Şampiy10
Magazin
Gündem

Tek perdelik

Her adımlarında yer biraz daha üşüdü. Yer üşüdükçe biraz daha dondu izler. İzin kayboluşu zamanın da kayboluşu demekti. Zaman bitince çıplak gözle bile seçilebilen bir hiçlik kaldı geriye. İşte en kötüsü buydu!

Oysa her şey bu hiçliği yok etmek, delmek içindi. Ondan kaçmak, onu evirip çevirmek, onu onsuz bırakmak içindi. Şimdi yer buzla ürperdikçe, sözler de kayıyor, sözler kaydıkça ikiyüzlü sözlerden ibaret bir dünyanın yalanlığı çöküyordu içe. Daha da kötüsü bu sözlerin çağrışımları da artık zihne fayda sağlamıyordu. Basit şeyleri düşünselerdi keşke. Bir ipliğin bir iğne deliğine geçişi gibi. Nedense her şey titriyordu. İplik açıkta kalıyor, buzlaşıyor; iğne ve iğne deliği sallanıyor, buz kesiyordu. Ne var ne yok donuyordu. Hiçbir şey anlatıldığı kadar basit değildi artık. İşte en kötüsü.

Oysa her şey bunun içindi. Basit kurallar vardı, yenmek içindi. Bir oyun vardı, kazanmak içindi. Bir isim vardı, söylemek içindi, bir plan vardı yapılmak içindi. Bir emir vardı tutulmak içindi. Bir ıslık vardı, duyulmak için, bir ömür vardı, koskocaman bir ömür, yaşa yaşa bitmezdi. Hani hiç bitmeyecekti? Çok çok uzaklarda onları bekleyen mektup yüzlü kavuşmalar, buluşmalar, sarılmalar, koklaşmalar olacaktı hani? Hani buzul çağı bitecek ve uygarlık hemencecik başlayıverecekti?

Oysa her şey kayıyor, tir tir titriyordu gözlerinin önünde. O güzelim uykunun kefen sesi, esvapların en alımlısı gibi önlerinde uzanıp durmaya başladığında ise, hayat ağır ağır demlenen bir çayın Azrailli buğusu oluverdi.

Işıklar biraz karardı. Ama perde kapanmadı.

Sonra... Sonra askerler dondu. Vali açıklamalarda bulundu: ‘Tek bir terörist kalmamacasına bozacağız bu oyunu.’

Derken ışıklar biraz daha karardı. Ama perde kapanmadı.

Sahnede griler kaldı.

Bu gri sözlere herkes inandı, inanmış gibi yaptı, sustu. Bu suskunlukta tam perde kapandı derken bir şiir sesi duyuldu: ‘Ölü Askerin Destanı’. Şiir, ölmüş bir askerin asker kaçağı diye yeniden askere alınmasını anlatırdı ve buna, asker de dahil olmak üzere neredeyse herkes bir kez ve bir kez ve bir kez daha inanırdı. Şiirin sonu ise şöyle biterdi:

Silindi yıldızlar da birer birer

Başladı şafak sökmeye

Hazırdı artık kahraman asker

Bir kez daha ölmeye

Sonra ışıklar iyice karardı. Ama perde kapanmadı.

Yazının devamı...

Cumhuriyet Bayramı

Onunla (o şimdi hatırlar) kutladığımız bir Cumhuriyet Bayramı var. Soğuk bir ekim gecesiydi. Sırf o anı andım diye şu an genzimde beliren ve yutkunmamı zorlaştıran koku, o zamanlara ait, o eski gecenin dışarda gezinen ağır kömür kokusu.

Sonra beni çağırdı ‘gel bak’ diye.

Cumhuriyet’i kahramanlık şiirlerinden bağımsız bir başka dörtlük diye o zaman gördüydük. Çocuk aklımızla, çocukluğumuza büyük gelen burunlarımızı (en azından benimkisi) camın rehavetine yasladık. Nefes alışverişin buğusuna yenilen aynı cam, o gecenin dışardaki rengini, ansızın bizim gecenin rengi kılıverdi. Cam, kendi dilince o zaman sakin sakin konuştu. Sesi cam rengiydi; kokusu kömür.

