Şampiy10
Magazin
Gündem

Lisede evlenme...

Şimdi size iki kamu spotunu hatırlatacağım:

“Sevgili vatandaşlarım,

Çocuklarımız bizim en büyük servetimizdir. Bu serveti daha kıymetli hâle getirmek için onların eğitimine çok dikkat etmeli ve çok iyi eğitim vermeliyiz.

Özellikle de kız çocuklarının eğitimine daha çok önem vermeliyiz. İnanıyorum ki, 2013 yılına geldiğimizde nüfusumuzun yüzde 100’ü okuyan ve tamamı üreten bir nesle sahip olacağız.”

Hatırladınız değil mi?

Cumhurbaşkanımızın kamu spotu...

İkincisi de Başbakanımızın:

“Değerli Veliler,

Kız çocuklarımız okusunlar, eğitim haklarından mahrum kalmasınlar. Okuyup meslek sahibi olsunlar.

Anne-babalar kızlarıyla, kızlar da anne-babalarıyla gurur duysunlar. Evlatlarımız kıymetimiz, okumaları geleceğimizdir.”

Bu iki spot da, özellikle kız çocukların okuması için yürütelen kampanyadan...

Biliyorsunuz...

Hâlâ televizyonlarda dönüyor.

Onlar her gün televizyonlarda bunları söylerken...

Bir yandan da aynı konuda bir yönetmelik taslağı hazırlanıyor. Bizim gazetede Kıvanç El‘in haberinde okumuşsunuzdur:

Mevcut yönetmelikte bulunan, “Öğrenci iken evlenenlerin kayıtları silinerek okulla ilişkileri kesilir” maddesi, yeni düzenlemede yok.

Kaldırılmış!

Yani lisede okuyan kız çocuklarına “evlenme izni” veriyorlar.

Daha doğrusu “evlendirilme” izni...

E, o zaman en büyük servetimizden kız olanları nasıl okuyacak?

Sabah okula gidecek, eve gelip yemek yapacak, ortalık toplayacak, çamaşır, ütü falan... Akşam kocasını eğleyecek, sonra oturup ders çalışacak!

Kocası da, o yaşta kızla evlenmiş kocası da ona ders çalıştıracak!

Çalışamazsa, öğretmenine nedenini anlatır artık!

“Kayınvalidemler geldi de...”

Lisedeki kız yapacak bütün bunları...

Daha oyun çağında!

Yaşıtlarıyla ilişkileri de cabası...

Hayatı nerede, nereden anlamaya başladığı da!

Ne üretecek?

Çocuk!

Düşünsenize, lisede hamile kızlar!

Oldu olacak, liselere kreş de açılsın. Hani çocukları olursa! Oraya bırakırlar!!!

Anne-babalar kız çocuklarıyla nasıl gurur duyacak?

Peki ya o kız çocuğu anne-babasıyla nasıl gurur duyacak?

“Babacığım iyi ki beni 15 yaşında evlendirdin, seninle gurur duyuyorum” mu diyecek?

Yoksa...

Daha da önemlisi, 14-17 yaş arasında kız çocukların...

“Çocuk”ların zorla evlendirilmeleri acıklı değil mi?

Onlara yazık değil mi?

Hani okulda yoklama yapan öğretmene, o sırada evlendirildiği için “burada” diyemeyen kız çocuğu vardı ya...

Biz o spotu izlediğimizde hüzünlenirken siz seviniyor muydunuz?

Liseli kızlara evlenme izni...

Aslında tam tersi için uğraşmıyor muyduk?

Bunu neden yapıyorsunuz?

Kız çocuklarının önünü neden kesiyorsunuz?

Neden?

Yazının devamı...

Yeni Behzat Ç. Senaryosu

Senaryo değişiyor.

Değiştiriyorlar.

Behzat Ç’ninki değişmiş çok mu?

E, kimsenin de itirazı yok!

