Şampiy10
Magazin
Gündem

Brokolinin tahtını sarsan bitki Kale

Kale bitkisi, lahanaya benzer, salatalarda ve yemekle kullanılan, dünyada çok tanınan Türkiye’de ise pek tanınmayan bir sebze. Acımsı ve baharatlı bir tadı var. Hemen her türlü et ve sebze yemeğinde doğrayıp kullanılabilecek veya birkaç dakika kaynatıp, süzüp, istenen şekilde peynirli makarnaya da katılabiliyor.

Eski Yunan ve Roma’dan bu yana çok tercih edilen bir sebze Kale. Ancak, Türkiye’de pek tanınmıyor. Sadece fidancılardan tohumları satın alınıyor ve hobi olarak yetiştiriliyor. Kolesterolü düşürmesinden kilo verdirmesine, bazı kanser türlerine iyi gelmesine kadar faydaları çok. Beslenme Danışmanı Uzman Diyetisyen Selahattin Dönmez Kale bitkisini tüm ayrıntıları ile anlattı. Dönmez’e göre; Dünyanın birçok ülkesinde kıvırcık lahana olarak bilinen; karnabahar, brokoli, lahana ve Brüksel lahanası ailesine ait kıvırcık yaprakları olan bir sebze Kale. Sıklıkla Amerika ve Avrupa’da et yemeklerinin yanında buharda pişirilerek servis ediliyor. Koyu yeşil yapraklarından dolayı yoğun K vitamini, kalsiyum içeriğine sahip. Ayrıca, sülfaran denilen kükürtlü bileşiklerden zengin kıvırcık lahananın kanser koruyucu etkisinin bulunduğunu gösteren araştırma da bulunuyor. Bitkinin içeriğinde indol denilen özel bir bileşik var ve hücrelerin içinde bulunan DNA’nın onarımını sağlıyor, hücre ölümünü engelliyor.

Zayıflatan ve kolesterolü düşüren bitki

Nasıl yetiştirilir?
Kale bitkisinde bulunan reçine safra asidi tutucu görev yaparak yemeğin içindeki yağların emilimini azaltıyor zayıflamada yardımcı oluyor. Ve reçine safra asidini de yapısına bağlayarak kolesterol sentezini de engelleyip kanda kolesterol yüksekliğini de önlüyor. Besin değeri incelendiğinde 100 gramı yaklaşık 30 kalori kadar. Oldukça düşük karbonhidrat içeriyor ve kan şekerini yükseltmiyor. Diyet lifi içeriği yüksek ve bitkisel protein açısından da diğer sebzelere göre biraz daha değerli. Çok yüksek antioksidanı içeriyor. Bu değer görme kaybını önleyecek ilaç kadar etkili bir doz. Dönmez, “Salatalara çiğ olarak eklenebiliyor, buharda pişirilerek sebze ya da tahıllarla servis edilebiliyor. Zeytinyağlı yemeği yapılabiliyor. Beslenme Uzmanı olarak çorba olarak yemenizi tavsiye ederim. Ülkemizde bulunmamakla birlikte Karadeniz’de yetişen kara lahanaya en yakın olanı diyebilirim” diyor.

Kale Sebzesi Tohumunu çimlendirmeden önce bir müddet suda bekletin. Suda beklemeye aldığınız tohumları çıkarıp toprağa bırakın (saksıda yapıyorsanız saksının normal toprak seviyesinin yüzde 90 kadarını elenmiş, tercihen kırmızı toprakla doldurun ve toprağın üzerine bırakın). Daha sonra üzerine ince bir torf atın ve nemlendirin.(Tohumları hareket ettirmeden bir miktar su verin). Her gün nemini kontrol edin.

Yararları NELER?

- Buharda pişirilirse kolesterol düşürücü fayda sağlayabilir.
- Beş kanser türüne karşı etkili olduğu söyleniyor. Mesane, meme, kolon, yumurtalık ve prostat kanseri bunların arasında yer alıyor.
- Vücudun detoksifikasyon sistemi için kapsamlı destek sağladığı kabul ediliyor.
- Bağışıklık sistemini güçlendiriyor.
- Ayrıca, bakır, kalsiyum, sodyum, potasyum, demir, manganez ve fosfor gibi minerallerden zengin bir kaynak. Kalp hızını ve kan basıncını kontrol ediyor.

Hangi yemeklerde kullanılıyor?

- Buharda pişmiş lahana formunda patates ile birlikte servis ediliyor.
- Tavada kavrularak diğer güçlü aromalı maddeler ile kombine ediliyor, özellikle salatalarda içine fıstık, soya sosu kavrulmuş badem, kırmızı pul biber, zeytinyağı ve limon suyu ile servis edilebiliyor.
- Kıvırcık lahana çeşitleri dünyada genellikle cips için de tercih ediliyor. Cips tuz veya diğer baharatlar ile tatlandırılmış olabilir.
- Bazen yanına pastırma, kızarmış et ve patates püresi de eklenerek yenir.
- Toskana bölgesinde çorbası yapılıyor.
- Doğu Afrika Büyük Göller bölgesinde, yahni yapımında önemli bir katkı maddesi olarak yer alıyor.
- Güneydoğu Afrika’da Kale aynı zamanda tipik Hindistan cevizi sütü ve yer fıstığı ile kaynatılarak, pirinç ya da haşlanmış mısır unu ile servis ediliyor.

Besin değeri

- Enerji 117 kJ (28 kcal)
- Karbonhidratlar 5.63 g
- Şekerler 1.25 g  Diyet lifi 2 g
- Protein 1.9 g  Su 91.2 g
- Vitamin A (% 85)
- Beta-karoten (% 76)
- Vitamin B 6 0.138 mg (% 11)
- Vitamin C (% 49)
- E vitamini (% 6)
- K vitamini (% 778)
- Kalsiyum (% 7)
- Demir (% 7)
- Magnezyum (% 5)
- Manganez (% 20)
- Fosfor (% 4)
- Potasyum (% 5)
- Sodyum (% 2)
- Çinko (% 3)

Yazının devamı...

İki dilim ekmek için 1.5 ton su harcanıyor

Küresel iklim değişikliği ve kuraklık ile ilgili çok şey söyleniyor, çözüm yolları öneriliyor ama sadece toplumsal değil, kişisel olarak alacağımız önlemler de bizi olumlu tabloya ulaştırabilir.

Kışın ortasındayız ama beklenen yağışlar bir türlü gerçekleşmedi, barajlardaki doluluk oranları da giderek düşüyor... Herkesin gözü önümüzdeki iki ay boyunca ülkemize ne kadar yağış düşeceğinde. Yapılabilecek tek şey beklemek gibi görünüyor... Ancak, İTÜ Uçak ve Uzay Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu’na göre; su tüketimi konusunda son derece müsrif olan bireylerin bazı önlemler alarak suyun kaybına yönelik olarak yapabilecekleri çok şey var. Kişiler gıda, giysi, barınma ihtiyaçları dolayısıyla ne kadar su tükettiklerini bilse, belki de su konusunda bir kez daha düşünecek ve tüketimlerini azaltacaklar. İsraf toplumu olarak artık üç kavramı iyice özümsemek zorunda olduğumuzu belirten Kadıoğlu şunları söylüyor; “Yeniden kullanmalı, az tüketmeli ve geri dönüştürmeliyiz, ama bu tüketim ekonomisinin işine gelmiyor. Ve tüketmek tonlarca su harcanması demek.”

Sanal su tüketimi çok!

