı sözü vardır. Gerçekten de Osmanlıyı anmak başka bir şeydir, müzelerden çıkarıp hayata gerisin geri sokmaya çalışmak başka bir şey. Bir kere bu, yaşamın akışına ters giden bir şeydir. Geçmişi anmak, barışmak, uzlaşmak ve hatta sevmek... Bunlara kimsenin itirazı olduğunu sanmıyorum. Ama iş geçmişi pörtletmeye gelince orada durmak gerekiyor.

Sonra şunu da teslim etmemiz şart: Osmanlı hiç de bize öğretildiği gibi adaletin sesi ‘sütten çıkmış ak kaşık’ bir imparatorluk değildi. Bütün imparatorluklar gibiydi... Bunun için, özellikle Balkanlar ve Güney Avrupa’daki en vasat turistik gezilerde cümlelerin arasına sıkıştırılan Osmanlı izleğini takip etmenizi öneririm. Ürkersiniz.

Çok yakın bir zamanda tartışmaya hararetle başlayacağımız Ermeni konusunun arkasında da yine Osmanlı vardı. Her ne kadar İttihatçıları suçlayarak farklı bir noktaya varmaya çalışanlarımız olsa da bu işin arkasındaki imza Osmanlı idi. (Bu işi ferahlatmak şimdiki zamanda bizim boynumuzun borcudur, o ayrı.)

Bu yüzden geçmişi bu anlamda çok fazla kurcalamamak gerekiyor. Osmanlıcayı sevelim sevmesine ama Osmanlı kaftanının rengine bürünmeyelim. Zaten dünyanın ritmi buna uygun değil, bürünemeyiz. Dahası, gençlerimizi bu zoraki hayalin içine zorla itmeyelim. Orası görkemli ama bir o kadar da ağır ve tozlu bir sahne. Oraya yaşam, yaşantı ve şimdiki zaman boyutuyla girdik mi bir daha kolay kolay çıkamayız.

Tavsiyem budur!

Kobani için

HDK (Halkların Demokratik Kongresi) Kadın Meclisleri Kobanelilerle dayanışmak, Türkiye cephesinden bir ses olabilmek için bir kampanya başlatıyor. ‘Kobane Direniyor, Kadın Dayanışması Sürüyor’ kampanyasını duyurmak için düzenledikleri basın toplantısına bütün kadınları davet ediyor ve bu toplantıya belirlenen ihtiyaç listesiyle gelinmesini istiyor.

Liste, kadın pedi, çocuk bezi, şampuan, ıslak mendil, sabun ve biberondan oluşuyor.

10 Aralık 2014 Çarşamba

Cezayir toplantı salonu, Beyoğlu

Saat: 12.00

Yazının devamı...

Uzak gerçekler

‘Bir toplum gerçeklerden ne kadar uzaklaşırsa gerçeği söyleyenlerden o kadar nefret eder.’ George Orwell; gelecek seçimlerdeki bazı miletvekili adaylarımızın kendi kitaplarına uydurarak zikredeceği, bu yüzden mezarlarında ters dönecek olan İngiliz yazarlardan sadece biri.

***

Gerçek’in ihlali her zamanki konularımızdan biri olsa da ‘saçma’ ile birleşince daha da dayanılmaz olduğu aşikâr. Ve buna, ne yazık ki bir kez daha tanık olduk bu hafta..

İçerlesem de, aslında sanatın iktidarla kurabileceği ilişkinin boyutlarını görmek açısından çok ‘isabetli’ bir haftayı geride bıraktığımız ortada. Bu haftanın ‘kahramanlarını’ ve falsolarını tek tek sıralamak yerine daha hayırlı bir şey yapıp sizlere bir kitap önerebilirim. Alfred Döblin’in Berlin-Aleksander Meydanı adlı romanı, dilimize çevrilmiş haliyle de bulabileceğiniz bir kitaptır. Filme de çekilmiştir. Kitapta yazarın Weimar dönemi Berlin’inden devşirdiği portrelere bakmanız bile, bugün geçirmekte olduğumuz kimi ‘nefessiz bırakan’ durumlar için içinizin bir parça da olsa ferahlamasına yol açacaktır. Satırları okurken içiniz kalksa da şu anda yaşanmakta olan bazı durumları daha rahat kavramanız açısından ihtiyacınız olan o ‘nefesi’ bulabilirsiniz kitapta. Yoksulluğun ve işsizliğin ortasında, insanları körleştirerek parıldayan iktidarın nelere yol açabileceğine bir kez daha tanık olabilir ve yaşamakta olduklarımıza daha serinkanlı bakabilirsiniz.