Kadınlı erkekli bir grup ışıklarla çevrili kamyonlara doluşmuştu. Kamyonlar cadde boyunca ağır ağır ilerliyordu. Kamyonlardaki neşeyi memleket gibi görmekse, ezberlediğimiz şiirlerin üzerimizde gezinen gölgesiydi besbelli. Ne yalan söyleyeyim bu pırıltıyı sevmiş ve o an içimizde beliren hatırı sayılır bir gururun parçası olmuştuk. Cumhuriyet, gençliğe, insanlara, kısaca bu ülkeye yaraşıyordu!

Tuhaftır, kamyonlar da bizi duymuştu. Işıklı ellerin çocukluğumuza doğru sallandığı ışık huzmelerini gördüğümüzde çerçevelere sakladığımız ruhlarımızı fora edip biz de bağırdıydık: Yaşasın Cumhuriyet!

O gün, o hafta, o ay, belki de o yıl (dipsiz gibi görünen 80’li yılların tekiydi) boyunca, tek bir anın içine sığan böylesi sivil bir mutluluğu tecrübe etmediğimizi, hemen oracıkta değil, çok sonraları anlayacaktık. Bir gün ona ulaşacağımıza dair o inanç... O sivil, anlık mutlulukta bir ülke olarak artık yan yana durmanın hayali de vardı elbette.

O hayale ne oldu derseniz, gecenin bir parçası olarak zihnimizde asılıp (ya da takılıp) kalmaktan başka pek de bir işe yaramadı demek bu yazının nedeni... Nedeni olmasına nedeni de... Yine de, bu yazının kaderi olması gerekmiyor.

Nasıl mı?

O kamyonlara binip gidesim var şimdi. Elimde çocukluğum. Işıklar. Arkadaşlık. Coşku. Neşe. Sağdan soldan araklanmış, ne işe yarayacağını hiç bilmediğim eski dizeler. Olsun, ziyanı yok... Nihayetinde gece, ve sonrasında elbette gelecek olan gündüz; Cumhuriyet’le güzel.

Yazının devamı...

Yaşlanmak ve yaşlılık

‘Şunun şurasında daha ne kadar yaşayacağız ki?’ diye soranlara

***

Kocaman, yemyeşil ağacının eşlik ettiği kapak, yaşlılığın her boyutunu ele alıyor. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, yaşlılığın günümüzdeki halini çok yazarlı bir derlemeyle karşımıza çıkarmış. (Yaşlanma ve Yaşlılık, Derleyen: Alan Duben)

Kitapta ilgimi çeken bölümlerden biri, ders kitapları aracılığıyla yaşlılığın tartışıldığı bölüm (Ders Kitaplarında Yaşlılık Temsili, Kenan Çayır). Yaşlılığın temsilinin son derece olumsuz örneklerle dolu olduğu ders kitaplarıyla çevrili olmamız ise, tıpkı gençlik gibi, yaşlılığı da nasıl bir köşeye itelediğimizin kanıtı gibi. Bu kitaplar, elinde bastonlarla dolaşan ve dünyayı anlamayan, kavrayamayan ve ‘ağaca çıkan’ bu insanların kol gezdiği örneklerle dolu. Özellikle din kitapları, bu dünyayı değil, öteki tarafı işaret eden yanlarıyla bu konuda başı çekiyor. ‘Yorgun, hasta, yardıma muhtaç, teknolojiden uzak’ bu figürler, geleneğe takılıp kalmış ve şimdiki zaman konusunda, neredeyse ‘nato mermer nato kafa’ kıvamındaki insanlar olarak verilmiş. Dahası da var. Kitaplardaki yaşlılar, isimleri verilmeyen (‘öl artık’ da ismini mezar taşına yazalım dercesine), mesleksiz, hobisiz, mutsuz, bugüne ayak uyduramayıp sürekli geçmişi özleyen nineler, dedeler ve anneanneler takımı biçiminde karşımızda duruyor! Oysa bilinen bir gerçek var: Günümüzde yaşlılar yeni iş olanakları arayan ve kimseye muhtaç olmadan ayakları üzerinde durmaya meraklı insanlar olarak dikkati çekiyor. Teknolojiyi kullanan, ondan korkmayan, gençlere maddi ve manevi anlamda destek olan bu insanların bu toplum için yapacağı daha çok şey var! ‘Yaşlanmaya bakış açısı’nın söz konusu ders kitaplarında olumsuzdan ‘olumluya’ dönüştürülmesi ise, her gördüğünü abla, teyze, hanımanne, dede, dayı, amca diye çağıran şu anki genç kuşağa pek bir şey aktaramasa da, onlardan sonra geleceklere, sadece yaşlılara değil, dünyaya da başka bir bakış açısıyla bakmanın mümkün olduğunu anlatabilir. Her türlü ayrımcılığın tavan yaptığı bu kitapların, bu ve diğer konularda ‘sakinleştirilmesi, dengelenmesi ve makulleştirilmesi’ ise bugün her anlamda yaşamakta olduğumuz ‘ayrımcılık’ meşruiyetine bir parça dur diyebilir.

