Şampiy10
Magazin
Gündem

Demirel, Erdoğan’ı eleştirdi

Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’i 3 yıldır görmemiştim. Son röportajımızı bundan önce Kuleli’deki ofisinde yapmıştım. Güniz Sokak’ta beni kabul edeceğini öğrendiğimde biraz içim burkuldu. Çünkü yıllar önce Güniz Sokak’a bir bayram sabahı kahvaltıya gitmiştim. Çok uzun zaman olmuş... Nazmiye Hanım da o zaman bizleri misafir etmişti. Daha önceki röportajları 2007’de yaşamını yitiren Demirel’in danışmanı Türker Sanal ayarlardı. Bu kez doktoru Aylin Cesur’a ilettim röportaj talebimi. Benden başka gazetecilerle görüşeceğini söylemişlerdi, ama biliyordum Demirel’in her zaman söyleyecek çok sözü vardır. Ben Türkiye’nin son dönemde tartıştığı konulara odaklandım ve siyasetin duayen ismine Başbakan’ı sordum. Polemik yaratmak istemediğini biliyordum ama sözünü de sakınmayacağından emindim. Yanılmadım. Buradan hem 9’uncu Cumhurbaşkanımız adına hem de kendi adıma iyi bayramlar, iyi tatiller dilerim.

İktidar muhalefetin yaptığını beğeniyorsa, bir yanlış aramak lazım

Tam 40 yıl aktif siyasetin içinde oldunuz. Bu aralar olup biten sizi şaşırtıyor mu? AKP yerel seçimler öncesinde modern kadın yüzlerinin peşinde, CHP çarşaflı üyeleri partiye alıyor. Türkiye’de ne oluyor?
Olup bitenlerden farklı bir şeyler olunca toplum bunları yadırgıyor. Yadırgayanlar, şaşıranlar, kızanlar var. Sizin söylediğiniz şeyler seçim öncesinde siyasi partilerin oy hesapları için gösterdikleri gayretlerdir. Siyasi partiler kendilerini seçim öncesinde güçlendirmek için girişimlerde bulunuyor. Mart’taki yerel seçimlerde siyasi iktidar gücünü muhafaza ettiğini göstermek, muhalefet de güçlendiğini göstermek istiyor. Bütün bunlar zamanın getirdiği tartışmalar.



CHP türbana karşı çıkan bir parti. Şimdi çarşaflıları ve türbanlıları kucaklıyor. Seçim için diyorsunuz, samimiyetsiz bir girişim değil mi? Üstelik Başbakan da CHP’ye destek çıktı: “Dik durun devam edin” dedi... Bu görülmüş bir şey mi?
Geçmişten tecrübem şudur; iktidarın yaptığı şeyler için muhalefet, “Aman ne güzel yaptınız” diyorsa ya da muhalefetin yaptığı şeyler için iktidar, “Aman ne iyi yaptın” diyorsa, onda bir yanlış aramak lazımdır. Yani o bir nevi doğru mu yanlış mı yapıldığının ölçüsüdür. Uzun demokrasi tecrübeleri olmayan ülkelerde karşılaştığımız muhalefet ve iktidar ancak çok büyük toplumsal meselelerde birleşir. Türkiye’de de NATO, terör, Kıbrıs gibi konularda birleşme olabilir. Bu gibi örnekler dışında muhalefetle iktidarın aynı şekilde düşündüğüne pek rastlanmaz. Muhalefetin yaptıklarını iktidar “İyi, güzel” karşılıyorsa buna şüpheyle bakılır.


CHP çarşafın yanıtını sandıkta alır!

“CHP halka inmiyordu, halka inince türbanla karşılaştı” deniliyor.
Bu halka inme ihtiyacıyla ilgiliyse, “Daha önce nerelerdeydiniz?” diye sorarlar. Bunlar seçim hesaplarıdır. Şu veya bu şekilde hareket eder partiler. Toplumun büyük kesimlerine genel düşünceyle ters düşerse toplum onlara homurdanır, sandıkta da tavrını gösterir. CHP de yanıtı sandıkta alır.

Siz daha önce de söylediniz. “Türkiye siyaseten bölündü” diyorsunuz. Ben size Türkiye karşıt ve yandaş olarak bölündü desem...
Evet. Siyasette bölünmüş olma ülke olarak bölündüğümüz anlamına gelmez. Siyasette bölünmüşlük hep vardır da bunun derecesi önemlidir. Tarafların birbirini anlayamaz hale gelmesi bir süredir vardır.

Bu bir gerginlik yaratmaz mı?
Farklı fikirlerden zarar gelmez. Şiddete ve kırgınlığa dönüşmedikçe siyasette farklılaşma normaldir. Zamana ihtiyaç var bu meselelerde.


Economist’in eleştirileri gerçekten çok ağır

Başbakan Erdoğan’ın 2002’den bu yana değiştiğini, daha doğrusu yüzde 47 oy aldıktan sonra değiştiğini düşünüyor musunuz? Bu yönde çok eleştiriliyor Başbakan?
Nasıl değişecek? Evet, tartışmalar var. Yalnızca Türkiye’de değil, yurtdışında da eleştiriliyor. Ben eleştirecek noktada değilim ama okuyorum tüm eleştirileri.

İngiliz Economist Dergisi’ni mi okudunuz? Nasıl buldunuz eleştirileri?
Eleştirileri görüyorum. Economist’in eleştirisini çok ağır buldum. Hükümetlerin genellikle halkı paniğe kaptırmamaları, panik yaratacak tavır ve söylemlerden uzak durmaları gerekir. Çok ters düşerlerse güvenilirlikleri azalır.


Başbakan’ın kriz söylemi siyasi, keşke söyledikleri doğru olsa

Başbakan global krizin bizi teğet geçtiğini, krizin bitme noktasına geldiğini söylüyor. Bu tavrıyla Başbakan gerçeklerle ters düşmüyor mu? Bunu neden yapıyor? Bu mudur siyaset? Gerçekleri farklı gösterme sanatı mı?
Bu hafta başında Amerika’da açıklama oldu. Kriz daha dibini görmedi, çok önemli ikazlar var. Dünyada olup bitenlere ve Türkiye’de olup bitenlere bakınca bu söylenenler doğru çıkıyor. Sayın Başbakan’ın Kızılcahamam kampında söylediği, “Kriz tepe noktasına varmıştır, hatta aşağı inişe geçmiştir” beyanı siyasi bir beyan. Krizin kaç basamak merdiven çıktığını kaç basamak indiğini söylemek kolay değil. Çünkü dünya piyasalarında meydana gelen geçici iyi gelişmeler, düzelmeler, bunların endekslerde meydana getirdiği geçici iyileşmelerin Türkiye’de yarattığı gelişmelere bakılırsa, bu endeks Türkiye’de 56 bin civarındaydı, halen 25 binlerde. Krizin tepeden geçtiğini düşündürecek bir şey yok.



Başbakan krizi yok sayarak ne yapmaya çalışıyor, böyle oy alınır mı?
Türkiye’de fabrikalar kapanıyor, işçi çıkarılıyor, ücretsiz izinler var, çarşı pazarlardan kötü haberler geliyor, protesto gösterileri yapıldı, yalnızca Denizli’de 8 fabrika kapatıldı. Şimdi bunlar olurken artık kriz geçiyor beyanlarının siyasete faydası olmaz. Keşke söyledikleri doğru olsa. Doğru olmadığı ortada. Sayın Başbakan’ın bundan sonra söyleyeceği sözlerin değeri de azaldı. Sayın Başbakan “Teğet geçer” dedi ama kriz Türkiye’ye büyük zararlar vermeye başladı. Türkiye yüzde 7 büyürken bu büyüme düşecek.
Dünya rahat uyuyamıyor, biz nasıl rahat uyuyalım? Amerika büyük tedbirler almasına rağmen düzelmeye yaklaştı gibi bir durum yok. Düzelmeye dair bir emare yok. Finans krizi daha çok bankalar ve finans dünyasını ilgilendirir ama bunun etkileri ekonominin işleyişini etkiliyor, ticaret daralıyor, üretim düşüyor. Sayın Başbakan bazı beyanları çok erken yaptı, öyle istemek ayrı, hep öyle isteriz, ülkemiz iyi olsun isteriz. Sayın Başbakan’ın elinde krizi durdurmak ve aşağıya çekme olanağı varsa bunun tedbirlerini almalı. Böyle bir hüneri varsa yapmalı. Krizin kendiliğinden durması mümkün değil.


Herkesin yardıma ihtiyacı varsa, iktidar ülkeyi yoksullaştırıyor demektir

40 yıllık siyasi hayatınızda hiç kömür dağıttınız mı?
(Önce gülüyor, biraz da düşünüyor, “Bana pek böyle sorular gelmiyor” diyor) Hayır dağıtmadık. Hatırlamıyorum. Şunu söyleyeyim. Aslında yoksullara, ihtiyacı olanlara yardımcı olmak hem toplumun hem de devletin görevi. Yalnız ihtiyacı olmadığı halde vatandaşı ayırmadan bu yardımları genelleştirirseniz adaletsizlik yapmış olursunuz. İhtiyacı olanlara başka yerlerde kullanabileceğiniz kaynakları israf etmiş olursunuz. Hükümetlerin görevi, devletin görevi insanların kendi kömürlerini almalarını sağlamaktır. Yani yardıma alıştırmamak lazım vatandaşı. Alın teriyle kazanç sağlayacak ortam yaratmak lazım. Alın teriyle kazansın gaz mı alacak kömür mü alacak, kendi karar versin. Bence bu başı dik yaşamanın en önemli şartlarından biri. Balık tutmasını öğretmek gerekiyor. İnsanları yardıma muhtaç hale getirmek yerine onları bu durumdan çıkarmak lazım.

Ya iktidar ancak böyle oy alabiliyorsa...
Mevcut durum yoksulluğun kesin hatlarda ülkeyi sardığını gösteriyorsa, demek ki siz iktidar olarak durumu iyileştireceğinize ülkeyi yoksullaştırmışsınız. Yoksullukta birleşilmez, herkes yoksul diye devletin olanaklarını dağıtmak yanlış olur. İhtiyacı olmayanlar bunları alıp satıyorsa o zaman ne oluyor?


Devlet kaynakları menfaatler için peşkeş çekiliyor

Haberlerde çıktı, doğalgaz bağlantısı olanlara dahi veriliyor kömür...
Okullara, hastanelere, yollara gidecek kaynaklar elden gidiyor. Bu bu demektir. Hiçbir devlet, halkı zengin değilse, zengin değildir. Devletin kaynakları kısıtlıdır ve muhtaçlara vermek lazımdır. Kendi menfaatin için istediklerine bunları dağıtmak devlet kaynaklarını peşkeş çekmektir.

Siyasette uzun zamandır alternatifin olmaması, çıkmaması, size ne düşündürüyor? Neden çıkmıyor merkez sağda ya da solda yeni liderler, partiler?
Siyasi partiler demokrasinin ayrılmaz bir parçasıdır. Halkla olan irtibatları koparsa, siyasi partiler parçalanmışsa, bu her bir parçanın kimlik kazandığı durumlar varsa, bunları hemen toplamak, hükümet alternatifi yapmak kolay değildir. Bunun temeli 1980 sonrasında atıldı. İki güçlü parti vardı, CHP ve AP o ortamda devlete el koyanlar bu partileri kapattı. Ben bu parçalanmanın halen devam ettiğini düşünüyorum. Bunların toparlanmasını halk yapmadı. Tepede biraraya gelmek tabanı toparlamıyor. Tabanın toparlanması zaman alır. Orta sağ seçmen bugünkü iktidar partisinde önemli şekilde yer alıyor. Bu seçmenler bu partiden kopmadıkça orta sağda toparlanma mümkün değil. Orta solda da aynı durum var. Halk siyasi iktidarın karşısında alternatif düşünmüyor. Halk alternatifi arıyor mu? Halkın alternatifi aradığı yerde tabandaki seçmen birleşir.