O halde ben de yeni bir Behzat Ç. senaryosu için fikir verebilirim!

Şimdii...

Behzat Ç. ile Savcı Esra evlendiler ya...

Esra hemen hamile kalsın. E, artık o eve sığamayacaklarından Çukurambar’da büyükçe bir eve çıksınlar.

Zira üç çocuk hayalleri var.

Bir de yeni evi döşemesi gerekiyor tabii...

Salona altın varaklı, kapitone, düğmeleri taşlı, parlak kumaştan desenli koltuk takımı alsın.

Yerde kabartmalı Çin halısı...

Savcı Esra işten ayrılsın. Artık “hanım” günlerine katılmaya başlasın. Ama bunu gönüllü olarak yapsın. Zevk alsın yani...

Behzat, saçı-sakalı kesecek tabii... Ama şey bıyık bırakacak; hani inceltilmiş...

Zira gelecek seçimlerde milletvekili adayı olacak. Afyon’dan 1. sıra...

Bursa’ya Emniyet Müdürü de olabilir.

Mutlu bir hayatları olacak.

Akbaba da, saçları kesip küpesini çıkaracak. Artık doğru yolu bulacak. Gittiği kahvede biriyle tanışıp onunla umreye gidecek. Ama orayı o kadar sevecek ki, kendini alamayıp 18 kere daha gidecek. Daha sonra teyzesinin kızıyla evlenecek.

Hayalet, Ergenekon’dan tutuklanacak. Gazeteci kızla yaptığı telefon konuşmalarından... Öteki gazeteci kız vardı ya, onunla aynı cezaevindeler... Orada duvardan duvara... Kavuşmaya, pardon konuşmaya çalışacaklar.

Şevket de şikeden içeri girecek. Ama fazla kalmayacak.

Harun...

Harun Eda‘yı döverek ondan ayrılacak. Eski nişanlısıyla evlenecek. Likit yumurta işine girecek. Ama bu arada Eda’yı da takip edecek; onun başkasıyla birlikte olmasını engelleyecek. Eda bu durumu hiçbir hâkime anlatamayacak.

Aziz Abi, tecavüzden tutuklanacak ama 2 ay içinde nasıl olduysa serbest kalacak.

Şule bütün bunlara dayanamayıp evden kaçacak. Devlet Tiyatroları’nda çalışmaya başlayacak.

Buna katlanamayan Behzat Ç. hemen, Devlet Tiyatroları’nın özelleştirilmesiyle ilgili bir soru önergesi verecek.

Ve Şule, yüzyıllardır insanoğlunun bulamadığı o sorunun cevabını bulacak:

“Sanat sanat için mi yoksa toplum için midir?”

“Sanat, hükümetler içindir!”

Yazının devamı...

Parkta öpüşme eylemi

Okudunuz...

Ya da duydunuz; Bursa Emniyet Müdürü, “her çalının dibi yatak odası gibi, kanıma dokunuyor” demiş.

Ben, bir emniyet müdürünün kanına başka şeylerin dokunmasını isterdim. En azından onlar konusunda beyanat vermesini...

Mesela, emniyet yetkilileri ciddiye almadığı için kocası tarafından sokak ortasında çocuğunun gözü önünde öldürülen kadınların hâli...

Hadi kadını geçtim o çocuğun hâli kanınıza dokunsun bari...

Yolda yürürken çalıların arasına bakacağınıza, yardım isteyen kadınlara baksanız!

Aynı iştahla!

Belki o anda da kanınız hareketlenir.

Ben asıl neyi merak ediyorum biliyor musunuz?

Biz de parklarda yürüyoruz.

Biz de parklardaki gençleri görüyoruz.

Her çalının altı yatak odası gibi mi?

Hayır!

Siz hiç kedi-köpek gibi parklarda çiftleşen gençlere rastladınız mı?

En fazla öpüşüyorlar...

En azı, sarılarak ya da el ele oturuyorlar...

