Şampiy10
Magazin
Gündem

Durdurun dünyayı inecek var!

Şu aralar indik indik!
Yoksa...
Yoksası pek iç açıcı görünmüyor.
Amerikalı bilim adamları, 2100 yılında insanoğlunu nasıl bir geleceğin beklediğini anlatmış.
2100...
Biz zaten görmeyiz de...
Ama 2000 yılı için yapılan tantanaları hatırlayın...
Hiç gelmeyecek gibiydi. Gelinince de sanki dünya uçacaktı...
Ne oldu?
Nato kafa, nato mermer!
Hâlâ insanlar savaşıyor. Hâlâ din, dil, ırk ayrımları gibi ilkel dürtülerini yenemeyip bunların rantını yiyenlere alet oluyor.
O kadar aptalız hâlâ...
Ama yine de bakalım 2100’de bu salakları yenebilecek gelişmeler olacak mı?
ABD’li fizikçi Michio Kakui, 300 bilim insanı ile görüşerek yazdığı “Geleceğin Fiziği” adlı kitapta 2100 yılında insanlığı nasıl bir geleceğin beklediğini anlatmış.
Bilim insanları 2100’deki dünyayı şöyle tasvir etmişler:
n Yaşlanma genleri keşfedilecek ve yaşlanma 30’lu yaşlarda durdurulacak.
(Umarım kafalar da o yaşta durmaz! Yoksa yandık!)

-Laboratuvarda organ üretileceği için kimse organ yetmezliğinden ölmeyecek.
(Bu sefer de organ fazlalığı çıkar karşımıza... Bizim danalar ikişer üçer taktırır artık!)

-İnternete bağlanabilen kontak lensler icat edilecek. Böylece yolda karşılaştığınız kişiyi hatırlayamadıysanız onunla ilgili tüm bilgiler anında gözünün önüne gelecek.
(Tek eksiğimiz insan hatırlamamaktı çünkü! Bari tarihsel hatırlatmalar yapsalar! Hani, ‘Bak eskiden şunları yaptın, şimdi yapma’ gibilerinden...)

-Sabah uyanıldığında, kafada bulunan sensörler ile kişi daha yüzünü yıkarken mutfaktaki robot fırına mesaj göndererek çayı ısıtıp, yumurtayı pişirmesini sağlayacak. Arabalar da aynı sensörler yardımıyla, kişi henüz evden çıkmadan garajdan çıkıp kapının önüne gelecek.
(2100’de geleceğimiz noktaya bakın! Yumurta kendi kendine pişecek! Hep bunun hayalini kurardık! Kanser ne olacak, kanser? Yumurtayla uğraşacağınıza onu bi çözseniz...)

-Robotlar birçok sektörde insanın yerini alacak.
(İnsanlar bu arada ne yapacaklar acaba? Cep telefonuyla savaş herhalde... İnternetten şiddet falan... Zaten herkes ortalama 150 kilo olacağından seks falan da yapılmaz, onun hırsıyla bol bol birbirlerini yerler.)


Yok, yok...
İnelim biz bu dünyadan...
Nereye ineceksek?

Yazının devamı...

Kendi kaybeder!

Kadınlar kazanıyormuş.

Evdeki tartışmaların çoğunda kadınların dediği oluyormuş.

Hani bir laf vardır ya, “Akıllı kadın dediğini yaptırır. Kendi düşüncesini onun düşüncesi haline getirir” diye...

Gıcık!

Oldum olalı bu lafa sinir olurum.

Şimdi; araştırma bu sözü doğruluyor gibi gözüküyor ama hayır, gerçek hiç de öyle değil.

Niyesini anlatacağım...

Önce şu araştırmaya bir bakalım.

İngiltere’de aile içinde alınan tartışmalı kararlar konulu araştırmada, kadınların yarısından fazlasının tartışmayı kazanan taraf olduğu görülmüş.

Peki araştırma nasıl yapılmış?