Toplumda bir korku var, giderilmesi için medya ve STK’lar fonksiyonel olmalı

6 senedir yeni ve güçlenen bir oluşum yok...
Siyasi iktidar için 6 sene uzun değil. Siyasi iktidarların en güçlü oldukları zaman seçimle geldikleri ilk gündür. Demokratik sistem seçimi bu yüzden getirir. İktidar yıpranırsa alternatifler değerlendirilir. Bugün Türkiye’de orta sağ oylar, orta sağ olmadığı halde siyasi iktidar partisinde toplanıyor. Siyasi iktidarlar gelir geçer. Biz de olduk iktidar, bizi tahrip eden genelde müdahaleler oldu, uzaklaştırıldık. Sonra toparlanmaya çalıştık. Siyaset yalnızca siyasi iktidar ve siyasi muhalefetle işlemez. Hür basın, medya, sendika, sivil toplum örgütü (STK), hür üniversite ister. Bunların fonksiyonlu olması lazım.



Başbakan medyanın bir bölümüyle kavgalı, rektörleri atama biçimleri ortada...
Doğru, şekilde bunların hepsi var ama fonksiyonlarına bakmak lazım. Sistemin işlemesine katkıda bulunduğunu iddia etmek zordur. Sıkıntı siyasi partilerde, iktidarda değil. Demokrasi çoğulcu sistemdir. Bunların tümüne ihtiyaç vardır.

Bu saydıklarınızın fonksiyonlu hale gelmesi nasıl mümkün olur, bunların sessiz kalması da kriz göstergesi değil midir?
Demokratik sitem insanoğlunun bulabildiği en güzel sistem. Kötülerin içinde en az kötüsü. Bu sistemden vazgeçmek mümkün değil. Demokratik sistem işlemiyorsa krizlere girersiniz. Şartlar anormal olmazsa sistem kendi kendini düzeltir. Birkaç kere sistem kendi kendini düzeltti.
Darbeden sonra yaygın korku vardı. O dönemde o korkunun ortadan kalkması için çabaladık. Şimdi de toplumun bir kesiminde korku var, bunun giderilmesi için bu saydıklarımın fonksiyonlu olması lazım.


Havada kalan uçak yok, Başbakan da pozisyon alarak insin, çakılmasın!

Siz başbakanlığınızda, parti lideri olarak ve cumhurbaşkanı olarak çok taklit edildiniz. Karikatürleriniz çok çizildi. Başbakan mizahçılara kan kusturuyor. Dava üzerine dava açıyor, mizahçılarla da kavga ediyor. Neden Başbakan mizahı hiç kaldıramıyor?
Mizah seviyeli olduğu sürece uygar insanın ihtiyacıdır. Mizahı liderlerin algılayışları, yapılarına ve yetişme tarzlarına göre değişiyor. Bizim ülkemizde yüksek espri kabiliyeti vardır. Aklıma dünyada bu konuda ilk gelen siyasetçi Churchill. Winston Churchill’in esprileri nesilden nesile anlatılır. Çok espritüel liderler gelmiştir. Şimdi herkesin nasıl hareket edeceğini tahlil etmek zor. Kişiliğini herkes vasıflarıyla yapar. Bazılarının eleştiriye tahammülü vardır, bazılarında bu yoktur. Bunun hasılası kişi siyaset dışına çıkınca yapılır... Bekleyin derim, bugünkü görevlerini bırakıp başkalarına devrettiğinde duruma bakmak lazım.

Başbakan esip kükrüyor, Kasımpaşalılık diyor bazıları, “Ananı da al git buradan lan” bile dedi bir çiftçiye... Yapısı bu olabilir ama bir ülke yönetiyor, bu söylem yakışıyor mu bir lidere?
Dediğim gibi duruma görevlerini bıraktığında bakmak lazım.

“Partim seçimlerde ikinci parti olursa genel başkanlığı bırakırım” dedi Erdoğan ama durum ortada bu da çok fena bir siyasi söylem kokusunu fazlasıyla veriyor...
Derler ki havada kalan uçak yoktur.

Nasıl?
Bu şuna benzer. Havada kalan uçak yoktur. Uçak mutlaka inmek durumundadır da inebilmesi lazım. İnemeyen çakılır. Eee, havada kalamayacağına göre mutlaka inecek, isteriz ki Sayın Başbakan da pozisyon olarak insin, çakılmasın.


SÜLEYMAN DEMİREL ASLINDA 64 YAŞINDA!

Aylin Cesur tam 14 yıldır Süleyman Demirel’in doktorluğunu yapıyor. Demirel “Günde 18 saat birlikteyiz” diyor. Görüşmemiz sırasında da Aylin Hanım yanımızdan hiç ayrılmıyor. Hatta not tutuyor. Sempatik ve güleryüzlü biri. Süleyman Demirel’den izin alıp birkaç soru da Aylin Hanım’a soruyorum:

Sayın Demirel söz dinleyen bir hasta mı?
A.C: Hasta demek pek doğru değil. Gayet sağlıklı Sayın Demirel. Gıda rejimi uyguluyoruz. Bu rejime de uyuyor kendisi.

Kaçamak yapmıyor yani?
(Süleyman Demirel gülüyor) Kaçamakları birlikte yapıyoruz.

Nasıl?
Demirel: Her pazar birlikte pastırmalı yumurta ve balla rejimi bozarız, sonraki iki günde de dikkat ederim yediklerime.

Yıllar önce sizin bir bayram kahvaltınıza gelmiştim buraya. Isparta’dan ekmek tereyağı, İzmir’den incir, neredeyse Türkiye’nin her yerinden gelen farklı lezzetler vardı. Halen geliyor mu?
Demirel: Gelmez olur mu? İki gün önce Kahramanmaraş’tan köfte geldi, rejimi yine bozdum, iki gündür dikkat ediyorum.

Size sık sık bozdururlar rejimi...
A.C: Doğrusu buna da çok dikkat ediyoruz. Sayın Cumhurbaşkanımızın şansı genetik özellikleri. Metabolizması 20 yaş genç. 84 yıl önce doğmasına rağmen 64 yaşında. Bu çok büyük bir şans.


Ergenekon davasından kimse bir şey anlamış değil

Ergenekon Davası’nın sonucu sizce ne olacak?
Tutarlı bir değerlendirme yapmak mümkün değil. Pek çok açıdan pek çok değişik kimse pek çok değerlendirme yapıyor. Ben hukuk devletinde hiç kimse suç işleme imtiyazına sahip değildir, derim. Suç işleniyor da bu takip görmüyorsa o zaman o ülkenin yönetimi, devlet, devletin yöneticileri görevlerini yapmıyor demektir. Güçlü devlet kanunlarını uygular. Kanunlar noksansa bunları tamamlamak yine devletin görevidir. Hukuk devletinde toplumu rahatsız eden, huzuru bozan hadiselere karşı suç sayılan ne varsa kanunlarda yazılan cezaya tabi tutulur. Suçu ve suçluyu bulurken, suçu ispatlarken de insan haklarına dokunulmaz. Ergenekon Davası çıktığından beri bunu kimlerin nasıl ve ne yapmak istediğini ve neleri yapmak suretiyle olayın nereye vardırılmak istendiğini kimse anlamış değil.

Çok farklı iddialar var. Birbiriyle hiç alakası olmadığı düşünülen kişiler de tutuklandı...
İddialar var. Mahkeme bakacak bu iddialara, kamuoyunda şu anda sağlıklı hüküm tesis etmek mümkün değil. Bu mahkemenin önüne konan iddiaların bir kısmı hayli şaşırtıcı.

Mesela telefon konuşmaları...
Bazı özel sayılabilecek telefon konuşmaları suç olarak ortaya konuldu. Birinci, ikinci dalga diyerek bazı insanlar evlerinden alınıp sorgulandı. Devlete karşı bir komplo varsa bu kadar zaman içinde bunu ortaya çıkarmak neden mümkün olmadı?



Derin devlet değil, devlet insanları dinliyor

Derin devlet deniliyor, var mı derin devlet? Bu dava bunu mu gösterecek?
Türkiye’de bir tane devlet var. Buna itiraz etmek Türkiye Cumhuriyeti devletini küçümsemektir. Derin devlet diyerek “devletin işleri esas işler değil, esas işler derin devletin” gibi göstermek çok yanlış. Bunları derin devlet değil, devlet yapıyor. Devletin memuru insanları dinliyor. Bir esas devlet ve bir de gölge devlet yok Türkiye’de. Bu dava süreci bunu da ortadan kaldırabilir. Eğer bu tarz iddilar doğruysa seçimler, parlamento yalan mı? Mahkeme derin devlet, gölge devlet gibi intibalara fazlasıyla neden oldu. Ben Türkiye’nin hakimlerinin bu töhmetten Türkiye’yi kurtaracağına inanıyorum. Kişi suçu ispatlanana kadar suçsuzdur. “Kanunları uyguluyoruz” diye kanunsuzluk yaparsanız esas o zaman kanunsuzluk yaparsanız. Hukukun temel prensipleri tahrip edilirse esas o zaman anarşi olur.

Tanıdığım iş adamları var. Cep telefonlarını artık ofislerine sokmuyorlar, konuşmalarına çok dikkat ediyorlar. Kendilerinden kuşku duyduklarından değil, bizi de dinlerlerse diye rahatsız oluyorlar...
Bunlar iyi mi? Bu yapılan iş buna neden oluyorsa büyük yanlış. İnsanları korkutarak elinize ne geçer? Bu güvensizlik. Devlet güven sağlamak yerine güvensizlik yaratıyor. Çok yanlış.


Dinlendiğimi bildiğim halde her şeyi açık açık konuştum

Siz rahat konuşabiliyor musunuz telefonda?
Rahat konuşuyorum. Dinlendiğim dönemler oldu, hiç düşünmem konuşurum. Karışık dönemlerden geliyorum, ben beni dinleyenlere nasihatlerde bulundum bazı zamanlar. Benim bir kavgam var, o kavgamı açıkta da yaparım, telefonda da yaparım. Hamzaköy’de de beni dinliyorlardı. Biliyordum ama konuşmaktan vazgeçmiyordum. Açık açık konuşuyordum.

Şifreli sözleriniz olur muydu?
Zamanında birçok şeyi göze aldık. Açık açık konuştum. İsimleri açık açık söylerdim. Birtakım tehditleri göze almazsınız lider olamazsınız.


Siyasi iktidarın hırçınlığı kendine zarar veriyor

Başbakan’ın medyayla kavgasının kişisel düzeye gelmesi size ne düşündürüyor?
Bakın, dünyanın hiçbir yerinde iktidarla medya hiç sorunsuz değildir, zaman zaman böyle sorunlar yaşanır. Bizim zamanımızda da oldu. Bu sorunu kavga noktasına ve kişisel hale getirmemek lazım. Bu gerilimler ülke sorunlarından kaynaklanan fikir ayrılıklarından meydana geliyorsa, gayet normaldir. Siyasi iktidar iyi deyip bir şey yapıyorsa, medya bunun iyi olmadığını düşünüyorsa normaldir.

