Şampiy10
Magazin
Gündem

Kayra, Paris’te Michelin yıldızlı menüye girdi, tatilde içilenin Türk şarabı olmadığını kanıtladı

En iddialıları da dahil turistik otellerde içtiği sirke kıvamındaki şarabı ‘Türk şarabı’ olarak tanıyan Fransızlar, bu topraklarda çok kaliteli şarap üretilebileceğine Kayra ile tanık oldu. Kayra’nın Imperial Shiraz ve Buzbağ Rezerv’i Paris’in en ünlü restoranlarına girdi





Mey İçki’nin CEO’su Galip Yorgancıoğlu’ndan Mayıs’ın ilk haftası bir telefon aldım. ”Haziran’ın 22’sinde aman kimselere söz verme, küçük bir grup Paris’e gideceğiz. Size çok hoş bir sürprizimiz var” dedi. 1.5 ay öncesinden randevulaşmak çok alışık olduğum bir durum değil. “Türk şarapçılığı için çok önemli gördüğümüz bir gelişmeyi sizlerle paylaşmak istiyorum” diye ekledi ancak ayrıntı vermedi. Ziyareti sebebimizi davet mektubunu aldığımda anladım. Dünyaca ünlü Michelin yıldızlı Fransız restoranlarında artık Türk şarabı da menülere girmişti. Kayra Imperial bunu başarmıştı. Tatillerini Türkiye’de geçiren ve herşey dahil sistemli otellere gelen turiste sirke kıvamında şarap sunan ve ne yazık ki Türkiye’nin şarapçılıktaki imajını bozan turizmcilere rağmen bu başarının gelmesi çok önemli.

Şarap ayrı bir ritüeli olan üzerine günlerce konuşulabilecek bir içki. Anadolu, Mezopotamya üzümün ortaya çıktığı ilk şarabın yapıldığı topraklar. İlk şarabı yapan bu topraklar, en iyi şarabı da yapabilecek zenginliğe sahip. Kayra bu potansiyeli ortaya çıkaran, kaliteli Türk şarapçılığına yaptığı yatırımlarla ve sabırla büyük destek veren bir şirket olarak her türlü övgüyü hakediyor.

Hürriyet Yazarı Ertuğrul Özkök, Milliyet Genel Yayın Yönetmeni Tayfun Devecioğlu, Milliyet Başyazarı Güneri Cıvaoğlu, Hürriyet Ekonomi Müdürü Vahap Munyar ile birlikte Table de Joel Robuchon ve Bistrot du Sommalier adında, Michelin yıldızlı iki restoranda menülerde Türk şarabını görmenin keyfini yaşadık.

Fransız, İtalyan, Kaliforniya, Avustralya, son dönemde moda olan Arjantin şaraplarının yanı sıra menüde La Turqie: Buzbağ Elazığ ve Kayra Imperial Denizli de var.

Biz soruyoruz, Galip Yorgancıoğlu cevap veriyor:

* Buralara girebilmek sanırım zorlu bir süreç gerektiriyor?


Daha önce Londra’da Fat Duck başta olmak üzere bazı ünlü restoranların listesine girmiştik. Şimdi bir adım daha attık ve aynı şeyi Paris’te başardık. Hakikaten zor bir süreç. Şimdi hedefimde New York var. Geçtiğimiz günlerde New York’a gittim. Çok ünlü bir restoran var. Kesinleşmeden adını vermek istemiyorum. İçeri girdim. Elimde iki şişe şarap. ‘Ben Türkiye’den geliyorum. Türkiye’nin en büyük şarap üreticilerinden biriyim. İddialıyım. Şaraplarımın listenize girmesini istiyorum. Lütfen tadın’ dedim. Amacımız 3-5 kasa şarap satıp para kazanmak değil. Türkiye’de, şarabın doğduğu topraklarda iyi şarap yapılabildiğini göstermek. Bunu başardığımız için çok mutluyum. Tadımlar iyi geçti. Hedefimiz Eylül ayında New York’un ünlü birkaç restoranına da Türk şarabını sokabilmek.

Bu arada söze Kayra Şarap Kategori Bölüm Müdürü Gözdem Gürbüzatik giriyor: “ABD’de önce FDA’dan izin alma süreci var ve bu oldukça uzun sürüyor. Bir yıldır bu işle uğraşıyoruz. İzinler tamam, şimdi sıra restoranları ikna edebilmekte.”

Yine soruyoruz Yorgancıoğlu’na:

* Kayra Imperial Türkiye’deki restoranlarda 300 liradan aşağı fiyata satılmıyor. Burada Michelin yıldızlı bir restoranda 65 euro, yani 125 TL civarında satılabiliyor. Bunun sebebi ne?

İhraç ederken üzerinde vergi yükü yok. Oysa Türkiye’de çok ağır bir vergi yükü var. Ancak tabii ki farkın tamamı vergi ile açıklanamaz. Türkiye’de ünlü restoranlar şarabın geliş fiyatını 2 hatta 3 ile çarparak satış fiyatını belirliyor.

Bu arada La table de Joel Robuchon’da müthiş lezzetli yemeklerle şarap eşleştirmesi yaparken masaya Fransız Chateau d’Yquem 1996 da geliyor. Güneri Cıvaoğlu, “Kayra Imperial Shiraz daha güzel. Ben onunla devam edeceğim” diyor ve tadımdan sonra d’Yquem’e bir daha elini sürmüyor. Karşılaştırma yapmak belki anlamlı değil ama Chateau d’Yquem’in listedeki fiyatı 1.020 euro.




Kör tadımla içiriyor, müşteri Türk şarabı olduğunu öğrenince çok şaşırıyor



‘Bu menüye gİrmek İçİn çok çalıştık’


Galip Yorgancıoğlu bu mönülere girebilmek için şarabın kalitesini çok yükseltmeleri gerektiğini, bunun için başta Daniel O’Donnell olmak üzere tüm Kayra ekibinin çok çalıştığını söylüyor.



BIstrot du Sommelier adından da anlaşılacağı gibi bir sommelier’e (tadımdan sunuma şarapla ilgili her konuda uzmanlaşmış kişi) ait. Ancak öyle herhangi bir sommelier değil. Restoranın sahibi dünya şampiyonu olmuş, 13 ‘sommelier’den biri Philippe Faubrac. En iyi ‘sommelier‘leri seçen jürinin bir üyesi. Londra’da Fat Duck’ın sommelier’i Türk İsa Bal’ı Avrupa birincisi seçen jüride yer aldığını söylüyor. Menüdeki Türk şarapları ile ilgili düşünceleri ise şöyle:

“Biz burada özel menülerle şarap sunuyoruz. Kör tadım yaptırırız. Servis ettiğimiz şarabın şişesini gizler müşteriye göstermeyiz. Müşterinin şarap ile ilgili düşüncesini aldıktan sonra şişeyi gösteririz. Kayra Imperial Shiraz ve Buzbağ Rezerv’i öncelikle Fransız şarabı zannediyorlar. Çok beğeniyorlar. Türk şarabı olduğunu öğrenince de inanılmaz şaşırıyorlar. Ancak zaten bizim amacımız burada müşterilere sürpriz ve yeni deneyim yaşatmak. Buraya gelen müşterilerin neredeyse tamamı Türk şarabını bilmiyor. Fikri yok. Başlangıçta onlara ‘Şimdi size Türk şarabı içireceğim’ desem ‘Nereden çıktı, Türkiye’de şarap var mı’ diyebilirler. Tadım toprağını öğrenince tam bir sürpriz oluyor.”

Yazının devamı...

Ar-Ge’ye 1 milyar TL yatırdı ilk yerli elektrikli aracı üretti

SON 4 yılda Ar-Ge merkezine 1 milyar lira yatırım gerçekleştiren Tofaş, 20 milyar liralık ciroyu garantiledi. 450 mühendisin çalıştığı departman sayesinde şirket, yeni projelerde Fiat’a bağımlı olmaktan kurtuldu. Tofaş’ın son sürprizi ise elektrikli Doblo

TOFAŞ CEO’su Ali Pandır, “Bu, Türkiye’de geliştirilen ilk elektrikli araç olacak. Aracın tüm aksamını elektrikliye uygun yapıyoruz ama aküsü yurtdışından gelecek. Elektrikli Doblo yollara çıkacak hale geldi. Yollara çıkış tarihi ise şimdilik sır” dedi

Tofaş, 16 yıl önce sadece 8 mühendisle tohumlarını attığı araştırma-geliştirme (Ar-Ge) çalışmalarının meyvelerini toplamaya başladı. Yeni projelerin geliştirilmesinde bugüne kadar tamamen Fiat’a yani İtalya’ya bağlı olan şirket, hükümetin sağladığı teşvikle son 3 yılda 80 olan Ar-Ge çalışanı sayısını 450’ye çıkardı ve 1 milyar lira yatırım yaptı. Yerli üretici, bu çalışmalar sayesinde bir aracın proje haline geldikten sonra yollara çıkış süresini 3 yıldan 18 aya indirmeyi başardı.