Peki bu ne işe yarar?

Bu tür durumlarda serinkanlı olmak belki de aranan çözüm için en önemli anahtardır. İşimizi en iyisinden yapmaya çalışmak ve evet, olabildiğimizce serinkanlı olmak.

***

Bu hafta iktidar ve sanatın nasıl kol kola girebileceğine tanık olurken bir toplantıya çağrıldım. Yeni bir oluşumun toplantısıydı bu. Yukarda sözünü ettiğim koşullar ne olursa olsun ‘işini en iyisinden yapmaya çalışmak’ noktasında bir girişimdi bu. Kurucuları arasında Gamze Akkuş İlgezdi, Yurdagül Erkoca, Emel Armutçu ve Tangül Özer’in yer aldığı Sosyal Dönüşüm Vakfı, öncelikle, toplumu bir ağ gibi saran ‘erkek şiddeti’ne karşı bir eğitim programını hayata sokmaya hazırlanıyor. Son 12 yılda kadına yönelik şiddetin yüzde 1400 arttığı Türkiye gerçeğinde, İstanbul Ataşehir Belediyesi’nin ortaklığında bir ilki gerçekleştirecekler. İlk etapta belediyedeki çalışanlara yönelik, çalışma saatleri içerisinde gerçekleşecek bu programı bir uzman yönlendirecek. Bir pilot proje olarak başlayan bu zor adım için Almanya Aile Bakanlığı’na bağlı Hannover Belediyesi Aile ve Gençlik Dairesi’nde çalışmış bir uzman olan Anna Minci, Ataşehir Belediyesi Sosyal Hizmetler Müdürlüğü’nde görev yapan psikologların eğitimini gerçekleştirecek.

Ardından eğitim alan bu psikologlarla birlikte, en fazla 15 kişiden oluşan erkeklere şiddet konusunda eğitim verilmeye başlanacak. Toplam 24 saatlik şiddet karşıtı bu eğitimin ardından sonuçlar değerlendirilecek ve ikinci bir grubun eğitimine başlanacak. Buradaki amaç, Almanya’daki yerel yönetimlerde olduğu gibi bir ‘Erkek Bürosu’ oluşturmak. Ve Ataşehir’den başlayarak, bunu bütün İstanbul geneline yaymak... Bunu da elbette diğer belediyelerin desteğiyle sağlamak. Sırası gelmişken vakfın, bu konuda diğer belediyelerin katkılarını beklediğini de belirtelim. Sosyal dönüşümü gerçekleştirmenin büyük bir iddia olduğunu belirten vakıf kurucuları, yine de bir yerden başlamak gerektiğine vurgu yapıyor. Hedefleri ise sadece erkek şiddetini önlemek değil; bu toplumdaki her türlü eğitimsizliği bilgiye dönüştürebilmek ve gerçeklerden uzaklaşan bir toplumu gerçeklerle buluşturabilmek.

Yazının devamı...

Sınırlar ve alışkanlıklar

Hırvat kökenli Alman bir yazar arkadaşımın ‘Türkiye’ye neler oluyor?’ sorusuyla haşır neşir kafam. ‘Haydi kahve ısmarlayayım sana!’ diyorum.

Kahveleri içerken ‘Türkiye’ye bir şey olduğu yok, aynı tas aynı hamam’ dediğimde bile içimi bir hüzün kaplıyor.

Ortak bir anlamı yitirmiş bir dünyanın içinde yaşamak durumunda olduğumuzu o da, ben de biliyoruz aslında. Sorunun temelde bu olduğunu. Umutlar olarak ayrıştırılmış bir gezegenin içerisinde rutubetli, ıslanmış kağıt parçalarımızı bir araya getirerek ‘yeni bir dünya mümkündür’ noktasında hayaller kurarak beklediğimizi. Katledilen doğanın yerini alan dev binalar oramızda buramızda yükseledursun insana özgü yaratımın (buna yaratmanın her türlüsünü katıyorum) neredeyse bir hiç noktasına indirgendiği o yerde durduğumuzu. Ve yazmaktan başka elimizden pek de bir şey gelmediğini.