Başbakan sert tepki veriyor eleştirilere...
Şu günlerde siyasi iktidarın hırçınlığı kendine zarar veriyor. Medyanın haber yapmasını, görev yapmasını engellemek basın özgürlüğüne aykırı. Kayıtlı ya da kayıtsız kanunlara bağlı olmak lazım, beyanlara bağlı yasaklar da çok yanlış. “Şu gazeteyi almayın” diyorsunuz, o zaman siz düşüncelerin yayılmasını istemiyorsunuz demokrasinin dışına çıkıyorsunuz.


Siyasi partiler iyi çalışsa tarikatlara gerek kalmaz

Mesut Yılmaz emniyet teşkilatı içindeki Fethullahçı kadrolaşmaya işaret etti. Bazı müdürlerin atamalarının cemaat isteğiyle yapıldığı, bazı bilgilerin farklı yansıtıldığı, taşındığı iddiaları var. Ne diyorsunuz bu konuda?
Kurumlarda emir kumanda zinciri veya hiyerarşisi içinde çalışılır. Dışarıdan tesirler denenebilir. Bu sırıtır ve kısa zamanda açığa çıkar. 2.5 milyon memuru olan bir devletiz. Herkes birbirinin müfettişidir. Hiyerarşik bir ortamda direktifin istenildiği kadar düzgün olmayabileceğini kabul ederim ama tümüyle bozuk olacağını kabul edemem. Siyasi iktidarlar aslında taşıdıkları sorumluluk gereği bazı makamlara güvendikleri isimleri getirmek isterler. Ama “Hiç kimseye güvenmiyoruz, her kademeye kendi adamımı getireceğim” derseniz, bunu kimseye anlatamazsınız. O zaman bu ülkeye güvenmiyorsunuz demektir.

Bilgi sızdırıldığı, bilgi yönlendirmelerinin yapıldığı iddiası...
Tesirler olabilir ama devleti tehdit edecek duruma geldiğine ihtimal vermiyorum. Umarım yanılmam. Şunu da söyleyim, partilerin her kadamesi iyi çalışırsa, köy kahvesinden TBMM’ne kadar siyasi zincir çalışırsa, o zaman tarikatlara ihtiyaç kalmaz. Partiler sistemi işlemezse devletle halk arasındaki köprüyü tarikatlar doldurabilir.


Nazmiye Hanım’ın siyasi hırsı hiç olmamıştır

Röportaja giderken hasta olduğunu bildiğim Nazmiye Hanım için mis kokulu nergisler götürdüm. “Nazmiye Hanım güzel kokulu çiçekleri çok sever” diyerek aldı Süleyman Demirel çiçekleri ve Nazmiye Hanım’a gönderdi. Nazmiye Hanım’ın uzun süredir alzheimer olduğu biliniyor.

Siyasi yaşamınızda eşinizi hep yanınızda gördük. Gezilerde, açılışlarda yanınızdaydı Nazmiye Hanım. Siz eşinizi saklamayan bir politikacı oldunuz. Farklı örnekler var bu konuda. Kimi siyasetçi göstermiyor eşini, kiminin eşi ise ayakkabısından takılarına her konuda malzeme veriyor basına. Nazmiye Hanım nasıl bir siyasetçi eşidir?
Nazmiye Hanım’ın siyasi hırsı yoktur. Bir ömrü birlikte yaşadık. Benim kahrımı çok çekmiştir. Kolay bir hayatımız olmadı. Sizin sorduğunuzu anlıyorum. Bazı eşler vardır eşini yaptığı işe karışır, hatta işini sahiplenir. Bunu yapan kadınlar da vardır, erkekler de vardır. Bence çiftlerin birbirleri üzreinde hakimiyet kurması çok yanlış. Yaptıklarına da zarar veriyor. Siyasetçilerin eşlerine baktığımızda bazı siyasetçilerin eşleri ön plana çıkmaya hevesli olabiliyor.

Bir ömrü birlikte geçirdik dediniz... Şu anda neler hissediyorsunuz?
Hep birlikteydik. Hâlâ da öyle. Hastalık nedeniyle bazen iletişimde zorluklar olabiliyor ama yine de durum iyi. Nazmiye Hanım’ın her zaman sukuneti, sabrı ve tahammülü yüksek olmuştur. Bu da benim şansım, dediğim gibi zor bir hayatımız oldu.


AYNI ANDA 7 KİTAP OKUYOR

Süleyman Demirel’in bir özelliği var. Kendisini daha önce ziyaret ettiğimde de dikkatimi çekmişti. Odasında her taraf kitaplarla doludur. Farklı kitapları okumayı sever. Aynı anda 10 kitap okuduğu olur. Sabah kalktığında okuduğu kitapla, öğlen, akşam okuduğu kitap farklıdır. Bu kez de önünde onlarca kitap vardı. Adeleine Albright’ın ‘Memo to the president elect’, Fareed Zakaria’nın ‘The Post American World’ ve ‘Global Trends 2025: A transformed World’ kitapları ile Banu Avar’ın ‘Böl ve Yut’, Prof. İlhan Lütem’in ‘Kurtuluş’, ‘Kendisi’, ‘Devrimler’ adlı kitaplarını son dönemlerde elinden düşürmüyormuş. Televizyondaki haber ve tartışma programlarının sıkı takipçisi. Haber bültenlerini 3-4 kanaldan takip ediyor. Avrupa Yakası ile Elveda Rumeli dizilerini kaçırmıyor. En beğendiği oyuncu ise Gazanfer Özcan.

Yazının devamı...

Bankalara talimat değil güven verilmeli

Hükümetin krize karşı önlem almakta geciktiğini söyleyen Tuncay Özilhan, “Hükümet çok daha önceden cari açıkla ilgili tedbirler alsaydı, bu kriz daha az sıkıntıyla geçerdi. Krizin ayak seslerinden önce iş dünyası ’IMF ile anlaşma yapalım, Türkiye’nin kredibilitesini artıralım’ dedi. Duyan olmadı. Bu dönem kaybedildi. Kriz reel sektöre etkisini göstermeye başladı” uyarısında bulundu.

Başbakan Erdoğan’ın reel sektöre kredi vermediği için bankaları eleştirmesine de değinen Özilhan, “Bir bankaya ’Kredi ver’ diyemezsiniz, kredi battığında ne olacak? Hükümetin sisteme güven vermesi lazım. Bankalar kredi vermek zorunda. Kredi onların kârlılığını artırıyor, kimse paranın üzerine oturmak istemiyor. Başbakan bir an önce güven vermeli bankalara” diye konuştu.

Otomotiv, enerji, içecek, sağlık gibi alanlarda faaliyet gösteren Anadolu Grubu’nun Yönetim Kurulu Başkanı Tuncay Özilhan’la global kriz ve Türkiye’ye etkilerini konuştuk. Özilhan ekonomik paketten beklentilerini de anlattı. Coca-Cola, Efes Pilsen ve McDonald’s gibi hızlı tüketim ürünlerinin yanı sıra otomotiv ve enerji yatırımları da olan Özilhan, holdinglerinde tedbirler aldıklarını ancak işten çıkarma yapmayacaklarını söyledi.

Siz global krizin geldiğini ilk ne zaman hissettiniz?

2007 yaz aylarında ilk defa Amerika’da konut kredileriyle ilgili problemler gündeme geldiğinde krizin sinyallerini aldık. O ilk kıvılcımlar, önemli bir sinyaldi. Biz takip ettik ama boyutlarının bu kadar olacağını Amerikan bürokrasisi de tahmin etmiyordu. Ocak sonundaki Davos Dünya Ekonomik Forumu’nda krizin boyutlarını, bu boyutlarda olmasa da gördüm. Türkiye’ye geldiğimde gruptaki arkadaşlara ’Kriz geliyor, Türkiye’nin de yüksek kırılganlığı var’ dedim.

Ağır borç yüküyle yakalandık

Hükümet ve hükümete yakın çevreler uzun süre bunun tam aksini söyledi, krizin bizi teğet geçmesi beklentisi vardı...

Krizin bizim gibi gelişmekte olan ülkeleri etkilememesi mümkün mü? Türkiye ne yazık ki 2003-2007 küresel coşku döneminin kendisine sunduğu fırsatları en iyi şekilde değerlendiremedi.

Türkiye’ye yabancı sermaye geldi, hükümet de rüzgarı arkasına almış gibiydi... Türkiye krize nasıl bir ortamda yakalandı?

2005’ten itibaren yavaşlayan büyümeye rağmen artan cari açık ve aşırı değerli yerli paraya bağlı olarak, krize oldukça kırılgan bir makroekonomik yapıda yakalandık.

2001’den sonra bankaların sağlam olması krizin etkilerini yumuşatmıyor mu?

Türkiye’nin tek avantajı şu: 2001 krizinden sonra mali sektördeki yeniden yapılanma nedeniyle bankacılık sisteminin oldukça güçlü bir denetleyici ve düzenleyici çerçeveye sahip olması. Ancak 2003-2007 döneminde bazı bankaların hızla yabancılara satılması bugüne kadar tanışmadığımız yeni bir bulaşma riskini beraberinde getirdi. Bu bankaların gelişmiş ülkelerdeki merkezlerinde yaşadıkları sıkıntıların bize ülkemizdeki banka ve ortaklıkları kanalıyla yansıması muhtemeldir. Ayrıca bu dönemde şirketler kesiminin aşırı dış borçlanmasına seyirci kalınması, TL’nin değerindeki ani düşüşlerin bankacılık kesimine geri dönmeyen krediler şeklinde yansıma riskini artırıyor. Şu anda Türkiye 2001 krizi öncesindeki borç yükünün üzerinde bir yükle küresel krizi göğüslemeye çalışıyor. 2005’ten itibaren özel sektör dış borçluluğunda hızlı artış yaşandı ve şirketler için önemli bir kırılganlık alanı oluştu. Ancak küresel krizde yaşanan tecrübeler özel sektör yükümlülüklerinin bir gecede kamu yükümlülüğü haline gelebildiğini gösteriyor. Türk ekonomisinin borçluluk düzeyi hafife alınamayacak kadar ciddi seviyede.

Büyüme çok düşecek

Kırılgan yapı dediniz, başka kırılganlıklar desem?

Türkiye düşük kur, yüksek faiz üzerine bir sistem kurdu. Türkiye kısa vadeli cazip yatırım bölgesi haline geldi. Küresel likidite bolluğu ve artan risk iştahı Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere önemli miktarda yabancı fon akışına neden oldu. Üreticilikten cayıldı, ithalatçılık cazip oldu. Nitekim bu süreçte dış denge de hızla bozuldu. Türkiye’ye yönelen doğrudan yatırım ve hisse senedi portföy yatırımları gibi borç yaratmayan fonların miktarında hızlı bir daralma var. Bununla beraber krediler başta olmak üzere borç yaratan fonların cari açık finansmanı içindeki ağırlığı hızla artıyor. Borç yaratmayan fonların payı Nisan 2007’de yüzde 92.4 iken Ağustos 2008’de yüzde 45’in altına düştü. 2003-2007 döneminde yurtdışında yerleşik kişilerin Türkiye’de gerçekleştirdiği doğrudan yatırımların büyük bir bölümü, yurtdışı rekabete kapalı ve tamamen iç pazara yönelik bankacılık, perakendecilik, telekomünikasyon gibi hizmetler sektörüne aktı. Son dönemde cari açığın finansmanında ağırlığı artan kredilerin niteliği de benzer özelliklere sahip. Alınan kredilerin büyük bölümü döviz geliri elde edemeyen gayrimenkul gibi hizmetler sektörüne yöneldi. Tüm bu hususlar cari açık sorununu ve açığın finansman kalitesini rahatlatmak bir yana zaman içinde daha da ağırlaştıracak nitelikte.

