Şampiy10
Magazin
Gündem

Baştan başlasak!

Aynı şey erkekler için de geçerli!

“Sondan başlama” meselesi...

Zira biliyorum ki, onlar da, “Nasıl anlayamadım?”, “Benim tanıdığım kadın bu değildi” noktasına geliyorlar.

Ne zaman geliyorlar?

Ayrılma zamanında... Sonunda...

Yani keşke onlar da sondan başlayabilselerdi...

Ama erkekler de tıpkı kadınlar gibi seçmeyi bilmiyorlar.

Kadınlarla aynı hataya düşüyorlar; hesap yapıyorlar. Daha doğrusu, hesap yapınca olmuyor.

Hayatla ilgili bütün hesaplar gibi, bu da tutmuyor.

Tutmaz.

Bir türlü toparlayamadığım o sözdeki gibi: “Sap döner...“ neydi?

“Keser döner, sap döner, gün gelir hesap döner.”

Aynen böyle olur; gün gelir hesap döner!

Kısacası onlar da yanlış seçimler yaparlar.

Kanarlar...

Bazen kendilerine bazen de kadınlara kanarlar...

Mesela:

GÜZELLİĞİNE... Güzelliğinden etkilenir. Yüzünün, vücudunun güzelliğinden. Alamaz kendini ondan... Bir kadının sadece güzelliğinden etkilenen adamlar, onun esiri de olurlar. Hatta ‘emir kulu...’

Al sana yanlış!

Çünkü bir süre sonra, ayıldığında yani, bir zamanlar seve seve yaptığı her şey manasız kaprisler olarak ona geri döner. Sıkılır, bunalır...

Ya da:

UYSALLIĞINA... Bazı adamlar da, hızlı bekâr hayatlarından sıkılmaya başladıklarında... Hani, “Nereye kadar?” diye yorulduklarını zannettikleri zamanlarda... 3-5’inin arasından en uysalını çekip alırlar. O ana kadar tüm kaprislerini çekmiştir, ötekileri görmezlikten gelmiştir falan... Biraz da geyşa ruhludur.

Yanlış!

Çünkü kadın onu sevmiyordur ki! Kadının da bir hesabı vardır yani! İki hesap bir arada hiç olmaz!

MANTIĞINA... Mantığına yenilen erkekler çoğunluktadır. Çok mantıklılarmış gibi! Zira bunların mantığı yakın çevreleridir! Yakın çevrelerinin uygun bulduğu bir kadındır. Onu seçerek gelecek için iyi bir yatırım yaptığını zanneder.

Yanlış!

Çünkü bunların yüzde 90’ı yatırımdan da anlamaz! Bakın hayatlarına... Üç kuruş parasını nereye yatırsa, orası düşer. Niye? Çok güvendiği bir arkadaşına uymuştur.

Hesap, hesap, hesap...

Bütün işi bozan bu.

Yani...

Artık sondan değil de...

Baştan başlasak!

Yazının devamı...

Sondan başlanabilseydi...

Ayrılırken...

Yani o günkü gibi tanıyabilseydik birbirimizi...

Keşke!

Ve ona göre ilişkiye başlayıp başlamayacağımıza karar verseydik...

O zaman, “Ben bu adamla/kadınla mı birlikte oldum?”, “Meğer bu neymiş?” hayıflanmaları, pişmanlıklar yaşanmazdı.

Ha, başka pişmanlıklar olurdu, o ayrı!

Evet.

Olurdu.

Tanısak da pişman olacağımız bir sürü başka şey olurdu. Ama en azından, “Keşke onu hiç tanımasaydım“ demezdik.

Şimdi bu konuyu niye açtım? Geçenlerde gelen bir mail’den...

Diyordu ki:

- “İnanın etrafımdaki kadınları ve tercihlerini anlamakta güçlük çekiyorum. Akıllı, kendi ayakları üzerinde durabilen kadınlarla çevriliyim ve hemen hepsinin tercihleri aşırı sıkıcı (ama güvenli) ya da saçma sapan erkekler.”

Haklı mı, ne?

Ama niye böyle oluyor biliyor musunuz?

Niyesi belli:

Yanlış seçim.

Peki kadınlar neden yanlış seçim yaparlar?

Salak oldukları için değil!

Açıkça yazayım; hesap yaptıkları için!