Evli çiftlere kararları tek başlarına mı yoksa partneri de ortak ederek mi aldıkları yolunda sorular sorulmuş.

Mesela?

Mesela, 82 çifte akşam yemeğine veya tiyatroya gitme konusunda seçenekleri ve sonra da tercihleri konusundaki kesin kararları sorulmuş.

Soruya bak!

Bizim evlerde böyle sorular sorulmaz. Ha, belki evliliğin ya da birlikteliğin ilk yıllarında olabilir.

Hatta o zamanlar bu konudaki kavgalar cilveli olur biraz.

- Sinemaya gidelim mi?

- Yok, biraz yorgunum.

- E, dün de yorgundun. Film bitecek.

- Ben de bitecem ama, sen de beni görsen!!!

- Sen aylardır hiç dinlenemedin ki! Dinlenmeni beklersek sinemayı minemayı rüyamızda göreceğiz artık!

- Aman iyi peki, hadi gidelim.

- Yok artık, gitmem. Sen dinlen.

- Yahu tamam, ben orada da dinlenirim. Hadi kalk gidelim.

- Artık önemi kalmadı, gitmesek de olur.

- Uzatıyorsun ama...

- Ne uzatacam! Madem gidecektin, baştan bunu düşünüp arıza çıkarmayacaktın.

- Tamam özür dilerim. Hadi kalk gidelim.

- Gitmem artık hevesim de kalmadı zaten.

- Gidelim.

- Gitmeyelim.

- Gidelim...

- Gitmeyelim...

Artık kim “gidelim” dedi, kim “gitmeyelim”, o bile unutulmuştur.

Ha, sonunda giderler mi?

Yok, sevişirler.

Ama sonra.

Üç-beş sene sonra...

“Sinema mı, tiyatro mu?”

Adam önce şöyle bir bakar; “Dalga mı geçiyor bu?” diye...

Kadın önce kırılır.

Sonra üzülür.

Peşinden kızar.

Zaten sonra sormaktan da vazgeçer.

Onlar için sinema ve tiyatro hep başkalarının gittiği bir yer olarak kalır.

Üstelik artık sevişmiyorlardır.

Zaten o sıralarda bizdeki sorular şu türden olur:

“Annenler mi bize gelecek yine? Yoksa biz mi onlara gideceğiz yine?”

Neyse, biz yine şu araştırmaya dönelim.

Ankette önce sorular çiftlere ayrı ayrı sorulduktan sonra ikinci aşamada çiftler bir araya getirilerek beraber karar vermeleri istenmiş.

Sonuçlara bakıldığında yanıtların yüzde 40’ında uyuşmazlık olduğu, sadece bir çiftin tüm sorulara yanıt vermede mükemmel olduğu görülmüş.

Onlar da birbirini aldatıyorlar herhalde!

Kadınların yarısından fazlasının tartışmalı konuları kazandığı görülürken çiftler arasındaki büyük ölçüde dağınıklık dikkati çekmiş.

Yani aslında bir tartışmanın sonunda ikisinin de dediği olmaz.

Üçüncü yol bulunur.

Ondan da kimse hoşlanmaz.

Yazının devamı...

Yan masa diyalogları...

- Tamam belki uzun süren bir ilişkimiz oldu ama ben Nesrin’e hiç âşık olmadım. Mesela sana da âşık değilim.

- Senin bu, ‘Sana âşık değilim’ diyen tavrın benim hoşuma gidiyor aslında. Biliyor musun, bundan böyle hayatıma bir ayı giremeyecek. Buna izin vermeyeceğim.

Konuşmalar yan masadan geliyordu.

E, artık ister istemez dinlemeye başladık tabii...

Çok ayıp!

Evet ama artık bu çirkin davranışım karşılığında birine iyilik yaparım.

Siz de bu yazıyı okumaya devam edecekseniz, bir bonus düşünmeye başlayın. Zira konuşmanın devamı var.

Ama önce kısaca tipleri tarif etmeye çalışayım.