Andımız bu konunun bir parçası olmasa da burada anmak isterim. Söz konusu metnin, ülkede yaşanmakta olan aşırı milliyetçiliği bir kez daha kamçılayacağı endişesi içerisindeyim. Ancak bu dediğim gibi başka bir yazının konusu.

Yaşlılık için hemen belirteyim: Bu yazı, Meclis’ten bir türlü vazgeçemeyen yaşlı erkek milletvekillerini kapsayan bir yazı değil. Onlara kitaptaki Itır Erhart ve Hande Eslen-Ziya’nın ‘Sinemada Yaşlılık ve Erkeklik’ makalesini öneriyorum. Bu tür erkekler hegemonyayı neden ve nasıl özler sorusunun eşlik ettiği şu makaleyi...

Yazının devamı...

Milyonlarca Yıldız

B u yazı, Tekirdağ’dan bana yazan eski bir arkadaşım için.

Gençlerle okuduğum ve hemen her satırında ayağımı yerden kesen bir kitap var. Onun nesini sevdiğimi tam olarak bilmiyorum. Buna karşın savımı destekleyecek epey neden var. Kitabın, gençlere, edebiyatı sevdirme çabasını gıptayla karşılamam yeterli olabilecekken, durduk yere içimdeki bir yeri işaret etmesi de kayda değer. Bu yerin adı çocukluk. Kitap, bir nevi, bu çocukluğun başıboş bırakıldığında hemen her yere savrulabilecek yanının, güzel karşılaşmalarla , kendini hayatın içerisine bırakmasının öyküsü.

Yani? Hayat aslında güzel, onu çirkinleştiren ise büyüklerin o çok bilmiş mercekleri... O halleriyle etrafa saçtıkları tozlu ve küflü nefret yetmezmiş gibi, bunu etraflarındaki çocuklara ve gençlere yayma, hatta yaftalama çabaları... Ve çoğunlukla da başarılı olmaları!

Molly, Pim ve Milyonlarca Yıldız, kendini farklı ve bu yüzden dışlanmış hisseden bir çocuğun, bu farklılığıyla barışmasının öyküsü. İlerde, büyüdüğünde, komşuları gibi kendinden başka herkese nefretle bakan biri olmayacağının ipuçlarıyla dolu bir kitap. Bu yüzden de büyük bir umut! Kısacası, eleştirdiklerinin bir parçası olmayıp, eleştirdiği dünyanın bir benzerini yaratmak yerine, cesur olup adaletli ve sevgi dolu ‘gerçek’ bir dünyayı yaratmanın vaadini taşıyor. Kimseyi kandırmadan. Kimseyi uyuşturmadan.

Okurken gençlerle birbirimize sorup durduk. Kötülük nedir, nasıl ürer ve çoğalır diye. Birçok genç arkadaşım, kötülüğün çocuklukta yaşanan kayıplar, mutsuzluklar, savrulmalar, yok saymalarla başladığını ve büyürken depreştiğini ifade etti. Dahası da var. Kimisi kötülüğün nasıl üreyip durduğu üzerine kafa patlatırken, kimisi ise yaşanan bu kötülüklere rağmen bazı insanların özellikle kötülüğü seçmek yerine, ‘özellikle’ iyiliği seçtiğini ifade etti. Ki kitabın da altını çizdiği husus buydu: Kötü olmak, size yapılmış olana kötülükle cevap vermek kolay olanı; zor olanı tercih etmeye ne dersiniz? Yani yıldızlar gibi olmaya? Hayalleri, iyilikle dinç tutmaya?