Kadıoğlu, tüketim konusunda mutlaka tasarrufa yönelmemiz gerektiğinin altını şöyle çiziyor: “Bu günden sonra eğer alışveriş sepetinizin gereksiz şeylerle dolu olup olmadığına bakarsanız, belki 3000 litre su kullanılarak elde edilmiş şeker paketini rafa geri koyarsınız. 1 kilogramlık kahve kavanozunun da 20 bin litre suyu yuttuğu söylenebilir. Ayrıca, kahvenize koyacağınız her kaşık şekerin yetişmesi için 50 fincan su harcanıyor. Böylece, içilen bir kahvenin ardında kahve tanelerinin yetiştirilmesi, paketlenmesi ve taşınması için harcanan su 140 litre ya da 1120 fincan su gerekiyor. Bu da sadece kahve içerken su tüketmediğimizi ortaya koyuyor. Bir fincan kahve, yani 140 litre su, normal insanın bir günde içme ve ev ihtiyaçları için kullandığı suya karşılık geliyor! Yalnızca beslenme değil, giyim tercihi de su tüketimi nedeni. Bir tişört üretmek için gereken 250 gram pamuğu yetiştirirken kullanılan suyla 20-25 küvet doldurulabilir.

Ortadoğu’daki su kıtlığını inceleyen Profesör John Anthony Allan, yerel su azlığı üzerindeki baskıyı azaltmak amacıyla gıda yoluyla alternatif su “kaynağı” olacak Sanal Su İthalatı teorisini geliştirdi. Böylece ABD, Arjantin ve Brezilya gibi ülkelerin nasıl ve neden her yıl milyarlarca litre su “ihraç” ettiğini; Japonya, Mısır ve İtalya gibi ülkelerin ise yine her yıl milyarlarca litre suyu “ithal” ettiğini izah etti. Suyun daha iktisatlı kullanmanın gerekliliği ortaya çıktı.”

Hayvanlar için sanal su şu şekilde hesaplanıyor;

İçtikleri su, besinlerinin yetiştirilmesinde kullanılan su ve atıklarının temizlenmesi için kullanılan sular göz önünde bulunduruluyor. Diğer gruplar için de paralel harcamalar göz önünde bulundurularak hesaplamalar yapılıyor.

Türk kadını tasarruf eden makineye güvenmiyor

“Yediğimiz, içtiğimiz, giydiğimiz şeylere harcanan suyun miktarını bilirsek durumun vehametini anlamış oluruz. Su, dünyadaki en değerli şeylerden biri. Onu asla israf etmeyip, çok dikkatli kullanmamız lazım. Oysa Türk kadınları tam tersine, sudan tasarruf eden makinelere güvenmiyor. Geçenlerde eşim ve bir arkadaşı bu tür bir bulaşık makinesinin reklamını izlediler ve ‘Madem az su ile yıkama yapıyor almayalım’ dediler. Bunun gibi çok örnekler var. Küveti doldurarak banyo yapmak yerine duş alarak su tasarrufu yapabileceğimiz gibi evimize alınan fabrikasyon ürünleri azaltarak da sudan tasarruf edebiliriz. Aşağıdaki listede ise sık tükettiğimiz bazı ürünler için harcanan su miktarına dair örnekler var.”

Yazının devamı...

Terapiye ihtiyacımız var ama antidepresanlarla iyileşmeye çalışıyoruz

Araştırmalarda, milletçe mutlu olduğumuz sonucu çıkıyor ama her yıl artan biçimde milyonlarca kutu antidepresan tüketiyoruz. Nedenlerini uzmanlara sorduk...

Uluslararası Pazarlama Servisi (IMS) verilerine göre; Türkiye’de antidepresan tüketimi 2003 yılında 14.238 milyon kutu iken, 2008 yılında 31.302 milyon kutu ile yüzde 120 oranında arttı. Son dokuz yıldaki artış oranı ise 2012 yılında tüketilen 36.881 milyon kutu ile yüzde 160 oldu. Antipsikotiklerde ise, tüketim son 5 yılda yüzde 68.6 oranında artış ile 7.201 milyon kutudan 12.158 milyon kutuya çıktı. Rakamlar, ODTÜ İktisat Bölümü doktora öğrencisi U. Barış Urhan’ın, “Türkiye’de Antidepresan Kullanımları Artıyor Mu?” çalışmasında yer alıyor. Yine bir başka araştırmaya göre; Türkiye’de kabaca bir psikiyatriste ayda yaklaşık olarak 600 hasta düşüyor. Psikiyatr Dr. Agah Aydın ise devlette çalışan hekimlerin her bir hastaya sadece 5 dakika zaman ayırabildiğini söylüyor. Hal böyle olunca, terapi hizmeti alamayan pek çok kişi gerek gerek aile hekimlerinden gerekse pratisyen hekimler ve eşlerinden, dostlarından aldıkları önerilerle antidepresan kullanıyor.

Türkiye’de antidepresan kullanımı

Ü. Barış Urhan’ın çalışması; Depresyon hallerinde sıklıkla başvurulan antidepresanların satışının her yıl katlanarak arttığını gösteriyor. 2005 yılında kişi başına 0,29 kutu antidepresan düşerken, 2010 yılında bu rakam 0,45’e yükselmiş. Türkiye’de bu oranda bir antidepresan kullanımına karşın, psikiyatrist kontrolünde bir kullanımın olup olmadığıyla ilgili olarak Sağlık Bakanlığı’nda görevli psikiyatristlerin sayısına bakıldığında ise, 2005 yılından sonra sayının iki katına çıktığı görülse de halen 1000’li rakamlarla ifade edilen psikiyatrist sayının bir hayli düşük olduğu belirtiliyor. Bu sayı, kabaca, 2009 yılında her bir psikiyatrise ayda toplam 500 -600 hasta düştüğünü gösteriyor.

Mutluluk ile ilaçların kullanımı ilişkili mi?

TÜİK’in anketlerine göre bireylerin kendilerini sosyo-ekonomik ve psikolojik açıdan mutlu hissetmelerine karşın gittikçe artan miktardaki antidepresan tüketimi önemli bir soru olarak ciddiyetini koruyor ve bu durum bireylerdeki mutluluğun kaynağının antidepresan kullanımıyla bağlantılı olup olmadığı sorusunu gündeme getiriyor... Türkiye’deki mevcut psikiyatrist potansiyeli dikkate alındığında, yıllık 35 milyon kutu ilaç önerebilecek psikiyatrist sayısına sahip olunmadığı ve ilaçların önemli bir kısmının da doktor kontrolü dışında kullanıldığı kabul ediliyor. Bu şekilde, doktor gözetimi dışında kullanılan antidepresanlar yan etkileri sebebiyle, toplumsal açıdan önemli bir tehdit olarak ortaya çıkıyor. Türkiye’de, yıllardır süren uyarılara rağmen, herhangi bir ruh sağlığı yasası bulunmuyor ve lisans eğitimi haricinde, bir terapi eğitimi olmayan ve ruhsal danışmanlık hizmeti verdiğini iddia eden kişiler denetlenemiyor.

Dünya antidepresan bağımlısı

- OECD ülkelerinde her 10 yetişkinden en az biri psikiyatrik bir ilaç kullanıyor.

- İlaç kullanımında başı çeken ülkeler Avustralya, Kanada, Kuzey Avrupa.

- Rekor 1000 kişi için günde 105.8 reçete ile İzlanda’da, bu rakam 2000 yılında günde 70.9 reçete, 1989 yılındaysa günde 14.9 reçeteydi. ABD’de ise yetişkinler arasında reçeteli psikiyatrik ilaç kullanım oranı yüzde 10’dan fazla.

ABD’deki antidepresan satışlarına baktığımızda 2006 yılından 2010 yılına yazılan reçete sayısında yüzde 8’lik bir artış gözleniyor.

Ruh sağlığı tedavisini kimler yapıyor?