Ama bu hesap sizin bildiğiniz hesaplardan değil! Yani zengin koca falan... Herkes zengin koca ister, daha doğrusu kimse fakir biriyle birlikte olma hayali kurmaz değil mi? “Fakir biriyle olsam da, kirada oturup kredi kartlarını falan ödeyemesek” diye bir hayal olmaz...

Yani adamın parası amaç değil, tercih sebebi olabilir.

Benim anlatacağım hesaplar başka...

Yanlış hesap nasıl yapılır?

Bir:

Kurtarıcı: Kadın maddi-manevi bir kurtarıcı seçiyorsa... Ya da böyle bir beklentisi varsa... “Maddiyi anladık ama manevi kurtarıcı nedir?” diye sorarsanız, ki sorun, o en fenası... Yani kendisini mutlu edecek birini arıyorsa... El el üstünde biri beni mutlu etse diye bekliyorsa... Alın size yanlış seçim! Erkek mi arıyorsun, şaklaban mı?

Doğrusu: Önce kendi mutlu olacak sonra bunu paylaşacak birini bulacak!

İki:

Düşük: Bazı kadınlar maddi ya da manevi bakımdan kendisinden daha düşük seviyede erkeklere takılırlar. Ama bunu niye yaptıklarının bilincinde değillerdir. Altında yatan duygu ise, korkudur! Kendisinden aşağıda olursa, ona minnetle bağlı olacağını, pervaneler gibi etrafında dolaşacağını zanneder. Ama bu hesap tutmaz! Adam hem bağlanmaz hem de ne pervanesi(!) çelik kapı gibi çarpar suratına suratına... Kötü niyetinden değil, anlamadığından. Zevkler ve renkler tutmadığından!!!

Doğrusu: Aynı kumaştan olacaksın. Gelmişin geçmişin birbirine uyumlu olacak.

Üç:

Saçma sapan: Bazen de saçma sapan adamlara takılırlar. Hatta onlarla evlenirler bile... Mesela sıkıcı olduğunu bile bile evlenir. Cimri olduğunu bile bile flört eder. Niye? Çünkü bir önceki tam tersidir ve o buna razı olur. Ya da seçilir. Kendisinin beğendiğine değil, onu beğenene gider. Önce beğenilmek, sevilmek hoşuna gider ama... Yanlış!

Doğrusu: Hayallerinden değil ama istediklerinden asla vazgeçmeyeceksin.

İşte bu hesap hatalarını yapmasan...

Yazının devamı...

Orta yaş derken?

Orta yaş diye bir olgu yokmuş!

Genç ve yaşlı var da, arası ne oluyor acaba?

Dur bakalım, vardır bir bildikleri...

New York Times’tan Patricia Cohen yazdığı kitapta orta yaş olgusunun bir ‘yapay dönem’ olduğunu yazmış... Cohen’e göre bu yapay dönem, medya, reklam pazarı ve ilaç sanayii tarafından ortaya çıkarılmış.

Tarihi incelenen “orta yaş” olgusunun sadece 150 yıldır yerleşmiş bir kültürel olgu olduğu ortaya konmuş.

Sadece kültürel bir olgu!

O kadar!

E, o zaman birisini tarif ederken orta yaştaysa onu nasıl tarif edeceğiz?

Sığlaşma Dilek!

Bir olgudan bahsediyorlar...

Patricia Cohen’in bu konuyu ele alan kitabının ismi, “In Our Prime: The Invention of Middle Age”

Yani, “En Güzel Dönemimizde: Orta Yaş Uydurması”

Kitapta orta yaşın birçok etken sonucu oluşturulmuş yapay bir dönem olduğunu anlatıyor. Endüstrileşme, modern ilaç sanayii, bürokrasi, medya ve reklam pazarındaki gelişmeler bu dönemin ortaya çıkmasında etkili olmuş.

Kısaca, “Aslında öyle bir şey yok” diyor.

Hatta kitabın ismi gibi, aslında o yaşların insanın en güzel dönemi olduğunu da vurguluyor.

Tamam, gerçekten en güzeli de...

Bunalım da burada başlıyor ya zaten!

Bütün ulaşılan yerler gibi!

Ulaştığında bir boşluk olur ya...

Eee? Bundan sonra ne olacak?, Ne isteyeceksin? Neyi bekleyeceksin heyecanla ve güzel umutlarla?

