Şampiy10
Magazin
Gündem

Kişi başına düşen kitap sayısı 7!

Kültür-sanat insanlarımızın "yalnızız çok yalnız" diyen haklı ama fazlasıyla arabesk bir bakış açısı vardır. Mesela devlet ve tüm hükümetler hep kültür-sanata karşıdır. Toplum ancak birkaç yazar adı bilir, o kadar. Nobel almışsa bunun sebebi devletini ve milletini satmasıyla ilgilidir, yoksa bizden birinin iyi bir edebiyat ortaya koyması, koysa da bunu Batılı toplumların algılaması, algılasa da hakkını teslim etmesi mümkün değildir. Çünkü bu ülkenin aydınları, yazarları kimsenin anlamadığı yalnız, toplum tarafından dışlanan tuhaf adamlardır. İyi bir yazarın çok satması, kıymetinin bilinmesi asla mümkün değildir. Bu bakış açısının haklı tarafları muhakkak ki var. Ama bunun aynı zamanda şöyle de bir okuması yok mu? "Türkiye"de kitap satmaz, yazarlar değer görmez çünkü ben görmüyorum." Maalesef işin böyle de bir yanı var.

Ama bu söylem yavaş yavaş terk edilmek zorunda. Bunu rakamlar söylüyor. Şöyle ki; 2011 yılında 491 milyon kitap üretildi. 2010 yılında ise bu sayı 408 milyondu. Yani yıllık büyüme hızı yüzde 20 ve kişi başına düşen kitap sayısı da 7. Ve hayır! Bu sayının büyük çoğunluğu ders kitabı değil. 204 milyonu ders kitabı, 287"si ise yayınevlerince basılan kitaplar. Ve korsan baskılar hariç! Ayrıca 2011"de 43.190 adet yeni başlıkta kitap yayımlanmış. Bu da önceki yıla göre yüzde 23"lük bir artışı işaret ediyor. Elbette bu kitapların hepsi edebiyat eseri değil. Bunların 531"i Genel Konular, 1347"si Felsefe ve Psikoloji, 2834"ü Din, 13983"ü Toplum Bilimleri, 585"i Dil ve Dil Bilim, 425"i Doğa Bilimleri ve Matematik, 2665"i Teknoloji ve Uygulamalı Bilimler, 1431"i Güzel Sanatlar, 15.034"ü Edebiyat ve Retorik, 3062"si Coğrafya ve Tarih kitabı.

Yani artık düzenli olarak büyüyen bir sektör var karşımızda. Elbette 1.5 milyar dolarlık bir yayın sektörü, 72 milyonluk Türkiye"ye yakışmıyor. Ne yazık ki, bunda darbelerin, düşünce ve ifade özgürlüğünü engelleyen saçma kanunların, sansürün, bilginin para etmemesinin, telif haklarının kısıtlı olmasının ve tabii ki rasyonel bir piyasanın inşaa edilmemiş olmasının payı çok büyük. Ama artık bir şeyler değişiyor. Bu yüzden artık "bu ülkede kitap satmaz" gibi sözleri bir kenara bırakıp kişi başına düşen kitap sayısını 7"den 10"a çıkartmanın yollarını aramamız ve bu büyümeyle yazarlarımızı daha da ışıltılı bir şekilde taçlandırmanın yollarını aramalıyız. Bu da o arabesk söylemin geride kalmasını sağlayacaktır.

Yıllara göre Türkiye’de yayımlanan yeni başlıklı kitapların yılları ve yükseliş trendleri:

1996: 9.444, 1997: 10.765, 1998: 11.322, 1999: 11.805, 2000: 13.177, 2005: 26.000, 2006: 28.000, 2007: 29.312, 2008: 32.432, 2009: 31.414, 2010: 35.775, 2011: 43190

İstanbul Film Festivali başlıyor

İKSV 40. yılını muhteşem bir film festivali ile kutluyor. Bu yıl 31"incisi düzenlenen İstanbul Film Festivali, 31 Mart- 15 Nisan tarihleri arasında gerçekleşecek. 200’den fazla filmden oluşan festivalde ayrıca söyleşi ve atölye çalışmaları, sinema dersleri, ustalık sınıfları ve konserler de yer alacak. Festivalde İKSV’nin 40. yılı için hazırlanan “Sinema ve Müzik” başlıklı bölümün yanı sıra “Devrimin Filmini Çekmek”, “Yunanistan’da Neler Oluyor?”, “Bir Çin Sinema Geleneği: WuXia”, “Aile İçinde” gibi bölümler dikkat çekiyor. Bu yılki, Onur Ödülleri Türkiye’den şu dört isme veriliyor: Yönetmen Ali Özgentürk, oyuncular Ayşen Gruda ve Halit Akçatepe, ilk kadın sinema eleştirmeni Sevin Okyay...