Kadın, ne çok güzel ne çirkin. Biraz topluca, 30’larının sonunda... Belli ki, kötü ilişkiler geçirmiş. Belli ki kötü olduğunu bile bile devam etmiş.

Adam, öyle özgüvenli olamayacak kadar vasat bir tip. Ne yakışıklı ne havalı ne de akıllı.

Sadece kıçı kalkmış. E, ama baksanıza nasıl kalkmasın:

- İlişkimizin gizli kalması benim de işime geliyor aslında.

- Tabii iyi oluyor.

- Hayır yani, gizli kalması bir şey değil de, herkes senin hâlâ Nesrin’e takıldığını sanıyor. Tamam ben gerçeği biliyorum ama mesela herkesin benim Ali’yle ilişkim olduğunu sanması seni rahatsız etmez mi?

- Yoo... Etmez...

O- ha!

Neredeyse müdahale edeceğim. Kızım kalk git o masadan. Hatta o içkiyi de kafasından aşağıya boşalt. Ne kaybedersin. Sen zaten daha o ilk cümleden kaybettin.

Öyle olur ya...

İstemeden de olsa bu tür bir konuşmaya şahit olduğunda lafa karışasın, olaylara müdahale edesin gelir ya, aynen öyle bir durum.

En başında, “Ayı istemiyorum artık” demişti ya, benim müdahalem o anda başlamıştı:

“E, ayının önde gideni karşında!”

Biz kalktığımızda, onlar konuşmaya devam ediyorlardı. Ama kadının sesi biraz daha yükselmişti. Sakin görünmeye çalışan yüksek volumlü bir ses. Bir de, arada sırada küfür ediyordu...

Dana mı?

Aynı sakinlik ve aynı danalıkta...

Sonunu beklemedik yani.

Zaten belli.

Onlar yemekten sonra dananın evine

gidip sevişmişlerdir.

Kadın, dananın kendisinden vazgeçemeyeceği kadar iyi sevişmeye çalışmıştır. Belki bağırmıştır falan...

Heh hee...

Bir de bağıranlar var ya... Niye bağırırlar hiç anlamam. Bir gün de bu konuyu açalım.

Dana da, iyi bir iş çıkardığını sanarak hatta bundan çok emin bir ruh hali içinde...

Gece yarısı ya da en geç sabah kahvesini içtikten sonra saatine bakmaya başlamıştır.

“Benim bir randevum var da...”

Kadın da, “Senin bu, işin bittikten sonra saatine bakma tavrına bayılıyorum” der artık!

Diyeceksiniz ki, işin gücün yok, konuşacak konu yok da onları mı dinliyorsun?

Valla onlarınkinin yanında bizimki yok sayılır.

Yazının devamı...

Ne anladın, anlat bakiim...

Ünlülerin gerçek yaşamlarından alınacak dersleri çıkarmışlar.

“Madem onlarla bu kadar ilgileniyoruz, bu kadar kafa yorup, bilip bilmeden fikir yürütüyoruz, bari işe yarasın” diyerekten...

Kimler?

Mesela...

Jennifer Aniston: Ne kadar güzel, zengin ya da başarılı olduğunuz fark etmez; 40 yaşına kadar hâlâ evlenip çocuk sahibi olmadıysanız, insanlar sizin mutsuz ve umutsuz olduğunuza dair konuşmaya devam eder.

Eminem ve Kim Mathers: Para işleri yoluna koyabilir ama bazen de bir çiftin arasına girebilir. Karını öldürmekle ilgili şarkılar yazmak da pek akıllıca bir fikir değildir.

Madonna: Kardeşiniz yerine kocanızın tarafını seçecek iseniz, ondan tamamen vazgeçmeden önce bir gizlilik anlaşması imzalattığınızdan emin olun. Size ne kadara mal olursa olsun!

George Clooney’in eski kız arkadaşları (hepsi): Bir adam size sizinle evlenmeyeceğini söylüyorsa, ona inanın.