Yine de hayallerin insanlarıyız. Benim elimde arada sırada açıp okuduğum Zelda Fitzgerald’ın Romanı adlı kitap. Güzel kahkahaların güzel kadını Deniz Yüce Başarır’ın Haruki Murakami’nin son romanıyla gönderdiği, yaşam kokan, özellikle de kadınları zinde kılan bir kitap bu. Sırf bu yüzden bile ayrı bir değeri var. O romandan bir bölüm paylaşıyorum yazar arkadaşımla:

‘Ona zebralar, filler, zürafalar ve aslanlar çiziyor, onlarla ilgili uyduruk hikâyeler anlatıyordum.’

On yıl öncesi

Vasat bir pasaport kontrolü ve küçük bir bagaj yoklamasının ardından küçücük bir Avrupa ülkesinden başka bir Avrupa ülkesine uçacağımız havaalanında resmen dinleniyoruz. Hırvat kökenli Alman meslektaşımdan, çok değil, bundan on yıl kadar öncesinde Türkiye’nin bölgedeki yükselişini nasıl bir heyecanla karşıladığını dinliyorum. Hiç haksız sayılmaz. Avrupa Birliği fikrinin Türkiye’ye getirdiği o heyecanı hatırlıyorum... O da benzer şeyler söylüyor ve bu durumun aralarında çok değişik bir umut yarattığından bahsediyor. Çingene asıllı kayınpederinin bile beklentilerinin nasıl farklılaştığına değiniyor. İslam olanla İslam olmayan dünya arasında böyle bir köprüye ne kadar da ihtiyacı olduğundan dünyanın... ‘Türkiye bunun için bir emsaldi’ diyor. Doğanın katledilmesini durdurmaya yetmese de, insanlık için bunun ne kadar önemli bir umudu taşıdığından bahsediyor ısrarla...

‘Peki sonra ne oldu?’ diye soruyor, hâlâ heyecanlı.

Gözlerimi kahveme dikerek ‘sonrası malum’ diyorum. ‘Zaten hep kaçırdığımız treni hep birlikte bir kez daha kaçırmış olduk, ne olacak!’ Gülüyorum ama başta belirttiğim hüzün devam ediyor: ‘Avrupa Birliği için ayrılan bütçenin nereye akıtıldığı üç aşağı beş yukarı ortaya çıktı... Önümüze çizilen bir hayal vardı; zebralar, filler, zürafalar ve aslanlar... Meğer bunların hepsi birer kuyruklu yalandan ibaretmiş.’

Bu sefer ikimiz de buruk buruk gülüyoruz. Dünyanın ortak kaderi bu dercesine; ‘keşke böyle olmasaydı’ diyerek.

Sonra başka konular giriyor araya. Uçağa binip gidiyoruz. Başka bir Avrupa ülkesine girmeme rağmen hiçbir kontrol yapılmaksızın kayıp gidiyorum yeni şehre. Türkiye’nin çoktan hak ettiği bu sınırsızlığı, bu sınırsızlığın ülkeye ve coğrafyaya getirebileceği ufku, bir kez daha sırf kendi çıkarları uğruna toprağa gömenleri anıp durarak. Sınırsızlık yerine Türkiye’nin sırtına yeni, savaş dolu, kirli sınırları ‘zebralar, filler, zürafalar ve aslanlar’ diye yeniden yükleyenleri düşünüyorum. Boşa harcadığımız bunca zamana nasıl hayıflanıyorum bir bilseniz!

Buralardan ceplerine para akıtacaklara, ‘itibar’ kazanacaklara, yeni ‘şöhretlere’ kanat açacaklara ise sözün bittiği noktadayım.

Yazının devamı...