Bunları görüyoruz değil mi?

Biz bunları görüyoruz.

Şöyle bir bakıp gülümseyip kafamızı çeviriyoruz. Ha, çok da acelen yoksa (düşünce anlamında) içinden “Ne güzel!” deyip geçiyoruz.

İşimize, aklımıza geri dönüyoruz.

Onlar da aynı manzaraya bakıyorlar.

Sadece o Emniyet Müdürü değil, onun gibi düşünen herkes...

Sanırım onlar başka bir şeyler görüyorlar!

Ne acaba?

Ne görüyorlar?

İşte ben bunu çok merak ediyorum...

Ne hissediyorlar ki kanlarına dokunuyor?

Neden rahatsız oluyorlar?

Sarılmak, öpüşmek onlar için bu kadar mı kötü bir şey?

Ayıp mı?

Suç mu?

Günah mı?

Bu sorunun onlardaki cevabını da biliyorum:

“Kardeşim gitsinler evlerinde, otelde ne yapacaklarsa yapsınlar!”

Hııı...

Şimdi anlaşıldı onların ne gördükleri...

Öpüşen çiftlere bakınca, ancak evde yapılacak eylemleri görüyorlar.

Şimdi onlara, “bakın; iki insan sadece sarılmak ya da sadece öpüşmek isteyebilir ve bu da kötü bir şey değildir”i nasıl anlatırsın?

Ben sarılan gençleri sarılmış olarak görürken onlar sevişiyor olarak görüyor.

Ya da öyle hissediyor.

İşin aslı, o bundan da nefret ediyor. Sevişmeyi de “günah“, “ayıp” olarak görüyor. Olayın başlangıcı da bu zaten!

Bir kadının elini tutmanın, ona sarılmanın, onu öpmenin anlamı yok ki kafalarda.

Bu zihniyete göre, “Bir kadına karşı sadece pornografik duygular beslenir, o da ayıptır.”

E, bence de!

Asıl ayıp budur!

Bu zihniyet.

Tecavüzcülerin cezasını azaltan...

Filmlerde, heykel ve resimlerde cinselliğin c’sine katlanamayan zihniyetin aynısı.

Nefret ediyorlar.

Hani bıraksan ne yapacaklar acaba? Ne söyleyecekler?

Sokakta bu iş için 70 personel görevlendireceklermiş.

Asayişi sağlamak için!

Gerçi benim ve çevremdeki herkesin evine giren hiçbir hırsızı yakalayamadılar ama, olsun!

Şimdi de...

Ava çıkarıyorlar!

Var mısınız av olmaya...

Parklara çıkalım, öpüşelim...

Yazının devamı...

Köle manifestosu

Haberi okumuşsunuzdur, başlık şuydu: “Einstein’dan eşine ‘köle’ manifestosu”

Einstein’ın karısına koyduğu kurallar ortaya çıkmış. Ve şok etkisi yaratmış!

Niye şoke oldularsa???

Bakın neye olmuşlar?

Ünlü fizikçinin, Avrupa’nın ilk kadın matematikçilerinden eşi Mileva Maric için hazırladığı manifestoda konuşmasından, oturmasına her konuda bir dizi yasak yer alıyormuş!

Hele ben, şok üstüne şok geçirdim!

Ne len bu?

Bu haberin yanındaki haberden şoke olmuyor; hani karısını sokak ortasında üstelik çocuğunun gözleri önünde öldüren adam haberinden, bundan oluyor!

Ben de sana şoke oldum o zaman!

Şoke olma nedenleri de varmış ama!

- “Dünyanın en iyi fizikçisi kabul edilen Albert Einstein’ın, bilime yaptığı kusursuz hizmeti özel hayatında eşinden sakındığı için...”

Ne yani!

Fen bilimleriyle uğraşanlar kadınlara iyi davranır diye bir şey mi var?

