Şampiy10
Magazin
Gündem

Kaç paraya mutlu olunur?

Ben buna inananlardan değilim.

Paranın mutluluk getirdiğine...

Genellikle çok parası olanlar bunu söyler ama bendeki de şuursuzluk herhalde!

Mutsuz yapım olmadığı içindir belki de.

Para hep üçüncü sıradadır bende.

Aşk? Beşinci...

Seks? Beşbuçukuncu!

Dağılmayalım, konuya dönüyorum.

“Para olunca diğerleri de gelir” diye düşünmem.

Çünkü bilirim ki gelmez, gelmeyebilir.

E, ama haklıyım; baksana ortalık paralı ama mutsuz insanlarla dolu!

Ha, ama parasız mutsuz olacağıma, paralı mutsuz olayım daha iyi, o ayrı!

Bir de herkesin zenginlik çıtası farklı tabii...

Hele artık kredi kartıyla 28 taksitle dahi olsa her şeye ulaşılabilinen bu dönemde, o çıta herkes için yükseldi.

Uzaklar yakınlaştı, markalar ulaşılamaz olmaktan çıktı.

Dolayısıyla mutluluğu parada arasan da aramasan da, en azından sana hizmet etmesini istiyorsun.

Ondan bir beklentin var yani!

Dolayısıyla herkes mutluluğu satın almaya kalkışıyor.

Da nasıl?

Nasıl bir alışveriş sana onu getirir?

İşte asıl soru bu!

Yani bu sorunun cevabı...

Bütün dünyadaki alışveriş çılgınlığının sebebi de bu olsa gerek!

Mutluluğu yakalamak...

Geçenlerde çok ilginç bir araştırma okudum:

“Mutluluğu satın almak için nasıl para harcıyoruz?“ diye...

“Mutlu Para: Para Harcama Bilimi“ diye bir kitaptan...

Kitapta o sorunun cevabıyla ilgili küçük ve çok basit bir test var:

“Prada marka bir elbise için mi yoksa İtalya’da bir hafta sona geçirmek için mi 1800 dolar verirsiniz?“

(Erkekler de elbise yerine telefon ya da sevdiği başka bir şeyi koyabilir.)

Elbiseyi seçtiyseniz, bu parayı yiyecek, seyahat ve diğer deneyimler için harcayan kişiden daha az mutlu ve daha az maceracısınız...

Bakın şimdi bu parayı elbise ya da seyahate harcayanlar arasındaki farkı vereceğim:

* Deneyim için para harcayanların yaklaşık yüzde 60’ı hayatlarından genel olarak memnunken maddi şeyler için para harcayanlarda bu oran yüzde 40 civarında.

Ayrıca deneyime para harcayanlar, diğer insanlarla iyi geçinmeye ve sosyal durumlarda daha az gerginlik hissetmeye yaktın.

Peki ne yapmalı?

Onu da anlatıyor:

“Tipik harcama alışkanlığı (kendimiz için daha çok şey almak) parayı mutluluğa dönüştürmede etkisiz. Kişisel ürün almaktan (TV, araba, kıyafet) deneyim (gezi ve özel etkinlikler) almaya geçmelisiniz.

Yani?

Giyinip süslenip, piyasa yaparak mutluluğu bir adamda/kadında arayacağına çek şortunu çık bir geziye...

Yazının devamı...

Kaybettiğini nasıl anlarsın?

Dün, “hep kaybedenlerden” bahsetmiştik ya, bugün de ‘kaybettiğini anlamak‘tan söz edelim.

Gerçi bu bölüm hep kaybedenler için değil tabii...

Niye?

Çünkü onlar anlarlar.

Onlar zaten daha başından kaybettiklerini bilirler.

Ama buna alışık olmayanlar...

Bir de onlar var.

Anlamazlar. Belki de anlamak istemezler. Daha doğrusu konduramazlar...

Ya da şöyle bir şey olur; kendisi o ilişkide o kadar düzgündür ki, kaybedilmesi için ortada bir sebep yoktur.

Her iki durumda da “Nasıl yani?” olurlar.

Nasıl yani?

Şöyle yani...



- İlahi adalete inancın artar. Hatta zirve yapar.

- Durmadan insanların artık ne kadar duyarsız olduklarından bahsetmeye başlarsın.

- Hiç park yeri bulamazsın. En uzağa park edersin, gideceğin yere yürürsün. Tam geldiğinde oradan bir araba çıkar.