İtibar

Zaman zaman Kuzey Kore Devlet Başkanı’nı şaşkınlık ve ilgiyle izliyorum. Yaptıkları yapacaklarına emsal teşkil eden o kişiyi. Hatırlarsınız geçtiğimiz mart ayında bir genelge yayımlattı ve Kuzey Kore’deki bütün erkeklerin kendi saç tıraşıyla tıraş olmasını istetti. İş elbette tek tip saç modeli ile kalmadı. Başkan, işi idamlara kadar götürdü ve en güçlü muhalefeti oluşturabilecek adayı, öz kız kardeşinin kocasını, yani eniştesini belden aşağı bir dizi gerekçeyle yaftalayarak sorgusuz sualsiz astırdı.

Peki.

Yine de, konumuz, Başkan’ın Kuzey Kore’yi sarıp sarmalayan birbirinden tuhaf, acımasız ve zaman zaman hazin sayılabilecek tutumları olmamalı çünkü şu an dünyamızda onun duygularına benzer duygularla takılan çok sayıda lider mevcut. Kısacası, dünya böyle bir krizden geçiyor. Komik ve bir o kadar da hüzünlü bir süreç. Komik dediğime de bakmayın; örneğin Kuzey Kore Devlet Başkanı’nın 2015’teki bir dünya savaşını işaret eden tavırları olduğunu da bir şekilde biliyoruz. Yani komik momik derken korkunç günlere doğru kayabileceğimiz de aklımızda olsun!

İnsanların sevgisi

Neyse. Savaş tehdidini şimdilik unutmaya çalışalım ve asıl ilginç olan nedir ona bakalım. Evet, başta Kuzey Kore Devlet Başkanı olmak üzere, bu emsaldeki devlet ‘büyüklerinin’ etrafını kuşatan bir sevgi yumağı var. Geniş kitlelerin sevgi yumağı bu. Bu yumak, bu tür devlet ‘adamlarını’ büyük bir şefkatle bağrına basmaya devam ediyor ve onları ‘saygın’ kılıyor. Dolayısıyla, itibar sözcüğünü yeniden ve yeniden düşünmemiz gereken bir dönem de bu.

Yine Kuzey Kore’ye referans verecek olursak, devlet başkanlarının koluna girerek kendinden geçmiş insanların çektirdikleri fotoğraflar hemen her gün basında, özellikle de uluslararası basında yer buluyor.

Şu aralar hemen hemen bütün dünya Kuzey Kore’yi bu tür fotoğraflarla tanımlıyor ve anıyor. Yani, başkanı ve onu sevenleri buysa, bu ülkeden ne çıkar ki düşüncesinde odaklanıyorlar.

Peki haklılar mı?

Haklı değiller ama haksız da sayılmazlar. Haklı değiller çünkü sahnenin gerisinde böyle düşünmeyen çok sayıda Kuzey Koreli insanın varlığı da mevcut olabilir ve onlar bu sevgi hezeyanındaki ülkede nasiplerine düşeni almak zorunda kalıyor olabilirler.

Haksız sayılmazlar çünkü, böyle bir tablodan düşünce çıkar mı, sanat çıkar mı, birey çıkar mı, şiir çıkar mı, edebiyat çıkar mı sorularının üzerinde biriken kaygılar yersiz değil!

**

Bizim diyara gelecek olursak:Kanımca demokrasinin ne olduğunu yeniden düşünmeliyiz!

En son şu yaşadıklarımıza bakalım. Yani şu yayın yasağına...

Meclis komisyonunun çalışmalarına getirilen yayın yasağını hüzünle karşıladım. Bu yayın yasağıyla itibarları koruma altına alınan milletvekillerine gerçekte ‘itibar’ın ne olduğunu sormak isterdim. Elbette bu yasağı getirenlere de. Bir ülkenin itibarı nedir, bir ülke halkının gerçek itibarı nedir diye... Dünyanın gözleri önünde hepimizin nasıl bir duruma düştüğümüzün, düşürüldüğümüzün farkındalar mı diye. Bir ülkenin talan ve darbe arasında kalmışlığı bir ülkenin kaderi midir diye sormak isterdim.

Yazının devamı...

Ölü Kadınlar Memleketi

‘Bunca zaman sonra daha eşit, daha güçlü, daha özgür bir konumda olması gerekirken biz kadınlar, şimdi yaşamak, hayatta kalmak için uğraşıyoruz. Sokakta yürüyebilmek, sevebilmek, dayak yememek, tecavüze uğramamak, satılmamak için...’