Psikofarmakoloji Derneği Türkiye’de psikotrop ilaç tüketimi ve mevcut uygulamaların tıbbi, etik ve ekonomik sonuçları çalışmasında 2008 yılından bu yana Aile Hekimi+Pratisyenlerin yazdığı reçetelerin psikiyatristlerden de fazla olduğuna dikkat çekiliyor. Aynı raporda ayrıca şu açıklamalar yapılıyor: Toplam reçetelerde diğer hekimlerin oranını psikiyatristlerle kıyaslarsak; psikiyatristlerin muayene ettiği hasta sayısını 100 kabul ettiğimizde, 2008 yılı içinde AH+Pr hekimler yüzde 40 oranında daha fazla antidepresan içeren psikiyatrik tedavi düzenlemiş, nöroloji uzmanları psikiyatristlerin muayene ettiği hastaların yarısı kadar psikiyatrik hasta muayene etmiştir. Psikiyatristlerin yazdıkları reçete oranı yıllar içinde hemen hemen sabit kalırken; aile hekimlerinin psikiyatri uzmanlarının yazdığı her 100 antidepresan reçetesine karşılık, 150 antidepresan reçetesi yazmışlar.

Antipsikiyatristim! Ama bu, sahtekarların doğru işler yaptığı anlamına gelmez

Antidepresan kullanımı olması gerekenin ve tahmin edilenin çok çok üzerinde. Ama bu, ilaç kullanan herkesin gereksiz yere antidepresan aldığını ve bunu mutlaka bırakması gerektiğini göstermiyor.

Psikiyatr Dr. Agah Aydın ise antidepresanların kesinlikle olması gerekenden çok daha fazla kullanıldıklarını belirtiyor ve “Ciddi yan etkileri var. Bu nedenle tavsiye ile kullanılmamaları gerekiyor. Mesela kilo aldırıyorlar, bazıları ilk haftalarda intihara neden olabiliyor. Kişide majör depresyon varsa ve antidepresan onun enerjisini artıracağı için aklındaki ilk düşünce de intiharsa, bunu yapmasını sağlayabilir. Eğer ilaç doktor tarafından verilmemişse, hasta bu konuda uyarılmamışsa böyle bir riskle karşılaşılabilir. Siz rastgele bu ilaçları kullanırsanız doğal olarak sorun oluşabilir. Buradaki önemli sorunlarda biri de hekimlerin gördükleri hasta sayısıyla ilgili. Bir hekim hasta görmek için beş dakikaya sahipse ne görebilir, ona ne önerebilir. Kimseyi suçlayamayız. Bir halk sağlığı sorunu. Psikiyatrinin antidepresan kullanımıyla ilgili eleştiriye muhtaç ciddi yanları var ama bunu eleştirenlerin doğru şeyler yaptığı anlamına da gelmiyor bu. Terapiye muhtaç birinin beş dakikalık muayene sonucu antidepresan alması haksızlık. Terapi alamıyorsanız antidepresan zorunludur. Ben bir durum tespiti yapıyorum. Burada aslında çok basit bir sorun var. Sağlık sisteminin bir kişiye 50 seans psikoterapi ödemesi lazım. Ama bu mümkün olmuyor. Türkiye’de insanlar terapiye gidiyorum diye aslında kendileri gibi birinden çare arıyor. Türkiye’de bu kadar terapist olması bir kere mümkün değil. Ülkemizde sadece 2200 psikiyatr var ve bunların 1700’ü devlette istihdam ediliyor. Kalanı dışarıda hizmet veriyor. 15 bin psikolog var bunlardan sadece 400 tanesinin klinik psikoloji eğitimi ve bunlardan da sadece yarısının psikoterapi eğitimi var. Bu durumda terapi hizmeti verenler kim diye sormak lazım?”

Yazının devamı...

2014’te Türkiye’yi kurak bir yıl bekliyor

Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu önümüzdeki yıl Türkiye’yi önceki yıla göre kurak bir yıl bekliyor...

Son aylarda havanın mevsim normallerinin üzerinde sıcak geçmesi, kentlerin üzerinde oluşan ısı adalarının giderek büyümesi ve kar yağışının azalması İstanbul’a su sağlayan barajlardaki doluluk oranlarının önceki yıllara göre azalmasına neden oldu. İstanbul Teknik Üniversitesi Uçak ve Uzay Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu’na göre 2014 yılında da yağışlarda yüzde 25 ile 50 oranında bir azalma meydana gelecek ve bu da Türkiye’nin kuraklık yaşayacağı anlamına geliyor. Son verilere bakıldığında İstanbul’a su sağlayan barajların 2010 Kasım ayında yüzde 72 olan doluluk oranı, bu yıl yüzde 40,6’ya kadar düşmüş durumda. İSKİ’den alınan bilgilere göre su miktarında gözle görülür bir azalma var. Öyle ki, su miktarı geçen yıla göre yüzde 6,5 azaldı.

Alibeyköy barajındaki su miktarı yüzde 19 oranında düştü. Suların çekilmesinin ardından normal zamanlarda su altında kalan kemerler tamamen görünür hale geldi.

Kasım ayı itibariyle diğer barajlarda doluluk oranlarına bakacak olursak; Sazlıdere yüzde 26,85, Büyükçekmece yüzde 36,66, Darlık yüzde 44, Terkos yüzde 51,72, Istrancalar yüzde 52,83 ve Ömerli yüzde 54,75. Konuya ilişkin olarak Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu ile görüştük.


Avrupa’nın güneyi ve Türkiye’nin tamamını gösteren kuraklık haritasında kahverengi alanlar kurak, yeşil alanlar ise mevsim normallerinde yağış alan alanları gösteriyor.

‘Kuraklıktan çıkmak için kara ihtiyacımız var’

2014 yılında Türkiye’nin büyük bölümünde kuraklık beklediklerini belirten Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu, “Kar tabii ki yağacak ama bu yağış yeterince olmayacak. Geçtiğimiz haftalarda İstanbul ve Ankara’ya yağan yağmurlar su oranları iyice düşen barajları belirli bir süre doldurmak için iyi ama özellikle Anadolu’ya kar lazım. İstanbul gibi büyük kentlerde yapılaşmadan dolayı şehir üzerinde oluşan ısı adası var orada kar pek yağmaz. Kar yeryüzüne düşerken yağmura dönüşüyor. Ve yağmur akışa geçtiği için de direkt denize akıyor. 1 Ekim tarihinden beri hava kurak gidiyor. Yaklaşık yüzde 25 yağış eksikliği var. Oysa Eylül, Ekim, Kasım, Aralık normalde en çok yağış olan zamanlardır ama bu ayların üçte biri kurak geçti, bu da endişelenmek için yeterli” diyor.



Yağışlarda yüzde 25 ile 50 oranında azalma var

Öngörüler neler?

Kadıoğlu’nun iklim tahminlerine göre; bu sene kışın sıcaklıklar Karadeniz kıyıları ve Marmara’nın bir kısmı hariç mevsim normallerinin üzerinde diğer bölgelerde ise bir iki derece üzerinde olacak. İnsanlar bunu günlük yaşantı içinde fark etmeyebilir. Zaten sıcaklık bakımından tuhaf bir kış beklenmiyor. Esas problem yağışlar. Akdeniz ikliminde yaşadığımız için bizim topraklarımız kışın yağış alıyor. Kışlar ılık ve yağışlı olmazsa başımız dertte demektir. Trakya, Marmara’nın batı Karadeniz’e yakın kısımları, batı Karadeniz’den başlayarak doğu Karadeniz’e kadar ve iç Anadolu’nun çok az bir bölümünde yağışlar olacak hatta mevsim normallerinin biraz üzerinde olacak ama diğer tüm bölgeler Marmara, Akdeniz Antalya’dan Ege’ye kadar olan kuşak ve Konya’dan Mersin’e kadar olan kuşakta ayrıca Doğu Andolu’da kuraklık bekleniyor. Diyebilirim ki, yağışlardaki yüzde 25-50 gibi bir azalma olacak. İstanbul’un Istranca’dan su aldığını belirten Kadıoğlu, “Ne yazık ki bu yıl oraları da kurak olduğu için ne yapacağız belli değil” diyor.