Kitapta, tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de ağaç var. Bir ağaçla kurulan ilişkinin, hayatla kurabileceği denklemi ise ağacın gövdesinden bakın nasıl okuyoruz:

‘(Ağacın)yaraları olur. Bazen bu yaralar kapanır ve ağaç büyür. Bazen yaraları kapanmasa da büyür. Tıpkı bizim gibi!’ Yaralar kapanamazsa başa dert oluyor... Hangisi iyi? Elbette yaralarla yüzleşmek. Milyonlarca yıldızın vaadi burada saklı.

Yaralarla büyüyen nefretlerde değil çünkü o nefretler yaraları açığa çıkaracağına, gerçekle yüzleşmeyi engelliyor.

Kitapta sürekli adı geçen bitkilerden de bahsetmeden geçmeyelim. Onlarla ilgili çok önemli sırlar mevcut. Örneğin nar! Bir geleneğe göre her nar 613 taneden oluşurmuş. Bu sayı ise bir insanın hayatı boyunca yapması gereken iyilikleri temsil ediyormuş. Molly, Pim ve Milyonlarca Yıldız, bir çocuk, bir gençlik kitabı. Yetişkinlerinse , sadece cesur (ve bilge) olanlarının okuyabileceği bir kitap!

Yazının devamı...

Çöküşler

‘Hangi koruyucu önlemlerin alınmamış olduğunu, maden ocağında kuyu çöktükten ve yüzlerce kişi toprağın altında kaldıktan sonra sorarlar.’

Stefan Zweig

Zweig’ın bu sözleri takip eden ‘Yavaşlığa Başkaldırı’ denemesi ‘önce tiyatro binası yanar ardından ilgililer yangın önlemleri alır; bir savaş başladıktan sonra da barış zamanında ne gibi çabaların ihmal edilmiş olduğu üzerine kafa yorulur’ diye, göreceli anlamda ‘iyimser’ biçimde devam eder. En azından ‘konunun’ gerçek boyutuyla ilgilenen ya da ilgilenmeye çalışan birileri vardır.

Bu sözlerle bağlantılı olarak, Türkiye gündemini en son meşgul etmesi gereken, ancak hiç de şaşırtıcı olmayacak biçimde çok ilgi gören olaylardan birine temas etmek istiyorum. Bir futbolcunun yaşadıkları, yaşattıkları ve bu gidişle daha yaşatacakları üzerine birkaç husus... İstiyorum istemesine de yazdığım her sözcük karşısında kendi kendime irkiliyor ve söylemek istediklerimi erteleyerek bir yazı kaleme almaya çalıştığımı fark ediyorum. Makinenin karşısındaki kilitlenmemin sebebi ise bu konuda söyleyecek sözümün olmayışı değil (öyle ya, herkes bu konuda bir şey söyledi, söylüyor ve söyleyecek), yaşadığımız bu olayın içimizdeki çürüme ve çöküşle kurduğu organik bağı hissetmemle ilgili oluşu. Tıpkı bir meslektaşımızın son yaşadığımız futbol menşeli olay hakkında şu cümleyi söylemesi gibi: ‘Bu olayda herkes kaybetti’. Evet işin sırrı bu sanırım.

Esasen onun kastettiği, olayda yer alan üç kişi. Doğrusu, olayda yer alan kadının bu gruba dahil edilmesinden yana değilim. Kısacası faturayı ona kesmenin bir alemi olmadığını düşünüyorum. Üstelik genel bir kaybediş varsa bu kaybediş, sadece olayın içerisinde yer alanlar değil, hemen hepimizin o kaybediş noktasındaki salınımı. İşte kalemimi durduran ya da klavyedeki duraksamama neden olan nokta da bu. Açıkçası, yaşanan bu olaya kamuoyunun duyduğu ilgi, sadece olaydaki çöküşü ve çürümeyi değil, hemen hepimizin o çürüme noktasındaki halimizi, hatta bu çöküş halini benimsediğimizi de ortaya koyuyor. Bu konuyu şehvetle konuşmak ve sürekli üretmek (bu yazı da dahil olmak üzere) aslında kendi kokuşmuşluğumuzu, üstelik bu kokuşmuşluğun nasıl meşru hale geldiğini de ele veren bir yan.