- Bütün gazetelerdeki astroloji yorumlarını okursun. Tek tek... Hasbelkader biri, “Kıymetinizin anlaşılmadığını düşünüyorsunuz ama karşı tarafın duygularını da göz ardı etmeyin” gibi bir şey yazar; hemen umutlanırsın.

- Onun burcunu da okursun.

- Halil Sezai dinlemeye başlarsın. Sezen Aksu’dan önce altlık olarak...

- Özürlülere karşı daha fazla duyarlı olmuşsundur.

- Sürekli cep telefonunu kontrol etmeye başlamışsındır. Hatta ona inanmayıp ayrıca mesaj kutusunu açar, kontrol edersin. Hani, geldi de sen mi atladın, evrensel bir hata mı oldu diye!!!

- Garsonlarla kavga edersin.

- Stilini değiştirmeye karar verirsin.

- Aldığın kıyafetlerin hemen hepsini eve gelince beğenmeyip değişime götürürsün. Orada da kavga edersin.

- Karar verdiğin hiçbir şeyi uygulamaya sokmazsın.

- Dalgın olursun, etrafını dinlemezsin. dinleyemezsin.

- Film, dizi seyredemezsin, için sıkılır.

- Sık sık telefon defterini baştan sona okursun.

- Yalnız kalmak istersin, yalnız kalınca da birileriyle olmak.

- Arkadaşların sana fazla gelmeye başlar. Yani onlara laf anlatmak zor gelir.

- Çok eski arkadaşlarını görmek istersin. Görünce de pişman olursun.

- Sabah 5 kıyafet denersin, 5’i de olmaz. 6’ncı en kötüsüdür, onunla işe gidersin.

- Her zaman ne yapıyorsan yine onları yapıyorsundur; hatta belki daha faal bile olabilirsin. Ama hayat her zamankinden daha monoton görünmeye başlar.

Yine de sana, “Ne o? Bir şey mi oldu?” diye sorsalar, hemen itiraz edersin.

“Yoo... Niye sordun ki?”

Oysa ne fark eder?

Kaybetsen ne, kaybetmesen ne?

Bütün mesele hazır olmakta! (W. S.)

“Şimdi olacaksa bir şey yarına kalmaz, yarına kalacaksa bugün olmaz. Bütün mesele hazır olmakta. Madem hiçbir insan bırakıp gideceği şeyin gerçekten sahibi olmamış; erken bırakmışsın ne çıkar, ne olacaksa olsun...”

Yazının devamı...

Neden hep kaybediyorsun?

Kaybetmenin kadını erkeği yok.

Herkes kaybedebilir.

De... Bazıları hep kaybeder!

Ve her defasında kendi kendine aynı soruyu sorar:

“Neden?”

“Neden ben hep kaybediyorum?”

Baksan, gerçekten de ortada öyle önemli bir neden de yoktur. İyidir, hoştur ama hep kaybeder...

Belki aşağıdakilerden biri ya da birkaçıdır.

Buyurun bakın.

Kadın-erkek ortaya karışık...



- Hep beklediğin için...

- İlk konuşan sen olduğun için...

- İlk arayan sen olduğun için...

- Aklına ilk geleni söylediğin için...

- İlk söyleyeceğini en son söylediğin için...

- Son söyleyeceğini ilk söylediğin için...

- Her kavgada boşanalım/ayrılalım dediğin için...

- Her kavgada boşanalım/ayrılalım teklifine itiraz ettiğin için...

- Yarım saat sonra gelen cevap mesajına, saniyesinde cevap verdiğin için...

- O tek kelime yazarken sen iki ekran yazdığın için...

- İlk falsosunu görmemezlikten geldiğin için...

- Değişeceğini umduğun için...

- Kimsenin anlamadığını sandığın için...

- Telefon kapanınca hep sen aradığın için...

- Hoşlandığınla değil, senden hoşlananla çıktığın için...

- İlk gece verdiğin için... (Kalbini)

- ‘O gece’ vermediğin için... (Kalbini)

- İkinci kez de affettiğin için...

- Karşısında ağladığın için...

- Arkasından ağlayacağını bildiği için...

- Daha az kazandığın için...

- Ondan daha iyisini bulamayacağını sandığın için...

- Onu, onun seni sevdiğinden daha çok sevdiğini düşünmeye başladığın için...