Dâhi fizikçinin ilk eşi için hazırladığı “kadın düşmanı” kurallar duyanları hayrete düşürüyormuş.

Hikâye de şu:

Matematikçi eşi Mileva Maric’le evliliği 11’inci yılında çıkmaza giren Einstein bir manifesto hazırlamış. Einstein, bu manifestoyu çocuklarının hatırına evliliklerini yürütebilmenin tek yolu olarak Maric’e dayatmış, çaresiz kadın ise kabul etmek zorunda kalmış. Fakat manifestonun içinde “Maric’i bir kadın ve eş sıfatından çok ötede konumlandıran Einstein, ev işlerinin ve kendi bakımının sorunsuz yerine getirilmesini istiyor, karşılığında Maric’in izinsiz konuşmasını ve hatta kendisine yaklaşmasını da yasaklıyormuş.”

Manifestonun tam metni de şöyle:

- Einstein’ın kıyafetlerini ve dolabını temiz tutacak

- Hazırladığı üç öğün yemeği Einstein’ın odasına servis edecek

- Yatak odasını ve çalışma odasını toplayacak, masasını asla kullanmayacak

- Einstein’la yan yana oturmayacak

- Dışarıda veya seyahatlerde ona eşlik etmeyecek

- Cinsel hiçbir yakınlık beklemeyecek

- İstemediğinde konuşmayacak

- İstediğinde ihtiyacı olan konu üzerinde çalışacak

Biz buna mutlu evlilik diyoruz!

Heh heh hee...

Bizimkiler ne yapsın?

Bu, “Köle manifestosu”ysa bizimkilerinkine ne demeli?

Onları yap, üzerine kazandığın bütün parayı kocaya ver, bütün gün çalış, eve gel, evi topla, yemek yap, çamaşırları yıka, sofrayı kur, topla, ütü yap, çocuklarla ilgilen, onların bakımını yap, bunların üzerine azar işit, aşağılan, aldatıl, dayak ye, tecavüze uğra (kocan tarafından!), kaprisini çek, hiçbir yeniliği ağzına dahi alama, hiçbir yere gideme, arkadaşını seçeme vs...

Sen bu dünyaya niye geldin?

Bu kurallar altında Einstein’la aynı çatı altında daha fazla yaşayamayacağını anlayan Maric, birkaç ay içerisinde iki oğluyla birlikte onu terk etmiş.

Bizde onu da yapamazsın!

Hem de okumuş, kariyer sahibi, para kazanan kadınlar...

Hatta ölüm korkusu yoksa bile...

Terk edemez.

Einstein’a yakıştırmıyorlarmış!

Kendinize neleri yakıştırıyorsunuz?

Hı?

Not: Bunları okutun dananıza, bakın hiçbiri üzerine alınmaz. Kendi yapmıyormuş zanneder!

Yazının devamı...

İlle de anlaşmak mı lazım?

Hatırlar mısınız acaba? Birkaç hafta önce çocukların evlilik hakkında söylediklerini yazmıştım.

Tam olarak şöyleydi:

10 yaşındaki bir çocuk, “Kiminle evleneceğinize nasıl karar verirsiniz?” sorusuna şu cevabı vermişti:

“Aynı şeylerden hoşlandığın birini bulmalısın. Mesela, erkek spor seviyorsa, kadın da onun sporu seviyor olmasını sevmeli.”

Arkasından, geçenlerde Mosuo şehrinden bahsetmiştim; hani anaerkil toplumda kadın-erkek ilişkilerini anlatmıştım. Bir şeyi atlayarak...

O da şuydu:

“Oradaki kadınlar ve erkekler birbirlerini anlıyorlar mı?”

Sorunun cevabı da hazırdı:

“Hayır hayır, kesinlikle birbirlerini anlamıyorlar ve zaten anlamaya çalışmıyorlar. Çünkü bu tarz toplumlarda yani anaerkil toplumlarda kadınlar, biz erkeklerin sınırlarını biliyorlar ve kapasitemizi aşmamızı beklemiyorlar! İşte bu kadar basit. Erkeklerden problem çözmelerini beklemiyorlar, veremeyecekleri şeyi istemiyorlar. Karşılık alamayacaklarının bilincindeler.”