Bununla bağlantılı olarak derleyip topladığım birkaç hususu sizlerle madde madde paylaşmak istiyorum:

1-Böylesi bir vasatlıkla toplum olarak muhatap olmamızın ardında neler var? Kısaca, bu olayda gerçekten de ‘sadece olaydaki kişilerin değil hemen herkesin kaybetmesinin’ arka planında neler yatıyor?

2-Bu düzenin, farklı yöntemler kullanarak böylesi bir vasatlığı sürekli olarak yaratmasının ve kışkırtarak beslemesinin nedenleri nelerdir?

3-Bir toplum olarak bu tür konulara, o kadar büyük olaylar, gözümüzün önünde eriyip giden değerler söz konusuyken, onları hiç tınmayarak bodoslamadan atlama kabiliyetimiz ve bu kabiliyetin arka planında yatan nedenler nelerdir? Kısacası, düzenin kışkırtması bir yana, bu ve benzeri konulara gösterdiğimiz derin ilginin temel nedenleri nelerdir?

4-Bir futbolcuya, kendisinin taşıyabileceğinden çok fazla miktarda değer yüklemek, onu idolleştirmek, ondan bir kahraman yaratmak, onu o kahramanlık halesi içerisinde inatla tasvir etmeye çabalamak ne demektir?

5-Bu konuyla direkt bağlantısı olmasa da söz konusu kişinin ‘Sütlüce’de yaşanan o felaketi bertaraf etme hallerini neden hatırlayamaz haldeyiz? Nasıl oluyor da bir futbolcu, siyasilere yakınlığı sayesinde han hamam sahibi olabiliyor sorusunu sormayı niçin akıl edemiyoruz? Oradaki ihlali atlayıp buradaki noktada yaşadığımız hassasiyetin temel nedeni ne?

6- Futbolculara, popçulara vb. tanınan alanın-toplum olarak da onlara gani gani sunduğumuz bu alanın- neredeyse içimizde hep özlemini duyduğumuz ‘özgürlük’ fikrine (hatta ifade özgürlüğü fikrine!) dair bir alana denk düşmesinin yanılgısını nelere, kimlere, hangi yıllara, hangi iktidarlara borçluyuz?

7- Son madde biraz genel. Çökerken diye başlamak istiyorum... Devamını getiremesem de şunu söylemek farz oluyor: Bu hızlı çöküşün nedenleri neler?

Yazının devamı...

Biri serbest mi dediniz?

Rahip Brunson’un serbest bırakılmasına az bir zaman kala bana güzel gözlerindeki nefti ışıkla sordu:

‘Hangisi daha kolaydı sizce; ütopyayı yaratmak mı yoksa distopyayı mı?’

Benzer bir soruyu daha önce de diğerlerine sormuştu. Aldığı cevap benim cevabımla özdeşti.

İnsanlar distopya yaratmayı ütopya yaratmaktan daha çok öne çıkarıyorlardı. Ve çoğunlukla kötülük üzerine bir sürü hususu ardı ardına sıralayabiliyorlardı. Arzuladıkları kötü bir dünya değildi elbette. Ancak iyilik konusunda kafalar karışıktı.