Bizi önümüzdeki günlerde ne bekliyor? İşsizlik, yoksulluk...

Büyüme çok düşecek. Bu sene yüzde 4’ün altına iner, 2009’da yüzde 2 civarında olur. Dünyadaki durgunluk döviz girdilerini çok etkileyecek.

Türkiye krizi fonlayamıyor

Sizce hükümet krizi tanımakta geç mi kaldı?

Neticede bu kriz Türkiye krizi değil. Bundan önce 2001’de Türkiye kaynaklı kriz yaşadık. Biz içeride kriz yaratıp sonra IMF’ye gidiyorduk. Şimdi kriz dış kaynaklı, dışarıda kaynaklar erimiş durumda ve dışarıdan gelecek kaynak az. Hükümet geç kaldı. Hükümetin politikaları krize neden olmadı. Bunu kompleks yapmanın anlamı yok.

Peki Türkiye ne yapmalı?

Hükümetin alacağı kararlarla çok bağlantılı çözüm. Amerika hızlı karar alıyor. Avrupa bankaların problemli dönemlerinde hızlı kararlar alındı. Birçok hükümet mevduat sigortası dahil birçok uygulamayı getirdi. Yaraları sarmak lazım, ancak ondan sonra ekonomi yoluna girer. Global dünyada her şey bütün ülkelerde birlikte hissediliyor. Türkiye şimdi hissediyor krizi. Borsa yüzde 60-70 değer kaybetti. Kurlar değer kaybetti. Büyüme yavaşladı. Daha da yavaşlayacak. Birçok kurum işçi çıkarmaya başladı, otomotivciler üretim durdurdu... Trend içinde daralmayı yaşayacağız. Hükümete gelince... Yarın öbür gün IMF ile anlaşma imzalanacak. Kredi imkanı doğacak. Dolayısıyla anlaşma şartları da olacak. Türk ekonomisini bugünün şartlarında istikrarlı tutmak bile başarı. Yapıyı düzgün tutmak önemli. Bankalar üzerinden sektörlere ulaşmalı hükümet.

Paranın üstüne oturmazlar

Başbakan bankaların kredi vermemesini eleştirdi...

Bankacılık sektörünün ilk yapması gereken, mevduat sahibi gelince parasını ödemektir. Bankalar likiditelerini yüksek tutmak ister. Bu kredilerini verirken şirketlerin mali bünyelerine bakıyorlar. Kriz dönemlerinde paraları batırmamak için çok özenli davranıyorlar. Bazı bankalar çok sorumlu, bazıları katı davrandı, her bankanın yapısına göre değişiyor. Başbakan bankaları tenkit ediyor ama bankaların çok sorumluluğu var. Bunlara talimatla iş yaptıramazsınız. Bir bankaya ‘Kredi ver’ diyemezsiniz. Kredi battığında ne olacak? Hükümetin bankalara ve sisteme güven vermesi lazım. Bankalar kredi vermek zorunda, likidite üzerine oturup para kazanamaz. Kredi onların kârlılığını artırıyor, kimse paranın üzerine oturmak istemiyor. Başbakan bir an önce güven vermeli bankalara.

İnsanlar ameliyatlarını bile ertelemek istiyor

Anadolu Sağlık Merkezi’yle çok büyük bir sağlık yatırımınız var. İnsanlar sağlıklarıyla ilgili bir tasarrufta bulunmazlar derim ilk anda ama bu yıl sağlık sigortalarını birçok kişinin yenilemeyeceği konuşuluyor. Size yansıyan bir durum var mı?

Elif Hanım, ne yazık ki insanlar sağlıklarından da kısıyor. Bunu hastanelerin hepsi hissediyor. Allah kimseye rahatsızlık vermesin. Ertelenecek bir şey değil ama erteleniyor. Doktor ’3 ay sonra gel ameliyat ol’ diyorsa ’6 ay ertelesek’ diyor. Hastanelerde ameliyat sayıları, poliklinik sayıları çok düştü. Normalde ertelenmez derim ama erteleniyor. Biz hastalarımıza Vakıf olarak birşeyler yapmaya çalışıyoruz, ödeme güçlüğü çok var, elimizden geldiğince yardımcı oluyoruz.

İthal içkilerin fiyatları da el yakıyor. Efes Pilsen’in tüketimi kriz ortamlarında artıyor mu?

Hızlı tüketim mallarının kriz ortamlarında avantajı var. Ekmek alacak parası olan, bira ve kola da alabiliyor. İnsanlar tatile çıkamıyor, dışarda yemeğe gidemiyor, insanlar dertli, ’Bari bir bira içeyim, keyifleneyim’ diyor. Bira ve kolada düşüş yok. tMcDonalds’larda düşüş var mı?

Aksine McDonald’sların satışları artıyor. Neticede McDonald’slarda 5 liraya doyabiliyorlar. Bir cafeye gideceğine McDonald’s a gidiyor insanlar. Mönü 5-6 lira. McDonald’s trendi yükselişte. Genç Turkcell ile de anlaşmamız var, bir mönü alacağına iki mönü alıyor gençler. Cafelerde bir salata, bir içeceğe çok daha fazla para veriliyor.

Otomotiv sektöründesiniz aynı zamanda. En büyük düşüş otomotivde mi?

Evet. Krizde otomotivde yüzde 40, inşaat sektöründe de yüzde 60 düşüş olmuş. Bizim otomotiv yüzde 50 etkilendi. Her ay düştü. Düşüş trendi de şu aralar hızlandı.

Hükümet tedbir almakta gecikti

Krize hazırlıklı yakalanmadık...

Evet, hükümet çok daha önceden cari açıkla ilgili tedbirler alsaydı, bu kriz daha az sıkıntıyla geçerdi. Hükümet tedbir almakta gecikti. Sonuç ortada, Türkiye bu krizi fonlayamıyor. Krizin ayak seslerini duymadan önce iş dünyası “IMF ile anlaşma yapalım, Türkiye’nin kredibilitesini artıralım” dedi. Ama duyan olmadı. Bu dönem kaybedildi. Krizin dibini daha dünya da görmedi. Dibe inmek lazım önce, sonra yukarı kalkacağız.

Amerika’da kriz dibini bulmadı. Yatırım bankaları battı, mevduat bankaları battı, bazıları kurtarıldı, bazıları birleşti, yolda kimler var bilmiyoruz. Kriz reel sektöre yeni etkisini göstermeye başladı.

Obama’nın paketi dünyadaki kriz psikolojisini değiştirir mi?

Amerika’da umut veren ortam olunca bu Avrupa’ya yansır. Bu da bizi etkiler.

Yatırım yapmaya devam edeceğiz

Kaç çalışanınız var?

20 binin üzerinde. 7-8 bin çalışanımız da yurtdışında var.

Enerji yatırımlarınız sürecek mi?

Biz yatırımlarımızı durdurmadık. Termik santralimizin lisansı çıkmak üzere. Bir yılımız var başlamak için, çalışıyoruz. Sinop’ta 1000 megawatt’lık son teknoloji, çevreyi asla kirletmeyen, bacasından su buharı çıkan bir yatırım yapacağız. 4 yıllık yatırım zamanı var. Yüzde 30 özsermaye, yüzde 70 borçla gerçekleştireceğiz. Toplam 1 milyar dolarlık bir yatırım. Biz 300 milyon dolarlık sermaye koyuyoruz. 700 milyon dolarlık bir finansman planlamamız lazım. Bir de konsorsiyumumuz var, Aslancık Barajı. İnşaatı başlayacak. Rüzgar enerjisi müracaatlarımız da var. Önümüzdeki dönemlerde elektrik dağıtım ihaleleriyle de ilgileneceğiz. Enerji bizim için çok önemli ve vazgeçmeyi düşünmediğimiz bir alan.

Belediye harcamaları kontrol edilmeli

Önümüzdeki yerel seçimlere değinen Tuncay Özilhan, “Belediyelerin harcamaları muhakkak kontrol edilmeli. Belediyeler harcıyor, borçlarını ödemiyor. Sonunda halk ödüyor” değerlendirmesini yaptı. Krizle ilgili muhalefetten de öneri gelmediğini hatırlattığımızda ise “Maalesef muhalefet krizle ilgili hükümeti uyaracak model çıkaramıyor. Muhalefeti sırf tenkit etmek olarak görüyorlar” dedi.

Pakette hangi önlemler olmalı?

Açıklanacak ekonomik önlem paketinde IMF’nin güven unsuru olduğuna dikkat çeken Tuncay Özilhan, hükümetin hazırlayacağı pakette olması gereken önlemlere ilişkin önerilerini şöyle sıraladı:

- Türkiye’de kredi maliyetleri çok yüksek. Bunların düşürülmesi lazım.

- Vergiler çok yüksek. Bir adım geri atılmalı vergilerle ilgili. 6 ay müddetle indirim olabilir.

- Bankacılık sektörünü rahatlatmak lazım, gecici dönem için de bazı kolaylıklar alınabilir. Mesela BSMV vergisi Banka Sigorta... Bu vergi kredi maliyetini artırıyor. Bir müddet için kaldırılabilir veya düşürülebilir.

- Finansal kiralama işlemlerinde üretimle ilgili tüm makina ekipmanlarının KDV’leri geçici bir dönem yüzde 1 çekilebilir.

- KKDF vadeli ithalatta yüzde 3, yüzde 1’e indirilebilir.

Yazının devamı...

Böyle giderse her ay 100 bin kişi işsiz kalır

Hamdi Akın, tedbir alınmazsa işsizliğin yayılacağına dikkat çekerek, “Yatırımlar durunca işsizlik artar. Tasarruf devri küçük esnafı bitirir. Yeni temel atılmadıkça, yeni yatırımlar yapılmadıkça en iyimser tahminle her ay bu ülkede 100 bin kişi işsiz kalır. Bunun sosyal yansıması olacak. Önümüzdeki bir yıl bunlara gebe” dedi

Hamdi Akın, yatırım ortamı yaratmak için ise şu öneride bulundu: Çok acele bir fon oluşturulmalı. Fonun en az yüzde 10’unu hükümet koymalı. Yüzde 10 özel sektörden, kalan yüzde 80 de yurtdışından 8 ortaktan eşit alınmalı. Böyle oluşturacağınız 3 milyar dolarlık fonla 8-9 milyar dolarlık yatırım ortamı yaratırsınız.

Bu hafta Pazarın Patronu’nun konseptini değiştirdik. Enerji, turizm, havaalanı ve liman işletmeciliği, araç muayene istasyonları, inşaat gibi sektörleri çatısı altında toplayan Akfen Holding Başkanı Hamdi Akın’la kriz ve alınması gereken önlemleri konuştuk.

Global krizin etkilerini her geçen gün daha çok hissediyoruz. Başbakan ise hâlâ ’Evet ciddi bir krizle karşı karşıyayız’ demedi. Avrupa’nın dev ekonomileri tedbir paketleri açıklarken, biz niye böyleyiz? Üstelik sanki bizi çok da etkilemeyecek gibi bir hava yaratıldı...