Bu tavrın kadınlar versiyonunu da sizin düşünmeniz gerektiğini söylememe gerek var mı?

O küçük çocuğun bu büyük sözleri ve Mosuo kadınları bende bir şeyleri değiştirmişti.

Akıl frekansımı...

Tıpkı radyo kanalı değiştirir gibi!

Tık(!) başka bir frekansa geçtim.

Hani bir türlü asıl yanlış olanın ne olduğunu bulamazsın ya...

Bir sürü alternatif düşünür, bulursun ama sorunu hiçbiri çözmez. Çünkü asıl yanlışı bulamamışsındır.

Dünyaca asıl yanlışı bulamadık, 10 yaşındaki çocuk buldu. (Hoş, büyüyünce hatırlar mı, bilemem. Hatırlasa uygular mı? Ona da garanti veremem.)

“Sporu değil, onun spor yapıyor olmasını sevmeli” dedi, işi bitirdi.

Binlerce bilim insanını altetti.

Dünyanın ücra bir köşesinde kimsenin tanımadığı Mosuo kadınları ve erkekleri de...

“Birbirimizi anlamaya çalışmıyoruz” dediler.

Oysa şimdiye kadar bildiğimiz, uygulamaya çalıştığımız neydi?

“Birbirimizi anlamaya çalışmak, anlayış göstermek, birlikte bir şeyler yapmak” falan...

E, olamadı...

Olmuyor...

Kimse birbirini anlayamıyor.

Anlamaya çalışarak patinaj yapıyor.

Hem de milyonca yıllardır...

Hazır her şey altüst olmuşken, kadın-erkek ilişki taşları yerinden oynamışken...

Yeniden yapılandıralım...

Fırsat bu fırsat!

Öteki frekansa geçelim.

Anlayış göstermeden, anlamaya çalışmadan onları kabul edelim. Ve hatta yaptıklarını onu sever gibi sevelim.

Zaten öyle başlamıyor muyuz? Sonradan her şey değişmeye başlıyor!

Düşünün bakalım...

Ben aslında bu kadarla da kalmam!

Siz onu düşünürken bir adım daha atarım.

“Bir ilişkide ille de güven gerekir mi?” diye sorarım.

Şaşırtırım.

Yazının devamı...

Anormal insana, normal ilişki!

Eskiden tam tersiydi; normal insanlar, anormal ilişkiler yaşıyorlardı.

Hani dün ilişkilerin kısa tarihine bakarken o döneme bir göz atmıştım:

“Poposunun internet sitelerinde görüneceğinden korkanlar...

Üç-beş tanesini idare edenler ve edilenler...

Yasak ilişkiler...

Geriye kaldı normal ilişkiler...

De...

İnsanlar bu süreçte anormalleşti...

Anormal insanların normal ilişkisi olur mu? E, olmuyor tabii...” diyerekten.

Şimdi önce, “Niye olmuyor?” ona bakalım, sonra da etrafımıza... “Neredeyiz?” diye...

İşte o dönemde yani normal insanların anormal ilişkiler yaşadığı dönemden çok kötü bir miras kaldı.

Üstelik reddetme şansımız da yok!

İnsanlar anormalleşti.

Daha ne olsun?

Şimdi nasıl anormalleştiğini anlatayım...

Bu iki türlü kendini gösteriyor.

Birincisi hem kadınlarda hem de erkeklerde bir paranoya başladı. İlişki paranoyası...

Kadınlar o kadar incindi, o kadar çok aşağılandılar ki...

Adamlar da, kendilerini o kadar kullanılmış hissedip o kadar çok kadına doydular ki...