Paris Hilton, Vanessa Hudgens, Kim Kardashian ve diğerleri: İş dijital fotoğrafçılığa geldiğinde, “sadece onun bakması için” diye bir şey yoktur!

John Edwards & Eliot Spitzer: Aldatırken yakalandığınızda, beyhude inkârlar ve zayıf özürlerden daha kolay bir şeyler denemelisiniz.

Ashton Kutcher & Demi Moore/Bruce Willis & Emma Henning: Yani erkekseniz sevgilinizin sizden kaç yaş küçük olduğunun önemi yok ama kadınsanız her zamanki gibi bu da başınıza sorun olacaktır!



Onlarda var da bizde yok mu...

Yaşantılarından ders çıkaracağımız ünlüler?

Olmaz mı.

Alın size, birkaç ders...

Hülya Avşar: Erkekli de, erkeksiz de gayet güzel yaşayabilirsin.

Deniz Akkaya: Ne kadar zorlarsan zorla dona düşer son damla...

Nurgül Yeşilçay: Büyüklerin ve yakınlarının sözüne kulak vereceksin. Biriyle “Evlenme” diyorlarsa inat etmeyeceksin.

Nilüfer: Ne kadar dandik aşk yaşarsan yaşa, sen dandikleşmeyebilirsin.

Nejat İşler: Paran ya da ünün olunca yıkanmama hakkın da olur. Ama fakir veya ünsüzsen yıkanmak zorundasın!

Yeşim Salkım: Herzaman, her şartta ve her yaşta evlenebilirsin.

Cem Yılmaz: Daha iyisini aramayacaksın. Ya elindekinin değerini bileceksin ya da işin b.kunu çıkarmayacaksın.

Beyazıt Öztürk: Herkesin senin ününe ve parana baktığı evhamına düşersen yalnız kalırsın.

Türkan Şoray: Botokssuz, estetiksiz de güzel kalabilirsin. Ayrıca ne yaptığın değil, nasıl yaptığın önemlidir.

Acun Ilıcalı: Ne kadar zengin olursan ol, fakirmiş gibi görünebilirsin.

Nebahat Çehre: Kadının genci-yaşlısı yoktur, bakımlısı vardır.

Yazının devamı...

Hikâyesi olan adamlar

Bazı adamlar hikâyecidir. Hayır,

hikâye yazmazlar; öyle yaşarlar.

Hani Murathan Mungan, “İç yoksulluğu duyduklarında ‘Artık hikâyesi olan bir ilişki istiyorum’ diyen erkeklerden” bahsediyordu ya; bunlar onlardan, yani sıkılınca hikâye arayanlardan...

Zaten arayanlar, bulsalar da kısa sürede o hikâyeden de sıkılıp, özlerine dönerler...

Özlerini özlerler... Ben doğuştan hikâyeci olanlardan bahsedeceğim...

Hatta biraz daha ileri gidip diyeceğim ki:

“Hikâyeci olunmaz, doğulur!”

Evet, bazı adamlar hikâyecidir.

Üstelik bunun için ille de romantik, duygusal, ağır biri olmaları da gerekmez.

O, kendi kendine bir hikâye uydurur, sonra da onu yaşar.
Hem de tadını çıkara çıkara...

Mesela birlikte olduğu kadını sana öyle bir anlatır ki, Audrey Hepburn ya da ne bileyim Penelope Cruz‘la karşılaşacağını sanırsın.

“Ufak tefek” der, “Minicik düzgün gövdesine yakışır zarafette, akıllı, sevimli ve çok güzel” diye tarif eder.
Ya da;

“Ben böyle güzellik görmedim. Onu zaptedememeyi seviyorum” der.

Sonra kadınla karşılaşırsın, aklından geçen ilk cümle şu olur:

“Bu mu?”

O kadar alakası yoktur ki!

Ama bakarsın, izlersin, kadın onun yanında gerçekten de bir Audrey Hepburn ya da Penelope Cruz olmuştur.

Hikâyeci adam, senin benim görmediğimiz şeyleri görür, ortaya çıkarır.