Ulusal İklim Değişikliği Eylem Planı (İDEP) raporu ne diyor?

- Türkiye küresel iklim değişikliğinin potansiyel etkileri açısından risk grubundaki ülkeler arasında yer alıyor.

- İklim değişikliğine bağlı olarak artması öngörülen doğal afetler: aşırı hava olayları, orman yangınları, fırtınalar, seller, dolu, sıcak hava dalgaları, heyelan ve çığ olarak sıralanıyor.

- Türkiye’de iklim değişikliğine bağlı olarak sellerin neden olduğu ekonomik kayıplar depremlerin neden olduğu ekonomik kayıplara eşit hale geldi.

- 2000’li yıllarda meydana gelen meteorolojik afetlerin sayısında 1960’lı yıllara göre 3 kat, sigorta kayıpları açısından 15 kat ve ekonomik kayıplar acısından 9 kat artış olduğu belirlenmiş.

İstanbul’daki barajların Kasım ayı itibariyle son 5 yıllık doluluk oranları

2009 - % 87.42
2010 - % 71.53
2011 - % 56.49
2012 - % 46.84
2013 - % 40.39

Yazının devamı...

Antidepresanlar bir tuzak mı?

İlaçları yazan Psikiyatrlar bile daha dikkatli kullanım konusunda uyarıyor...

Antidepresan ilaçların kullanımlarında ülkemizde ve ABD’de ciddi artışlar söz konusu. Örneğin 2011 yılı verilerine göre; antidepresanlar ABD’de en çok kullanılan ilaçlar arasında birinci sırada yer alıyor. Türkiye’deki artış da baş döndürücü; 2003 yılında yıllık antidepresan ilaç tüketimi 14 milyon kutu iken bu rakam geçen yıl 37 milyon kutu olarak gerçekleşmiş. Bu artış hiperaktivite ve dikkat eksikliği tanısı için kullanılan ilaçlar için de söz konusu. Bunların kullanımları, 2008’den itibaren son 4 yılda iki kat artmış... Psikiyatrist Dr. Mutluhan İzmir’in geçtiğimiz günlerde bu konuyu ele alan bir kitabı yayınlandı. İzmir, “Antidepresan Tuzağı” adlı kitabında, “İçtiğiniz antidepresan ilaçlara gerçekten ihtiyacınız var mı?” diye soruyor ve konuyu tartışmaya açıyor.

Bu ilaçların zararları neler?

Depresif belirtiler yaşayan hasta grubunun yüzde 50’ye yakınının bipolar duygudurum bozukluğuna yatkın kişiler oldukları belirtiliyor. Antidepresan ilaçlar bu yatkınlığa sahip hastalara verildiğinde hipomani ve mani dediğimiz tabloları tetikleyebiliyor, hastalarda depresyon belirtilerinin şiddetlenmesine, öfke ve dürtü kontrolünde bozulmaya, tedaviye direnç gelişmesine neden oluyor. Mani tablosu toplumda cinnet olarak da bilinen tablodur ve özellikle silahlı görev yapan kişilerin bu tablonun içine girmeleri vahim sonuçlara yol açıyor. Hipomani ve mani tablolarında tetiklenmeler intihar girişimi, acele karar verme, boşanma sıklığında artış, maddi kayıplara uğrama, kontrolsüz cinsel ilişki yaşama eğiliminde artış, şiddet gösterme eğiliminde artış gibi sonuçlar doğuruyor.

Yan etkiler...

Bu ilaçlar henüz çok yeni sayılabilecek biçimde 1960’lardan itibaren kullanıma sunulmuştur ve son 15-20 yılda kullanımları umulmadık ölçüde yaygınlaşmış ve süreklilik göstermiştir. Psikiyatri açıkçası bu ilaçların etkilerinin uzun vadede nasıl sonuçlar vereceği konusunda hazırlıksız yakalanmış durumda. Bu ilaçların zararsız olduklarına yönelik açıklamalar, 20 yıldır ve hatta son 10 yıldır yaygınlaşmış ilaçlar olduklarından dolayı etkileri konusunda fikir edinmek zor olduğu için, tatminkar değildir.

Hasta antidepresan almadan iyileşebilir mi?

İlaçsız düzelmeyecek depresyon tabloları var ancak bu tür tablolar depresyon olarak teşhis edilen hasta grubunun yüzde 10’unu oluşturuyor. Kalan yüzde 90’lık grup ise ilaçsız da düzelebilir. Bu grupta ilaç kullanmak gerekirse, antidepresanları uzun süreli ve yüksek dozda kullanmadan, kaygı giderici ilaçların düşük dozda ve kısa süreli olarak yardımı alınarak ya da çok düşük dozda ve kısa süreli antidepresan ilaçların yardımı alınarak da düzelebilir. Bu yüzde 90’lık grup içinde ilaç kullanmaya hiç gerek kalmadan psikoterapi dediğimiz konuşma tedavisi ya da aile manipülasyonu, yaşam biçimine müdahale teknikleriyle de düzelebilecek hasta sayısı hiç azımsanacak seviyede değildir ve bu hastaların oranı yeterince zaman ve emek harcandığında depresyon olarak teşhis edilen hastaların yüzde 50’sini bulabilir.

‘Antidepresanlar az bile kullanılıyor’

Antidepresanların gereksiz kullanımı söz konusu mu?

Antidepresanların az bile kullanıldığını söyleyebiliriz. Gelişmiş Batı ülkelerinde bile depresyona bağlı intihar sonucu hayatını kaybedenlerin ancak yarısının antidepresan ilaç kullandığı, diğer yarısının ilaç tedavisi altında olmadığı görülüyor. Demek ki öldürücü derecede depresyonu olanlar bile gerekli tedaviyi alamıyorlar. Üstelik bu, Batı ülkelerindeki oran. Ülkemizde psikiyatriste gitme, gitse bile düzenli tedavi olma oranı daha da düşük. Dünyada en sık kullanılan antidepresan ilaç, alkol. Alkol elbette bir antidepresan değil, tam tersine beyne zarar veren bir madde. Ama çoğu kişi psikiyatriste gidip antidepresan ilaç kullanmak yerine alkol kullanmayı tercih ediyor. Depresyon dışındaki hastalıklarda da antidepresan kullanılır. Mesela obsesif kompülsif bozukluk, panik bozukluğu, sosyal fobi... Bu hastalıklarda hem ilaç dozu yüksek tutulmalı, hem de tedavi daha uzun sürmelidir. Halbuki bu gibi durumlarda ilaç dozu da kullanma süresi de gerekli olanın altındadır.

İlaçlar intihar eğilimini artırıyor mu?

Depresyon geçiren her 7 kişiden biri intihar sonucu hayatını kaybeder. İntiharların ilaca mı, yetersiz tedaviye mi, hastalığın tabii seyrine mi bağlı olduğunu anlamak zor. Ancak bu önemli bir bilimsel soru. Depresyonda iyileşmenin yeni başladığı dönemde intiharlar sıktır. Çünkü depresyon iyileşirken önce motivasyon ve enerji artar, ama hayattan zevk alma duygusu daha geç düzelir. Ağır depresyonda hasta intiharı planlayacak ve uygulayacak motivasyon ve enerjiye bile sahip değildir. Bu durumda intiharın sorumlusunun ilaç olduğu söylenemez. Bence antidepresan ilaçların faydaları, zararlarının yanında çok daha fazladır.