Tofaş CEO’su Ali Pandır, geçen hafta bir grup gazeteciyi Bursa’daki fabrikaya davet etti. Rahmi Koç’a ait helikopterle gittiğimiz fabrikayı Ar-Ge merkezinden başlayarak gezdiren Pandır ve ekibi, yeni projelerini anlattı. Tofaş fabrikasına gerçekleştirdiğimiz ziyarette de 400 milyon euro yatırımla ortaya çıkan yeni Doblo’da Türk mühendislerinin katkısını yakından görme fırsatı bulduk.


Üç boyutlu oda kullanıyor

Ar-Ge merkezinin sorumlu yöneticilerinden Kemal Yazıcı, yeni Doblo’nun nasıl geliştirildiğinin öyküsünü görüntülerle anlattı. 450 kişinin çalıştığı merkezde yeni Doblo’nun gövdesini 60, içini de 50 mühendis tasarlamış. Yazıcı, “Yeni Doblo’yu geliştirirken, Fiat’ın İtalya’daki Ar-Ge Merkezi’nin 3 boyutlu odasını kullanmıştık. Artık bu olanak bizde de var ve Türkiye’de tek. Yeni Doblo’nun geliştirilmesi sırasında 20 patent başvurusu yaptık” dedi.
2006-2009 döneminde Ar-Ge’ye yaptıkları yatırımın miktarının 1 milyar lirayı bulduğunu belirten Yazıcı, şunları kaydetti: “Sadece laboratuvara 30 milyon euro harcadık. Aracı eksi 40 dereceden artı 90 dereceye kadar test edebileceğimiz yol simulatörümüz de Türkiye’de ilk ve tek.”

1 milyar liralık Ar-Ge yatırımının önemini rakamlarla ortaya koymak isteyen Tofaş CEO’su Ali Pandır ise “Ar-Ge’ye yatırdığımız 1 milyar lira, bize 10 milyar euro ciro yaratacak. Yatırdığımız 1 milyar lira bize 20’ye katlanarak geri dönmüş olacak“ dedi ve ekledi: ”Bir araç modeli geliştirmenin Ar-Ge’si 150 milyon euroya maloluyor. Bizim Ar-Ge merkezimiz bu boyuta gelmeden önce tasarım ve geliştirme İtalya’da gerçekleşiyordu.”

Tofaş fabrikasını gezerken, Ali Pandır’ın bir sürprizi oldu. Pandır, üzerinde çalıştıkları elektrikli Doblo’yu ilk kez bize gösterdi.

1 yılı aşkın süredir elektrikli Doblo projesi üzerinde çalıştıklarını ifade eden Ali Pandır, farklarını şöyle aktardı:

“Bir kere Türkiye’de geliştirilen ilk elektrikli araç olacak. Ama aküsü yurtdışından gelecek... Aracın tüm aksamlarını elektrikliye göre geliştiriyoruz. Aracın aslında hazır olduğu söylenebilir ama henüz tarih veremeyiz..”


Handikap pahalı akü

Elektrikli araçta en büyük handikapın akü olduğunu dile getiren Pandır, “Geliştirme çalışmaları sırasında getirdiğimiz aküler arasında 90 bin dolar olan da var. İş seri üretime döndüğünde akü maliyeti 10-20 bin dolar arasına inecek. Aküsü dışardan gelecek. Aracın tüm aksamını elektrikliye uygun geliştiriyoruz” diye konuştu. Aracın ne zaman hazır olacağı sorusuna ise “Aslında hazır sayılır ama tarih veremeyiz” yanıtını verdi.

Tofaş CEO’su, elektrikli araçlarla ilgili öngörüleri ise şöyle aktardı: “Aslında elektrikli araç konusu kısa sürede tam anlamıyla gündeme oturacak gibi değil. Avrupa’da geçen yıl 2 bin elektrikli araç satılmış. Talebin canlanması 5-6 hatta 10 yıl sürer.”


AR-GE BOŞ DURMUYOR, FIAT’A ÜRÜN TASARLIYOR

TOFAŞ’IN Ar-Ge merkezinin sorumlu yöneticilerinden Kemal Yazıcı, “boş zamanlar”da Fiat’a iş yaptıklarını söyledi. Yazıcı, “Şu anda elimizde Fiat’a yaptığımız Ar-Ge çalışmaları var. Bu işten para alıyoruz ama buna kazançtan çok arkadaşlarımızın ‘boş’ kalan zamanlarını değerlendirmesi şeklinde bakıyoruz“ diye konuştu. Tofaş’ın CEO’su Ali Pandır da geliştirilen her ürünü çocuğa benzeterek, “Geliştirilen ürün çocuk gibidir. Gelişmesine yardımcı olmak gerekir. Burada da sürekli modellerin ‘iyileştirme’ çalışmaları devam eder“ dedi.


MÜHENDİSLİK MALİYETLERİ TÜRKİYE’DE ALMANYA’NIN ÜÇTE BİRİ

TOFAŞ CEO’su Ali Pandır, hükümetin Ar-Ge’ye verdiği teşviklerin yanı sıra mühendislik maliyetlerinin de önemli bir artı olduğunun altını çizdi. Pandır, “Hükümet, TÜBİTAK’ın da onayıyla Ar-Ge teşvikleri veriyor, vergi avantajı sağlıyor. Ar-Ge’de çalışan mühendislerin vergi-sigorta primi yükünün tamamına yakınını karşılıyor. Bunun yanı sıra Türkiye’de mühendislik maliyeti avantajlı. Bizde bir mühendisin saatlik maliyeti 20 euro. Aynı mühendisin saati İtalya’da 50-55 euroya, Almanya’da 60-70 euroya maloluyor. Bu yüzden örneğin Fiat bizim Ar-Ge merkezini tercih ediyor” diye konuştu.


İRANLILAR ÇANTA DOLUSU PARA GETİRİP OTOMOBİL SATIN ALIYOR

İHRACAT pazarlarını değerlendiren Ali Pandır, Mısır ve İran’ı önemli ülkelere olarak gördüğünü söyledi. Mısır’da üretimi yeniden gözden geçirdiklerini belirten Pandır, İran’ın ise çok önemli bir pazar olduğunu dile getirdi. Pandır, “Çantaya parayı koyup gelip Türkiye’den 10 araç alan İranlı’ya bile rastlanıyor. Ancak, ihracatta Batılı bankaların İran’a akreditif açmama sorunu yaşanıyor. Bu pazarı inceliyoruz” dedi.


İtalya’ya 29 bin doğalgazlı araç sattık Türkiye bu fırsatı neden değerlendirmiyor?

ALİ Pandır, doğalgazlı aracın avantajlarına rağmen, Türkiye’de satamadıklarını belirtti. Pandır, şunları kaydetti: ”İtalya’da hükümet teşvik verdi, 29 bin araç ihraç ettik. Biraz fiyat farkı var ama çok büyük değil. Belediyeler şehiriçi otobüste doğalgazlı araçlara geçiyor. En azından hükümet karar alıp, kamudaki araç filolarında doğalgazı tercih edebilir.

Yaz aylarında doğalgaz tüketimi çok düşüyor. Depolama sorunu çıkıyor. Bu doğalgazı ulaşımda neden kullanmayalım?
Tofaş CEO’su panodaki rakamlarla doğalgazlı aracın avantajlarını şöyle sıraladı:

* Benzinli 100 kilometrede 24.8 lira yakıyor.

* LPG’de bu rakam 17.1 liraya iniyor.

* Dizel (motorin) 13.7 lirada kalıyor.

* CNG’de (doğalgaz) rakam 12.2 liraya düşüyor.


300 bin araç üretip 210 binini ihraç edecek

* 2009 yılında iç pazarr yüzde 12.4 artarken Tofaş yüzde 40 büyüdü.

* İlk çeyrekte iç pazar yüzde 6.8 büyürken, Tofaş’ın satışları yüzde 22.9 arttı.