- Çok soru sorduğun için...

- Özellikle, “Beni seviyor musun?”, “Beni niye seviyorsun?” ve “Ne düşünüyorsun?” diye...

- Hatayı kendinde bulduğun için...

- Hata sende olsa bile...

- “Gitme” dediğin için...

- Onunla yaz tatiline çıktığın için!

- Onun kazancının hesabını yaptığın için...

- Herhangi bir hesap yaptığın için...

- İlk günden itibaren onunla ilgili hayaller kurduğun için...

- Son gün hayallerini daha da genişlettiğin için...

- “Gel” demediğin için...

- İlk hamleyi yapmadığın için...

- Gururlu olduğun için...

- Bulduğunu zannettiğin için...

- Beklediğin için...

- Gereksiz bağlandığın için...

- Konuşmadan önce değil, konuştuktan sonra düşündüğün için...

En önemlisi ise:

- Kaybedeceğini bildiğin için...

Tamam, belki de hakikaten doğru olanı yapıyorsun, iyi niyetlisin; en azından kendine göre...

Ama...

İşte bu yüzden kaybediyorsun!

Yazının devamı...

Seks, tabu ve ceza...

Zırt pırt yanlış sosyalleştiğimizi yazıp dururum ya, alın size bir tane daha...

Geçenlerde, tarih boyunca cinselliğe nasıl yaklaşıldığıyla ilgili bir yazı okudum. Ve hayretler içinde kaldım.

O zamanlar yapılanlara değildi hayretim; hâlâ değişmememizeydi.

Bir bakın şimdi, hiç farkımız var mı?

Bir gıdım ilerleme falan?

Yok!



- “Sümerler, evli bir kadın bir erkeği baştan çıkarırsa, kadını öldürüyormuş. Erkeğe ise bir ceza yokmuş.”

MÖ 3500 yılından bahsediyorum... O zamandan beri, “Kadına şiddete hayır“ diyoruz, komik mi? Komik!

- “Daha sonraki bir uygulamada zina yapan kadına yaşama fırsatı tanınıyormuş ama bir şartla: Kadın eli kolu bağlı ırmağa atlıyor, eğer bağları çözmeyi başarıp kıyıya çıkabilirse yeniden topluma katılmaya hak kazanıyormuş.”

“Elim kolum bağlandı” lafı da buradan geliyor herhalde!

- “Asur döneminde bir kadın bir erkeğin tek testisine zarar verirse bir parmağı kesiliyormuş. İki testisine zarar verirse gözleri çıkarılıyormuş.”

Demek ki, böyle bir zarar verme hâli varmış. Niye ki? Yoksa şimdi de olduğu gibi istenmeyen birliktelikler mi yaşanıyormuş???

- “Antik Yunan’da karı-koca arasında çok büyük bir bağ yokmuş. Kanunlarda karı-kocanın ayda üç defa seks yapması şart koşulmuş ki birbirlerine bağlansınlar ve çocuk yapabilsinler...”

Heh hee... Zaten anca kanunla olur bu! Karı-kocanın seks yapması... Aşkın kanununu yazsak yeniden...

- “Roma İmparatoru Augustus erkeklere, ‘Seks yapın ama öncelikle karınızla’ diye sesleniyormuş. Çünkü erkekler başka kadınlarla seks yapıyorlarmış.”

A-a! Demek ki bunlar gerçekten laf anlamıyorlar!

- “Orta Çağ’da engizisyon mahkemesinde kadın tecavüzden hamile kaldıysa zevk aldığına kanaat getiriliyormuş.”

E, bizden ileridelermiş. Bizde hamile kalmasına bile gerek yok!

-“Engizisyon, kadınlararası cinsel ilişkiyi yapay bir alet kullanmadıkları sürece cezalandırmıyormuş.”

Üff... Bunların fantezileri taa ne zamandan geliyor, anlayın.

- “16. Yüzyıl’ın başlarında İngiltere’de evli çiftler seksten çok zevk aldıklarında cezalandırılıyormuş.”

Bence de! Normal mi bu? Kesin yasa dışı bir şeyler yapıyorlardır!!!



Gördüğünüz gibi, yüzyıllardır değişen bir şey yok.

Onun için üzülmeye de; birilerini ve bir şeyleri değiştirmeye çalışmaya da gerek yok!

Yazının devamı...