Kriz dünya krizi. Bütün ülkelere aynı şekilde geliyor. Herkes farklı tedbirler alıyor. Örneğin, Almanya ve Fransa kendi menfaatlerini düşünerek, daha milliyetçi ekonomi politikaları izliyorlar. Ne yazık ki, biz ’Ülkede kriz var mı yok mu’ bunu tartışıyoruz. Bugün yine ‘Kriz mriz yok’ lafları var. Senin için var mı? Bence yok.

Kriz bankalarda

Var. Çevremde işini kaybedenler var.

Şu anda işten çıkarılmayan bir ücretli için kriz yok. Maaşını günü gününe alıyorsan, ay sonuna kadar fiyatlarda da düşüş var, senin için kriz yok. Çünkü kriz şu anda en tepede.

Yani nerede?

Kriz bankalarda. Her şeyin fiyatı aniden düştü. İhracat ürünlerinde sert düşüş yaşandı. Bakır, alüminyum üçte bir fiyata indi. Bir varil petrolün fiyatı da 150 dolardan 50 dolara geldi, işte bu krizdir. Petrol fiyatının 50 dolardan 150 dolara çıkması da krizdir. Ancak o dönemde para dünyaya dağılıyordu, kimse krizi algılamadı. Petrole çok para harcayan ülkeler ’Cari açığımız büyüdü’ diyorlardı, o kadar. Çok likidite oluştuğu için kimse bir şey demiyordu. Petrol 150 dolardan 50 dolara gelince kıyamet koptu. Çünkü bu daralma demek.

Kriz daha tepede ama şimdiden bazı sektörlerde şok etkileri hissedildi...

Türkiye’de her yıl yüzde 10-20 artış gösteren ihracat, 2009’da yüzde 10 düşecek. Yüzde 15 yukarı giderken yüzde 10 düşerse bu reel anlamda yüzde 25 düşüş demektir. Bu krizdir. Konut inşaatları durdu. Yeni temel atılan bir toplu konut projesi yok. İnşaatlar başlamış, artık geriye dönemeyen, bankadan finansman bulamayan ve mutlaka satmak zorunda olan müteahhitlerin reklamlarıyla dolu gazeteler. Mutlaka satmak zorundalar, çünkü bankalardan para akışı durdu. Her tarafta durdu.

Hükümet tedbir de almazsa ne olacak? Hatta Başbakan bankalara kızıyor...

Bir çağlayan akıyor, aşağıda da yalakta su toplanıyordu. Pat diye durdu. Herkes yalaktaki suya kaldı. Yalaktaki suyla idare ediyoruz. Çağlayanın yeniden ne zaman hareket edeceğini ve aynı şiddete kavuşup kavuşmayacağını da bilmiyoruz.

İşsiz ordusu son iki aydır büyüyor...

Yeni temel atılmadıkça, yeni yatırımlar yapılmadıkça her ay bu ülkede 100 bin işsiz olur, en iyimser tahminle söylüyorum. Reel ekonomi, girişimciler her yıl 1 milyon kişiye iş imkanı sağlıyordu. Geçen ay 100-200 bin kişi işsiz ordusuna katıldı. Her ay bu devam edecek. Hükümetlerin kaldıramadığı noktaya gelecek. Bunun sosyal yansıması olacak. Önümüzdeki bir yıl bunlara gebe.

Şirketler değer kaybediyor

Bu nasıl önlenecek?

Bankalardan para akışını sağlamak lazım. Bunun için de ya Merkez Bankası’ndan borçlanacaklar ya mevduatlarını artıracaklar ya da yurtdışından borçlanacaklar. Bunların hiçbiri mümkün görünmüyor. Bankalararası para alışverişi durdu. Dünyada herkes alacağının hemen ödenmesini istiyor. Borçlu nereden para bulup ödeyecek? Dünyadaki nakit yetmez buna. Dünya ekonomisinin yüzde 90’ı sanaldır. Sanal ekonomiyi paraya çevirmezsiniz. Şirketlerimiz sürekli değer kaybediyor. Bir nokta gelecek ki her şirketin değeri kasasındaki parayla ölçülecek.

Bu da ekonominin durması demek değil mi?

Çalışmayan bir ekonomi. Bu havacılıkta şuna benziyor: ’1 saat içinde havadaki tüm uçaklar yere insin’ diyorsunuz. Ama inecek yeterli havaalanı yok. Kim inecek yer bulamayıp havada kalırsa dolaşıp, dolaşıp düşecek. Önce inenler şanslı. Eğer sen havadaki uçağına ikmal yaparsan biraz daha uçacaksın. Bu arada yeni havaalanı yapılırsa ineceksin. Şu andaki görünüm böyle. Herkes borcunu ödeme telaşında. Mevduatları ödeyemeyen banka düşünülemez, ama herkes aynı anda parasını isterse kimse ödeyemez. Bankalara kaynak akışı devam etmeyince, bankalardan da reel sektöre para akışı olmaz. Durum bu.

O zaman sık sık duyduğumuz ’2001 krizinden sonra bizim bankalarımız çok sağlam’ cümlesinin çok fazla anlamı yok...

Aynen. Neden? Çünkü biz borçla yaşıyoruz. Siz düzgün, eğitimli bir kızsınız ama babanız kötü, borçlu. Aile kötüyse kısmetiniz zor açılır. Bizim ülke bu kızın durumunda. Cari açık çok fazla, sermaye birikimimiz yeterli değil, dışarıdan borç para almadan yaşamamız çok zor. Bankalarımızın her şeyleri iyi de olsa, şimdi dışarıya borç para aramaya gittiklerinde ’Siz iyi çocuklar olabilirsiniz ama bende de para yok’ cevabını alacaklar. Ama bankalarımız kötü olsaydı daha fazla zaafiyet gösterirdik. Bizim bankaların iyi olmasını yurtdışındaki bankalar değerlendiriyor. Kriz geçince baba en iyi çocuklarına para verebilir. Krizi ilk atlatan ülke olabiliriz.

Seçimde oy alamazlar

Hükümet neden krizi tanımlamıyor?

Kriz, benim meselem olmanın dışında asıl hükümetin sorunu. Böyle giderse seçimde oy kaybederler. Tedbir almazlarsa işsizlik yayılır. Tasarruf devri küçük esnafı bitirir. Çalışanlar işten çıkarılma korkusunu daha yakından hissetmeye başlar.

IMF ile sona çok daha yakından yaklaşıldı, bu olumlu bir adım olarak görülebilir mi?

Birkaç gün içinde IMF ile işi bitirecek hükümet. En iyi koşullarla bitirmelerini ümit ederim. IMF büyüme planlarımıza ya da Merkez Bankası’nın bankalarla ilişkilerine kısıtlama getirirse sıkıntılı günler olur.

IMF’den alınan para nereye harcanmalı?

Bu çok önemli. Bu parayı nereye, hangi sektörlere ve hangi kanalla harcayacaklarını iyi pazarlık yapmalılar. IMF, Başbakan’ın söylediği gibi akreditasyon için önemli, IMF ile yürümemiz reytingimizi etkiler. Çünkü çok riskli bir ülkeyiz.

İzlanda’dan daha riskliyiz

Kıyaslayabilir misiniz riskimizi?

Ben değil ama Standard&Poor’s (S&P) yaptı. Risk haritası yapıldı, battı denilen İzlanda’dan riskli görünüyoruz. Başbakan kızıyor, biraz da haklı ama ben şöyle yorumluyorum: İzlanda’ya borç para verilebilir, Türkiye’ye verilemez. Bu çok kötü ve çok düşündürücü.

Krizi fırsata çevirenler olabilecek mi?

Kriz finansman krizi. Para yok. Nakit paranız varsa o zaman her türlü fırsatı lehinize çevirirsiniz. Bu kriz sıradışı... Sıradışı önlemler lazım. Bildiğimiz önlemlerle bu işin altından kalkamazsınız. ‘SSK’lar düşürülsün, vergiler indirilsin’ talepleri maliye disiplinini bozacak, bütçeyi zafiyete düşürecek talepler. Dışarıdan kaynak yaratma konusunda hükümetin, başbakanın agresif olması lazım.

Hükümetin de yer aldığı acil bir fon oluşturulmalı

Ülkeye para getirmek için ne yapılmalı?

Çok acele bir fon oluşturulmalı. Sermayesinin en azından yüzde 10’unu devlet koymalı. Yüzde 10’unu özel sektöründen toplayacağı, geri kalan yüzde 80’ini de yurtdışından 8 eşit ortaktan toplayacağı bir fon oluşturmalı. 3 milyar dolarlık fon kurmaya kalksak, 300 milyon doları hükümet koysa. Bunu bir talimatla farklı kurumlarına koydurabilir. Önemli olan fonda hükümetin varlığı. İşadamlarından 300 milyon dolar toplasa. Sonra Katar, Libya, Çin, Malezya, Japonya, Avrupa’ya gidelim, onlardan da 300 milyon dolar alalım. Bu borç değil. Bu parayla yeni yatırımlar yapıp iç kârlılık sağlama garantisi verelim. Bu mümkün mü? Evet. Şu anda fiyatlar dibe vurdu, biz yapmazsak yabancılar istediği yeri ucuza kapatacak. 7 ya da 10 yıllık fonlardır bunlar. Neticede 3 milyar dolarla 8-9 milyarlık yatırım imkanı yaratabilirsiniz. İşsizliğe de çare olursunuz. Böyle iki fon bile kurulabilir. Yalnızca sağlık alanında bile böyle bir fon kurulabilir. Ya da hükümet 20 milyar dolarlık kurtarma paketi hazırlar. Anormal zaman geçiriyoruz, anormal işler yapmalıyız. Hükümetin de taşın altına elini sokması kolaylaştırıcı olur. Krizden sonuç olarak en fazla etkilenen hükümet olur.

Hükümet önce bankalara yardım etmeli

Bu krizden en çok kimler etkilenir?

Ülkenin zenginleri en az etkilenenler olur. Krize zenginler dayanır. Dayanamayan dar gelirli ve işsizler olur. Yeni okulu bitirmiş mezunlara olan olur. Neticede zenginler servetlerini biraz küçültür ama hükümet fatura ödemek zorunda kalır. Bu istenen bir şey değildir. Hükümetin başarılı, istikrarlı olmasını, herkese iş, aş bulabilmesini isteriz. Özel sektör de nasıl bir yük düşerse onu üstlenmelidir.

Başbakan krizle ilgili çıkışlarıyla iş dünyasıyla da arayı gerdi...

İş dünyası bir kişi, iki kişi ya da bir kurum değil. Bugün sistem çalışmıyor, dişliler kırıldı. Biraz daha fazla kulak kabartmalı hükümet. Şu güne kadar idare edildi, yapılmadı. Artık bundan sonra önlemlerde geç kalınması hiç yapılmamasıyla eşdeğer olur. Sorun tepede. Hükümet ’Kime yardım edeceğim’ diye düşünmemeli, direkt bankalara yardım etmeli. Reel sektörün önü bankalarla açılır. Bankalar sorunlarını güzel ifade ediyor. Sorunları şok kararla çözülmeli, hükümetten para isteyeceklerini sanmıyorum. Başbakan’ın şöyle bir sözü yeterli olabilir: ‘Hiçbir halka açık şirket ve bankamızın zarar etmesine, zor günler yaşamasına izin vermeyeceğim.’ Başbakan yağmasa da gürleyebilir. Bu bile anormal olumlu etki yapar piyasalara.

Bu kriz telefon trafiğiyle çözülmez

Niye Türkiye’de kriz var demiyor ısrarla Başbakan. Bunun altında başka bir şey mi var?