* İhracatta artış trendini devam ettirdi. İlk çeyrekte 61 bin adede ulaştı.

* Üretim geçen yıla göre yüzde 89.5’lik artışla 79 bin 127 adet oldu.

* 2010 yılında 210 bin adet civarında bir ihracat hedefleniyor.

* Üretim hedefi toplam 300 bin adet.

* 4 yılda 1 milyar euro yatırım yaptı.

* 2009 yılı net kârı 360.4 milyon dolar.


RAKİPLERİ RENAULT VE NİSSAN’A KALIP ÜRETİYOR

TOFAŞ, tesislerinde rakiplerine de kalıp üretiyor. Şirketin kalıp bölümü yetkilisi Akın Aydemir; Nissan, Renault, Alfa Romeo ve Land Rover’a kalıp ürettiklerini anlatırken, “Buradaki kalıp üretiminin yüzde 50’si kendi ihtiyacımızı karşılıyor. Yüzde 25’i içerdeki diğer markalara, yüzde 25’i de ihracata yönelik. Burada saatte 520 vuruşa kadar çıktık. Her vuruş, bir parça üretimi demek. Kalıp değiştirme süremiz 30 dakikaydı, 9 dakikaya kadar indirdik” dedi.

Yazının devamı...

Erzincan’da mütevazi dükkanında inşaat malzemeleri satan Ümit Sudaş nasıl ihracatçı oldu?

Nazo Gıda.. Toz içecek imal ediyor. Mozambik ve Burkina Faso’ya ihracat yapıyor.

Kırşehirli bir girişimci. Türkiye’de yaşı ilerlemiş ikinci el traktörleri topluyor, bakımdan geçirip, tıkır tıkır çalışır hale getiriyor ve çok makul fiyatlarla Afrika’ya ihraç ediyor.

Sirkeci’de spor otomobil direksiyonları yapan bir başka üretici. Hayatında ilk kez ihracat şansı yakalıyor, Mozambik’e ürettiği spor direksiyonları ihraç ediyor.

Ve Erzincan’da, mütevazi dükkanında kendi yağıyla kavrulan ihracatın i’sini bilmeyen inşaat malzemeleri satıcısı Ümit Sudaş. Mozambikli bir girişimci ile tanışıyor. Şimdi sadece Erzincan’a hitap eden biri değil o. İlk etapta Afrika’ya el arabası, mala gibi çoğumuzun tuhafına gidecek basitlikte inşaat malzemelerini ihraç ediyor. Zaman geçiyor 8 ortakla Mozambik’te mobilya fabrikası kuruyor. Şimdi Erzincan’da, Erzurum’da girişimcilere ‘Afrika ile nasıl ticaret yapılır’ konulu seminerler verecek kadar deneyimli biri.

Bu küçük girişimcilerin Afrika kıtasını keşfetmesi rastlantısal değil. Bu girişimciler Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu’nun (TUSKON) açtığı ihracat yolundan, kurduğu ticaret köprüsünden geçerek Afrika’ya ulaştılar.

Bunlar çok küçük gibi görünen ancak biraraya geldiğinde müthiş bir güç yaratan teşebbüsler. Nasıl bir güç yarattığının en güzel kanıtı Afrika’ya yapılan ihracatla ilgili rakamlarda gizli.

2005 yılında Afrika kıtasına olan ihracat 6.5 milyar dolar seviyesinde. 2009 yılında ise 20 milyar dolara çıkıyor. Afrika’nın Türkiye’nin ihracatında aldığı pay yüzde 4’lerde kalırken şimdi yüzde 10’lara çıkmış vaziyette. 53 ülkeden oluşan bu bölgeye yapılan ihracatın, bu bölgeden yapılan ithalatı karşılama oranı yüzde 67’lerden yüzde 116’lara gelmiş. Yani bu bölgeye yapılan ticarette açık değil artık fazla veriyoruz.

Bu bölgeler krizden önce ihmal edilen, önemsenmeyen bölgelerdi. Nabibya’nın, Angola’nın, Burundi’nin, Cape Verde’nin adını bilen haritada yerini gösterebilecek işadamı neredeyse yoktu.

Ancak Türkiye İşadamları ve Sanayicileri Konfederasyonu (TUSKON) adeta iğne ile kuyu kazarak bu bölgelerde müthiş bir ticari başarının bayraktarlığını yapmış.

TUSKON Başkanı Rızanur Meral ve Genel Sekreteri Mustafa Günay ile bu yıl ikincisi yapılacak Türkiye-Dünya Ticaret Köprüsü programından önce hafta içinde bir öğlen yemeğinde buluştuk. TUSKON, daha önce Kuzey Amerika, Avrasya, Latin Amerika, Asya Pasifik, Ortadoğu ve Afrika için yaptığı köprü buluşmaların daha kapsamlısını ikinci kez düzenliyor. Bu buluşmaya Türkiye’den mal almak isteyen 2 bin 200 işadamı geliyor.

İşadamlarının buluşmasından önce ise 30 ülkenin ticaret bakanları biraraya gelecek. Aynı masa etrafında beyin fırtınası yapılacak.

Rızanur Meral, bu buluşmaları gerçekleştirirken Türkiye’nin ticaret ilişkisinin çok sınırlı olduğu, kimselerin gitmediği, ancak gidildiğinde Türkiye ekonomisine büyük katkı sağlayacağı öngörülen ülkeleri tek tek nokta atışı ile belirlediklerine dikkat çekiyor. İstanbul’a, mal satma niyetinde olanların değil, alım heyetlerinin davet edildiğinin de altını çiziyor.

Genel Sekreter Mustafa Günay ise özellikle Afrika’nın barındırdığı ekonomik güce dikkat çekiyor. Hele hele Avrupa’nın patır patır döküldüğü bir dönemde Afrika’nın öneminin bir kat daha arttığı bir gerçek. “Uganda’yı örnek alalım. Adamların büyüme hızı yüzde 25’lerdeydi. Krizde 18’lere düşmüş vaziyette. Sürekli petrol yatakları buluyorlar ve zenginleşiyorlar. Yani müthiş fırsatlar barındırıyor. Örneğin Demokratik Kongo Cumhuriyeti. Ben bu kadar fazla Hummer aracı başka bir yerde görmedim” diyor.





‘İlk kez bir beyaz gibi muamele görüp ağırlandığımız bir yere geldik’



TUSKON bu alım heyetlerini Türkiye’ye çekebilmek için ilginç yöntemler uyguluyor. Dışişleri ve Dış Ticaret Müsteşarlığı ile işbirliğine gidiliyor. O bölgelerdeki Türk işadamları, Türk okulları devreye sokuluyor. Bir taban oluşturuluyor. Bu taban öyle güçlü bir hale gelmiş ki mesela Nijerya’da Türkiye’yi Seven İşadamları Derneği bile kurulmuş. Gelenlerin gerçekten Türkiye’den mal almak isteyen kişiler olmasına, turistik gezi için gelmemelerine dikkat ediliyor. Bu yüzden uçak, konaklama gibi masrafları karşılanmıyor. Bu arada daha önceki toplantılara katılan Çadlı Bakan’ın söyledikleri ilginç. ‘İlk kez eşit sayıldığımız, beyaz gibi muamele görüp ağırlandığımız bir yere geldik’ demesi Türkiye açısından sevindirici. Şayet Türkiye daha önce keşfettiği Rusya gibi pazarlarda yaptığı hatayı yapmaz, ticarette dürüstlükten ödün vermezse, zenginleşen Afrika’da daha çok ekmek yiyebilir. Yanda dökümünü verdiğim, şimdi, 200 bin, 1 milyon ya da 10 milyon dolarlarla ifade edilen ihracat rakamlarını çok farklı bir noktaya taşıyabilir.





Soğutucu dolap almak isteyen de geliyor, çöp kamyonu, futbol topu ithal etmek isteyen de


13-18 Hazİran tarihleri arasında yapılacak Türkiye-Dünya Ticaret Köprüsü toplantıları için dünyanın hemen her bölgesinden 2 bin 200 işadamı geliyor. Bu isimlerin mal satmak değil mal almak ya da ülkesinde ortaklık kurmak isteyen yatırımcılardan oluşmasına dikkat edilmiş. 3 binin üzerinde Türk işadamı ile görüşecekler. 100 bin iş görüşmesi planlanıyor. Bu görüşmeler için bin 600 tercüman yardımcı olacak. 38 ayrı dilde tercüme yapılacak. 135 ülkeden ticaret heyetleri gelecek. 30 ülkenin de ticaret bakanlarının gelmesi bekleniyor.