Kim bilir, belki de yaratır.

Onun yanında bütün kadınlar kendini güzel hisseder.

Her kadının içindeki Ukraynalı‘yı uyandırır bunlar!!

Heh hee...

Bu adamların danalardan en büyük farkı şudur; iyi bir dana yanındaki en değerli kadına bile değer vermez ama bu adamlar en dandik kadına bile değer verir.

Onu sever, kollar. Belki o da böylece kendisini daha erkek hisseder.

Öyle olmalı...

Bir başka fark daha vardır; hiçbir kadın onu bırakmaz.
O da kadınlarını bırakmaz.

Evet, kadınlarını... Çünkü çapkındır. Ama kadınlar onların yanında hırçınlaşmaz..

Çünkü o değer verir, kadınlar onun yanında kendini değerli hissederler.

Ne güzel anlattım değil mi?

Yeme de yanında yat.

Bulursan tabii...

Şimdi siz, “Kaldı mı böyle adamlardan?” diye soracaksınız.
Danalar da hemen çemkirecek:

“Kadın kadın olsun da, biz de erkek olalım” diye...

Hayır arkadaşlar!

Baştan söyledim size;

“olunmuyor, öyle doğuluyor.”

Ha, sayıları çok az da olsa, varlar.

Ben şimdi onları nasıl tanıyacağınızı anlatayım mı?

Dünyayla ve insanlarla barışık oldukları her hallerinden bellidir.

Zekâ ve özgüvenlerinden...

Esprilerinden...

Sıra dışı hatta biraz tuhaf davranışlarından anlarsın. Ama tabii en önemlisi kadınlara düşkünlüğünden... Ve bunu saklama gereği dahi duymamasından...

Bir de herkesten daha fazla yeteneklidir onlar. Ya bir el becerisi ya olaylara bakış açısı farklıdır. Aykırı ama doğrudur.

Bir de asla para hesabı yapmazlar.

Tip olarak...

Yakışıklı, kumral ya da esmer... Biraz dağınık ve özensizdirler. Giyimlerine çok önem vermezler ama iyi giyinmiş gibi hissederler.

Havalıdırlar.

Yakın gözlükleri vardır.

İçkiyi biraz fazla içerler.

Çok iyi arkadaş olurlar.

Yani sen öyle zannersin!

Yazının devamı...

Hikâyesi olan aşklar...

Şimdi diyeceksiniz ki, uzun-kısa, doğru-yanlış f,ark etmez, her aşkın bir hikâyesi vardır.

Ama ben, “öyledir” demeyeceğim.

Demem.

Çünkü her hikâyeyi okumam.

Hikâye, hikâye gibi olacak!

Sarsacak...

Şaşırtacak...

Yeni baştan yaratacak...

Öğretecek...

Bildiğin ama toparlayamadığın şeyleri pat diye önüne koyuverecek....

Ya da “tabii yaaa...” dedirtecek...

Tıpkı kaç gündür okuduğum Murathan Mungan röportajı gibi.

Ayşe Arman’ın en keyif aldığım röportajlarından biri...

Sırf zevkine iki kere okudum.

Ayşe Arman mı süper, Murathan Mungan mı?

İkisi de...

Röportajdan neyi alsam da, üzerinde oynasak, “öyledir, böyledir” diye tartışsak, bilemedim...

Hangi birini?

Aldım birini...

“Erkekler sekste hikâye aramıyorlar. Kadınlar, cinselliğin o ilişkinin tacı olacağını düşünüyor. Oysa erkekler, kafalarını meşgul etmeyen, sorumluluk duymayacakları ilişkiler arıyor. Ya da o güne kadar öyle yaşayıp, iç yoksulluğu duyduklarında ‘artık hikâyesi olan bir ilişki istiyorum’ diyorlar.”

Durumumuz daha güzel anlatılabilir miydi?

Hayır.

Tahmin ettiğiniz gibi ben bugün “hikâye” meselesine taktım.