Yazının devamı...

Nakil aleyhine her söz bağışları bıçak gibi keser

Bu yazıyı yazmak benim için çok zor. Çünkü ben organ nakilliyim. Ve biliyorum ki, organ-doku nakli ve bağışı aleyhine söylenen her söz, her haber bağışları bıçak gibi keser. Mesela bir siyasetçimizin “organlarımı bağışlamaya henüz hazır değilim” sözleri yüzünden altı ay hiçbir merkezin kimseyi organ bağışına ikna edemediğini biliyorum. Bu yüzden bir yanlışı eleştirirken, bir başka yanlış yapmaktan çok korkuyorum. Ancak iki üniversite arasındaki rekabetten kaynaklandığı iddia edilen son olaydan sonra organ beklemiş bir nakilli biri olarak şunları sormayı görev biliyorum:

1) Kol, bacak ve yüz naklinde uzuvların Hacettepe Üniversitesi listesindeki hastalara nakline hangi kurul, nasıl karar verdi? Şöyle ki, ben böbrek nakilliyim. Bağış olduğunda, o böbreğe en uygun üç aday olarak hastaneye çağırılmıştık. 3 aday birlikte bir yakınımızla odaya alındık ve bize kimin, neden seçildiği açık açık anlatıldı.

2) Bu seçimde, doku uyumu benden daha iyi olan başka bir hasta vardı. Ancak onun ciğerlerinde sebebi belli olmayan bir leke olduğu için doktorlar beni seçmek zorunda kaldı. Çünkü o leke, zatürre de olabilirdi, tümör de... Oysa ameliyattan sonra organlara uyum sağlamamız için bağışıklık sistemimiz aşırı baskılanacaktı. Yani bu durumda o hastanın bağışıklık sistemi o lekenin sebebini tolere edemeyebilir ve ölebilirdi. Şevket Çavdar’ın kalp hastası ve yüksek tansiyonu olduğu söyleniyor. Bu doğru mu? Doğruysa böbrek naklinden daha ağır ilaçların kullanılacağı bu ameliyatı kaldırabilecek gücü var mıydı?

3) Bir uzvun eksilmesi durumunda vücut, yeni bir denge kurar. Çavdar’ın iki kol ve bacağı yoktu ve uzun süredir bu şekilde yaşıyordu. Bu durumda kalbi daha yavaş hareket etmeye alışmış olabilir miydi? Bu risk hesaplandı mı?

4) Neden İzmir’de yüz nakli bekleyen ve yüz deformasyonu çok daha fazla olan Turan Çolak yerine durumu daha iyi olan Cengiz Gül seçildi. Burada Hacettepe Üniversitesi’ne neden ve nasıl öncelik verildi?

5) Şevket Çavdar’a nakledilecek uzuvların kolilerler ve poşetlerle taşındığını gördük. İnsan hayatı kadar bedeni de kutsaldır. Organ naklinde, ölmüş kişinin organları cerrahlar tarafından ameliyathane ortamında, anestezi ile alınır. İşlem normalde böyle yapılıyor. Bu bağışçıya karşı bir saygıdır. Organları alınan kişinin bir insan, nakledileceklerin de birer organ olduğu unutulmasın diye. Ancak bu son olayda, uzuvların taşınma şekli transplantasyonun bu en kutsal ritüelini bozmadı mı?

6) Son 2 ameliyatta da medya işin çok içine girmedi mi? Gazetecilerin görevi haber almaktır. Bunun için koşulları zorlarlar. Ancak doktorların hastaların sağlığı ve hakları açısından basını bu kadar işin içine sokmaları etik değerleri zedelemedi mi?