Katılımcı firmalar öncelikle TUSKON’un hazırladığı formu dolduruyor ve ne amaçla geldiklerini, Türkiye’den ne satın almak istediklerini belirtiyorlar. Liste gerçekten ilginç örneklerle dolu. Venezuella’dan katılan kamu şirketi çok miktarda çöp kamyonu almak istediğini belirtmiş. Kolombiya’nın en büyük estetik cerrahi zinciri, kişisel bakım ürünleri almak için geliyor. Demir çelik satın almak isteyen de var, futbol topu ve spor malzemeleri isteyen de. İş görüşmelerinin bir hayli iddialı bir hedefi de var. Bu buluşmalarla 7 milyar dolarlık iş hacmi yaratılması hedefleniyor.

Yazının devamı...

Numara taşıma hangi operatörü nasıl etkiledi?

Bir şirketin ticari faaliyetlerinde başarılı mı yoksa başarısız mı olduğunu gösteren en temel ekonomik rasyolardan biri EBITDA marjıdır. EBITDA, İngilizcede Earnings Before Interest, Taxes, Depreciation and Amortization’nın baş harflerinden oluşur ve Türkçe tam karşılığı faiz amortisman ve vergi öncesi kâr anlamına gelir. EBITDA yerine Türkçe kısaltması FAVÖK de kullanılır.
EBITDA marjı ise işletmenin kârının, net satışlarının ne kadarına karşılık geldiğini gösterir. Oranın yüksek olması ticari kuruluşun başarısı açısından önemlidir.

Bu kısa teknik girişi yaptım çünkü GSM operatörlerinin numara taşıma rekabeti başladıktan sonraki EBITDA marjlarının seyrini ortaya koymak istiyorum.

Pazarın lideri olan Turkcell’in numara taşıma başlamadan önceki EBITDA marjı yüzde 43’lere kadar çıkmıştı. 2008 son çeyrekte aboneler başka operatöre kaçmasın diye fiyatlarında indirim yapınca EBITDA marjı da yüzde 33’lere geriledi. Turkcell numara taşıma sisteminden biraz tedirgindi ve o tedirginlikle sistemin devreye girdiği tarihlerde tüketici lehine çok avantajlı tarifeler hazırladı. Müşteri sadakatini oluşturmaya çalıştı ve bunda da başarılı oldu. Abonesinin kaçmadığını görünce, sonraki çeyrekte konuşma fiyatlarını biraz yükseltti. EBITDA marjı 2009 birinci çeyrekte yüzde 38’e kadar çıktı.

Ancak son dönemde GSM operatörleri arasında yine fiyat odaklı keskin bir rekabet yaşanmaya başlayınca, bu arada Bilgi Teknolojileri İletişim Kurulu, çağrı sonlandırma fiyatında Turkcell aleyhine karar alınca marj yeniden yüzde 33’ler seviyesine inmiş görünüyor.

Turkcell’in pazar payının numara taşıma öncesi yüzde 56 olduğunu, bugün gelinen noktada ise 1 puan azalışla yüzde 55’e indiğini de hatırlatmak lazım.

Turkcell’den sonra pazarın ikinci büyük oyuncusu Vodafone’daki duruma gelince... Numara taşıma öncesi yüzde 27’lik bir pazar payı vardı ve EBITDA marjı da yüzde 20’ler seviyesindeydi. Numara taşıma sistemi devreye girdikten sonra pazar payı yüzde 24’lere kadar geriledi. Yani numara taşıma Vodafone’a ilk etapta pek yaramadı.

Bu arada Vodafone’da yönetim değişti. ‘Fiyat odaklı rekabet yapmayacağız’ denilse de Vodafone’un ilerleyen çeyreklerde EBITDA marjının seyri bu sözleri teyid etmedi.

Vodafone’un EBITDA marjı 2008 son çeyrekte yüzde 4’lere kadar düştü. 2009 üçüncü çeyrekte yüzde 3 oldu ve 2009 son çeyrekten sonra da eksiye geçti. Şu aralar Vodafone’da EBITDA marjı eksi 5’lerde. Zarar etme pahasına yapılan keskin indirimlerle pazar payında 2 puanlık bir artış sağlanabildi ve pazar payı yüzde 26’lara çıktı. Yani başa dönüldü ancak kârlılıktan fedakarlık edildi. Avea’nın ise numara taşıma uygulaması başlamadan önce yüzde 17’lerde seyreden bir pazar payı vardı. Bu pazar payı numara taşıma ile birlikte önce yüzde 18’e, 2009’un ilk çeyreğinde ise yüzde 20’ye çıktı. Son 4 çeyrekte ise pazar payı yüzde 19’lar seviyesinde oturmuş görünüyor.

Pazar payında 2 puanlık bir artış var. Ancak bu artışın tabii ki bir bedeli oldu. Avea’nın EBITDA marjına bakıldığında da numara taşımanın bu şirketin kârlılığını olumsuz etkilediğini görüyoruz.

Numara taşıma öncesi yüzde 25’lerde olan EBITDA marjı ilk etapta yüzde 15’e ardından yüzde 1’e kadar düştü. Avea’nın kamu personelini sınırsız konuşturan tarifelerde bir dizi değişiklik yapabilmesinin ardından EBITDA marjı yüzde 6’lara çıkabildi. Ancak baktığımızda 2008 son çeyrekteki yüzde 25 seviyesinden yine de çok uzaktalar.
Özetlemek gerekirse numara taşıma rekabeti, tüketiciler lehine bir durum yarattı. GSM operatörleri, kendi sistemindeki abonenin her an numarasıyla başka bir operatöre kaçabileceği endişesi ile fiyatlarında ciddi indirim yaptı. Bu indirimleri enflasyon verileri de teyid ediyor zaten. Haberleşme fiyatları Nisan’da yüzde 4.8, Mayıs’ta ise yüzde 1.3 geriledi. Sonuç olarak her 3 operatörün de kanı aktı, kârlılığı azaldı ancak pazar payı savaşının ne kazananı ne de kaybedeni oldu.

Yazının devamı...

Ayşe teyzenin altınını dünya tereddütsüz kabul edecek

Atasay, Türk kuyumculuk sektörü için çok önemli bir başarıya imza atarak Londra Külçe Piyasası Birliği’nin “En iyi üreticiler” listesine kabul edildi. Atasay’ın rafinerisinde külçe haline getirilecek altınlar, artık tüm finans merkezlerinde işlem görebilecek, Türkiye dünya altın piyasasında önemli bir oyuncu haline gelecek

Türk insanının altın sevgisini anlatmaya gerek yok. Türk insanının yastık altında 5 bin ile 6 bin ton arasında altını olduğu tahmin ediliyor. Yer altında ise yine 6 bin 500 ton altın rezervi görünüyor. Yani Türk insanının yastık altında tuttuğu tahmin edilen altından da fazlası yeraltında var. 2009’da Türkiye’de üretilen altın miktarı 15 tonu buldu. 2010’da ise 20 tona çıkması bekleniyor. Yer ve yastık altını topladığınızda ortaya bugünkü ons fiyatına göre 400 milyar doların üzerinde bir ekonomik değer çıkıyor.

2008’de patlak veren ekonomik krizle birlikte dünyanın dördüncü altın tüketicisi olan Türkiye’de tersine göç başladı. Altın ithalatçısı Türkiye altın ihracatçısı oldu. 2007’de 48 ton altın yurtdışına gönderilirken, 2008’de rakam birdenbire 142 tona çıktı. 2009’da ise zirve yaptı ve 164 tonu buldu. Krizde paraya sıkışan, işini kaybeden kötü günler için biriktirdiği altınlarını bozdurdu. Kimi hanımlar, banka kredisi alamayan KOBİ işletmecisi eşlerine kolundaki bileziği bozdurup verdi. Kamyonu olan ama taksidini ödeyemeyen kamyoncu eşinin biriktirdiği altın sayesinde durumu idare etti.

Peki sektörde hurda olarak kabul edilen bu altınlar nereye gitti?

Bu altınlar İsviçre ve İngiltere’de külçe altına çevrildi. Dünya altın piyasasına yön veren ülkeler ve finans kurumları Türkiye’de bozdurulan altınların eritilip külçe haline getirildikten sonra direkt satılmasına düne kadar izin vermiyordu. Çünkü Türkiye’nin altın standardına güvenmiyorlardı.