Yeni bir hedefin olmazsa, o prime time, geri sayımdan başka birşey olmaz! Ya!

Ortada şey gibi kalırsın!

Tıpkı orta yaş gibi...

Heh hee...

Ama Yazar, ‘öyle değil!’ diyor. Ve orta yaşa dair en fazla yanlış bilinenleri sıralıyor.

Bakalım mı?

- Orta yaş bunalımı: Orta yaş grubu arasında bu bunalımı yaşayanların oranı sadece yüzde 10. Zira, 20 ila 30’lu yaşlarda yaşlanmaya dair endişe oranı çok daha yüksek.

(40’lara geldiğinde ‘Vay be! İyiyimiş! Yaşlanmak buysa hiç fena değil’ dersin. 50’ya kadar!)

- Hiçlik sendromu: Hiçlik hissinin tam aksine, araştırmalara göre, hayat boyu verilen çabaların karşılığını görmek orta yaşta kişisel tatmini yükseltiyor.

(Ama orta yaşta hiçlikten anlaşılan bu değil ki! Hiçlik, her akşam başını yastığına koyduğunda, ‘Bugün de hiçbir şey yapmadan geçti’ demektir.)

- Genç sevgili arayışı: Erkeklerin orta yaşta eşlerini daha genç kadınlar için terk ettiği istatistiksel olarak doğru değil. Araştırmalar, evliliklerin genellikle ilk 8 yılda bittiğini gösteriyor.

(Ha, daha genç yaşta sapıtıyorlar yani!)

- Menopoz evresi: Araştırmalara göre, kadınların yüzde 62’si regl olmaktan kurtulduğu için kendini şanslı hissediyor.

(Kalan yüzde 38 de, Türkiye’de yaşıyor herhalde! Burada bir araştırma yapsan, zaten kadınların yüzde 90’ı 65’inde menopoza giriyor!)

- Libidonun düşmesi: Araştırmalarda testosteron seviyelerindeki azalmaya bağlı cinsel isteksizliğin, sanıldığı gibi yaşla ilgili değil stres, kötü beslenme ve tembellikle ilgili olduğu bulunmuştu.

(Düşüyor ama! Niye 30’larında üşenmiyorsun? Hem de daha stresliyken!!! Hı?)

Yazının devamı...

Kaybolan yıllar, gelecek günlere karşı!

Hani dün, “Ölüm döşeğinde insan nelerden pişman olur”a değinmiştim.

Bugün biraz daha ayrıntıya girelim mi?

Klasik ama insanı her zaman oyalayan da bir konu.

Hatırlayacaksınız, yıllar boyunca ölümü bekleyen hastalara bakan bir hemşire, onlara hayatlarının son günlerinde en çok ne için pişman olduklarını sormuş ve aldığı yanıtların temelde benzer olduğunu görmüş. Bunları da beş başlık altında toplamış.

Dedim ya, klasik, basit ama bir kez daha düşünmemizde hiçbir sakınca yok!

Hatta belki de hayatımız boyunca kimbilir kaç kez daha “Evet yaa...” diyeceğimiz şeyler...

Yaşarsak tabii!!!

Şimdi o maddelere bakalım...

Ama önce şunu belirtmem lazım:

“İnsanın pişman olmayacağı şeyleri yapmasının parayla ilgisi yoktur!“

Zira insanın hayal ettiği gibi bir hayat sürmesiyle, güzel yaşaması arasında fark vardır. Ve biri diğerini gerektirmez!

Yoksa herkes ne bileyim, mesela dünyayı gezmek ister. Ama gezemiyorum diye de mutsuz olacaksan...

O zaman, “dünyada belirli bir gelire sahip olanlar mutlu olur” gibi abuk bir sonuç çıkar. Ki bu da çok saçma ve sığ değil mi?

Evli-çocuklu falan olmak, sorumluluklar da engel değil!

Hiç kaçarınız yok yani!

Zaten ölüm döşeğinde pişman olunan şeyleri okuduğunuzda bunu göreceksiniz.

Ölümün karşısında para veya engel olarak gördüğünüz hiçbir şeyin anlamı yok!

O halde yaşamın karşısında da olmasın!

Şimdi bakalım mı?

Ölüm döşeğindekiler en fazla nelere pişman olmuşlar...