Her zaman tek başlı ekonomi çok başlıdan iyidir. Şu anda çok başlılık, çok seslilik var. Birden fazla insan ekonomiyle ilgilenebilir ama bunlar 24 saat birarada olmalı. 3-4 bakan varsa, sabahtan akşama aynı yerde oturuyorlarsa kriz dönemlerinde, tamam. Ama ayrı yerlerde geziyor, ekonomik krizi de telefonda haberleşerek takip ediyorlarsa bu olmaz. Bu kriz de telefon trafiğiyle çözülmez.

Siz farklı sektörlerde şirketlere sahipsiniz. Enerji, havaalanı ve liman işletmeciliği, turizm, araç muayene istasyonları... Siz krize karşı nasıl önlem aldınız?

Enerji yatırımlarımızı yarı yarıya düşürdük. 20 yatırımımız vardı, 10 tanesini ihale etmiştik. Şimdi bunları yapacağız ama diğerlerinin temellerini atmayacağız. Turizm sektöründe 7 otel temeli atacaktık, atmayacağız. Devam ettiklerimizi bitireceğiz. Yeni yatırımları tamamen durdurduk.

Devlet borsadan hisse toplasın

Bankalardan mevduat çekildiği yönünde fısıltılar dolaşıyor...

Küçük bankalardan mevduat çekildiğini herkes söylüyor. Ufacık fısıltı piyasayı darmadağın eder. Bütün sektörü riske atmamak lazım. Olumlu mesaj vermek sert mesaj vermekten kolay. ’Ben güçlüyüm, bu krizin üstesinden şirketlerimizle, bankalarla geleceğiz’ demeli Başbakan.

En azından Arap sermayesinin kapısını şimdiye kadar çok kez çalar Başbakan diye düşünmekteydim ben.

’7 yıl önce Arap sermayesini buraya gelmesin’ diyen Elif Ergu bile bu gerçekleri yaşayarak gördüğün gibi değişti.

Karşı çıkarken muhtaç hale geldik!

Doğru söylüyorsun. Başbakan sahip çıkmalı. Sarkozy, Fransa’daki şirketlerin hisse senetlerinin alınmasını bile teklif etti. Devlet bir fon oluşturup borsadan hisse senedi toplasa birçok kârlı, yurtdışında bizi temsil eden şirketin hisselerini... Şimdi herkes TAV için konuşuyor diyecek ama öyle değil. İhracat yapan şirketlerimizin hisselerini alsa devlet bundan para kazanır. Sıradışı dönemde sıradışı tedbirler lazım.

“Kapitalizm sorgulanmalı” demişti

Akfen Grubu’nun Yönetim Kurulu Başkanı Hamdi Akın, küresel finans kriziyle birlikte tüm dünyanın gündemine oturan ‘Kapitalizmin sonu mu geldi?” tartışmasını, bundan çok önce, Haziran ayında Fortune dergisine verdiği bir röportajda dile getirdi. İyi bir kapitalist olduğunu ve kapitalizmi iyi bildiğini anlatan Akın, “Kapitalizm sorgulanmalı” dediği bu röportajda kapitalizm ile sosyalizmin ortada buluşabileceğini vurgulamıştı.

Yazının devamı...

Türk Mühendisler İngiltere’ye gelsin

Başımı işten çıkarma haberleri ve mail kutumuza gelen tepki mesajlarından kaldıramıyorum. Şu keyifsiz ortamda İngiltere’den Metin Oğuzberk bana ulaşıp, ‘Neden Türk mühendisler bizim kapımızı çalmıyor?’ dedi.

Morallerin bozulduğu, işsizler ordusuna her gün yüzlerce kişinin eklendiği şu ortamda inşaat mühendisleri için umut olacağına inandığım için bu yazıyı kaleme aldım.

Metin Oğuzberk İngiltere’deki ENKA Engineering College’in kurucusu. 15 yıldır inşaat mühendisi yetiştiriyor. Bugüne kadar 4 bin inşaat mühendisi yetiştirmiş.

Yetiştirdiği elemanlar arasında Hindistan, İran, Irak, Bulgaristan, Romanya, Polonya, Pakistan, Güney Afrika, Nijerya, Avusturalya gibi ülkelerden kalkıp İngiltere’ye gelenler var.

Oğuzberk, ‘Benim anlayamadığım, neden Türk mühendisleri bu listenin içinde değil?’ diye soruyor.

Ben de kendisine aynı soruyu sordum, ‘Neden Türkiye’deki üniversitelerden mezun inşaat mühendisleri bu iş olanaklarından yararlanmıyor?’ diye.

Oğuzberk’in şirketi bir eleman bulma şirketi, uzmanlık alanı da inşaat mühendisleri. İngiltere’deki en büyük şirketlere o mühendis buluyor. Üstelik mühendislere meslek eğitimi de veriyor.

Oğuzberk, ‘Bir İngiliz inşaat firmasının Türk gazetelerinde teknik eleman ilanı verebilmeleri için İş ve İşçi Bulma Kurumu’ndan izin almaları gerekiyormuş. Bu durum böyle olduğu sürece biz Türkiye’ye nasıl yardımcı olabiliriz? Daha önce Libya’da maaşları ödenmeyen işçilerin çektikleri sıkıntıları biliyorum, ama bu koşullar aynı değil. Gelecek mühendisler ayrı ayrı firmalarda görev alacaklar. Balfour Beatty gibi bir firmanın bir tek mühendis ihtiyacı için İş ve İşçi Bulma Kurumu’na müracaat etmesi mümkun mü? Mümkün değil’

Maaşların nasıl olduğunu merak ettim. Oğuzberk, İngiltere’deki sistemin farklı olduğunu da anlattı.

İngiltere’de arazi mühendislerinin maaşları haftalık ödeniyormuş, yaklaşık 2 bin 500 YTL. kadarmış.

Oğuzberk, Enka UK hakkında da şu bilgileri verdi: 1989 yılında kurulduk. O dönemde 10 bin inşaat mühendisi açığı vardı İngiltere’de. İnşaat Mühendisi bulabilmek için her yol denendi. Construction News adındaki gazeteye her yıl ilan verildi ama başarılı olunamadı.

Çünkü ülkede yeterince mühendis yoktu. Bu nedenle şansımızı Güney Afrika, Avustralya, Yeni Zellanda gibi ülkelerde aradık. Verilen ilanlardan yine bir sonuç alınamadı. Daha sonra iş tecrübesi zayıf mühendisleri biz alıp eğitim vermeye başladık. Sonuç mükemmel oldu.

Şu ana kadar 4 bin mühendis yetiştirdik ve hala mühendis sıkıntısı çekiyoruz.

www.enka.co.uk şirketin web sitesinin adresi.

Şansını denemek isteyen Türk mühendislere duyrulur.


Dipnot

İngiltere’de çalışan mühendislerin yüzde 70’ini Enka UK yetiştirdi. Bu arada Enka UK’nin Şarık Tara’nın Enka’sıyla bir ilgisi yok.

Yazının devamı...

‘Kriz özel okulları etkilemez’

OKS’de İstanbul’daki 1.750 ilköğretim okulu arasında ilk 5’e Bilfen’e bağlı 3 okul girdi. Bunun sırrını Genel Müdür Fatih Öztürk açıkladı: Öğrencilerimize ve öğretmenlerimize beyinlerindeki sağ ve sol loba yönelik testler yapıyor, buna göre sınıflara dağıtıyoruz.

Bilfen İlköğretim Okulları’nın Çamlıca’daki kampüsüne gittim. Okulun Genel Müdürü Fatih Öztürk. Babasından bayrağı devralmış genç bir yönetici. 1973 doğumlu. Babası Osman Öztürk bir coğrafya öğretmeniyken girişimci ruhu sayesinde Bilfen Okulları’nın temellerini atmış.

25 okulu olan Bilfen’in ilköğretim okulları İstanbul’da 1.750 ilköğretim okulu arasında OKS’de ilk 5’e 3 okul soktu. Bu gerçekten de büyük başarı. Özel okullar arasında yaşanan rekabette başarısıyla öne çıkan Bilfen’in Genel Müdürü Fatih Öztürk’le sohbet ettik.

Sohbete geçmeden önce Bilfen’in Çamlıca’daki kampüsünü de gezme fırsatı buldum. Okulun girişi otel lobisi gibi. Deri koltuklar, sehpalarla döşenmiş. Okulda boş duvar yok. Öztürk Ailesi’nin resim merakı hemen hissediliyor.

Okul aynı zamanda müze gibi. Arkeolojik eserler sergileniyor. Okulun alt katlarında spor tesisleri var. Sınıfları da görünce insan yeniden okula başlama isteği duyuyor.

’Şimdiki çocuklar şanslı’ diyorum ama bu çok anlamlı bir söz değil biliyorum, maddi olanakları iyi olanlara bu söz geçerli. Zaten sohbet sırasında Fatih Öztürk de bu gerçeğin altını çiziyor: “İstanbul’da her yıl 1.500 derslik açılırsa eğitim sistemi ancak verimli hale gelebilir. Bizim sınıflarımız 24 kişilik. Devlet okullarında ise durum farklı. Özel okulların artmasıyla iyi öğretmenler de özel okullara kaydı” diyor.

Babanız Osman Öztürk kurucunuz. Bu yıl 20’nci yıldönümünüzü kutluyorsunuz. Babanız bir öğretmenken böyle dev bir eğitim yatırımının temellerini atmış.

Babam 68 kuşağından. Solcu. Sendikacı. Sendikaya ait Otelcilik ve Turizm Tesisi zarar ediyormuş. Sendika oldukları için 100 öğrenci olmasına rağmen gelen personeli işe almışlar. 150 öğretmen, 80 hizmetliyle batmışlar. Babam da zarar eden bu yeri almış.

Girişimci ruhu varmış...

Kesinlikle. Evimizi satmış, kiraya çıkıp öğretmenlerin maaşını vermiş. Okul toparlanmış ve babamın da önü açılmış.

İlk Özel Fen Lisesi’ni de kurmuş...

Evet. O dönemde Türkiye’de Fen Liseleri var ama özel fen lisesi yok. Bir yasa çıkıyor ve babam Üsküdar Fen Lisesi’ni açıyor. Yıl 1987. Daha sonra lise açılıyor. 88-89 Eğitim-Öğretim döneminde Ferah Mahallesi’nde farklı bir binada Bilfen isminin ilk olarak kullanıldığı “Özel Bilfen Lisesi” ve ortaokulu açılıyor.

Siz Bilfen’de mi okudunuz?

Lise sonda Bilfen’de okudum. Zaten lise o yıl açılmıştı. Sonra İngiltere’de finans eğitimi aldım. 1996’dan sonra işin başına geçtim. Çamlıca’ya taşındık. Bilfen bu süreç zarfında bina geliştirmekle kalmadı, Üsküdar Fen Lisesi Marmara Bölgesi’nin ilk iki okulundan biri oldu. Çocukların üçte biri Boğaziçi Üniversitesi’ne girdi, giriyor. Fen Lisesi yılda 400 mezun veriyor.

Anaokulları da açtınız. Kaç anaokulunuz oldu?

Bilfen’in 16 anaokulu, 4 lise, 5 ilköğretim okulu, 1.600 çalışanımız var.

Sizin ayrıca bir de farklı bir öğretim sisteminiz var...