Her ne kadar Thomas More’un Ütopya kitabının bende bu refleksi uyandırdığını dile getirmeye çalışsam da ifade ettiği noktaya çakılıp kaldığımı biliyordum. Zamanında birçok meraklı gibi More’un kitabına büyük bir hevesle başlamış fakat zihnimdeki ütopya kavramıyla buluşturamamıştım. More bize, çok gerçek, çok olası; çok genç bir dostumun ifade ettiği tarzda ‘zoru başarırız, imkansız zaman alır’ şeklinde bir dünya sunuyordu. O kadar gerçek ki, geleneğe habis biçimde yapışmış ancak buna karşın modernizmin girdabı içerisinde kıvranan beyinlere (bizlere) soluk aldırmayacak cinsten bir ‘gerçekçilikten’ bahsediyordu orada. Ve açıkçası bu yeterince ‘gerçeküstüydü’. Zira o dönemdeki birçok insan gibi gerçek, benim algım dahilinde ayaklarımın altından kayıp gitmekteydi. More’un kitabındaki net reçetenin ise düşüncelerimde bir karşılığı yoktu. Varsa bile heyecan uyandırmıyordu. İfade özgürlüğünün hiçbir zaman yeşeremediği, sansür dolu topraklarda yaşıyorsanız çok da farklı bir yere varamıyordunuz...

More, kitabında hukuk, adalet, eğitim vb. hususlardan bahsediyordu. Daha iyi bir toplum olmaktan vb. Bunları yaratabilmenin şartlarından... Dediğim gibi umduğum bu değildi. Sanırım gafil avlandığımı düşünmüştüm. Hayal ettiğim dünyanın böylesi somut adımlarla çevrili olması beni bunaltmıştı.

‘İşte’ dedi karşımdaki nefti gözlü. ‘Biz bunu beceremedik... Neredeyse ütopya yerine, bilerek ya da bilmeyerek distopya yaratmak istediğimiz için yarattık bugünü.’ Sanki şunu demek ister gibiydi: Bu yüzden dünyamız da bir distopya cehennemi haline dönüştü...

O an üzerinde fazla düşünemedim bu sözlerin. Telefonuma yığılan Rahip Brunson haberleriyle başka bir diyarın içine çekildim. Yaratılan algının ve bu algıya peşinen takılan nicesinin, tezi ve antiteziyle birlikte ne kadar distopik olduğunu ise bu yazıyı yazarken fark ettim. Masaya her sefer koyduğunuzda farklı bir argümanla ayağa kalkabileceğiniz beter bir 21. yüzyıl dosyası haline dönüştürülen Rahip Brunson davası, tez mahkeme sonrasında geliştirilen argümanlarla birleşince ‘hiçbir yerdeki adamın hiçbir yerdeki öyküsü’ haline dönüşüyordu. Ya da tam tersi: ‘Her yerdeki adamın her yerdeki öyküsü.’ Alternatifler mevcuttu elbette: Her yerdeki adamın hiçbir yerdeki öyküsü, hiçbir yerdeki adamın her yerdeki öyküsü...

Ancak bu dava, hiç kuşku yok, hemen hepimizin her an başına gelebilecek distopik bir felaketin (kurgunun, kitabın, gerçeğin vb.) de altını çizmesi anlamında çok ama çok önemliydi. Kurtarıcımızın Başkan Trump olması ise, nereden bakarsanız bakın, başka bir kurgunun, kitabın, gerçeğin, felaketin (evet üstelik distopik bir felaketin) konusu olmaya adaydı.

Yazının devamı...

Tecavüzcü

Hakkınızda cinsel taciz iddiaları var. Olsun.

Başkan sizi aday gösteriyor. Daha ne olsun... Desene senden ‘ehemmiyetlisi ve saygını’ yok dostum!

***

Dünyanın siyaset anlamında vardığı bu son nokta, hem insanlık olarak çöküşümüzü hem de yakın gelecekte bizleri bekleyen yekpare faşizmi ‘müjdeliyor’. Ne kadar rezilsen o kadar bir şeysin noktasındaki bu hal, dürüst ve tevazu sahibi insanların karabasanı olmaya devam ediyor. Sadece karabasan olarak kalsa iyi. Bu gidişle üçkağıtçı, sapık, yalancı, hırsız, dönek olmanın baş tacı edildiği bir süreçte dürüst, vicdanlı ve namusuyla yaşayan insanların gaz odalarına tıkılması işten bile olmayabilir...