1- Keşke başkalarının benden beklediği hayatı sürmek yerine, düşlerimi gerçekleştirme cesaretim olsaydı.

(O cesaret mesela... Bir yerde satılmıyor! Bedava! Niye almıyorsun?)

2- “Keşke bu kadar çok çalışmasaydım.”

(Bu benim aklıma pek yatmadı. Çalışma hastası olanlar, ölüm döşeğinde bile sanki, ‘İyileşsem de çalışsam’ der gibidirler... Zira başka bir şeyden zevk almasını bilmezler, sıkılırlar.)

3- “Keşke duygularımı dile getirmeye cesaretim olsaydı.”

(Bazen sevdiğini bazen kızdığını söyleyemezsin ya... Birine cesaret edemez, ötekinden utanırsın hani... İkisi de korkaklıktır aslında. Korkma diyorlar, korkma!)

4- “Keşke arkadaşlarımla ilişkimi sürdürseydim.”

(Bence en önemli madde bu! Ben size söyleyeyim; ne çocuklar ne kocan ne karın ne kardeşin... Bu hayatta ne varsa arkadaşlarında var! Sandığımızın tam tersine; onlar geçici, arkadaşlar kalıcı! Değerini vermek, onları korumak, kollamak lazım.)

5. “Keşke kendime daha çok mutlu olmak için izin verseydim.”

(Yoksa bu madde daha mı önemli? İnsanlar mutluluğun aslında bir seçim olduğunu ölüm anı gelince anlıyorlarmış. Ne tuhaf değil mi? Alışkanlıklarından vazgeçmek istemeyenlerin değişme korkusu yaşadığını ve daha fazla mutlu olma şansını kendi kendilerine yok ettiklerini de söylemiş. Bu da, boşanamayanlara... Oysa değişmek ve o değişimi yaşamak için boşanmak da gerekmiyor ki!)

Yok yok...

Daha önemlisini buldum.

En önemlisini...

Diyorlarmış ki:

“Keşke daha çok gülseydim, keşke aptalca şeyler yapmaktan bu kadar korkmasaydım.”

Şimdi bir arkanıza bakın, geçmişinize...

Bir de yarına, öbür güne; geleceğe...

Hadi bakalım... Kaybolan yıllarınız gelecek günlerinize meydan okusun.

Zamanıdır...

Yazının devamı...

Bazı günler birşeyler söyler

Hani bazı günler vardır, diğerlerinden farklı...

Farkı şudur:

Israrla sana birşeyler anlatmaya çalışır.

Öyle şeyler peş peşe olur ki, “Yok artık!” dersin, “Bütün bunlar bana birşeyler anlatmaya çalışıyor!”

Mesela o gün her zamankinden daha fazla sigarayı bırakmayı düşünüyorsundur. Hatta o meşhur kitabı alıp okumaya bile karar vermişsindir.

İşte o gün...

Hem de sabah sabah gazetede, sigaradan o yıl kaç kişinin öldüğü haberini okursun. Hemen arkasından işe gelirsin, masanın üzerinde bir zarf, zarfın içinde bir kitap, “Yok artık!” dersin. O kitap! Hem de “Sigara iradeyle bırakılmaz” diye başlıyor.

Biraz sonra arkadaşın arar, sigarayı bıraktığını söyler.

Bütün bunlar 3-4 saat içinde olur.

Şimdi bugün sana bir şey anlatmaya çalışmıyor mu?

Ya da ne bileyim, o gün kimi arasan bulamazsın, hiçbir işini halledemezsin. O gün sana, “Bırak, bugün hiçbir şey yapma” diyordur.

Vardır bir bildiği...

İyi şeyler de olur bazen. O gün uğurludur, sihirlidir. Neşelidir...

Fark edersen, şansını zorlarsın.

En kötü ihtimalle eğlenirsin.

Önceki gün böyle günlerden birini yaşadım.

Evden çıkışımdan belliydi, dün bana bir şey anlatmaya başlamıştı bile... Öyle apar topar çıkmıştım ki!

Numune Hastanesi’nin, Az Görenler Birimi’ne gidecektim.

Gittim de...

Ama oradan böyle döneceğim hiç aklıma gelmemişti.

Tutamıyordum gözyaşlarımı.

Yaşlandım mı, ne?

Üzülürsün, düşünürsün de bu ağlamak niye?