Avrupalı kadın taktiği...

“Hikâye devam ediyor” dedik ya...

Ediyor da, nasıl?

Yanlışlarımızı yaşadıkça görüyoruz, daha doğrusu yanlışlarımızla inatlaşıyoruz.

Ve o kadar fazla zaman kaybediyoruz ki!

Yani öngörmüyoruz.

“Ne yapmak lazım?”, “Hangi yolda gidelim?”, “Ne yaparsak ne olur?”a bakmıyoruz.

Allah ne verdiyse...

O an ne hissediyor, ne görüyorsak...

E, olmuyor tabii...

Şimdi ben bu girizgâhı niye yaptım biliyor musunuz?

Hani geçen gün “bu hikâye nasıl başladı?” yorumu vardı; işte orada bir bölüm benim dikkatimi çekmişti.

Kadınlarla erkekler arasındaki arz-talep meselesini yorumlarken demişti ki;

“Bu arz fazlası, kadınların zaman içerisinde maddi olarak güçlü olmalarına karşılık manevi olarak zayıflamalarına sebep oldu. Bu manevi zayıflık durumunu yaşayan kadının erkeğin maddi standart pozisyonunu aşağı çekmesi gerekirken kadın bu şartını korudu ama büyük bir yanlışlık yaparak erkeğin ilişki durumunu göz ardı etti (yurt dışında kadın bu safhayı aşmış ve doğruyu bulmuştur. Maddi standart daha arka plandadır. Önce adamın ilişki durumuna bakarlar).

Hadi bakalım, alın size bir fikir...

Hadi öngörelim.

“Yurt dışında kadın önce adamın ilişki durumuna bakar” diyor ya, hadi bakalım...

O “Yabancı kadın” diyor ama ben “Avrupalı kadın” dedim çünkü sadece onlar böyle...

Asyalı, Amerikalı, Afrikalı veya ‘kuzeyli(!)’ kadınlar böyle değil. Yani önce ilişki durumuna bakmaz!

İlişki durumu derken?

Herhalde sana ve ilişkiye nasıl baktığı ve nasıl davrandığıyla ilgili...

Filmlerde öyledir ya, profesör kadın, muslukçuya âşık olur.

Onlar da hep ya muslukçuyla ya itfaiyeciye tutulur!

Meğer orada en yüksek geliri olan mesleklermiş!!!

Ya da ne?

Ya da hani fıkradaki gibi; “Muslukçu ama şey yani, o kaddar olur!”

Gerçi o kısmı Türk kadınlarını çok fazla etkilemez. En azından erkeklerin sandığı kadar etkilemez! Onları etkilediği kadar etkilemez.

Her şey bir tarafa, bu doğru bir yaklaşım mı acaba?

Önce adamın ilişki durumuna bakmak...

Aslında kulağa hoş gelen, doğru, naif bir seçim gibi görünüyor, değil mi?

Hesapsız, kitapsız...mış gibi!

Siz şimdi tatilde falansınız, yormayayım; hemen cevabını vereyim.

Aslında Türkiye’de bu yaşanıyor.

Hem de uzun zamandır...

Hatta sonu gelmek üzere...

Kimler mi yaşıyor?

Erkekler...

Farklı kültürden, farklı bir hayattan, farklı bir altyapıdan kadınlarla, sırf “ilişki durumundan” birlikte oluyorlar, oldular.

Bir süre sonra ne oluyor?

Olmuyor.

Çarklar birbirini tutmuyor.

Dönmüyor...

Yazının devamı...

Hikâye devam ediyor...


Devam ediyor da, nasıl?

Neler oluyor?

Neler olacak?

Nasıl bitecek?

Sadece bitmeyeceğini biliyoruz. Hani sonu yoruma açık filmler gibi!

“Haydaa...” deyip kalırsın ya, aynen öyle...

Bizim hikâyemiz de böyle...

Son 5-6 senedir erkeklerin kıç kalkmasını yaşıyoruz.

Yaşıyorduk.

E, öyle!

Kusura bakmayın beyler, artık bunun da sonu gelmeye başladı.

Tıpkı dün Ali’nin anlattığı gibi:

“Aranılan nitelikte erkek sayısı, arayan kadın sayısından az olunca bir anda ülkemizde kadınlar açısından bir arz fazlası ortaya çıktı.“

Ve abuk sabuk ilişkiler yaşandı.