Bunlardan geriye kocaman bir paranoya kaldı.

Şimdi her iki taraf da, yeni bir ilişkiye başlarken (başlarlarsa tabii!!) ne yapmayacaklarını hesaplayarak başlıyor.

Ya da “yeni ilişki” hayalinde yapmayacaklarının listesi var.

Yani normali “Şunu yapayım”, “Bunu söyleyeyim” demen gerekir değil mi?

Ama hayır. Tam tersi...

Herkes kıçını kollamaktan, kendini sakınmaktan normal olabilecek bir ilişkinin içine ediyor.

Eskiden yaşadığı bütün kötülükleri yenisine taşıyor. Yahu adam belki öyle değil! Belki kadın sandığın gibi değil!

Ama yok!

O paranoya girdi içimize...

Çıkar mı bilmem.

Hani doğa kanunlarına göre, bir yere giren oradan çıkarmış ama!!!

İkincisi...

Heyecan eşikleri yükseldi.

Bu tehlikeli bir durum. Çünkü artık normal ilişkiler kimseyi kesmiyor. Kavgaların, kıskançlıkların, aldatmaların, aldatılmaların, sırların adrenalinini bu normallik karşılayamıyor tabii...

Bir sürü bencil ve korkak insan, normal bir ilişkide heyecan arıyor.

E, normal bir ilişkide o heyecan bulunamıyor tabii...

Bulsa korkaklığından giremiyor.

Şu an pozisyonumuz bu:

İlişki paranoyasıyla, heyecan atakları arasında,

Normal ilişkilerin, anormal insanları...

Yazının devamı...

Aşk başka bağlılık başka!

Aşkın ömrünü tartışıyorduk:

Sen de 3 yıl, ben diyeyim 5 yıl...

Gel arasını bulalım, 4 olsun.

3,5 yapalım, bilim insanlarının dediği olsun!

Ama onlarınki de ha bire değişiyor.

Ne yapsın garipler, konjonktür değişiyor! Geçen 5 sene öncesiyle, bu sene aynı mı? Aşk-meşk konjonktürü...

Hayır.

5 sene önceki potansiyel şimdi var mı?

Yok.

En azından poposunun internet sitelerinde görüneceğinden korkanlar aradan çıktı!

Üç-beş tanesini idare edenler ve edilenler de...

Yasak ilişkiler çoktan out oldu.

Geriye kaldı “normal ilişkiler...”

De...

İnsanlar bu süreçte anormalleşti....

Anormal insanların normal ilişkisi olur mu? E, olmuyor tabii...

Bu konuyu sonra tartışalım.

Şimdi konumuz, “bağlılık...”

Bağlılığın süresini ölçmüşler.

E tabii, aşk başka, bağlılık başka!

Birine âşık olabilirsin ama ona bağlı olmayabilirsin.

Ya da birine bağlı olabilirsin ama ona âşık olmayabilirsin.

Biz bunun da sınırlarını zorluyoruz, o ayrı... Hem aşk hem de bağlılık olmadan 30 sene evli kalabiliyoruz. Bu da ayrı bir araştırma tezi!

Gelsinler de bunu çözsünler asıl!

Neyse biz onlarınkine dönelim...

Oxford Üniversitesi’nin araştırmasına göre bağlılığın ömrünün kadınlarda ve erkeklerde farklı olduğu ortaya çıkmış.

Kadınlarda ilişkiye bağlılık süresi 14 yıl, erkeklerde ise sadece 7 yılmış.

Araştırma bir telefon operatörüne bağlı 3.2 milyon kişi incelenerek yapılmış.

Bu 3.2 milyon kişinin yaptıkları aramalar ve mesajlaşmalar 7 ay boyunca takip edilmiş. Kullanıcıların en çok bağlantı kurdukları kişi ‘en iyi arkadaşları’, ikinci kişi ise ‘ikinci en iyi arkadaşları’ olarak belirlenmiş.

E, tabii...