O genç adam, “Hani elektrikler kesilir ya, öyle oldu. Bir anda karardı“ dediğinde koptum galiba...

Onca ‘kararma’ hikâyesinden sonra bu son damlaydı herhalde...

Belki de, uzaklara bakabildiğinde, “Dünyada bunların olduğunu niye bana daha önce söylemediniz?” diyerek ağlayan gencin hikâyesini dinlediğimde dağılmışımdır..

Yoksa o son damla, dünyanın nasıl bir şey olduğunu anlayabilmek, sadece 1 saatliğine görmeye razı olanlar için miydi?

Ya da binde 1 fazla görebilmeleri için deliler gibi uğraşan Dr. Ayşe Turan’a sevgiyle bağlanmalarına mıydı?

Bilmiyorum...

Akşam eve geldiğimde üzerimde ağır, çok ağır bir yük var gibiydi. Televizyonu açtım, o da ne?

“Kelebek ve Dalgıç” filmi...

Geçirdiği beyin kanamasından sonra 43 yaşında sol gözünün görme yetisi hariç bütün bedensel fonksiyonlarını yitiren Elle dergisi editörünün gerçek hikâyesi...

“Yok artık!” dedim.

Ama seyrettim de!

Ne tuhaf! O da sadece görebiliyordu...

Editör öldüğünde, ben de uyudum.

Dün sabah işe geldim, gazeteleri okurken bu sefer de o haberi gördüm:

“Ölüm döşeğinde insan nelerden pişman olur?”

Yıllar boyunca evlerinde ölümü bekleyen hastalarla çalışan bir hemşire, insanların son günlerinde en çok nelerden pişmanlık duyduklarını listelemiş. 5 madde, “başkalarının benden beklediği hayat yerine düşlerimi gerçekleştirseydim”, “Keşke bu kadar çok çalışmasaydım”, “Keşke duygularımı dile getirseydim”, “Keşke arkadaşlarımdan kopmasaydım”, “Keşke daha çok mutlu olsaydım.”

En çok da “Keşke daha çok gülseydim, keşke aptalca şeyler yapmaktan bu kadar korkmasaydım” diyorlarmış.

Tamam, bunların hiçbiri ilginç ve yeni şeyler değil.

Ama sizce geçen iki gün, bana bir şeyler anlatmaya çalışmamış mı?

Ben mi alındım yoksa?

Düşünüp duruyorum şimdi:

Ne yapsam?

Ne yapsam?

Ne yapmasam???

Dur bakalım, belki bunu bana ‘bugün’ söyler...

Yazının devamı...

Gerçekten seviyor mu?

Bazen en çok öğrenmek istediğimiz şey bu olur; onun aklının içine girebilsek, bir öğrenebilsek:

“Gerçekten seviyor mu?”

Oysa bu sorunun cevabının cevabını bazen o bile bilmez! Aklına girmek istediğin kimse, o bile...

Hatta zamanlama bile önemlidir.

Aklına öyle bir zamanda girersin ki, bırak gerçekten sevmeyi, dünyada senden başka, senden fazla kimseyi sevmiyordur.

Ama başka bir anında...

Aklı, “E, seviyoruz işte...“ diye savuşturuverir.

İşte bu yüzden onun aklının içine girmek çok da iyi fikir değildir!

Bir de şu var tabii:

Senin de aklının içine birileri girmek isteyebilir! (Allah korusun!!!)

Seni gerçekten sevip sevmediğini aslında hissedersin.

Ama...

Hislerine güvenmiyorsan...

Kendi aklınla bunu öğrenmenin yolları da vardır.

Çeşitli yolları vardır...

Bunlardan birini Ali bulmuş.

Buyrun size bir erkeğin “Sevgi Testi:”



- “Sevgiliniz işinde terfi ettiğinde yahut başarılı bir iş yapıp takdir edildiğinde heyecanla sizi arayacaktır.

Heyecanınızın şiddeti aynı dozda değilse hatta dozu bırakın bu başarı yahut terfi sizi hiç heyecanlandırmadıysa sıradan bir telefon konuşması yapıp telefonu bir an önce kapattıysanız;

‘Kontur’ diyerek daha o dakika arkadaşlarınızın benzer yakın tarihli başarılarını araya sıkıştırdıysanız;

Haberi duyduğunuzda sevinç yerine içinizde uyanan duygunun adı hafif yollu kıskançlıksa;

İlk tepki olarak ‘bunu mutlaka kutlamalıyız’ diye başlayan bir cümle kurmuşsanız ki bu cümle riyanın en büyüğünü, en adisini gizler içerisinde...