Bilfen’i farklı yapan da bu. Ama önce bu değişimlerin nasıl başladığını size anlatmak istiyorum. Bir yöneticimiz var, yıllar önce geldi bana, ’Multivizyon aletleri var’ dedi. ’Bunlardan alalım, bazı şeyleri çocuklara bunlardan gösterelim’ dedi. ’Tamam deneyelim’ dedim. Pahalı bir aletti o yıllarda. Şu anda 400 sınıfımızda var bu sistem. Müfredatın tamamı taşındı buraya. Bilgisayar programlarının hepsini kendimiz yapıyoruz ve müfredatı bu programlarla hazırlıyoruz. Örneğin öğrenci Kurtuluş Savaşı’nı haritada takip ederek, görerek öğreniyor. Zafer kazanıldığında marşlar çalınıyor. Çocuklar bunları hiç unutmuyor. Bilimsel bunların hepsi. Çocuklar dersin 25 dakikasından sonra ilgisini kaybediyor. Profesyonel öğretmenler espriyle filan dersi götürürler. Bu sistemle konsantrasyon kaybı olmuyor.

Global kriz özel okulları etkiler mi? Sıkıntıya düşen aileler çocuklarını okuldan alabilir mi?

Velilerimiz arasında üniversite mezunu olma oranı yüzde 78. Avukat, doktor, beyaz yakalı büyük bölümü. Bu tip çiftler için öncelik çocukları. Tasarruf yapacaklarsa en son çocuklarından yaparlar. Çok büyük işten çıkarmalar olmazsa etkilenmeyiz.

KOLEKSİYON MERAKLISIYIZ

Biz koleksiyon meraklısıyız. Arkeolojik eserler ve kitap koleksiyonumuz var. Bilfen Okulları’nda İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne kayıtlı sayıları bine ulaşan obje sergileniyor. Müzede, Cihannüma Katip Çelebi’nin 1648’de yazımını tamamladığı 11. Müteferrika da sergileniyor.

Avrupa müzelerinde sanal gezinti yapıyoruz

Video konferans aleti çıkınca hemen aldıklarını söyleyen Fatih Öztürk, çocuklara ilk olarak astronot eğitiminin nasıl alındığını gösterdiklerini belirtti. Öztürk şöyle devam etti: “NASA’ya bağlandık, çocuklar sorularını sordular. Daha sonra müzeleri sanal ortamda gezmeye başladık. Dünyadaki 34’üncü Öğretim Stilleri Merkezi’ni Türkiye’ye getirdik. Çocuklarımızı ve öğretmenlerimizi testlerden geçirdik. İşiterek ve görerek öğrenenler ortaya çıktı. Sağ lobu güçlü olanlarla sol lobu güçlü olanlar, öğrenmelerine dair bilgiler sınıflandırıldı ve sınıflarımızı bu bilgilere göre yaptık. Görerek öğrenenler aynı sınıfa toplandı ve o sınıfa yine aynı özelliklere sahip öğretmenler verildi. Eğitim öğretim programının uygulamaları her öğrencinin farklı öğrenme stiline sahip olduğu göz önünde bulundurularak gerçekleştiriliyor.”

EN ZOR GÜNÜM

2001 krizi dönemiydi. Faizler arttığında ne düşüneceğimizi şaşırdık. Çok kötü ve keyifsiz bir ortamdı. Biz çok etkilenmedik. Hatta atılımlar yaptık ama dönem olarak zordu.

Yazının devamı...

Doğrudan satış kriz dinlemez!

Avon, dünyanın en büyük doğrudan satış şirketi. 100’ün üzerinde ülkede 5 milyonu aşkın satış temsilcisi var. Avon’un satış temsilcileri kapı kapı dolaşıyor ve kadınlara ürün satıyorlar.

Hatırlarsınız 2001 krizinde kozmetik satışlarında düşüş yaşanmamış, aksine satışlarda artış olmuştu.

Peki şimdi durum nasıl? Global krizin etkileri yavaş yavaş Türkiye’de de hissediliyor. Güzellik sektörü bundan etkilenecek mi?

Daha avantajlıyız

Avon Türkiye, Rusya ve Çin’de hızla büyüyen bir Amerikan devi.

Türkiye’deki yatırımlarına ve yeni lansmanlarına devam ediyor. Şirketin Pazarlama Müdürü Jinet Kohen’le konuştum.

Kohen’in yorumları şöyle:

‘Türkiye’de de pazar oldukça bölünmüş durumda ve hemen hemen tüm uluslararası şirketler bu pazarda yer alıyor. Köklü yerel markaları da düşünürsek, pazarda çok güçlü bir rekabetin mevcut olduğu söylenebilir. Böyle bir ortamda Avon’un başarısı temsilcilerinin ve müşterilerinin ihtiyaçlarını anlamaya yönelik bir iş modeli kurmasından geliyor. Avon Türkiye, toplam kozmetik pazarında makyaj ve parfüm kategorilerinde lider durumda.’

‘Ekonomik krize karşı önlem aldınız mı? Satış temsilcilerinin çaldığı kapılarda kadınlara güzellik ve bakım ürünleri lüks gelebilir mi?’ diye soruyorum.

Jinet Kohen, şöyle yanıtlıyor: “Biz kadınların ihtiyaçlarını en iyi anlayan şirketlerden biriyiz. Daha önce de ekonomik kriz dönemlerini rahat geçirdik. Bu dönemleri, doğrudan satış sistemi açısından değerlendirmek uygun olabilir. Doğrudan satış sistemi bağımsız satış temsilcilerinin ürünleri, evlerinde, iş yerlerinde veya sosyal çevrelerde sattıkları bir sistem. Kişilere kendi evlerinin rahatlığında alışveriş yapma fırsatı sağlıyor. Doğrudan satış sistemi sayesinde müşteriler ile yakın ilişki kuruluyor ve böylelikle müşterilerin ihtiyaçları daha iyi anlaşılıyor. Ekonomik kriz dönemlerinde bile bu avantaj büyük oranda korunuyor. Bu yüzden de bu avantajımızı koruyacağız. Biz Türkiye’deki yatırımlara devam edeceğiz. Örneğin, pazardaki marka imajımızı korumak ve daha da güçlendirmek için reklam kampanyalarına, saha aktivitelerine, sponsorluk çalışmalarına ve sosyal sorumluluk projemiz “Avon’la Sağlığa Yolculuk”a ağırlık veriyoruz.”

Kozmetikte tasarruf olmaz


Görünen o ki kozmetik devi krize rağmen kadınların güzellik harcamalarından asla tasarruf etmeyeceğine, hatta tasarruf edenlerin lüks markalardan kendi markasına kayacağını düşünüyor.


MEME KANSERİ İÇİN 525 MİLYON DOLAR

Avon’un dünya çapında yürüttüğü bir sosyal sorumluluk projesi var. Dünyada en çok kadının çalıştığı şirket olan Avon, meme kanseri konusunda 1992 yılında İngiltere’de Avon Meme Kanseri ile Mücadele çalışmalarını başlattı.

Bu kapsamda dünyanın 50 ülkesinde 2007 yılında 525 milyon doların üzerinde fon topladı.

Avon, Türkiye’deki Meme Kanseri ile Mücadele Kampanyası’na 1996 yılında başladı. 20 ilde 5 bin 800’ün üzerinde kadına ücretsiz mamografi taraması yapıldı.

Beş Devlet Hastanesi’ne mamografi cihazı bağışlandı.

Yazının devamı...

Tuzla’daki işçilerin yarısı işsiz kalabilir

Global kriz, ölümlü iş kazalarıyla anılan Tuzla’da siparişleri durdurdu. Desan Tersanesi Yönetim Kurulu Üyesi Muhsin Divan, “İşler bıçak gibi kesildi. Ödemeler gecikiyor. Gemi ve sac fiyatları aşağı gidecek gibi. Tuzla’da tersanelerin yarısı işsiz kalabilir” dedi.

Tersanelerdeki kazalara değinen Divan, Desan’da ‘Tehlike Avcısı’ sistemi kurduklarını da belirterek, “İşçilerimizin hepsinin kimlik kartı var. Tehlikeyi görmek ve bizi uyarmak hakkına sahipler. En başarılı olarak tehlike saptayanlara yıldız takıyoruz” diye konuştu.

Tuzla tersaneleri, yaşanan iş kazaları sonucunda meydana gelen ölümlerle ne zamandır ölüm tersaneleri olarak anılıyor. “Tuzla’da işler patladı, 2012’ye kadar tersanelerin siparişleri dolu”, “Eğitimli işçi bulunmuyor, işçilerin mesaileri çok uzun, işler taşeronlara yüklendi” gibi yorumlar yapılırken işler yavaş yavaş tersine dönmeye başladı gibi görünüyor. Gemi işletmeciliği işinin duayenlerinden Kaptanoğlu Denizcilik’e ait Desan Tersaneleri’nin Yönetim Kurulu Üyesi Muhsin Divan’la konuştuk. Divan, Tuzla’da yaşananlara bakışıyla farklı bir patron. Değişim için kolları sıvamış, kendi tersanelerindeki çalışma koşullarından işe başlamış, işçilerin eğitimine kadar farklı aşamalarda önemli adımlar atmış.

Karadenizlisiniz. Denizcilik genlerinizde var değil mi? Denize ilk ne zaman açıldınız?

Öyle... Sülalemde herkes denizci. Ciddi anlamda ilk ilkokul üçüncü sınıfa giderken babamın kaptan olduğu gemiyle İstanbul’dan Doğu Karadeniz’e hareket ettik, tatile gidiyorduk. Karadeniz’e çıkınca deniz patladı ve geri dönmek zorunda kaldık.

Yıllarca taşımacılık, gemi işletmeciliği yaptıktan sonra gemi yapım işine nasıl karar verdiniz?

2000’li yılların başında dünya denizciliği navlunların çok düşmesi nedeniyle çok sıkıntılı bir dönem yaşadı. Çin’le ticaret patlayınca, denizcilik en parlak dönemini yaşamaya başladı. 2003’ten sonra çok açıldı işlerimiz. Biz de 2004 yılında kendi gemimizi yaptırmaya başladık. 2006 yılına geldiğimizde Tuzla Tersaneleri’nin iyi günlerinde Desan krize girmiş ve tersaneleri satışa çıkmış. Bize haber verdiler. Yabancılar da tersaneye talipti. 30 milyon dolara tersaneyi aldık.

Tuzla çok uzun zamandır iyi haberlerle anılmıyor. Siz işletmecilikten sonra işin diğer yanına geçince neler yaşadınız?

Desan’ı aldık, tersane kapısından girdim. Muhteşem bir genel müdürlük binası yapılmış. Binanın penceresinden aşağı bakınca kendimi Fransız İhtilali öncesi Paris’te hissettim. Sanki Versay Sarayı’ndan halka bakıyor, ihtilale hazırlanan Bastil’in yan sokaklarını görüyordum. Felaket bir vaziyetteydi ortam, ’Biz ne yapacağız?’ dedik. Burası ya ucuz emeğe dayalı bir üçüncü dünya tersanesi olarak kalacaktı ya da verimliliğe dayalı bir yer olacaktı.

Burada da 2 işçi yaşamını yitirdi...

Evet, ne yazık ki oldu. Biz burada çok şeyi değiştirdik. Kaptanoğlu Ailesi evinde ne yiyorsa gemilerinde onu yediren aile olarak bilinir. İlk önce yemekhaneye girdik, korktuk. O dönemde 250 kendi personeli, 350 taşeronu vardı. Danimarka’dan sipariş alınmıştı, iki geminin teslim edilmesi gerekiyordu. İlk olarak toplu sözleşme düzeni getirdik. İşçiler sendikadan kaçıyordu, yabancılaşma vardı. Burada toplu sözleşme yapma yetkisinde olan tek sendika vardı. İşçilerimizi üye yapıp toplu sözleşme yaptık. İşçilerin yemekhanelerini ve istirahat yerlerini yaptık.