Karamsar bir yazıya başlamış olmanın ağırlığıyla devam ediyorum. Bu satırları karalarken hakkında cinsel taciz iddiaları ortaya atılan Yargıç Brett Kavanaugh ABD Yüksek Mahkeme üyeliğine seçiliyor. Senato’da yapılan ön oylamanın ve nihai olanının ‘yüksek’ sonucu bu. Söz konusu yüksek sonucun bedelini ise bütün dünya ödeyecek... Özellikle de altta kalanlar. Yani, Yargıç Brett Kavanaugh, onu seçen Senato üyeleri, Başkan Trump, Başkan Trump’ı destekleyen ABD halkı, ABD vatandaşı olmayanlar vb. Bu zincirin halkaları uzayıp gidiyor Velhasıl, şu yüksek oylama sonucunda dünya barışı için vardığımız yer ve söylenecek söz belli: Yandı gülüm keten helva.

Sağlamcı Olmak

Bu ulvi oylama sonucunda Kavanaugh ömür boyu ABD Yüksek Mahkemesi hakimi olarak göreve gelecek. Planlanan bu. Peki bu ne demek? Dünya muhafazakârlığa doğru ‘çok sağlam’ bir adım daha atacak demek. Başkan’ın sadece ABD iç politikası açısından değil, dünya ile kurduğu dengesizlikler konusunda da elinin çok güçlendiği bir eşikteyiz.

Bu eşikte bizleri ilgilendiren en önemli husus ise ABD’nin göçmenlere uyguladığı politikaların çok ama çok sertleşmesi sonucunda yaşayacaklarımızla ilgili. Trump ve Trump gibilerin, kendi gibi olmayanlara karşı aldığı tavır, yakın gelecekte sadece Trump gibilerin, onun gibi düşünen, onun gibi dünyaya bakanların dünyayı hepten şekillendirmesi anlamına geliyor. Kazanılmış bütün hakların bir kalemde silinmesi de cabası... Ne için sorusunun ise cevabı hem çok basit hem de çok çetrefil. Bütün sözcüklerin alabora olduğu, sağcısının sol cümleleri kullanıp kitleleri etkileyebildiği, gericisinin ilerici sıfatlarla milleti uyuttuğu bir süreçten geçerken, artık pek de bu hafifmeşrep maskelere gerek duyulmayacağı bir ‘gerçeğe’ doğru hızla ilerliyoruz. Bu oyunda kartlar çok daha açık olacak.

Bu yüzden olsa gerek hakkında cinsel taciz iddiaları bulunan biri, bugün dünyanın en sözü geçen ülkelerinden birinin en kilit noktalarından birine, sırf Başkan istedi diye, gelebiliyor; en sağcı kararların en faşizan haliyle dünyaya nüksetmesine olanak sağlayacak bir kıvamın baş aktörlerinden birine dönüşebiliyor, kürtaj, göçmen yasası, trans bireylerin hakları konusunda ahkam kesebiliyor.. En ilginci de buna ses çıkarması umulan geniş kitlelerin (Washington DC ve New York’taki gösterileri bunun dışında tutarak söylüyorum) derin bir uyku kıvamında yaşıyor oluşu.

Buna ‘21. yüzyılın pürmelal hali’ deyişimizse olsa olsa bizlerin çaresizliği.

Yazının devamı...

Cinsel şiddet

Bu yılki Nobel Barış Ödülü’nü Nadia Murad ve Denis Mukwege kazandı. Ödülü veren komitenin her ikisi için yaptığı açıklama, insanlığın en büyük tehditlerinden birine dair verdikleri mücadele ile ilgiliydi: Cinsel şiddet. Komite, söz konusu ödülle, insanlık ayıbına karşı bu iki insanın bir ömür boyu verdiği direnişi taçlandırmış oldu ve aynı zamanda da dünyanın dikkatini bir kez daha cinsel şiddetin dipsiz kuyularına çekti.

Komitenin ısrarla altını çizdiği husus, kısaca bu iki insanın ‘cinsel şiddetin bir savaş silahı olarak kullanılmasının son bulması için gösterdikleri çaba’, bugün hemen hepimizin örnek alması gereken bir çıkış noktası.

Özellikle çocuk istismarı ve kadına yönelik şiddet bu konuda alarm veriyor. Ülkemiz de bu konuda bu alarmın sorumlularından biri.