‘Hafif depresyona ilaç gerekmez’

“Eğer bireyin tanısı konmuş ruhsal bozukluğu varsa; depresyon, obsesif kompulsif bozukluk, sosyal fobi gibi... Yani klinik anlamda görünür depresif belirti varsa antidepresan kullanmak mutlaka gerekir ama bunu bir hekim vermeli. Bir psikiyatr görmeden antidepresan kullanmak kesinlikle doğru değil. Özellikle orta ve ağır depresyonlarda andipresan verilir, çünkü yarattığı karamsarlık, enerji azlığı, intihar riski tedavi gerektirir ama hafif depresyon ya da uyum sorununda ilaç gerekmez. Bu durumlarda krize müdahale ve terapi yarayabilir. Ama bu sağlık sistemi içinde o kadar uzun tedavi yapılamadığı için ilaç tedavisi ilk seçenek oluyor ne yazık ki.”

Yararları neler?

Yararları var mı ?

Kısa süreli ve iyi seçilmiş vakalarda yüz güldürücü sonuçlar elde ediliyor. Ama hastanın olası yan etkiler ve zarar görebileceği sinsi kişilik değişiklikleri açısından yakından izlenmesi gerekir.

Türkiye’de terapiler de çok fazla yüz güldürmüyor bu durumda hastalar ne yapmalı?

Ego psikolojisi ekolü psikoterapide başarılı olamadı. Sorun zaten ego iken egoyu güçlendirmeye yönelik terapiler (analitik, dinamik ya da bilişsel) aslında sorunu katmerlendiriyor. Bir saplantılı kişilik bozukluğu ilaçsız çözülür mü?

Varoluşçu terapide belki en yüz güldürücü sonuçların alındığı hasta grubu obsesif gruptan hastalardır. Kişilik bozukluğu olarak damgalanan ve ömür boyu iyileşmez denen kişilerin kısa sürede sağlıklı bir yaşama dönebilmeleri mümkün oluyor.

Yazının devamı...

Obeziteyle savaşıp kazandılar

Bu hafta üç öğrencinin obeziteyle savaşını kaleme aldık. Onlar, 2010 yılında diyet yapmaya karar verdi. Amaçları, sağlıklı bir şekilde kilo vermek ve bunu yaşamları boyunca korumayı başarmaktı. Çalışmanın sonunda yoğunlukla yağdan kilo verdiler. Bu yağları margarin ile örneklendirecek olursak; Asude 64, Nazlı 68 ve Mert 120 paket margarin eritti. Üç çocuk 63 kilosu yağ olmak üzere toplam 85 kilo kaybetti.

Obezitenin küresel boyutta önemli bir halk sağlığı sorunu olduğu artık herkes tarafından bilinen bir gerçek. Hem gelişmiş, hem de gelişmekte olan ülkelerde obezite her geçen gün artış gösteriyor. Yapılan araştırmalara göre; 2008 yılında dünya üzerindeki obez sayısı 400 milyon iken, 2015 yılında bu rakamın 700 milyon olması bekleniyor.
Türkiye’de de özellikle çocukluk çağı ve ergenlikteki obezite rakamları ürkütücü boyutlara varıyor. Sağlık Bakanlığı Hacettepe Üniversitesi Sağlık Bilimleri Beslenme ve Diyetetik Bölümü ve Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nce yürütülen “Türkiye Beslenme ve Sağlık Araştırması-2010” ön çalışma raporuna göre Türkiye’de 0-5 yaşta obezite sıklığı yüzde 8,5 (erkek yüzde 10,1, kız yüzde 6,8), 6-18 yaşta obezite sıklığı yüzde 8,2 (erkek yüzde 9,1, kız yüzde 7,3) olarak bulunmuş. 0-5 yaşta fazla kilolu olanlar yüzde 17,9, fazla kilolu ve şişman olanlar yüzde 26,4 ve 6-18 yaşta fazla kilolu olanlar yüzde 14,3, fazla kilolu ve şişman olanlar yüzde 22,5 olarak bulunmuş.

Obezlerin ortak özellikleri

Bu çocukların ortak özellikleri hareketsiz olmaları, kesinlikle ciddi beslenme problemleri var. Mesela; çok ciddi olarak asitli içecek tüketiyorlar. Bazıları günde 5 litre içebiliyor. Bu çocuklar öğrenci ve kantinden besleniyorlar ve kantinde sunulan alternatifler belli. Tost, ekmek arası patates kızartması, hamburger veya sosisli yiyorlar ve bunlar yemekhane yemeklerini beğenmiyor, damaklarına uygun bulmuyorlar. Sebzeyi o kadar az biliyorlar ki, bazıları hangi sebzenin ne renk olduğunu bile bilmiyor. Kurubaklagilleri de bilmiyorlar. Pizza, makarna,hamburger, sosisli ve tost ile besleniyorlar. Sıklıkla kahvaltı alışkanlıkları yok. Obez olan çocukların en kabul edilebilir besleneni sürekli tost yiyor. Erken uyandıkları için, “iştahım yok” diyerek kahvaltı yapmıyorlar. Oysa kahvaltı odaklanmayı artırdığı için hem öğrenmeyi hem algıyı açıyor. Kahvaltı yapmak direkt olarak başarıyı artırıyor. Ve kahvaltı yapmayanlar bir sonraki öğünde daha kalorili şeyler tüketiyor. Bu çocukların ortak özelliklerinin diğeri de iletişim sorunları var. Hem aile hem de çevreleriyle.
Obez ve dolayısıyla hareketsiz çocukların tedavisinde aile ve diyetisyenler çok sabırlı olmak zorunda. Bu çocukların ilk aşamada kilo vereceklerine inanmaları da çok önemli. Onlarla konuşup mevcut beslenme hatalarına yönelik listelerin belirlenmesi gerekiyor ve en önemlisi sağlıklı bir kilo kaybı elde edilmek isteniyorsa verilen toplam kilonun yüzde 75’inin yağdan olması gerekiyor. Büyüme hormonunun çalışması için yağ dengesinin oturmuş olması lazım. Mutlu bu konuda, “20 kilo verebilirsiniz ama bu kilo kastan verilirse sağlıksız olur. Hareket konusunda da peşlerini bırakmamak gerek” diyor.




Günümüzde her 100 gençten 30’u obez oluyor

Rakamlar böyle olunca aileler ve uzmanlar da sorunun üzerine eğilmeye başladı. Uzman diyetisyen Nesrin Mutlu da bu çalışmayı yapanlardan biri ve 2010 yılından bu yana üzerinde çalıştığı üç obez çocuğun sağlıklarına kavuşmuş birer genç insan olarak nasıl mutlu ve başarılı olduklarını anlattı. Mutlu’ya göre; sağlıklı hem de başarılı bir nesil için obezitenin önüne geçilmesi gerekiyor. Mutlu, üç gencin hikayesini anlatırken onlarla çalışmaya nasıl başladığını ise şöyle özetliyor: “İstatistikler, obezitenin her geçen yıl görülme sıklığının arttığını söylüyor. Ben de mesleki hayatım boyunca bunu gördüm. 10 yıl öncesinde bu yaş grubunda obezler, 100 hastanın beşini oluştururken artık 30’unu oluşturuyor. Tabloyu ciddiye almak zorundayız gittikçe yaş düşüyor çünkü. Benim takip ettiğim 5-6 yaşlarında obez çocuklar var şu anda. Dahası obezite tek başına bir görüntü sorunu değil, beraberinde pek çok hastalık da getiriyor.”

Üç kişi toplam olarak 85 kilo kaybetti

Nazlı Mutlu




İki yılda 42 bedenden 36 bedene indi

17yaşındaydı. Diyet yapmaya başladığında 42 bedendi ve özgüveni sıfırdı. Beslenmesi çok sağlıksızdı. Okuldan eve geldiğinde çikolataya dadanan, yemek diye bir tabak pilav yiyen bir insandı. İki yıllık sağlıklı beslenme eğitimimden sonra artık istediğini yiyor, sebzesini eksik etmiyor, eti doğru oranda yiyor ve çok mutlu. Kendini çok güzel hissettiğini belirtiyor. Diyet maratonunda başarı oranı yüzde 81.