7) Organ ve doku naklinde bağışçı ailenin ve nakil olan hastanın birbirinin kimliğini bilmemesi gerekir. İleride ortaya çıkabilecek sorunlardan ötürü... Ya da en basitinden nakil olan hastanın psikolojisi için. Ancak bu çoğu kez başarılamıyor. Hatta bazen iyi de oluyor çünkü bu tür haberler organ bağışını artırıyor. Ancak bu son iki ameliyatta bu durum abartılmadı mı?

Yazının devamı...

Gam yemem, çekerim!

Artık ölsem de gam yemem. Neredeyse iki haftadır memleketin hükümet lideri ve ana muhalefet lideri (hem de meclis kürsüsünden) uluslararası bir edebiyatçıyı tartışıyor ya, yemin ederim ki ölsem de gam yemem.
Varsın Paul Auster"in edebiyatını tartışmıyor olsunlar... Hem de Auster"in sırf edebiyatın önüne geçer, sözleri güncel meselelerle sınırlı kalır endişesiyle politik romanlar yazmaktan çekinmesine rağmen onu "siyasi bir figürmüş" gibi konuşuyor olsunlar... Yine de gam yemem!
Varsın, başbakan Türkiye"yi tanımadığını, muhalefet lideri de gazeteci sansın... Son romanı "Sunset Park"ta 301. maddeyi, Orhan Pamuk"un, Hrant Dink"in, Elif Şafak"ın bu maddeden yargılanmasını anlatmış olduğunu da bilmesinler.
Varsın, Musevi kökeninden ötürü müslümanlara düşman sanılsın... Hatta Irak"ın üzerine bomba yağdıran Bush aleyhine şarkı sözü yazdığı, onu "Baştan ayağa her yerin öyle korkutuyor ki beni / Nasıl bu kadar kötü olabiliyorsun? ” sözleriyle protesto ettiği de bilinmesin. Ve hatta ABD PEN"in başkan yardımcısı olduğu, bu yüzden hapisteki gazeteci ve yazarları bilfiil takip eden bir görevi olduğu da bilinmesin...
Varsın, ne zaman bir yazar popüler olsa, ödül alsa ona karşı hemen tepkiselleşen entelijansiyamız her zamanki gibi "O zaten bu tür konulardan ne anlar" yorumu yapsın... Ya da "Bu Amerikalı yazarlar bizim gibi (aslında "benim gibi" denmektedir) samimi ve vicdanlı değil" densin... Yine de gam yemem. Kızmayın, alınmayın ama yemem! Nasıl yerim? Nihayet, memleketimin meclisinden Nazım Hikmet ve Mehmet Akif Ersoy"un dışında bir yazarın, şairin adı anılmışken... Nihayet lügatımız, literatürümüz genişlemiş, ufkumuz Misak-ı Milli sınırlarını aşıp taa New York"lara kadar uzanmışken... Nasıl gam yerim...
Hatta bir de utanmadan Polyannacılık oynar; "Belki bu sayede birileri Paul Auster"in romanlarını bile okur" derim.
Hatta üstüne bir de müzik terbiyesinden yoksun sesimle (elbet haddimi bilerek şarkı söylemem) bir de gam çekerim: Do, re, mi, faa!

Not: Bu arada yukarıda andığım iki isme; Nazım Hikmet ve Mehmet Akif Ersoy"a elbette karşı değilim. Sadece siyasilerimizin ikisine
takılıp kalmasınadır alınganlığım.

Paul Auster’in hangi kitaplarını, hangi sıralamayla okuyalım?

Paul Auster tartışması daha sürer. Bu yüzden Turkuvaz Yayınları"ndan çıkan Auster"in "Cam Kent"inin çizgi roman versiyonu ilginizi çekebilir. Yazarın "New York" üçlemesinin en sevilen romanını böylece bir de çizgiler eşliğinde okuyabilirsiniz. Henüz Paul Auster okumamışsanız ve "Nereden başlamalı" diyorsanız işte size bir sıralama: "New York Üçlemesi"nden başlayın, çünkü yazarın edebiyat anlayışının yoğunlaştığı metinler bunlardır. Onları okurken araya "Kırmızı Defter"i alabilirsiniz; hem yazar için tesadüflerin anlamını çok iyi anlatır hem de incecik bir kitaptır. Daha sonra ilk kitaplarından olan "Ay Sarayı" ya da "Leviathan"a yönelebilirsiniz. Ama ben "Yanılsamalar Kitabı"nı öneririm. "Sunset Park"ı, biraz ama fazla değil bekletseniz olur. Ancak anı kitabı "Kış Günlüğü"nü okumadan önce muhakkak "Yalnızlığın Keşfi"ni okuyun. Bu arada Auster"in yönetmenliğini yaptığı "Smoke" ve "Lulu Köprüde" filmlerini de izleyebilirsiniz.