Kuyumculuk sektöründe 73 yıllık geçmişi olan Atasay, altın ve gümüş külçeler ile ilgili kalite standartlarını belirleyen ve denetleyen Londra Külçe Piyasası Birliği tarafından ’Good delivery’ yani ’En iyi Üreticiler’listesine kabul edildi. Atasay’ın külçe haline getirdiği altınlar tüm dünyada dolaşıma açıldı. Bir anlamda Atasay altınının kalitesi tescillendi.

Uluslararası finansın önemli merkezi Londra’da 700 yıldan fazla bir süredir ayar standartları yapan Goldsmiths Hall binasında düzenlenen bir törenle Atasay Kuyumculuk Yönetim Kurulu Başkanı Cihan Kamer, en iyi üretici sertifikasını Londra Külçe Piyasası Birliği (London Bullion Market Association-LBMA) yetkililerinden aldı.

Bu listede 60 rafineri bulunurken Atasay listeye giren 61’inci şirket oldu. LBMA CEO’su Stewart Murray, finans kuruluşları tarafından referans kabul edilen bu listelemeyi yapan başka kuruluşlar da olduğunu ancak LBMA’nın bu alanda 1 numara olduğunu, LBMA kriterlerini tutturmanın ve testini geçmenin çok kolay olmadığını söyledi.


Şirkettekiler inanmadı

Cihan Kamer aldıkları sertifikanın önemini ve doğuracağı sonuçları şöyle aktardı:

“LBMA onayı ile birlikte Atasay tarafından üretilen külçe altınlar başka hiçbir belge gerekmeksizin dünyanın tüm banka ve altın borsalarında kabul görecek. Böylece Atakulche markası ile üreteceğimiz altınlar Atasay’a ve Türkiye’ye büyük prestij kazandıracak. Aslında LBMA sertifikası ile dünya altın ticaretinin kapılarını açmış oluyoruz. Bu sertifika ile dünya altın pazarında söz sahibi oluyoruz. Türkiye hem hurda altını hem de kendi madenlerinden çıkan altını kendi rafine eden bir ülke oluyor. Bu sayede İstanbul Altın Borsası da uluslararası bir nitelik kazanabilecek.”

Kamer, Türkiye’nin altınının yurtdışında kabul görmeyeceğine dair kötü bir algı olduğuna dikkat çekerek “Dünya standartlarının üzerinde markalarımız olmasına rağmen böyle bir algı vardı. Ben bu yola çıkarken şirketteki arkadaşlarımız bile bana inanmadı. Hatta başvuru formunu bizzat ben doldurdum ve süreci başlattım. Zorlu testlerden ve finansal kriterlerden geçerek bu sertifikayı aldık. Artık Atasay’ın külçe altına vurduğu damga İngiltere ve İsviçre’deki ile aynı sayılacak. Belki bölgesel güç de olacağız. Hindistan’dan bile damgalanmaya altın gelebilir” diye konuştu.



Altının onsu 1.350 dolara çıkabilir

Dünya finansının önemli merkezi Londra’da altın piyasasına yön verenleri bulmuşken en çok merak edilen soruyu soruyorum. “Euro ve dolara güven çöküyor. Altın güvenli liman. 1.200 doları geçen altının ons fiyatı daha ne kadar yükselir?”

London Bullion Market Association-LBMA Başkanı Kevin Crisp “Tahminimi hangi kurdan istersiniz?” diye söze başlıyor, altını çok sevmeyen Büyük Britanya halkının bile altını artık bir yatırım aracı olarak görüp talep ettiğini söylüyor ancak bir fiyat tahmini yapmıyor. Toplantı bitiminde başta HSBC olmak üzere altın piyasasına yön veren finans kurumlarının temsilcileri ile konuşuyoruz. Bu arada İstanbul Altın Borsası Başkanı Osman Saraç da “Benim gözlemlediğim altının ons fiyatının 1.350 dolarlara değeceğine dair beklenti burada devam ediyor. Ancak ondan sonra makul seviyelere düşeceği vurgulanıyor” diyor. Bu arada tıpkı ette olduğu gibi altın fiyatları daha da artacak diye son dönemde kimsenin altın bozdurmadığına da dikkat çekiyor.


Parasından çok prestiji önemli

Türkİye’den çıkan ya da Türk insanının hurda olarak kuyumcuya verdiği altın yurtdışında rafine edilip damgalandığında ons başına 1 dolar ödeniyordu. Şimdi bu para Türkiye’de kalacak. Bunun parasal boyutuna ilişkin olarak Kamer şunları söyledi:

“Biz rafinaj işleminde ons başına (1 ons 31.1 gram) 2 dolar alırız. Bunun 1 doları İsviçre’ye gidiyordu. Ayrıca adamlar ne derse kabul ediyorduk. Senin gönderdiğin saf altın 997 değil 995 gram deseler itiraz edemiyorduk. Sadece Türkiye’de madenlerden çıkan altına Atasay damgasının vurulması 645 bin dolar gibi bir paranın içeride kalmasını sağlayacak. Yastık altından çıkan altının hesaba katılması ile ise damga için yurtdışına ödenen 5 milyon doların Türkiye’de kalacağını söyleyebiliriz.”

Ancak Kamer işin parasal boyutundan çok prestij boyutunun daha önemli olduğunu belirterek “Türkiye gibi altında önemli yeri olan bir ülkenin rafinajının dünyada kabul edilmemesi ayıbımızdı. Şimdi bu ayıbı ortadan kaldırdık. Türkiye’de altın üreten Koza ve TUPRAG’ın çıkardıkları altını artık biz rafine edip dünya piyasalarına çıkaracağız” diye konuştu.

Yazının devamı...

Bir ağacın altında hareketsiz 3 saat beklediğim oldu disiplini ve sabrı öğrendim

‘Mustafa Koç’un hobileri nelerdir’ diye sorsalar çoğu kişi golf ve maket uçak cevabını verir. Ancak 2006 yılında objektifi eline alan, yolu da eşi Caroline’nin zorlaması ile Afrika’ya düşen Mustafa Koç, bambaşka bir dünyayla karşılaştı ve onu objektifi ile ölümsüzleştirmekten çok keyif aldı. Tam 4 yıl üst üste Afrika’ya giderek çok zengin bir fotoğraf koleksiyonunun sahibi olan Koç, ‘Karşılaşmalar’ ismiyle kitaplaştırarak herkesle paylaştığı Afrika macerasını VATAN’a anlattı.


“Fotoğrafçıların dünyayı deneyimleme ve onunla etkileşime girme biçimleri ilginçtir. Kendileriyle ilgili çok şey anlatır. Fotoğraf fotoğraftan ibaret değildir ve bireyler olarak ne kadar zengin ve karmaşık olduğumuzla ilgilidir. Her şey bundan sonra gelir. Bu dinamik iletişim biçimini cesur ve gözüpek bir şekilde kullanan Mustafa, Afrika denen çok özel toprakların en güzel anlarından bazılarını kayda geçirdi. Onu olağan rutini dışında, bu özgür ortamda, sadece ışığı, kompozisyonu, açıyı, gökyüzünü, arka planı ve vahşi hayatı fotoğraflamak için en iyi konumu düşünürken izlemek çok ilginçti. Öğrenmeye devam etmekte çok istekliydi ve sonunda bu kitapla birlikte, deneyimlerini arkadaşlarıyla, daha geniş kitlelerle daha zengin ve anlamlı bir biçimde paylaşma fırsatını buluyor.”

Bunlar Caroline Koç’un, eşi Mustafa Koç’un kitabının önsözünde yer alan ifadeleri.

Kendisini usta bir golfçü olarak tanıdığımız, maket uçak uçururken çocuklar gibi mutlu olduğuna tanık olduğumuz Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç, bu kez sevenlerinin karşısına bambaşka bir hobisi ile çıktı. Aslında kendisi de itiraf ediyor ki bu hobisi çok eskilere dayanmıyor. 2006’da eşi Caroline’in ısrarı ile Ağustos ayında Afrika’ya, Masai Mara’ya gidiyorlar. Hatta giderlerken de Mustafa Koç, eşine söyleniyor. “Ağustos ayında, deniz kum tatili yapmak varken, sıcakta oralarda ne işimiz var. Çocuklara da bana da yazık değil mi?” diyor. Ancak Caroline Koç ısrar ediyor ve yakın dostları Cem ve Ümit Boyner ile çocukları da alarak Masai Mara’nın yolunu tutuyorlar. Koç, söylene söylene gittiği ancak sonra içinde ruhen kaybolduğu Afrika’da bir doğa fotoğrafçısına dönüşme, sonrasında her yıl üst üstüste Afrika’ya gitme hikayesini VATAN okurları için anlattı.