Âşık bir kişi ‘doğum gününü kutlamalıyız’ diye bir cümle kurmaz; sürpriz kutlama yapar, yüzük alır, gündüz iş yerine çiçek gönderir, otel rezervasyonu yaptırır (fanteziye bakar mısın) vb...

Aynı şekilde, ‘aşkım harikasın’ yerine riyakârca ‘çok sevindim’ demişseniz;

Konuşurken heyecan içindeki yüzü yerine sadece onu telefonla konuşurken hayal ediyorsanız;

Akşam için bir sürpriz hazırlamakla uğraşmak yerine telefonu kapatıp işinize döndüyseniz;

Telefonu kapattıktan sonra çiçekçiyi aramak yerine şirketin muhasebecisini aradıysanız;

Sevgilinizin o çiçeği bütün bir gün boş yere bekleyeceğini ve beklentisinde de haklı olduğunu öngöremiyorsanız;

Bu haberi çevrenizden veya yakınlarınızdan biriyle heyecan ve gururla paylaşmadıysanız; haber kendi işinizle ilgili bir iç muhasebe yapma isteği uyandırdıysa ve bunu yaptıysanız;

Onun başarısını kendi başarılarınızla mukayese edip küçümsüyorsanız...

Bu ilişki sizin için uzatmalar dâhil çoktan bitmiş ve ne yazık ki siz bunun farkında bile değilsiniz. Daha fenası o da farkında değil ve maalesef bu mutlu haberi paylaşmak için hâlâ ilk sizi arıyor.”

Yazının devamı...

Kaybolan libido nerededir?

“Tam ortasında çay için” önerisinde bulunmuştu ya...

İngiliz terapist G. Marshall, daha iyi ve zevkli bir seks hayatının ipuçlarını verirken...

“Sevişirken ara verip çay için” demişti de, dün yeterince geyiğini yapmıştık!

Ama o bu kadarla da kalmıyor; yatak odasında mutluluk için başka önerileri de var.

Bakalım mı...



- “Seksten birkaç hafta uzak durun, onun yerine sadece birbirinize dokunun.”

(Ne birkaç haftası! Zaten aylardır uzak kalındığı için bu öneriler okunuyor... Sadece dokunmaya gelince... Valla ilk dokunan kaybeder! Neyi kaybeder? Prestijini! Zira dokunulan tarafın ne söyleyeceği malum: “N’apıyorsun be!“ Öyle mal gibi kalırsın! Kendini kurtarmak için ne diyebilirsin ki?? “Pardon ya, seni bir an George Clooney/Penolpe Cruz sanmıştım da!“ Gerçi onun cevabı da hazırdır, “Hıı... O da seni bekliyordu, gelse de bana böyle dokunsa diye!!“ Yani dokunmaktan çok dokundururuz biz.)

- “Çocuklarınız varsa yatak odanızın kapısını kilitleyin, sesinizin duyulmasından çekiniyorsanız müzik çalın.”

(Hıı... Oldu! Çocuklar da salaktı zaten! “Hişt o’lum, bunlar yine sevişme denemesi yapıyorlar!“ Bir de müziği kapatıp odadan çıkmak var tabii... Burada da ilk çıkan kaybeder!)

- “Seks her zaman anlık olmak zorunda değildir. Sevişmek için plan yapın.”

(“O zaman niye evlendik?“ diyenler çıkacaktır, ki haklılar, ki planla programla ne kadar, nereye kadar, ne yani???)

- “Partnerinizle aynı saatte yatın, telefon, bilgisayar gibi dikkat dağıtıcı şeyleri uzak tutun.”

(İşte en gıcığı! Durumun meali şudur: “Hadi yatalım...“ Niye?’ “Hiiiç!!! Şey yapacaktım da!“ Böyle olur mu? Olmaz. )

- “Birbirinizle iletişim kurun.”