***

Burçe Bahadır’ın Ayizi Kitap’tan çıkan ‘Ölü Kadınlar Memleketi’ adlı çalışmasından bu satırlar. Kitabın tümü kocalarını öldürmekten hüküm giymiş iki kadın ve karılarını öldürmüş üç erkekle hapishanede yapılmış röportajlardan oluşuyor.

Velhasıl kitap, sürekli sümen altı edilen, sanki yokmuş gibi davranılan ve işin aslı toplumsal ruh halimizi çok net yansıtan; ne kadar kaçarsak kaçalım bir gün gerçekten toplum olarak yüzleşmemiz gereken nahoş bir konudan, ‘namus cinayetleri’nden bahsediyor bize.

Ayrıca, politikayı sadece hükümetin icraatı olarak algılayan zihniyete de bu cinayetlerin ne kadar ‘politik’ cinayetler olduğunu göstermek için de önemli bir köprü görevi üstleniyor; bir ülkede politikanın ne olduğunu anlamak istemeyenlere yalın bir ayna tutuyor.

Cins kırım zamanları

‘19 ve 20. yüzyıl soykırım zamanlarıydı. Şimdi cins kırım yapılıyor’ diyor Burçe Bahadır. Hemen her gün kocası, sevgilisi, babası ya da abisi tarafından katledilen kadınların öykülerini ‘sıradanlaştıran’ bir mercek aracılığıyla nasıl okuduğumuza; bu haberleri okuduktan hemen sonra, hiçbir şey olmamış gibi güne nasıl devam ettiğimize değiniyor. Dahası, sanki uyuşturulmuş olduğumuzdan bahsediyor.

Haklı.

Bu haberleri izlerken, genellikle bir dizi filmin fragmanını izler gibiyiz. Ya da sanki çok uzaklarda yaşanmakta olan, ucu asla bizlere değmeyecek şeyleri seyreder gibi. Gerçekle kurduğumuz ilişkinin özeti bu: ‘Nasılsa bize dokunmaz!’ Ah vah etsek de ‘nasılsa bize dokunmaz’...

Burçe Bahadır’ın ‘Özgür olmak isteyen bütün kadınlar’a ithaf ettiği bu kitabı, belki de tam bu nedenlerden ötürü okumanızı öneririm. Sadece yarının, yani 25 Kasım’ın , Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele ve Dayanışma Günü olması nedeniyle değil. Bu toplumda, hatta dünyada (zira namus cinayetleri sadece Türkiye’ye özgü vahim bir gerçek değil) bir şeyleri gerçekten değiştirmek istiyorsak diye de. İster kadın ister erkek olalım... Buna insanlık adına dur dememiz gerekiyor. Unutmayalım ki bu şiddet çok yakınımızda geziniyor ve kayıtsızlıktan beslenip güçleniyor.

***

Ve bugün, yani 24 Kasım için küçük bir not:

Başta cins ayrımcılığı olmak üzere her türlü ayrımcılığa karşı olan, öğrencilerine birey olmanın kapısını aralayan, onlara sanatın çoğulculuğunu aktaran, bilimden vazgeçmeyen, sorulardan ve öğrenmekten bıkmayan bütün gerçek öğretmenlerimizin 24 Kasım Öğretmenler Günü’nü kutlarım.

Yazının devamı...

Denizler’in öyküsü

Deniz Gezmiş’in annesi Mukaddes Gezmiş’i yitirdik. Bu kayıpla birlikte neler neler geçirdik içimizden. Ve çoğumuz yaklaşık 40 yıl sonra acılı bir annenin gencecik, fidan oğluna kavuştuğunu düşündü. Bu açıdan bakıldığında pekala bir anne-oğul öyküsü olabilirdi ama öyle olmadığını da çoğumuz biliyorduk. Deniz’in daha doğrusu Denizler’in öyküsü, her anlamda bu ülkenin öyküsüydü. Gençlerine acımayan, ilk etapta onları feda eden sert ve acımasız dilli, hoyrat tavırlı bir devletin üvey çocuklarıydı onlar.

Çıkışı olmayan bir yol

Denizler’in ardından kimi köşe yazarları, bu gençlerin zaten sonu olmayan bir yola çıktıklarını, önemli olanın bu çıkmaz yolu, çıkmaz yol olmaktan kurtarmak olduğunu yazmıştı.