Biz Mustafa Koç ile bu röportajı kitap henüz baskıya verilmeden önce yaptık. Tam da Fenerbahçe’nin şampiyonluğu kaybettiği günün ertesine randevulaşmıştık. Hatta bir ara, üzüntüden randevuyu iptal eder mi diye korktum, neyse ki öyle bir kaza olmadı. Ancak kendisi bizden kitap lansmanından önce röportajı yayınlamamamız konusunda ricada bulundu. Koç’un haklı ricasını kırmadım. “Sadece size özel bazı fotoğraflar vereceğim” derken biz de bu röportajı yayınlamak için kitabın tanıtım toplantısını yapana kadar bekledik.

İyi ki Cem yanımdaydı

Afrika seyahatinizden önce fotoğraf sanatıyla uğraşıyor muydunuz?


Biz ilk kez Afrika’ya 2006’da gittik. Ancak ben o zaman tam anlamı ile bir turist gibi gittim. Vahşi doğayı bilmiyordum. Bu doğada nasıl fotoğraf çekileceğini de bilmiyordum. Fotoğrafçılık vardı ama ucundan tutuyordum. Tesisatımı yanıma almıştım ancak objektifin ne kadar önemli olduğunun farkında değildim mesela. Allahtan Cem Boyner’in yanında 400 milimetrelik objektif vardı. O olmasa mümkün değildi benim iyi fotoğraf çekmem. O yıl çok iyi resimler çektik. O resimler bende bir merak yarattı. Afrika’nın vahşi hayatını fotoğraflamaktan çok büyük keyif aldığımı farkettim.

Galiba istemeye istemeye gitmişsiniz...

Ne yalan söyleyeyim eşim Caroline, ’Hadi Afrika’ya gidiyoruz’ dediğinde dudak büktüm. ’Ne gerek var. Ağustos ayındayız. Çocuklarla beraber denizi kumu olan bir yere gitsek ya’ dedim. Ancak Caroline kararlıydı. Söylene söylene gittiğimi hatırlıyorum. Ancak bir gittim Afrika resmen beni içine çekti. Büyülendim adeta. Ağustos da o bölgeye seyahat için en ideal aymış. Hayvanların göç etme zamanı. Müthiş deneyimlerimiz oldu.

Bu kitap 2006 yılında çekilen fotoğraflarla mı oluştu?

2006’da ilk kez gittikten sonra öylesine büyülenmiştim ki her yıl Afrika’ya gitmeye başladık. Masai Mara ile başlamıştık. Sonra Botswana’ya gittik. 2006’dan sonra 4 yıl üstüste Afrika’ya giderek çok zengin bir fotoğraf arşivine sahip oldum.

Yanınızda hep aileniz ve yakın dostlarınız Boyner’ler mi vardı?

İlk yıl Boyner Ailesi ile birlikte gitmiştik. Sonra bir kez kardeşim Ömer Koç ile gittik. İki kez de Stefano Kaslowski ve ailesi ile gittik. Bu gidişlerimizde hep 2 aile, 3 aile olduk. Çocuklarımız da hep yanımızdaydı. Sadece bir kez dünyaca ünlü fotoğraf ustası Süha Derbent ile ikimiz ayrı gittik. Bu deneyimlerimi kitaplaştırmaya karar verdiğimde leopar resimlerinin eksik olduğunu gördüm. O eksiğimi tamamlamak, leoparları çekmek üzere 3 günlüğüne Süha ile bir yolculuk yaptık. Süha dünyanın en iyi 7-8 vahşi yaşam fotoğrafçısından biridir. Parmakla gösterilir. Ancak kendini o kadar sanatına vermiştir ki marketing’i yok adamın. Kılık kıyafetiyle tam bir usta fotoğrafçıdır o...

20 metreden çektim

Bu hobiden günlük hayata ne uyarladınız. Afrika size neyi öğretti?


Sabah 6 akşam 7 hiç durmadan fotoğraf makinası elimde dolaştım. Kampa yorgun argın dönüyorduk. O kadar az rastlanan hayvanların peşine düştük ki bazen 2 saat hatta 3 saat bir ağacın altında kıpırdamadan durduğum oldu. Yırtıcı hayvanların çok yakınına girdik. Onlara 20 metre yakın olduğum, nefes bile almadığım anlar vardı. Disiplini, sabrı ve daha da önemlisi hayatın değerini öğrendim. Bir mücadele var ve bu hayatta kalmak için zamana karşı verilen bir mücadele. Nihayetinde zaman çok değerli. Hepimizin bu dünyada sınırlı zamanı var ve hayatlarımızı mümkün olan en dolu şekilde yaşamak için birbirimizi yüreklendirmemiz gerekiyor. Bu duyguları çocuklarıma da aşılayabildiğim için çok mutluyum. Çocuklarım çevre dostuydu ancak bu seyahatlerle çevreye karşı daha da duyarlılaştılar. Doğayı keşfetmenin yanı sıra Afrika insana büyük bir özgürlük duygusu yaşatan bir macera. Uyumu, renkleri ve doğasının kusursuz dengesi ile Afrika muazzam bir yer. Dünyada hiçbir yerde ben böyle bir gün batımı görmedim. Güneş sabah hangi saatte doğuyorsa aynı saatte batıyor. Tam 12 saatlik bir gün yaşanıyor.

Yeni kitabı için malzeme topluyor hedef: SU ALTI

“BU kitabın devamı gelecek mi?” diye soruyorum Koç’a ve yeni kitabın hazırlıklarına başladığını öğreniyorum. Koç yeni projesini şöyle aktarıyor: “Herhalde 2 seneye kadar su altı fotoğraflarından oluşan bir kitabı ortaya çıkarırım. Şimdi malzeme toplamaya başladım. Malezya’da, Maldivler’de ve Kızıldeniz’de su altında bol bol fotoğraf çektim. Şimdi Endonezya’ya gideceğim. Bir de Ege ve Akdeniz var tabii. Bizim sularda hayvan çeşidi çok değil. O yüzden makro çalışmak enteresan oluyor. Su altı filmi de çektim, ancak fotoğrafta çok daha yakından ilginç kareler yakalamak mümkün oluyor.”

Babamın kitabı çok büyüktü, okunması zor oldu ben boyutları mütevazi tuttum

MUSTAFA Koç’un babası Rahmi Koç da yelkenlisi Nazenin 4 ile yaptığı dünya seyahatini kitaplaştırmıştı. Ancak kitap hem boyutları hem de ağırlığı ile kütüphanelerde kendine yer bulacak gibi değildi. Mustafa Koç’a, “Siz kitabınızın ölçülerini daha küçük tutmuşsunuz” dediğimde, “Babamın kitabının boyu neredeyse yarım metreydi. Eni ise 35 santimetre civarında. Ağırlığı da cabası. Kullanışlı olduğu ve kolay okunduğu söylenemez. Ben fotoğraf kitabımın ölçülerini daha mütevazi tuttum” dedi.

Kitap satışından elde edilecek gelir TAP’a

MUSTAFA Koç bu çok özel kitaptan yaklaşık 1000 adet basılacağını söyledi. Parayla satılacak kitabın tüm geliri Türkiye Aile Planlaması Vakfı’na (TAP) gidecek. Special edition olarak basılan, kabı deri kaplı kitaplar 200 euroya satılacak. Diğer basımlar ise tanesi 100 eurodan satılacak. Ayrıca Mustafa Koç imzalı 40 civarında da tek fotoğraf olacak. Mustafa Koç, kitabın hazırlanmasında çok özel teknikler kullanıldığını, ışık yansımaması için çok özel camlar getirtildiğini söyledi.

Koç, fotoğrafları neden kitaplaştırdığını da şöyle izah etti: “Kalıcı bir şey olsun istedim. Sonuçta tüm resimleri bilgisayarda tutuyorsunuz. Ancak benim böyle bir hobi ile uğraştığımı bir sürü insan bilmiyor. Bilinsin istedim. Ayrıca kitaba sahip olanlar vahşi yaşamı da benim gözümden tanıyacaklar.”