Murathan Mungan seksten bahsediyor ama ben biraz daha genelledim; işin içine aşkı, ilişkileri de kattım.

Kadınların ne kadar da hikâye düşkünü olduğunu...

Erkeklerin ne kadar hikâyelerden yoksun olduğunu hatta belki de kaçtıklarını bir kez daha anladım.

Ama hangisi ne kadar doğru, işte onu çıkaramadım.

Hikâyeli mi olsun, hikâyesiz mi?

Bir hikâyeli, bir hikâyesiz... Sırayla...

Yok, o da olmaz.

Hafif hikâyeli?

Biraz yani...

Bak o olabilir.

Zaten dünyada kaç kişinin sıkı bir hikâyesi olabilir ki?

Kaç kişi hikâyesine sadık kalabilir ki?

Biri kalsa, diğeri kalmaz.

Tek kişilik roman olur mu?

Olmaz.

O zaman hafif olsun. Aşka, sekse, ilişkiye biraz hikâye katalım...

Katalım da, ne kadınlar hikâye manyağı olsun ne de erkekler iç yoksulluğu duysun...

Arasını bulalım yani...

Nasıl mı?

Kolay.

Hem de çok kolay.

Murathan Mungan bunun da formülünü vermiş:

“Biz kendimizi ancak yaparak güzelleştirebiliriz. ‘Ben’ dediğimiz şey, bir yapımdır. İçine hemen emek giriyor, akıl giriyor, bilgi giriyor, görgü giriyor, tarih giriyor. Biz hiçbir zaman hayvanlar kadar saf olamayız.”

E, haydi o zaman...

Haydi...

Yazının devamı...

Araya kılavuz sokmayalım...

“Erkekleri anlama kılavuzu” diye bir yazı gördüm, hemen okudum tabii...

Anlayacak ne varsa?

Hem de araya kılavuz koyacak kadar!!!

Neyse ki, yazıyı okuduktan sonra anladım, olay farklı: Kızlara ilk buluşma tüyoları veriyorlar.

Şimdi oldu işte!

Yoksa, erkekleri anlama manlama, saçma olurdu...

Yani biz onları çoktan anladık da, anladıklarımıza itirazımız var.

Saçma sapan, ipe sapa gelmeyen şeyler!

E, o zaman biz de o önerilere takılalım biraz...

Ama bakın, onlarınkinin altında benimkiler var. Artık hangisini uygularsınız bilemem.

Benden önermesi...

- Uzun bir ilişkiden yeni çıkmış bir erkekten uzak durun. Kendinizi onun yaralarını sararak, size âşık olmasını sağlayacağınız gibi düşüncelere kaptırmayın.

(30 yaşından sonra bir erkek âşık olmaz. Uzun ya da kısa bir ilişkiden çıkmış olsun, fark etmez. Bir erkeğin ilgisini çekmek istiyorsanız bunun tek yolu var: Ona mantıklı gelmelisiniz.)

- Eğer bir erkek sizden hoşlandıysa ilk randevunuzun ardından kesinlikle hiç zaman kaybetmeden sizinle iletişime geçecektir. Eğer iletişime geçmiyorsa, ona bir kere mesaj atın, cevabın gelmesi iki saatten fazla zaman aldıysa bir daha asla onunla iletişime geçmeyin.

(Gelin siz beni dinleyin, o tek mesajı bile atmayın. Sen ararsan hep sen ararsın. Ve bir gün aramadığında o yine aramaz. Sonra da ona çok emek verdim diye yanarsın. Suç ondaymış gibi!)

- İlk buluşmanıza ne geç, ne de erken gidin. 10 dakika geç gitmek ideal olandır.

(Bir kere ilk buluşmanıza gitmeyin, gelsin sizi alsın dana!)

- İlk buluşmada sadece kendiniz olun ve eğlenmeye bakın. Pozitif bir tavır takının.

(Bunları asıl son buluşmada yapın!!!)