Tunçay Bey demiş ki:

- “Aynen öyle. Kariyerli, ekonomik özgürlüğe sahip kadın sayısı, aynı niteliklerdeki erkek sayısından çok fazla. Arz ve talep meselesi. Erkeklerin değeri artıyor. Kadın kendi yaşlarındaki erkeklerden başlıyor, taa 60 yaşındaki erkeklere kadar tercih yaşını yukarı çekiyor.“

Tunçay Bey, öyleydi.

Artık değil!

O dönemi atlattık.

Hatta tam tersine, yaş tercihini daha aşağılara çektik bile!

Onun sonuçları henüz belli değil, devam ediyor.

Sonra...

Bir sessizlik oldu.

Abuk sabuk ilişkilerin yerini, saçma sapan adamlar aldı.

Ne idüğü belirsiz adamlar ortaya çıktı.

Çok modern görünümlü ama aynı zamanda aşırı muhafazakâr tipler!

Doğan görünümlü şahin gibi! (Tersi miydi?)

Her gece bir barda ama ‘cuma’ya gidiyor mesela!

Aşırı kıskanç...

Aşırı sahiplenici...

Aşırı kontrolcü...

Ama iş kollamaya gelince... Ara ki, bulasın!

Tuhaf tuhaf tipler yani...

Bir kısmımız onları da eledi, bir kısmımız denemeye devam ediyor.

Onları da eleyenler, yalnızlığın aşamalarındalar...

Ve tabii hâlâ denemeye devam edenlerden bir adım, yok yok, on adım öndeler...

Hikâye devam ediyor yani...

Tıpkı sonu olmayan filmler gibi!

Son sahne şu:

“Genç kadın, televizyonun karşısında fütursuzca yatan adama gözlerini dikmiş bakıyor. Ağzını eliyle kapatmış; ‘Şimdilik sus’ der gibi! Aklından ‘Şu anda, şuradan kalkıp gitsem mi yoksa son bir kez daha denesem mi’ diye geçiyor. Tam o sırada adam kadına bakıp soruyor:

‘N’oldu? Gemilerin mi battı?’

‘Yok, daha batmadı. Ama su almaya başladı...’

Veee, jenerik!

Bu ilişkinin yapımında emeği geçen herkesin Allah cezasını versin!”

Yazının devamı...

Hikâye böyle başladı!

Yine cevap erkeklerden geldi.

Yalan söylemeye bile tenezzül etmeyen erkekler ve onları kabul eden kadınları anlattığımda ilk taşı yine onlar attı.

“Asıl bu kadınlar tükense” diye yazıyı bitirdiğim için yorumunu yapıştırmış:

- “Tükenmez, sistem kıç kaldıran kadın üretiyor. Aksine artar!”

Haydaa...

Artar mı gerçekten?

Bir başka erkek de olayı taa başından almış, sonuna getirmiş.

“Biz bu hale nasıl geldik?!!”in cevabını vermiş.

Bakın ne diyor:

- “Hikâye her şeyi olan mutsuz kadınlarla başladı. Nasıl mı?

Kadın iş hayatında son 25 yılda daha çok rol almaya başladı. Artık günümüz şehirli kadınlarının büyük çoğunluğu çalışıyor ve para kazanıyor. Para kazanmak kadını erkekle olan ilişkisinde (flört, sevgili, evlilik) yirmili ve otuzlu yaşların başlarında daha seçici yapıyor. Çünkü artık maddi olarak belli bir standardı yakalayan kadın kendi standardının üstünde erkekleri aday olarak görüyor.

Fakat aranılan nitelikte erkek sayısı arayan kadın sayısından az olunca bir anda ülkemizde kadınlar açısından bir arz fazlası ortaya çıktı. Çünkü kadınının dar iş çevresinde ve arkadaş çevresindeki erkekler ya işe yaramaz ya da evliydiler. Kadın şöyle düşündü ‘bütün iyileri kapmışlar.’

Fakat bu, arz fazlası kadınların zaman içerisinde maddi olarak güçlü olmalarına karşılık manevi olarak zayıflamalarına sebep oldu.

Bu manevi zayıflık durumunu yaşayan kadının erkeğin maddi standart pozisyonunu aşağı çekmesi gerekirken kadın bu şartını korudu ama büyük bir yanlışlık yaparak erkeğin ilişki durumunu göz ardı etti (yurt dışında kadın bu safhayı aşmış ve doğruyu bulmuştur. Maddi standart daha arka plandadır. Önce adamın ilişki durumuna bakarlar). Yapacak bir şey yoktu, bütün iyi erkekler evliydi.