Tabaklarını dörde böldük

Nesrin Mutlu, Nazlı ile yaşadıkları süreci şöyle özetliyor. “Nazlı geldiğinde 2012 yılının Ocak ayında 75 kiloydu, 30 kilo yağı vardı. Ocak 2013’te tedavi bitti ve 21 kilo verdi, bunun 17 kilosu ise yağdandı. Başlarda, ‘ben patates kızartmasız, tavuk şinitzelsiz yapamam’ diyordu. Pizza yemek istiyorsan iki dilim ye ama yanında taze fasülye yemelisin dedim. Tabağın yarısını onun istediği, yarısını ise benim istediğim yemeklerden oluşturduk. Şinitzel yiyebiliyor ama yanında yiyebildiği bir sebzeyi de tabağına ekliyordu. Bunun yanı sıra tabağında yoğurt ve yanında da eti olacaktı. Nazlı ve onun gibi obez olan çocukların tabağında fast food yiyecekler vardı. Ben o tabağı dörde böldüm ve bir gözünü onların istediğinden yapıp diğerini et, sebze ve süt grubu ile tamamladım. Öğlenleri ona da sandviç planladım. Ton balıklı tavuklu ya da peynir çeşitleri ile birlikte iki renk sebze koyduk içine. İkindi ara öğünlerinde onlara tost verdim. Akşam da tabağı yine dörde bölüp ekmek grubundan bulgur pilavı, çorba, patates, sebze grubundan taze fasülye, bezelye, enginar, et grubundan tavuk, köfte, balık ve süt grubundan yoğurt, cacık veya ayran verdim.”

Mert Özbolat



Kilo verdi metabolik sendromu yendi

Babasını ilk kalp krizinde 42 yaşında kaybettiğinde 17 yaşındaydı. Aklında hiç diyet yokken kardiyoloğu onu uyardı ve Nesrin Hanım’a yönlendirdi. Mert ilk 8 ayda 46 kilo verdi. Nesrin Uslu bu sürece ilişkin şunları anlatıyor: “Mert ile 16 yaşında tanıştık. Kan bulguları kötüydü. Tansiyon yüksekti. İnsülin direnci vardı. Metabolik sendrom tanısıyla takip ettim. (Metabolik sendrom önemli ve insüleni dirençleri yüksek bu çocuklarda önlem alınmazsa ilk beş yıl içinde şeker hastası olabilirler.)

Kahvaltıda lor peyniri tüketti

Mert kahvaltıda iki tavuk burger ayran, öğlen iki tavuk burger akşam nohut pilav ve tost yiyordu. Bazen öğlenleri 4 tane tost yiyordu. 126 kilo ile geldi ve 44 kilo yağı vardı. İlk sekiz ay içinde 96 kiloya düştü. 8 ayda 30 kilo verdi bunun 23 kilosu yağdandı. 2011’de 80 kiloydu ve vücudunda sadece 14 kilo yağı kalmıştı. Sabahları az yağlı peynir ya da lor peyniri ile kahvaltı yapmaya başladı. Öğlenleri ise sandviç içinde ton balığı ya da az yağlı beyaz peynir, yanına ayran veriyordum.
Mert’e pirinç, patates ve makarnayı ödül mönüsü içinde verdim. Şu anda bulguları çok iyi. HDL’si 31 den 45 ve 57’ye yükseldi, 55 olan insülin 8’e düştü. İnsülin direnci olan vücuttaki yağı kolay veremiyorsunuz. Mert’e çözünebilir posası olan yiyecekleri verdim, çavdar böyle bir ekmek ve bunu yemesi gerekiyordu. Öğlen sandviçlerinde kesinlikle bu ekmeği kullandık. Kahvaltı çökelek ve lorun yanına ceviz koyduk. Çökelek, lor peynirinin diğer peynirlerden farkı var. Şöyle ki; normal bir 100 gram peynirde 130-150 civarında kolesterol alınırken, 100 gram çökelekten sadece 8 mg yağ alıyorsunuz ve kalsiyum içeriği yüksek. 500 mg kalsiyum var 100 gram çökelekte.

Asude Avcu



15 yaşında diyete başladı ve 20 kilo verdi

17 yaşında, kendine özgüveni olan, istediğini yiyebilen, giyebilen, kucak dolusu kıyafetle kabine girebilen, arkadaşlarıyla birlikte dilediği gibi eğlenebilen kısacası hayatı tamamen değişmiş bir lise son öğrencisi. Hayatını diyetisyen öncesi ve sonrası olarak ikiye bölmüş. Artık bambaşka bir görünümde ve kendisini seviyor.
“Nesrin Mutlu ile tanışmadan önce 42 benden giyen, istediği elbiseyi alamadığı için bol pantolonlara mahkum olmuş küçük bir çocuktum. Özgüveni sıfır, kendini güçsüz ve çirkin hisseden biriydim. En kötüsü de neydi biliyor musunuz? Vücudumun insülini normal üretememesi! Ben sadece bir diyetisyenle tanışmadım. 3 yıl önce (82 kiloyken) dünyalar tatlısı bir insanla, bir arkadaşla, yeri geldiğinde bir ablayla tanıştım” diye tanımlıyor durumu.
Asuda diyete 15 yaşında 2010 yılında başladı. 82 kiloydı ve bir yılda 62 kiloya düştü. Vücudunda 35 kilo yağı vardı. 19 kilo yağ kaybetti.

Yazının devamı...

Sonbahar gelirken 4x4 beslenme kalkanı

Yazdan çıktığımız bu günlerde bedenimizi yenilemek, kışa hazırlamak için harekete geçmemiz gerekiyor. Sağlıklı beslenme ve diyet uzmanı Dilara Koçak hem kilo vermek hem de sonbaharda zinde kalmak için önerilerde bulundu.

Yaz aylarında geç kararan hava, sürekli güneş ve ışık, dışarıda daha fazla vakit geçirmek, tatil ve dinlenmek kendimizi iyi hissettirir. Aynen Cuma gününün en sevilen gün olup Pazar geç saatlerde Pazartesi sendromunun başlaması gibi. Genelde yaz ayının sonu olan Eylül biterken Ekim ayında havaların soğuması sanki yazın sıcacık olan duygularımızı da soğutabiliyor. İşte bu aylarda güneş ışığının azalmaya başlaması, tatilin ardından yoğun iş temposuna dönüş, depresyon ve yorgunluk eğilimini de arttırabiliyor. Sonbahara geçerken beslenme açısından önemli 5 durum var diye düşünüyorum;

1 Sonbahar yorgunluğu ve depresyon


Düzenli bir kan şekeri seviyesi, depresyon ve yorgunlukla mücadele için önemli. Kan şekerinizde düşme eğilimi varsa ve hipoglisemik atakları sık olan biriyseniz enerjinizin düşme sebebi bu yüzden olabilir. Günlük beslenmenizde kan şekerini hızlı yükseltmeyen düşük glisemik indeksli besinleri seçmeniz gerekir.

- HAYIR DEMENİZ GEREKENLER: Şeker, pekmez, pasta, kurabiye ve gofret, her türlü şekerleme, şeker ve yağ ilave edilmiş sulu besinler, incir, muz yüksek glisemik değeri olan besinler.