Bu topraklarda hâlâ tecavüzcüsüyle evlendirilen sayısız insan var, üstelik bunu muhteşem bir çözümmüş gibi sunmaya yeltenen bir sürü ‘zihni sinir’in varlığı da cabası... Daha geçenlerde 10 yaşından beri üvey babasının istismarına uğrayan 14 yaşındaki gencecik bir insanın tekrar babasına ‘iade’ edilmesine tanık olduk. Konu çok tanıdık ancak tanıdık olması onun hafife alınması anlamına gelmiyor, gelmemeli, gelmesin. Kısaca hatırlatalım: Anne, kızını yanına alarak evi terk ediyor, yani babadan ayrılıyor, hatta boşanıyor. Sebep belli. Söz konusu tecavüzler... Kız da bu sayede biraz soluk alıyor. Ancak annenin tekrar barışması sonucunda kız çocuğu da babaya dönmek zorunda kalıyor! Yani tecavüzcüsüne... Arada yine çok aşina olduğumuz bir sürü saçmalığa tanık oluyoruz. Kızın tecavüze uğradığına dair rapor vermeyen doktor da orada, şikayetini geri alan anne de, baba müsveddesinin havada uçuşan palavra cümleleri ve elbette havsalaya sığmayan mahkeme kararları da...

CHP Mersin Milletvekili Alpay Antmen’in bu konuyu gündeme taşıması, Meclis’in hali düşünüldüğünde, bu genç insanın yaşadıklarını külliyen hafifletebilecek mi? Doğrusu emin değilim. Yine de önemli bir adım olduğu su götürmez.

Antmen’in sorduğu sorular arasında şu hususun çok önemli olduğuna inanıyorum:

‘2002 ila 2018 yılları arasında çocuğa cinsel istismarda bulunduğu tespit edilen kaç kişi ceza almıştır? Yine aynı tarihler arasında konuyla ilgili kaç dava görülmüştür? Yine aynı tarihler arasında, yıllar sırasıyla belirtilmek üzere kaç çocuğun istismar edildiği tespit edilmiştir?’

Bu sorulara verilecek cevaplar, ülkemizin verdiği kırmızı alarmı netleştirmek için çok önemli. Ancak bunun hesabını verecek bir mekanizma, bir muhatap, bir vicdan var mı sorusu da bir o kadar cevaba muhtaç...

***

Geçtiğimiz günlerde Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı tarafından bir çalıştay düzenlendi. Bu, ülkemizde kadına yönelik şiddetle mücadelenin temeli sayılabilecek 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun konusunda bir çalıştaydı. Kadir Has Üniversitesi’nde yapılan toplantıya Türkiye’nin birçok kentinden 50 kadın avukat ve kadın örgütü temsilcisi katıldı, deneyimlerini paylaştı.

Mor Çatı kurucularından avukat Canan Arın’ın açılış konuşmasında söyledikleri ise hemen hepimizi ilgilendiriyordu: ‘Mevcut haklarımızı geliştirmek amacıyla çaba gösterirken, mevcut haklarımızı korumak için elimizden geleni yapmak durumuna geldik’. Türkiye’deki kadın haklarının vardığı nokta gerçekten budur... Ne hazin.

Arın, her zamankinden daha kuvvetli, daha dirençli mücadele etmek zorunda olduğumuzu ifade ederken Mor Çatı gönüllüsü avukat Hülya Gülbahar ise kadına yönelik şiddetin önlenmesinin bir devlet politikası olduğunu söyledi ve ekledi:

‘Birleşmiş Milletler Bildirgeleri bunu zorunlu kılıyor, İstanbul Sözleşmesi bunu zorunlu kılıyor. Bir devletin kadına yönelik şiddeti önlemek gibi bir niyeti varsa 6284 ya da ismi ne olursa olsun, böyle bir kanun çıkarma ve uygulama görevi vardır. Böyle bir kanun olmaksızın devlet kadına karşı şiddetle mücadele etme görevinde sıfır anlamına gelir.’

Sağır kulaklar için önemli cümleler...

Kısacası, Türkiye bütün bu sözleşmelere imza atmış bir ülkeyken, neden 14 yaşındaki çocukları bile koruyamaz haldeyiz?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.