- Yeni tanıştığınız bir erkeğin yanında yemek yemekten çekinmeyin, erkekler yemek yiyen kızları severler. Yemekte “Sadece salata alacağım” diyen bir kız çekici değildir.

(Ama zayıfsan! Zayıfsan ye! Yoksa dünyanın en itici kadını olabilirsin. Şişko(!) olduğun için değil, hâlâ yediğin için!)

- Yeni görüşmeye başladığınız birine sakın kendisini Facebook’ta aradığınızı, onun profilini incelediğinizi belli etmeyin.

(Asıl kendinizi tutun ve onu Facebook’tan aramayın. 1-0 geride başlarsınız. Aklınıza gelen türlü sorular gizem haline gelir ve bu sizi ona gereksiz yere bağlar.)

Yazının devamı...

Evlilik soğuk yenen bir yemektir evlenip de balayına gideceğime...

Tam evlenme mevsimindeyiz ya, biraz bu konuya girelim.

Birkaç kişiyi vazgeçirebilirsem, ne âlâ?

Biraz puan toplamış olurum.

Heh hee...

O puanlarımı nasıl kullanacağımı sonra düşünürüm. Artık birinin kulplu taklidini mi yaparım, yalan mı söylerim, birini mi aşağılarım bilemem...

Üçüncüyü iyi yaparım!

Konumuza dönecek olursak, yani evliliğe...

Dün, Sonat Bahar‘ın, Mehmet Aslan’la yaptığı röportajda bir paragraf dikkatimi çekti. Oradan cümle cümle alıp evliliği daha iyi anlamaya çalışalım mı?

Diyor ki:

* “Evlenince insanlar, pozisyon gereği, yasalar gereği, toplum baskısı gereği evliliği bir yasaklar silsilesi olarak görüyor. Bilhassa erkeğe.”

E, ama evlilik zaten bu demek, yasaklar silsilesi... Yani öyle görünmüyor da öyle! Üstelik Dünyanın her yerinde bu böyle. Herkesin kendi hayatını yaşadığı bir evlilik olabilir mi? Olmaz. O, evlilik olmaz başka bir şey olur.

Devam edelim...

* “Kadına her şey yasak zaten. Eskiden daha beterdi; gezmek yasak, anne-baba baskısı var, cinsellik yasak. Evlenince her şey serbest, kocanı ikna et yeter.”

İkna? Koca? Gezmek? Cinsellik? Evlenince mi? Sanki Berlusconi’yle evleniliyor!!!

Şimdi esas konuya geliyoruz:

* “Ama erkek için tam tersi, bekârken her şey serbest; parası var, yakışıklı, gezer-tozar, istediği kadınla yatar-kalkar. Bu durumda evlenen erkek, tek eşli oluyor, servetini tek kadınla yiyor, 20.00’de eve gidiyor, bir sürü sorun var. Niye evleneceksin?”

Hani şu duvar yazısı var ya, onun gibi:

“Evlenip balayına gideceğime, bekâr kalıp alayına giderim!”

Heh heh hee...

Ama siz yine de yalan-dolanla, o hayatınıza devam edebiliyorsunuz. Kadınlar salak gibi hizmetçi oluveriyorlar.

Sırf evlenme derdine her şeye katlanıyorlar...

Devam...

* “Tek neden çocuğa bağlanıyor. Kimisi de ‘Çocuğu yap, sonra boşan,’ anlayışında. Erkekleri evlilikten kadınlar soğuttu.”

Haydaaa...

Sanki evlilik sıcak bir şeymiş gibi!!!

O zaten soğuk.

Da...

Erkekler duruma vakıf oldu!

Ama kadınlar...

Dedim ya, salak gibi hâlâ evlenme derdindeler!

Bu yüzden soğuyan ya da ısınan yok; duruma ayan ya da aymayan var!

Ama ille de soracak olursanız, “Evlilik sıcak mı soğuk mu?” diye...

Ona da cevabım var:

Evlilik soğuk yenen bir yemektir!

Tıpkı intikam gibi...

Ulaştığında beklediğin zevki alamazsın!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.