‘Karşılaşmalar’ bir ay boyunca Rahmi Koç Müzesi’nde sergilenecek

MUSTAFA Koç’un ilk profesyonel sergisi olan ’Karşılaşmalar’ bir ay süresince Rahmi Koç Müzesi’nde sanatseverlerle buluşacak. “Karşılaşmalar” vahşi doğa fotoğrafçısı Süha Derbent’in danışmanlığında oluşturuldu. Vahşi doğa fotoğraflarından oluşan sergisinin ve aynı adlı kitabının tanıtımı çerçevesinde düzenlenen sohbet toplantısında konuşan Koç, doğayı keşfetmenin insana büyük bir özgürlük duygusu verdiğini ve engin bir macera yaşattığını söyledi. Seyahatlerinde Afrika’nın en güzel anlarından bazılarını kayda geçirmiş olduklarını belirten Koç, şöyle devam etti:

“Vahşi doğa fotoğrafçılığı konusunda önemli tecrübeleri olan Süha Derbent’in yönlendirmeleri önümde farklı ufuklar açtı. Bu sergi ve kitap aracılığıyla deneyimlerimi daha geniş kitlelerle daha zengin ve anlamlı bir biçimde paylaşma fırsatını buldum. Açık söylemeliyim ki, iş hayatında elde ettiğim disiplin, zamanında doğru yerde doğru kararı verebilmek ve kuşkusuz doğru zamanlama için gerekli sabrı gösterebilmek yetileri vahşi doğada çok işime yaradı.”

Kızım Esra korkudan koltuğun altına saklandı

YIRTICI hayvanların arasında tehlike atlatıp atlatmadıklarını, fotoğraf çekerken, vahşi kedilerin arasına sokulurken korkup korkmadıklarını soruyorum. Tehlike atlatmamışlar ancak tedirgin oldukları bir anı şöyle anlatıyor Mustafa Koç:

“Güneş batmak üzere. Son günümüzdü. Bütün ekipmanlarımı, makinamı topladım kamp yaptığımız yerden havaalanına doğru yola çıktık. Yanımızda Stefano Kaslowski ve ailesi var. Bir aslan grubu gördük. Bir domuzu avlamışlar ve afiyetle yemeye başlamışlar. Olay o kadar yeniydi ki domuz henüz can çekişiyordu. Neyse ki Stefano’nun makinası hâlâ elinde. Çekmeye başladı. Karınlarını doyuran hayvanlar rahatsız oldular ve hırlamaya başladılar. Küçük kızım Land Rover’ın koltuğunun altına saklandı. Zaten kitabımda benim çekmediğim tek fotoğraf da odur. Beni kırmayarak o fotoğrafı kitabıma koymama izin verdiği için de sevgili arkadaşıma teşekkür ediyorum.”

Yazının devamı...

4 ayda 1’e 9 kazandıran şirketin çok ilginç öyküsü

Borsa’nın ufak tefek şirketlerinden biri olduğu için muhtemelen gözden kaçmıştır. Vakıf Girişim Sermayesi Yatırım Ortaklığı A.Ş. adında bir şirket var. Vakıfbank’ın bir iştirakiydi. 2009 sonunda Rhea Yatırım Grubu’na satıldı. Sonra... Sonrası inanılmaz.

Ocak ayında 900 bin lira sermayeli bu küçücük şirketin hisseleri 10 TL’den alıcı buluyordu. 4 ay içinde inanılması güç bir performansla 97 TL’ye kadar çıktı. Yani Ocak ayında bu hisseden alan birisi, yatırdığı paranın tam 9 katını kazanç olarak cebine koydu.

Hisse değeri elbette tek başına bir şey anlatmaz. Hele hele İstanbul Borsası gibi oynaklığın çok yüksek olduğu bir yerde. Ani çıkışların ani inişleri de olabilir. Ancak konu hissenin değeri değilaslında. Şirketi satın alanların ilginç öyküsü.




Şirketin başındaki Onur Takmak’la henüz Vakıf Girişim’in satış ihalesi yapılmaan önce tanışmıştık. Bu şirketi gözlerine kestirdikleri ve çok istedikleri belliydi.

“Petrol ya da altın mı buldunuz. Yüzde 31.5’ini 2009 sonunda 2 milyon 150 bin liraya aldığınız bu şirket nasıl böyle performans gösteriyor. Yoksa hissede oyun mu var?” diye sorup çok ilginç yanıtlar aldım.

Şirket sermayesini, 9 tane bedelsiz hisse vererek, 900 bin liradan 9 milyon liraya çıkarmak için SPK’ya başvurmuştu. Hisseye ivme kazandıran gelişmelerden ilki bu olmuş. Nitekim şirketin sermayesi geçtiğimiz haftalarda 9 milyon TL’ye çıkarıldı.

Ancak Onur Takmak yaptıkları yatırımlardan bahsedince şirkete asıl ivme kazandıranın bedelsiz haberinden çok yatırımları olduğu anlaşılıyor.

Rhea Yatırım, Vakıf Girişim’i devralır devralmaz ilk iş olarak Seta Tıbbi Cihazlar adlı şirkete yüzde 51 oranında ortak olmuş.

Seta, İzmir’deki fabrikasında tek kullanımlık ameliyat malzemeleri üretiyor.

“Biz risk sermayesi işine girmeden önce de girdikten sonra da inanılmaz bir tarama yaptık. Zaten kriz dönemi de olduğu için potansiyeli olan, ancak bir nedenden dolayı tıkanmış şirketleri tespit etmek zor olmadı. Pek çok KOBİ işletme sermayesini yemişti, bu bizim için çok uygun fiyatlı fırsatlar yarattı” diyen Takmak ve ortakları yaklaşık 1.5 milyon euro bedelle Seta’ya ortak olmuş.

Takmak “Neden Seta?” sorusuna çok makul yanıtlar verdi:

“Avrupa önümüzdeki yıldan itibaren tek kullanımlık ameliyat malzemesine geçişi zorunlu kılıyor. Pamuklu, çok kullanımlı ameliyat malzemeleri defalarca yıkanıyor ve her türlü enfeksiyona açık. Enfeksiyonlara karşı korumadan, daha ekonomik olmasına kadar bu malzemelerin büyük avantajı var. Hastanelerin ameliyat malzeme maliyetlerini yüzde 50’ye varan oranda düşürüyor. Avrupa’da uygulanmaya başlanan 13795 standardı bizim sağlık sektörünü de etkileyecek. Avrupa’da bu ürünleri üretebilen Seta’nın dışında 2 kuruluş daha var. Hem iç piyasada hem dışarıda Seta’nın önü çok açık. Afrika’da mobil hastanelerden bile talep alıyoruz. Bu şirketin cirosunun 30-40 milyon euroya çıkması işten bile değil. İzmirli çok ortaklı bir kuruluştu. Hissedarların dağınıklığı nedeniyle gereken ivmeyi sağlayamadığını gördük. 500 bin euro peşin ödeme yaparak hissedarların büyük bölümünün hisselerini aldık. Bu şirkete çok güveniyoruz.”

Seta belli ki Vakıf Girişim’in amiral gemisi.

Bu şirketin ürettiği ameliyat malzemelerinin Avrupa’da hastanelere daha hızlı ulaştırılabilmesi için lojistik alanında da işbirliği arayışı içindeler.

“Şirketi satın aldıktan sonraki kısa sürede başka hangi alanlara yatırım yaptınız?” diye soruyorum.

İnternet güvenliği alanında ekipman üreten Netsafe adlı bir şirketin de yüzde 60 hissesini Vakıf Girişim satın almış. Bütünleşik internet ve ağ güvenliği sistemleri üreten bu şirketin de önü açık görünüyor. Belediyeler okullar, hastaneler, oteller şirketin ürettiği cihazın potansiyel alıcıları. İsrailli bir rakibi olan cihazın distribütörlüğü için Avrupa’dan talep alıyorlarmış.

Vakıf Girişim ayrıca İskenderun, Dörtyol, Payas ve Belen ilçelerini de içinde bulunduran yaklaşık 500 bin nüfuslu Körfez Belediyeler Birliği’nin 2008 yılı sonunda düzenlediği ihale sonucu, 25 yıl süreli yap-işlet-devret yöntemi ile katı atık toplama ve bertaraf projesini üstlenen Envitec’e de ortak oldu.

Takmak, “Bu alanda büyük potansiyel var. 2-3 yıl içinde mevzuat gereği her belediyenin katı atık altyapısı olmak zorunda. Türkiye’de en az 200 ayrı proje ortaya çıkacak. Bu pastadan pay almak istiyoruz” dedi. Bu arada Takmak, Envitec’in değerleme raporunun çıktığına ve piyasa değerinin 170 milyon TL olarak tespit edildiğine de dikkat çekiyor. “Sadece Envitec projesinden bizim yüzde 33’lük payımıza düşen tutar bile hisse senedimizin ulaştığı değeri izah edebilir” diye de ekliyor.