(İletişim derken? Yatakta, “Kimin hayalini kurarsın?“ gibi tuzak sorular gibi mi? E, herhalde “Dünyaya bir daha gelseydin, kim olmak isterdin?” türünden bir iletişimden bahsetmiyordur! Umarım!!! Hele, “Yine kendim olmak isterdim“ cevabı gelirse zaten bu ayrılma sebebi! Ha, “Sen kim olmamı isterdin?” diye karşı soru soracak, sonra da... Böyle birileri de kalmadı artık zaten!!) )

- “Sorunlara odaklanmayın, seks hayatınızda neyin iyi olduğundan, geçmişte nelerden hoşlandığınızdan bahsedin.”

(Bahsedelim de başımız beladan kurtulmasın! Kimse geçmişinden daha kötü olduğunu duymak istemez. Duyarsa da oradan kaçıp gitmek ister. Benim bildiğim budur!)



Ben size bir şey söyleyeyim mi?

Bunların hepsi boş!

Kaybolan cinselliği bulmanın tek bir yolu vardır. Tek!

Yazının devamı...

Olmadı çay demleriz!

Daha önce de yazmıştım galiba ama fıkranın da tam yeri geldi:

Hani adamda aylardır tık yokmuş da, iş yerinde bir kıpırtı hissedince hemen evini, karısını aramış,

- Hanım sen hemen suyu ısıt ben geliyorum. Oldu oldu, olmadı çay demleriz!..

Şimdi bunun yeri neresi diye soruyorsunuz, doğal olarak...

Geçenlerde bir haber okumuştum belki siz de gördünüz,

“Sevişirken ara verip çay için“ diye...

İngiliz terapist Andrew Marshall, çiftlere sevişmenin ortasında ara verip bir bardak çay içmelerini önermiş.

Diyor ki:

“Eğer sevişmenin ortasında durup birer fincan çay içip sohbet ederseniz, seksin sona ulaşılması gereken bir yarış olmadığını görürsünüz. Bu birbirinize yakın olmanızı sağlar ve 15 dakika süren seks, 1,5-2 saat sürer.”

Adamların çayı meşhur olduğundan herhalde...

O zaman bu durum her ülkeye göre değişir! Bizde mesela...

Neyimiz meşhur?

Misafirperverliğimiz!

Yok artık! Ortasında misafir mi çağıracağız??? O başka durumlara işaret eder ve bizi bozar! Düşününce bozmaz da pratikte bozar. O da, düşüncede dahi olsa isim vermemek kaydıyla!

Anladınız siz onu!

Tabii aramızda isim de veren bazı salaklar olduğu kesin!

Neyse biz konumuza dönelim...

Bir kere, konunun tartışılabilir yapıda olduğu kesin.

Zira bu öneriyi çok saçma bulanlar ve çok uygun bulanlar var.

İki farklı taraf var yani...

Önce çoğunluk taraftan başlayayım yani saçma bulanlardan...

Haberi okur okumaz:

“Hayatımda böyle saçma bir şey duymadım! Tam ortasında ‘Bir dakika!’ deyip çay demlemeye gideceksin! Yok artık!“ diyenler...

Onları en güzel diyaloglarıyla anlatabilirim:

“Düşünsene, adam tam ortasında, “Aşkım hadi bi çay demle de içelim” diyor!”

“Yok, ben düşünemiyorum...”

“Ben düşünüyorum da ne oluyor. Çünkü o sırada adamı kovuyorum!”

“Hayır bari, espresso falan içilse!!!”

“Adam bir de boza istermiş!!! Heh hee...”

“Valla bunun bir yarış olmadığını görürüz de, seks olmadığını da görürüz.”

“Amaaan, uzasın isteyen kim?”

“Gecenin 2’sinde onunla mı uğraşacan?”

“Gecenin 2’si mi?”

“Ben kalkıp demleyemem, o yaparsa...”

“Salak, feministliğin sırası mı?”

“Hayır, kime göre ortası? Kim belirleyecek ortasını?”

“Ben, ‘çay demleyeyim’ diyen kadınla devam edemem!”

“Çayı içerim de sonrası için söz veremem!”

“Oldu, oldu; olmadı çay demlersiniz!!”

Pekii...

Öteki taraf neler diyor?

Bu fikri benimseyenler yani...

Onlar gayet “cool”lar...

“Canım sizin uzatmaya niyetiniz yok, şarlıyorsunuz! Çay olmaz da, şarap olur, konyak-grappa olur...”

“Güzel bir şey yaşıyorsanız niye onu hemen bitirmeye çalışasınız ki?”

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.