Ne yazık ki bugün Türkiye’de hâlâ bu derin açmazı onarabilmiş değiliz. Onların ardından sayısız genç insan asıldı, kimi genç insan hunharca yok edildi, dahası kimilerinin kemikleri bile bulunamadı. En son Gezi olaylarında yitirdiğimiz gençlerimiz bu ülkenin bu konudaki ayıbı ve utancı olarak karşımızda duruyor. Devletin geliştirdiği reflekslerde ise milim değişiklik olmadığını, en devlet yanlıları da dahil olmak üzere, hepimiz biliyoruz.

Ancak şunu da söylemek boynumun borcu: Bu açmaz yolun ilmekleri sadece Meclis’ten geçmiyordu. Bugün de öyle. Eğitim sisteminin atıllığı, insanları kul gibi yetiştirme eğilimi ve kraldan çok kralcı eğitim kadrolarının hesaba katılamayan bir boyutu vardı ki, bugün ne çekiyorsak hâlâ onlardan çekiyoruz.

Tam da burada bir anekdot vermek isterim: Başarılı bir eğitim geçmişi olan Deniz Gezmiş, yeni geldikleri kentin karmaşası, ergenlik vb. derken lisede bir dersten (fizik) kalır. O sene tek dersten geçme kaldırıldığı için sınıfı tekrar etmek zorundadır. Okula gittiğinin daha ilk günü, dersin hocası tarafından en arkalara oturtulur, aşağılanır, hor görülür ve bunun üzerine Deniz daha o gün okulu bırakmaya karar verir. Bunun üzerine kendisi de öğretmen olan babası Cemil Gezmiş devreye girer ve dersin hocasıyla konuşmaya gider. Hocanın üslubu şudur: ‘Beni konuşturmuyor, tam bir şey anlatacağım zaman hemen kalkıp sorular soruyor!’. Bu yüzden Deniz’i sınıfın arka kapısından göndermiş olduğunu söyler öğretmen. Deniz’in babası Cemil Bey bunun üzerine, hepimize mal olmuş Deniz’in ve Denizler’in öyküsünün en çok tıkandığı noktaya dair en can alıcı cevaplardan birini verir öğretmene: ‘Hoca Hanım ben müfettişiniz olsam asıl sizi arka kapıdan gönderirdim. Bir öğretmen sınıfta hiç konuşmayan çocuğu beğenip konuşanı cezalandırıyorsa, öğretmen olarak kalamaz.’ Ve kadını öylece bırakıp çıkar.

Cemil Gezmiş’in işaret ettiği açmazda nice insan büyüyecek, yeni kuşaklar yetişecek ve gelenekselleşmiş o tavrı sürdürecektir: ‘Kurallara uyanı iyi öğrenci, iyi vatandaş, iyi insan, iyi gazeteci, iyi milletvekili, vb.’ olarak görme tavrı... Çıkışı olmayan yol asıl budur işte!

Asıl olan

Oysa asıl derdimiz soru soramamaktı. Bugün de öyle.

Denizler, kim ne derse desin bunu yıkmaya çalıştı. Kader olarak dayatılanı, ezberi, sıradanlığı, haksızlığı, adaletsizliği, eşitsizliği sorgulamak istediler... Onların ölüm cezalarının yerine getirilmesine dair kanun tasarısını ‘evet’ diye imzalayan kimilerini ‘baba’ diye anacak bu ülkeyi ise herkesten daha çok sevdiler. Kendi gençliklerinden bile daha çok! Ancak şunu da söylemek isterim ki bu gençlerin ölüm fermanını imzalayanlardan daha çok çekimser kalan milletvekillerinedir öfkem.

Bu içli öyküye daha çok temas edebilmeniz için Can Dündar’ın, Deniz Gezmiş’in kardeşi Hamdi Gezmiş’in anılarından derlediği ‘Abim Deniz’i okumanızı öneririm.

***

Not: 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele ve Dayanışma Günü için Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu bugün saat 15.00’da Taksim Tünel’de buluşup öldürülen kadınların aileleriyle beraber Galatasaray Meydanı’na bir yürüyüş gerçekleştirecek.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.