Sermaye artırımı ile birlikte adı da Rhea Girişim’e dönüştüren şirket ayrıca Nisan ayı başında Marmara Feribotları projesini de açıkladı. RORO ve ROPAX taşımacılığı yapmak için yatırıma başlayan şirket, Yunanistan’dan çok ucuza gemiler de buldu. Onur Takmak deniz taşımacılığı yatırımı için ideal zamandan geçildiğine dikkat çekiyor.

Görünen o ki şu an Rhea en aktif girisim sermayesi yatırımcısı pozisyonunda. Kısa süre içinde de önemli bir değer yaratmayı başarmış. Takmak, “Türkiye’nin stratejik değerlerine gücümüz ölçüsünde sahip çıkacağız. Büyük montanlı yatırımları kotaracak vizyon ve know-how ve bağlantılara da sahibiz” dedi.

Tüm bu gelişmeler 4 ayda yaşanan müthiş primi izah ediyor mu etmiyor mu bilemem.

Ancak bu genç, zıpkın gibi girişimcilerin enteresan işler yaptıkları ve adlarından yakın gelecekte çok söz ettirecekleri bir gerçek...

Yazının devamı...

Efes’in 10 bin yıllık tarihine 3 holdingten çok anlamlı dokunuş

Efes Antik Şehri, sadece yüzde 15’lik kısmı ortaya çıkarılabilmiş olsa bile her yıl 2 milyon turist çekiyor. Şehrin henüz arkeolojk olarak dokunulamamış kısımlarının gün yüzüne çıkarılabilmesi ve Efes’in tüm dünya tarafından tanınan en önemli turizm lokasyonu olması için Borusan, Eczacıbaşı ve Doğuş Grubu liderliğinde Efes Vakfı kuruldu. Vakıf her yıl 1 milyon euronun üzerinde bir gelir yaratarak kazı çalışmalarına destek olacak.

Efes Antik Kenti, Troya’nın hazin sonundan kaçanlar tarafından kuruldu. Antik kentin tarihi M.Ö 8 bin yılına kadar uzanıyor. Yani tam tamına 10 bin yıl geriye gidiyor. Bölgede farklı tabakalar halinde neolitik çağdan Grekler, Romalılar ve geç antik dönem hristiyanlığına kadar uzanan geniş bir yaşam skalasından izler bulmak mümkün.

Bölgede kazılar 1863 yılında İngilizler tarafından başlatıldı. Ancak finansal zorluklar nedeniyle sekteye uğradı ve sonra bayrağı 1893 yılında Avusturyalılar aldı. Ağırlıklı olarak yabancı bilim adamlarının gayreti ile 1956 yılında antik kentin bazı bölümleri açığa çıkarılabildi. Kazı çalışmaları halen devam ediyor. Düşünebiliyor musunuz 117 yılda Efes Antik Kenti’nin sadece yüzde 15’lik bölümü gün yüzüne çıkarılabildi. Henüz keşfedilmeyi bekleyen devasa bir şehir ve liman bulunuyor. Tüm bu çalışmalar ise bugüne kadar Avusturya Arkeoloji Enstitüsü’nün yıllık 600 bin euroluk fonu ile yürütülüyordu.

Borusan liderliğinde Eczacıbaşı ve Doğuş grupları bir anlamda Türkiye’nin ayıbına son verdiler ve Efes Vakfı’nı kurdular. Yaklaşık 1 milyon euroluk başlangıç bütçesiyle hayata geçirilen Efes Vakfı, antik kentteki kazı çalışmalarına destek olmak, kentin daha rahat ziyaret edilmesini sağlamak ve uluslararası tanıtımına katkıda bulunmak amacıyla kuruldu. Vakıf, antik şehrin kısmen kazılmış ve halihazırda ziyarete kapalı kısımlarındaki kazı çalışmalarına ivme kazandırmayı hedefliyor. Ayrıca antik şehir hakkında yayımlanan tüm araştırmaların içinde yer aldığı bir dijital arşiv oluşturulacak. Ve Efes Antik Şehri’nin çok daha geniş bir tabanda tanıtımı için kampanyalar düzenlenecek. Efes Antik Şehri hakkında bir evrensel bilinç oluşturulmasına çaba gösterilecek.

Turizm lideri olabilir

Faaliyetine başlayan Efes Vakfı’nı tanıtmak için Efes Antik Kenti’nde bir toplantı düzenleyen Vakfın Yönetim Kurulu Başkanı ve Borusan Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Kocabıyık, antik kenti dünya turizm liderleri arasına sokmak istediklerini söyledi. Misyonlarını antik kentin geliştirilerek korunması için fon yaratmak ve tüm dünyaya tanıtım konusunda faaliyet göstermek olarak tanımlayan Kocabıyık, “Birincisi Efes’i çağdaş ve modern uygulamaların sunulduğu bir vitrin haline getirmek istiyoruz. Bu çalışmalar sadece antik kentle sınırlı kalmayacak; aynı zamanda yöredeki Osmanlı ve diğer medeniyetlerden kalan eserleri de kapsayacak. Ayrıca özel bir Efes arşivi ile dijital bir kütüphane kuracağız” dedi. Kocabıyık, “Hedefimiz buradan ziyaretçinin memnun ayrılması ve burayı tanıtıp tavsiye ederek bizim elçimiz olmasıdır. Son olarak da Efes için küresel bir tanıtım fonu oluşturacağız. Bunun için sempozyum, konser ve sergi gibi fonksiyonel yöntemlerin yanı sıra dijital olanakları ön planda tutan eylem planımız var” şeklinde konuştu.

Patronlar yönetimde

Efes Vakfı’nın yönetiminde Borusan Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Kocabıyık, Eczacıbaşı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı, Doğuş Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ferit Şahenk, Borusan Kültür Sanat Yönetim Kurulu Başkanı Zeynep Hamedi, M-D Gertner GmbH Başkanı Alexander E. Gertner, VIP Tourism Başkanı Yasemin Pirinçcioğlu, Avusturya Arkeoloji Enstitüsü yöneticisi ve Efes Kazı Başkanı Doç. Dr. Sabine Ladstatter, Viyana merkezli Efes Dostları Cemiyeti Başkanı DI Dr. Albert Hochleitner ile Türkiye Efes Müzesi Müdürü Cengiz Topal bulunuyor. Vakfın onursal başkanı ise Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay.

Ankara, Efes’ten elde ettiği gelirin hiç olmazsa % 10’unu Efes’e iade edebilmeli

Efes Antik Kenti’ni her yıl 2 milyon kişi ziyaret ediyor. Giriş ücreti 20 TL olarak belirlenmiş. Şehrin içinde Yamaç Evler bölümü var, oraya ayrıca 15 TL daha vererek girebiliyorsunuz. Efes’e gelen her 3 kişiden biri Yamaç Evler’i de ziyaret ediyormuş. Yani kabaca 50 milyon lira yapar. Efes Antik Şehri’nde ayrıca yaz döneminde önemli konserler de oluyor ve buradan da çok önemli bir gelir yaratılıyor. Müze Kart’la indirimli gelenleri ve öğrenci girişini düşerseniz, Efes Antik Şehri’nin yıllık gelirini kabaca 30 milyon lira olarak tahmin edebiliriz. Ne yazık ki ziyaretçilerinden 30 milyon TL üreten Efes Antik Şehri’ne devletin harcadığı para topu topu 2 milyon TL. Bu paranın da büyük bölümü personel maaşlarına gidiyor. Yani Ankara, Efes’in tüm ihtişamından yararlanıyor ancak onun ihtiyacı olan desteği sağlamıyor. Efes Antik Şehri’ne Avusturya’nın sahip çıkması, kazı çalışmalarını finanse etmesi aslında Türkiye’nin ayıbıdır. Önde gelen 3 büyük grup desteği ile şimdi büyük bir boşluğu dolduracak. Ancak Hükümet’in de Efes’ten gelen parayı genel bütçeye atmak yerine hiç olmazsa yüzde 10’unu bilemediniz yüzde 5’ini yine Efes’e iade etmesi, kazı çalışmalarına destek olması gerekir diye düşünüyorum. Sonuçta bu bir harcama da olmayacak yatırım olacak. Çünkü Efes Antik Şehri ihtişamı ile ortaya çıktıkça harcadığının 10 mislini geri alabileceği bir yatırım aracına dönüşecek.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.