- DAHA FAZLA TÜKETMENİZ GEREKENLER: Omega yağ asitlerinin, özellikle de DHA’nın (Dokosohekzanoikasit) eksik olması, kişiyi depresyona karşı korumasız hale getirebilir. Antidepresan etkili bir beslenme planı, bol miktarda balık ve omega-3 yağ asitlerinden zengin diğer besinleri (ceviz, keten tohumu, semiz otu) içermelidir. Vitamin yetersizlikleri, erken dönemlerde klinik belirti oluşturmaz ama ruh halinizi ve motivasyonunuzu olumsuz yönde etkiler. Yeterli miktarda vitamin ve mineral desteği almanız, depresyon ve yorgunlukla savaşta size yardımcı olabilir. B ve C vitaminleri ile folik asidin, demirin, magnezyum, potasyum, selenyum ve çinkonun yorgunluk azaltıcı, enerji artırıcı etkilerinden yararlanmalısınız. Beslenme planınızı oluştururken vitamin ve minerallerin bol miktarda bulunduğu yiyeceklere daha fazla yer ayırmalı, gerekiyorsa ek besin desteği olarak yararlanmalısınız.

2 Meyve sebzeleri ihmal etmeyin

Greyfurt: Greyfurt C vitamini kaynağı ve bağışıklık sisteminin desteklenmesinde yardımcıdır. Günlük C vitamini ihtiyacının yüzde 75’den fazlasını almanızı sağlar. Diyet lifi, A vitamini, potasyum, folat ve B5 vitamini için iyi bir kaynaktır. Likopenin önemli bir kaynağı olan greyfurt, anti-tümör aktiviteye sahiptir ve hücreye zarar veren serbest radikallere karşı savaşta yüksek kapasiteye sahiptir.

- Kivi: Portakaldan daha yüksek C vitaminine sahip. 100 gramında ortalama 100-400 mg C vitamini bulunur. n Armut: İçerdiği fosfor ve B vitaminiyle zihinsel yorgunluğu giderir. Çözünür lif sayesinde kan kolesterol seviyesini dengeler ve çözünmeyen lif ise bağırsakların düzgün çalışmasını sağlar. n Elma: Tatlı veya ekşi fark etmez, elma çiğ veya pişmiş olarak tercih edilebilecek harika bir meyvedir. Günde 2 adet orta büyüklükte elma yemek kolesterol seviyesini yaklaşık yüzde 16 oranında düşürebilir.

- Mandalina: C vitamini ve beta karotenin çok iyi bir kaynağıdır. İçerdiği fosfor ve B vitaminiyle zihinsel yorgunluğu giderir. n Nar: Minik, kırmızı, aynı zamanda çok güçlü antioksidan aktivite gösteren tanelere sahip olan nar, C vitamini ve folat kaynağıdır. Nar suyu, kırmızı şaraptan daha yüksek bir antioksidan kapasitesine sahiptir.

- Fazla kilolarla savaşmalısınız

Ramazan ve bayramın ardından yaz kilolarını verme çabası içinde olmak sonbahar ile birleşince uygulanacak diyetin ne olacağı daha da fazla önem kazanıyor. Bu amaçla kısa süreli yani 3 gün kadar uygulanabilecek sağlıklı bireyler için örnek bir metabolizma hızlandırıcı ve arınma programı paylaşmak isterim.

- Arınma içeceği: 500 ml su içine 2 çubuk tarçın, ince dilimlenmiş yarım limon, 1 fındık büyüklüğünde rendelenmiş taze zencefil, 4-5 dal taze nane kaynatıp süzdükten sonra her kahvaltı, öğle ve akşam yemeklerinden 1 saat sonra içilmelidir.

- Kahvaltı: 3 dilim taze ananas, 125 ml probiyotik yoğurt, 1 yemek kaşığı yulaf ezmesi, 10 çiğ badem, şekersiz bitki çayı - Ara öğün: 3 kuru kayısı veya erik ile arınma içeceği n Öğle yemeği:

2 haşlanmış yumurta veya 100 gram LOR peyniri, Bol salata (1 tatlı kaşığı zeytinyağı, sirke) n Ara Öğün: 2 dilim tam buğday ekmeği, 1 dilim az yağlı beyaz peynir ile Tost, bol yeşillik, domates ve salatalık ile arınma içeceği

- Akşam: Mantar sote veya kabak sote, 3 yemek kaşığı haşlanmış bulgur ile salata. (1 tatlı kaşığı zeytinyağ, sirke.)

4 Bağışıklık sistemi için beslenme kalkanı


Sonbahara girerken vücut direncini arttırmak için antioksidan olarak da görev yapan A, C, E vitaminleri ile selenyum, çinko, magnezyum gibi minerallerin bunun yanı sıra omega 3 ve omega 9 yağ asitlerinden yeteri kadar almak gerekir. n A vitamini: Yumurta, süt, balık, havuç, kayısı gibi sarı, domates gibi turuncu ve ıspanak, brokoli, kabak.

- C vitamini: Yeşilbiber, maydanoz, tere, roka, karnabahar, ıspanak, portakal, limon, mandalina, kivi, kuşburnu.

- E vitamini: Yeşil yapraklı bitkiler, yağlı tohumlar ve bunlardan elde edilen yağlar, sert kabuklu meyveler (fındık, ceviz, badem vb.) tahıl taneleri ve kuru baklagillerdir. n Selenyum: Tüm deniz ürünleri, mantar, susam, tam tahıllar, deniz ürünleri, sarımsak ve yumurta selenyumun kaynaklarıdır.

- Çinko: İstiridye, buğday ürünleri, susam ve ayçiçeği çekirdekleri, badem, yağsız et, tavuk, hindi, çinko kaynaklarıdır.

- Magnezyum: Yeşil yapraklı sebzeler, kuru baklagiller, sert sular, muz, avokado, kakao, çikolata, fındık, ceviz ve kabak çekirdeği gibi yiyecekler magnezyumun önemli kaynaklarıdır.

- Omega 3: Yağlı balıklar olan somon, ringa, sardalye, ton, uskumru, yağlı tohumlar olan ceviz, badem, soya filizi, nohut, keten tohumu, kuş üzümü ve yeşil yapraklı sebzelerde bulunur.

Yazının devamı...

Kadın isterse evlilik kesin bitiyor

Boşanma oranları artıyor. Ve ünlü çiftlerin boşanma haberleri yayınlandıkça bu konu gündeme taşınıyor. Ebru Şallı-Harun Tan, Özlem Yıldız, Ayşe Tolga ve son olarak Feryal-Kemal Gülman'ın boşanma haberleri dikkati
konuya çekmek için yetti.
Evlilik terapisti psikiyatr
Dr. Armağan Samancı ile konuştuk ve öğrendik ki, ileri yaş boşanmaları giderek artıyor, kadınlar eğer boşanmak isterse bu durum kaçınılmaz oluyor.

Boşanma sinyalleri nasıl anlaşılıyor?

Boşanmalar; erken evlilik ve ileri evlilikte olan boşanmalar diye ikiye ayrılır. En çok dikkati çeken; evliliğin ilk 5-6 yılında olan boşanmadır. Evlilikte temel ihtiyaç eşlerin birbirlerini idare etmesidir ama artık insanlar birbirini idare etmiyor. Ve iki farklı insanın birlikte yaşamaya alışma süreci önemli. Ailesel problemler de bu süreci olumsuz etkiliyor. Günümüzde çiftler evlilik öncesinde uzun bir sevgililik yaşadıkları için bu aşamada yaşanan hırpalanmalar da evlilik ilişkisini bozabiliyor. Maddi problemler de olumsuz nedenler arasında kabul edilebilir. Bunların devamında da problemlerin hissedilmeye başlama evresi ve ardından duygusal kopuş evresi geliyor.