Kim normal ki!

"Hepimizin ümit edebileceği en büyük ideal, dünyayı, kör bir adamın rüyasında gördüğü gibi görebilmektir." Bu sözler Joy Goebel"e ait. Henüz 32 yaşında. Mullets ve Novembrists gruplarında gitar çalmış, solist olmuş. Rock-punk takılmış. Takılıyor da. "Parfümün Dansı" ile okurlarını kendine bağımlı kılmış yazar Tom Robbins"e göre ise "doğuştan yazar". İlk romanı "Anormaller" ise yine ona göre "21. yüzyılın en ilginç romanı". Orta Amerika’daki bir kasabada yaşayan beş aykırı kişilik üzerinden toplumun genelinin sıradanlığı ve sığlığı ile alay eden romanı okurken eğleneceksiniz.

Güzel bir kış anısı

Nişantaşı Sushico dekorasyonunu yenilemiş ve son derece keyifli bir mekan olmuş. Öyle ki İstanbul"da yoğun kar yağışının olduğu gün sığındığım bu mekanda, dostlarımla farkında olmadan birkaç saat geçirmişim. Güzel Çin yemeklerine keyifli sohbet de eklenince hoş bir kış sürprizi oldu benim için.

Yazının devamı...

İstanbul"un hiç görmediğimiz halleri

Bir şehri sevmek onu tanımakla başlar, tüm sevgilerde olduğu gibi. İstanbul için hepimizin söyleyecek birkaç basma kalıp sözü vardır elbet. Ama hepsini birer klişeye dönüştürerek söyleriz. Çünkü onun hafızalarımıza kazınan görüntüsü, tıpkı saatli marif takvimlerinde yer alan fotoğraflarındaki gibi bir köprü, bir mavilik, biraz da yeşilliktir. Oysa İstanbul bu "resmi görüntüsü"nün çok ötesindedir. Elbette, sevmeyi bilenler için. Mimar Sinan Genim"in yıllara yayılan ve artık bir yaşam biçimi haline gelen araştırmaları sonunda kaleme aldığı İstanbul kitabı, sanırım bu sevginin en üst noktalarından biri. Zira söz konusu kitabın her bir cildini, benim cüssemdeki iki kişi zor taşır.

İstanbul"un hiç bilinmeyen hallerinin, bilinmeyen görüntülerinin, hiç tanımadığımız yerlerinin fotoğraflarının yer aldığı bu kitabın ilki, iki cilt olarak altı yıl önce yayımlanmıştı: "Konstantiniyye"den İstanbul"a -XIX. Yüzyıl Ortalarından XX. Yüzyıla Boğaziçi"nin Rumeli Yakası." İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nün ilk kitabı ünvanını da taşıyan bu kitapla eş zamanlı olarak bir de sergi açılmıştı. Kitapta yer alan fotoğraflardan bir seçkiydi bu. İşte bu kitabın devamı nihayet çıktı. Elbette yine sergisini peşine takarak. Sinan Bey bu kez, ortasından deniz geçen bu güzel ve ışıltılı şehrin karşı yakasına eğilmiş yani Anadolu yakasına: Bu yüzden de kitabın adında sadece iki kelime değişmiş: “Konstantiniyye"den İstanbul"a - XIX. Yüzyıl Ortalarından XX. Yüzyıla Boğaziçi"nin Anadolu Yakası."

Profesyonel ve amatör fotoğrafçıların fotoğraflarından oluşan kitap İstanbul"un kaybolmuş güzelliklerinin yanı sıra şehrin sosyo-ekonomik ve kültürel özelliklenini anlamak için muazzam bir kaynak. Üstelik bazı yanlışları da düzeltiyor. Mesela, bu kitapla iki yüzyıla yakın süredir Macar Tabya olarak bilinen bir alanın gerçek adının Ma-i Cari (Akarsu) Tabyası olduğu tespit edilmiş. Ya da “Mehtabiye kasrı" veya “Grup köşkü” gibi bugün unutulmuş bazı yapı tipleri keşfedilmiş.