Yaptıklarını kime anlatacaksın? En iyi arkadaşına...

Bazen o da yetmez, ikinci en iyi arkadaşına anlatırsın. Artık ne yaptıysan???

Araştırmada ortaya çıkan en ilginç sonuç, erkek ve kadınlardaki karşı cinse bağlılığın süresi olmuş.

Bunu nasıl tespit etmişler ki?

Telefonları mı dinlemişler? Dur bakalım...

Haberde, kadınların yaptıkları aramalara bakılarak, karşı cinse iki kat daha uzun süre bağlı kaldıkları tespit edilmiş.

Ayrıntı vermiyorlar. Başka adamlardan mesaj mı gelmeye başlıyor, ne?

Ya da başka kadınlara mesaj atılıyor! Tuvaletten!!!

Araştırmadan çıkan bir diğer detay ise şu:

“Kadınlarda aşk ilişkilerinin en yoğun yaşandığı yaş 27, erkeklerin ilişkiyi en yoğun yaşadıkları yaş ise 32.”

E, normal.

Zaten o yaşlarda evleniyorlar.

Ne aşkı?

Yazının devamı...

Tufan kim?

Peki erkekler bu durumdan nasıl etkilenir?

Eski sevgilisinin yeni sevgilisi meselesinden...

Onun için eski sevgilisinin yeni sevgilisinin bir önemi veya değeri var mıdır?

Yeni adamı kendisiyle kıyaslar mı?

Tabii asıl soru şu:

Yeni adamın kendisinden daha “iyi” mi yoksa daha “kötü” mü olmasını tercih eder?

Erkekler için “daha iyi” ve “daha kötü”nün anlamı nedir?

Dün aynı soruları kadınlar için sorup cevabını vermiştik.

Sıra geldi erkeklere...



Onların cevabını biliyorum.

Onlar için asıl önemli olanın ne olduğunu da...

Tabii erkeklerin durumu kadınlarınkinden daha zor. Hiçbir kadından ayrılamadıkları için...

Ayrılsalar da ayrılmazlar ya!

Kendi bıraksa da, kendi istemese de hatta kadından zor kurtulmuş olsa da...

Birlikte oldukları bütün kadınların, sonsuza kadar kendilerine bağlı kalmasını isterler. Hatta istemekle kalmaz bunda diretirler.

Daha doğrusu, öyle olması doğalmış gibi yaşarlar.

Bunun tek bir nedeni vardır aslında...

O kadının daha “iyisine” rastlama ihtimalini ortadan kaldırmak!

“İyi”den ne kastettiğmiz belli herhalde!

Yoksa daha yakışıklı, daha zengin, daha kaliteli, daha kariyerli falan olmasının o kadar önemi yoktur.

Yeter ki, orada daha iyi olmasın!

Durum böyle olunca, eski sevgililerinin yeni sevgilileri onlar için çok önemlidir.

Zira bunlardaki hep en iyi olma isteği, kendini aşıp en iyi olduklarına inanmaya kadar varmıştır.

Kendini inandırmış, yetmemiş gibi kadını da inandırmıştır. Ya da inandırdığını sanır.

Bu yüzden ortaya başka bir erkek çıktığı anda dağılırlar.

Yıllarca içlerinde bastırdıkları o şüphe uyanır.

Ve o soruyu sorarlar:

“Ya en iyi sen değilsen?”

İçlerindeki şüphe bu soruyu sorup susmaz. Devam eder:

“Ki olmayabilirsin... Şimdi bunu herkes anlayacak!”

Çünkü bunlar hem çok iyi olduklarından emin olup hem de öyle olduğundan aynı derecede şüphe duyarlar.

Daha da ilginci ne peki?

Suçladıkları da yeni adam olmaz. Kadın olur.

Onun için öteki adamı değil, kadınları vurur bunlar.

Çünkü tek şahit o kadındır!

Neyin şahidi?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.