Tersanelerdeki ölümler için cinayet diyenler var...

İşveren ‘kader’, işçiler ‘cinayet’ diyor. Ne kader ne cinayet. Hepsi önlenebilir iş kazası. İşçilerin kurduğu bir komisyon vardı, hiçbir tersaneye giremiyorlardı. Biz onlara kapılarımızı açtık. Şu anda Tuzla’da 47 tersane var. Medyanın ve sivil toplum kuruluşlarının girebildiği tek tersane biziz.

Global kriz sektörü etkilemeye başladı mı?

Yeni gemi siparişleri durdu, işler bıçak gibi kesildi. Navlunlar baş aşağı gitti. ’Servise gelen gemiler etkilenmez’ dedik, etkilendi. En ufacık sorun için gelen gemiler artık gelmiyor. Ödemeler gecikiyor. Bu yıl 10 ayda 66 gemiye hizmet verdik. 15’i yerli. 1 milyon 640 tonluk gemi havuzlamışız.

2009’da nasıl olur?

2007’ye göre 2008’de yüzde 50 artış oldu. 2009’da 2008’in yüzde 70’ini yakalasak şanslı hissedeceğiz kendimizi. Çok zor görünüyor.

İşten çıkarmalar olur mu? Burada tersaneler kapanır mı?

47 tersanenin de ayakta kalacağını hiç sanmıyorum. Kriz otomotiv sektörünü vurdu, onlar binlerce otomobil yapıyorlar. Ama biz yılda 3 gemi yapabiliyoruz. Yani iş bir anda kesilebilir. İşten çıkarma değil ama izin verme olabilir. Allah’tan biz taşımacılık da yapıyoruz. 4 tankerimiz, 10 kuru yük gemimiz, 2 Ro-Ro’muz var. Navlun düşüşleri çok ciddi. Gemi ve sac fiyatları aşağı doğru gidecek gibi. Tuzla’da tersanelerin yarısı işsiz kalabilir.

TERSANEDE ÇALIŞAN İŞÇİLERE DOĞUM GÜNÜ PARTİSİ DÜZENLİYOR

Muhsin Divan, kendini ‘iflah olmaz’ bir koleksiyoner olarak tanımlıyor. Dolma kalem, eski fotoğraf makineleri, cam kağıt ağırlığı, zarf açacağı, köstekli ve kol saati koleksiyonları var. 25 bin kadar kitabı var. Ona Türkiye’nin bilgi yarışması rekortmeni diyorlar. Metin Uca’nın Miras adlı yarışmasında bir kerede 250 bin YTL kazanan tek kişi. İFSAK’ta temel fotoğraf eğitim seminerlerinde ders veriyor. Bir iş yerinde aidiyet duygusunun çok önemli olduğuna değiniyor ve ekliyor: “Çalışanlara doğum günü partisi düzenliyoruz. Koca koca adamlar ağlıyor, hayatlarında ilk kez doğumgünü kutlayan var. Burada çalışanların yüzde 20’sinin doğum günü 1 Ocak. Yıllar sonra nüfusa kayıtları yaptırıldığı için öyle yazılmış. Karne, Hıdrellez şenliği yapıyoruz. Evlilik yıldönümlerinde pasta veriyoruz.”

Gemilerimizin cıvata sayısını bile biliriz

Desan Tersanesi Kaptanoğlu Ailesi’nin. Cengiz Kaptanoğlu’yla yıllardır birlikte çalışıyorsunuz. İş hayatındaki birlikteliğiniz nasıl başladı?


Kaptanoğlu Ailesi’yle benim ailem dost. İki aile de Adalet ve Demokrat Partili. Cengiz Kaptanoğlu ile 1971’de tanıştım. İki kardeş gibi siyaset yaptık. O yıllarda ben Gençlik ve Spor Bakanlığı’nda çalışıyordum. 1984’ten beri de Kaptanoğlu Ailesi’yle birlikte çalışıyorum. Birbirimizden kız alıp verdik. Biz hafta sonu tatili bilmeyiz. Armatörler genelde gemilerinin nerede olduğunu bilmezler. Biz ise gemilerimizin cıvata sayısını bile biliriz. Eskiden kuru yük taşımacılığı yapıyorduk, sonra taşımacılıktaki gücümüz arttı.

Tersanede Şark kurnazlığı işlemez

Gemide işçi olmak için nasıl bir eğitim alınmalı?

Dün evinden gelen adamı gemi tepesine çıkaramazsınız. İş sağlığı ve güvenliği sertifikası lazım. 3 günlük eğitimle olacak gibi değil. İşe alırken sağlık kontrolü istiyorsunuz, sağlık belgesi 3 dakikada alınıyor. Oysa ciddi rapora ihtiyaç var. Bir olay yaşadık. Bir işçi kardeşimiz geldi, sigortalı işe başladı. Öğlene kadar çalıştı, öğle yemeği yerken kalp krizi geçirdi. Buna kader diyemeyiz. Belki çok merdiven çıktı, kalbi zayıftı... Revir kurduk, doktor aldık. Burada fizik kanunları geçerli, Şark kurnazlığı dinlemez.

Tersanede çalışan işçilerin Güneydoğu’dan geldiği, kahvehanelerde iş beklerken tersanelere girdikleri, işin ağırlığını bilmedikleri söylendi...

Bilgi Üniversitesi’nden bir arkadaş gelip alan çalışması yaptı. Ezberimiz bozuldu. İşçiler Güneydoğulu değil, İç Anadolulu çıktı. Çoğu da köylerinden gelmemiş. 2001 krizi öncesinde pizzacıda, kuaförde çalışanlar gelip işçi olmuş. İş sağlığı konusunda bin kişiye eğitim verdik. Kaynakçı, borucu, itfaiye eğitimi yaptık. ’10 yıldır bu işin içindeyiz, ilk kez itfaiye eğitimi aldık’ diyenler oldu. ’Tehlike Avcısı’ sistemini kurduk. İşçilerimizin hepsinin kimlik kartı var, tehlikeyi görmek ve bizi uyarmak hakkına sahipler. En başarılı olarak tehlike saptayanlara yıldız takıyoruz.

EN ZOR GÜNÜM

İşçi gözümün önünde öldü


8 ay önce havuzda bir işçinin öldüğü ana tanık oldum. Gözümün önünde elektrik çarptı. Çok korkunç bir şey. Ailesi tevekkül içinde davrandı. Tersanelerde hedef sıfır ölüm olmalı. Aylardır ölüm olmuyor, inşallah da bundan sonra olmaz.

Yazının devamı...

Baba Cem Boyner’in farkı

Soyadı Boyner olanlar 5 yıl başka bir şirkette çalışmadan Boyner Holding’te çalışamıyorlar. Bunu biliyor muydunuz?

Şirket anayasaları varmış, benim de Perakende Günleri’nde haberim oldu.

Cem Boyner, Perakende Günleri’nde ‘Yaşam Boyu Başarı’ ödülünü Mavi Jeans Yönetim Kurulu Başkanı Sait Akarlılar’a verdi. Mavi Jeans, Boyner’in Türkiye’de en beğendiği şirketlerden biriymiş.

Ödülü de eliyle vermiş oldu Cem Boyner.

Ne güzel tesadüf!

Boyner törende yaptığı konuşmada, kızı Ayşe Boyner’in de Mavi Jeans’te çalıştığını söyledi.

Bu birçok şirkete örnek olmalı. Kurumsallaşmak, profesyonelliğin hakkını vermek için önce aile kendisinden işe başlamalı. Ne yazık ki birçok şirkette kızlar, oğullar pat diye yönetici koltuğuna oturuyor, ama yalnızca oturuyor, şirketler de oldukları yerde sayıyor ya da adım adım geriye gidiyorlar. Ezcümle Ayşe Boyner Mavi’de pişiyor!





Çeşme’de sakız ağaçları yeniden!

Çeşme denildiğinde kumru ve sakızlı dondurma aklıma hemen düşer. Bundan 2 yıl önce iş dünyasının duayenlerinden TEMA kurucusu Nihat Gökyiğit’le Çeşme’de yanına bir top sakızlı dondurma konmuş tatlımızı yerken, Nihat Bey, “Çeşme’nin sakızlı dondurması meşhur ama Çeşme’de sakız ağacı yok denecek kadar az, sakızlar Sakız Adası’ndan geliyor. Biz de bu konuya el attık, bir proje hazırlığındayız. Çeşme’de yeniden sakız ağacı yetiştirilsin istiyoruz” demişti.

İşte o proje hayat buldu. TEMA Vakfı ve Falım işbirliğiyle Çeşme köylerinde “Sakız Ağaçlarına Sevgi Aşılıyoruz” kampanyası başladı.

Falım markasının sahibi Cadbury Firması bu projeyi bir sosyal sorumluluk projesi olarak üzerine aldı.

Bu proje kapsamında 5 bin 956 tane yeni, 17 bin 867 adet bozuk sakız ağacının aşılanması amaçlanıyor.

Proje 3 yıl sürecek ve adım adım büyüyecek. Çeşme’de köylüler sakız ağaçları konusunda bilgilendirilecek.

TEMA Genel Müdürü Deniz Ataç, çantasından kurutulmuş bir sakız ağacı dalını bana veriyor. Yaprağı kırıp kokluyorum, damla sakızı kokusu yayılıyor anında. Müthiş!

Deniz Ataç’tan sakız ağaçlarını dinliyorum. Sakız ağaçları uzun yıllar yaşıyormuş. Halen Çeşme’de sayısı hayli azalmış olsa da sakız ağaçları var ama çoğu bakımsız. Deniz Hanım anlatıyor: “Sakız ağaçları özen isteyen ağaçlar. Bu ağaçların bakımı yapılmazsa reçinesi olmuyor ve dolayısıyla sakız üretemiyor. Belli dönemlerde ağaçlara çentik atılıyor, bu çentiklerden sızan sakızlar bağbozumu şenlikleri dönemi gibi toplanıyor. Bu arada sakız aynı zamanda çok da pahalı. Çünkü tek üretici Yunanistan. 2000 yılında sakızın kilogram fiyatı 21 euro iken, şu anda 83 euro.”

Projede, her bir ağaçtan en az 350 gram ile 3 kilo arasında değişen sakız ham maddesi elde edilmesi planlanıyor.

Cadbury Firması’ndan Behiye Arsan, “İleride belki bir gün Türkiye’de yetişen ağaçlardan toplanan sakızlarla da üretim yaparız. Biz bu projeyi çevreci bir proje olarak benimsedik ama hepimiz aynı zamanda çok da heyecanlıyız. 3-4 yıl sonra Türkiye’deki sakız üretiminin katlandığını görmek istiyoruz” diyor.

Bu arada sakız çok önemli bir kozmetik hammaddesi. Damla sakızı yalnızca sakız üretimi için kullanılmıyor. Aynı zamanda ilaç üretiminde de sakıza başvuruluyor.

TEMA ve Falım güzel bir işbirliğinde buluştu, bu projeye Çeşme halkı ve yerel yönetimi de sahip çıkarsa, Çeşme’de yeniden sakız ağaçları olacak ve belki bir gün Türkiye’de sakız ihraç edebilecek.

Dipnot

Yunanistan sakız üretiminin yüzde 60’ını ihraç ediyor.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.