Kadının davranış tarzının altında, ‘nasılsa erkekten maddi bir beklentim yok zaten güçlüyüm boş ver hayatımı yaşayayım’ gibi çok yanlış bir politika yatmaktadır (ünlü erkek veya zengin erkek peşinde koşan zavallılar konumuz değil).

Bu durum zamanla erkeğin özgüvenini artırmış, egosunu şişirmiş ve onu bu ilişkide eli güçlü olan taraf yapmıştır. Çünkü erkeğin tek hedefi ve amacı vardır, sevişmek. Erkek, kadınla sevişmek için ilgilenir başkaca bir amacı veya hesabı olamaz. Bu yüzden kadının toplumsal statüsünden çok bedeniyle ilgilidir. İlgi bu boyutta kalınca, eliniz de güçlüyse ve arz fazlası da varsa artık yalan söylemeniz veya kurulu düzeninizi bozmanız için bir neden kalmamıştır.”



Daha ne?

Daha ne desinler ki?

Yazının devamı...

Yalanın da bir haysiyeti vardı(r)

Hani dün, “mükemmel yalan“ın tüyolarını verdim ya...

Sonra da ne aklıma geldi, biliyor musunuz? Daha doğrusu neyi fark ettim?

Artık pek yalan da söylenmiyor.

Yani kimse yalan söyleme zahmetine bile girmiyor!

Öyle değil mi?

A-a!

Aynen öyle!

Dün, “Yalan söylemek aslında iyi niyettir” diye yazmıştım.

Bugün biraz daha ileri gidebilirim...

“Yalan söylemek kibarlıktır.”

“Yalan söylemek saygıdır.”

“Yalan söylemek kaygıdır.”

Özellikle danalar için!

- Bunlar eskiden önce korkularından sonra da saygılarından yalan söylerlerdi.

“Ben evde mutlu olsam dışarıda gözüm olmazdı.”

“Karımla artık kardeş olduk.”

“Çocuklar için duruyorum, yoksa...”

- Biraz daha entel olanı:

“Önemli olan insanın kendisini aldatmaması...”

“İki ayrı hayat yaşıyoruz, birbirimizden sorumlu değiliz” falan derdi...

- Evdekilere de:

“Vallahi yapmıyorum.”

“Hepsi dedikodu.”

“Bir hataydı, bir daha olmayacak”lar falan...

Hatırlayın, işi “karım kanser oldu”ya kadar götürmüşlerdi.

Ama öyle bir dönem geçirdik ki, bakıyorum da artık iyice pervasızlaştılar. Yalan söylemeye zahmet etmiyorlar.

Hayır, zaten inanmıyorduk ama...

İnanmak isteyenler vardı aramızda!

Şimdilerde o da kalmadı!

Hatta ben artık kadınların bu danalarla işi bitti sanıyordum. Bitti de, başka keşiflerin peşindeler diye bakıyordum.

Çoğunluk öyle de, arada fire veriyoruz.

İşte şimdi o firelerin başına gelenleri yazayım size...

Bunu yaşayanlar da kendilerini görmüş olsunlar...

Yeni dönemde danalar yalan söylemiyor.

Bile...

Hatta açık açık, “bak ben karımla mutluyum, ayrılmam da ama senden de hoşlandım.”

Bu kadar netler.

Bizim saflar da, “iyi canım, ben de evlenmeyi falan düşünmüyorum zaten” diye düşünüp ilişkiye başlıyorlar.

İlişki dediğim sadece yatmaca...

Ama tabii bunun sadece yatmaca olduğunu iki hafta içinde anlıyorlar.

“E, adam söylemişti sana!”

“Ne biliiim...”

“Bilecen işte!”

Herkes salak bir sen mi akıllısın?

Hangi akla hizmet sana yalan bile söylemeyen adamla birlikte olmaya kalkıyorsun.

İşte burada yalan saygıdır, yalan kaygıdır, yalan korkudur.

Yani adamın sana ne saygısı, ne senden kaygısı ne de korkusu var.

Ne bileyim, onlar da, yalanlar da tükendi artık.

Bir de şu danaların kıçını kaldıran kadınlar tükense!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.