Duygusal kopuş evresi başlıyor ve ilişki bitiyor

Sevgiliyken çıkan sorunlar veya nişanlıyken yaşanmış problemler bile kopuş evresini etkiliyor. Burada kritik nokta; duygusal uzaklaşmanın başladığı dönemdir. Beğenmeme, eleştiri, geriye dönük pişmanlık duyguları başlıyor. Bu en kritik zamandır. Sonrasında çift bir şekilde ilişkiyi toparlamaya çalışıyor. Ama devamında yine bir taraf kopuyor. Ve çiftlerden diğeri tek başına çabalamaya başlıyor. Duygusal kopma yaşayan taraf eşine açık kapı bırakıp şans verse de geri dönüş pek mümkün olmuyor. Kopuş, özellikle kadında bir kere başladı mı geri dönüş çok zor. Hatta imkansız. Ancak çocuk faktörü, maddi sorunlar ve sosyal baskı sonucu geri dönüş olabilir. Erkeklerde bir nebze daha geri dönüş mümkün olabiliyor. Fakat yeni yeni erkekler de kadınlar gibi ikinci şans vermemeye başladı.

Ayrılık aşamasında çitfler neler yapmalı?

Bu dönemde kopuşu istemeyen tarafa önerimiz olumlu bir şey oluşturamıyorsanız bile eksi bir şey yaratmayın. Yapılması gereken; kendini haklı çıkartmaya çalışmamak, karşısındakini anlamaya çalışmak, olayı etrafa söyleyip yaymamaktır. Bu durum çözülürse kendi kendine çözülmeli ve ne olursa olsun karşısındakinin kararına saygı göstermek çok önemli.
Duygusal kopuş aşaması aşılsa bile karşı taraf daha sonra gene ayrılığı talep edebilir. Burada saygılı olmak çok önemlidir. Bizim isteğimiz iyi ilişkinin devam etmesidir ancak bu iyi ilişki evlilikte süremiyorsa evlilik sonuçlandığında sürebilir, taraflar bunu kabul etmeli.
İyi ilişki sürdüğü müddetçe; ilişkiden kalan duygusal parçalar varsa eğer, gelecekte ilişkinin yeniden canlanma olanağı olabilir. Dikkatten kaçan bir şey var: Yaşlı boşanmaları artıyor. Yani genç boşanmalarda bile orantısal olarak azalma var fakat 15-16 yıl üzeri evliliklerin bitmesinde artış var.

Ayrılığı isteyen ve istemeyenlerin davranışı

Birisi koptuğu zaman diğerinin sıkıntıları başlıyor ve yas sürecine giriyor, panik oluyor ne pahasına olursa olsun düzeltmek istiyor. Kendini sadece ilişkiye göre şekillendirmeye başlıyor. Bu doğru yaklaşım değil. Kopuşu isteyen taraf zaten netleşmiş oluyor, istemeyen taraf ne olursa olsun ilişki devam etsin diye hareket ederken yine de karşı tarafın ilgisini çekemiyor.Yapılması gereken; ne olursa olsun ilişki sürsün diye hareket etmeyip hataları, yaşanan problemleri çözmeye çalışmak olmalı. Paniklediğinizde ilişkiyi toparlamak çok zor oluyor. Zaten bu panikleme hali ilişkideki kopuşu isteyen tarafın üzerinde de büyük bir baskı oluşturuyor. Bu baskıyı patlayarak, kızgınlıkları açığa çıkararak hafifletmek istiyor.

Evlilik için en uygunsuz kişilik yapıları hangileri?

İki borderline kişiliğin birlikteliğinde sorun yaşama oranı fazla. İki inatçı ve anti-sosyal yapı da problem çıkarabilir. Fakat iki insanın da çatışmacı öğeleri ön planda değilse ilişki daha uyumludur. Bağımlı kişiliklerde de evliliğin ilerleyen yıllarında da sorun yaşanabiliyor. Bu amaçla bir test geliştirdik. Bu kişilik testi sayesinde teknolojik olarak doğru verileri elde edebiliyoruz. Testte yaklaşık 150 soru var. İlişki alanında her iki tarafı değerlendirdiğimiz sorular var. Bu soruları evli kişilere ayrı, evlenmemiş kişilere ayrı soruyoruz. Ve ilişkiyi değerlendiriyoruz. Yani ilişkinin geçmişini, yakın geleceğini, duygusal ve mantıksal olarak bireylerin konumlarını belirliyoruz. Sonrasında boşanma riskini ve evlilik raporunu veriyoruz.

15 yıl ve üzeri evlilikler artık riskli kabul ediliyor

Geleneksel olarak yaşlı kuşakta, bir yastıkta kocamak fikri vardı ama şimdiki yaşlı jenerasyonda duygusal kopukluklar, yorgunluklar çok. Artık kadın da ekonomik bağımsızlığını kazandıkça 16 yıl ve üstü evliliklerde kopuş yaygınlaştı. Bunun nedeni yıpranma, evliliği besleyememek, maddi problemler, en büyük risk ise erkeğin emekliliği. Genç evliliğe göre yaşlı evlilikte ayrılma çok daha kolay. Sosyal dayanağınız varsa, çocuklarınız artık büyümüşse evlilikten kurtulma yükü azalır. Ayrıca yaş ilerledikçe, ‘etraf boşanmaya ne der?’ korkusu da azalır. Bu nedenle ileri evliliklerde boşanma bir trend haline geldi. Millet tam huzuru bulduk diyeceği noktada tam aksine risk dönemi başlıyor.

Boşanmak istemeyenler için önemli ipuçları

Paniklemeyin, doğallığınızı bozmayın, karşısınızdakini de düşünün. Eşinizin sıkıntılı kabul ettiği şekliyle bir ilişkiyi istiyor musunuz, yoksa eşinizin eski halini mi istiyorsunuz buna bir karar verin. Yani evliliği kendiniz için mi, eşiniz için mi sürdürmek istiyorsunuz değerlendirin. İlişki devam ederse kendinizden ödün verebilecek misiniz buna karar verin ve ilişki toparlanınca bu ödenlerden vazgeçecek misiniz bunu düşünün.

Boşanmak isteyen taraf nasıl davranmalı?

Asla aceleci olmayın, yani boşanmaya hazır mısınız iyi değerlendirin. Çünkü boşanma, ekonomik ve sosyal yönden bir hazırlanma gerektiriyor. Genelde önerdiğimiz ‘’ hazır değilseniz boşanmayın’’dır. İç dünyada yaşanan sıkıntılar eşle birlikte çözülmeli. Yıllar sonra pişmanlıklar yaşanılmasın diye aceleci olunmamalı. Kişi, ilişkinin devamı için elimden gelenin fazlasını yaptım diyebilmeli.

Boşanma sürecinde çevre ve çocuklarla olan ilişkiler

Önemli olan eşlerin ilişkiyi iyi şekilde bitirmesi, etrafa kızgın olmaması. Hoşnutsuzluklar olsa da temel insani konularda birbirlerine her zaman yardımcı olabilmeliler. Büyük kırgınlıklar olabilir ama bir taraf mutlaka olumlu davranmalı. Bu, iç dünyalarına faydalı olacaktır. Çünkü kötü davranışlar sonucu biten ilişkiler çevre ilişkilerinize de yansır. Boşandığınız eşinizle ortak bir arkadaşınız eşiniz için olumlu yorumda bulunduğunda buna tepki gösterebilirsiniz ve sosyal ilişkilerinize zarar verir. Bu çocuklarınızla olan ilişkiniz için de geçerli.

Boşanma riskiniz nedir?

Her soruya evet diyorsa boşanma riski açısından ciddi olarak değerlendirilmesi gerekiyor.
1- Kendimi evli gibi hissetmiyorum
2- Ortak taraflarımız kalmadı
3- Eşim beni sevmiyor
4- Birbirimize dokunmak bize rahatsızlık veriyor
5-Eşime karşı duygularım tükendi

TÜİK verilerine göre 2012 yılında boşanan çiftlerin sayısı 123 bin 325'e yükseldi.
Boşanma istatistikleri
* 6-10 yıl yüzde 21.2
* 11-15 yıl yüzde 14.8
* 16-20 yıl yüzde 10.3
* 26 yıl ve üzeri yüzde 7.2

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.