Ancak Sinan Genim"in tüm araştırmalarına rağmen, Anadolufeneri ve Poyrazköy ile ilgili eski dönemlere ait tek fotoğraf bulunamamış. Bu nedenle Anadolu yakasının öyküsüne Anadolukavağı ile başlıyor. Sinan Hoca"nın kitabını edinmek biraz zor, çünkü çok özel bir koleksiyon kitabı. Ancak 1 Nisan"a dek Pera Müzesi"nde sürecek olan sergiyi görmenizi tavsiye ederim. Elbette İstanbul"u seviyorsanız ya da böyle bir iddianız varsa...

Yazının devamı...

Avrupa’da olsa Serkil Doryan, Emek Sineması markası için satın alınırdı

Ne zaman Paris"e gitsem İstanbul için ağlarım. Âşıkların kentinde dolaşırken, evde çocuğunu bırakmış bir anne gibi suçlu hissederim kendimi. Hissederim çünkü daha dün yapılmış gibi ışıl ışıl parlayan 300-400 yıllık binalar arasında dolaşırken aklıma Karaköy, Beyoğlu, Tarlabaşı, Balat gelir kederlenirim. Hele pasajlarını gezerken evrim sürecinin bir yerlerinde sıkışıp kaldığımıza emin olurum. Çünkü çoğu 1800"lü yıllarda (hem de) Osmanlı ve İran pasajları model alınarak yapılan bu pasajların dekorları bugün neredeyse hiç değişmeden korunmuştur. Tahta oyuncak, porselen mağazalarının, sahafların, filateli butiklerin, pastacıların, galerilerin, antikacıların, kafelerin arasında dolaşmak bir keyiftir. Bu yüzden de bu pasajların Paris"in dünyanın en ünlü cazibe merkezlerinden biri olmasında payı çok büyüktür. Ve bu nasıl bir kültürse (bizim hiç bilmediğimiz kesin) kimsenin aklına bu pasajları sadece "kâr" amacı güden "tüketim" merkezlerine dönüştürmek gelmez. Ama bizde ise her şey gibi onlar da satılıktır.
Bence biz tarih sevmiyoruz. Bana sakın, "Muhteşem Yüzyıl" dizisinin reytinglerini falan söylemeyin. Tartışmaya değer bile görmüyorum. Biz kesinlikle tarihi ve tarihi değerleri sevmiyoruz. Yeni olan herhangi bir şey için tüm geçmişimizden vazgeçmeye hazırız. Yoksa köylülerin evlerindeki bakır sahanları, bakraçları, gömme dolaplarının kapılarını iki kuruş paraya satmalarını hatta naylon maşrapalarla takas etmeleri nasıl açıklanır? Yoksa Emek Sineması"nın da bulunduğu 1884 yapımı Serkil Doryan Pasajı"nın yıkılması nasıl gündeme gelebilir. Şaka mı bu! İstanbul"a profiterolü getiren İnci Pastanesi"nin yerinden olması, Türkiye"nin en büyük ve en eski sinemasının kimliğinin yok sayılması bir projenin kapsamına nasıl girebilir? Oysa bu binanın satışı Fransa"da ya da Viyana"da söz konusu olsaydı, bu iki değerin (bazılarının anlayabilmesi için ekonomi terimiyle söyleyelim; markanın) varlığı bırakın tartışma konusu olmasını satışın bizzat nedeni olurdu. Yani Serkil Doryan"ı satın almak isteyen firma, bu iki markaya da sahip olmak isterdi. Çünkü bu iki markaya sahip olduğunda tüm İstanbul guide"larına gireceğini bilirdi. İstanbul"a gelen turistlerin sırf bu iki mekânı görmek için pasaj kimliğine saygılı alışveriş merkezine geleceğini bilirdi. Ama işte bizde alışveriş merkezi denince akla sadece taksitli satışların yapıldığı, bir-iki ünlü markanın olduğu, "şarkıcı ve oyuncular alışverişe gelsin, mekânımız dolsun" diyerek el açan yerler akla geliyor. Sonra da Paris"e gidenlerin, Louvre"u gezdikten sonra "Şimdi sıra La Fayette var, orayı da görelim" demelerine şaşırıyorlar. Bence bu zihniyet daha çok şaşırır, daha çok taksitli alışveriş ve kampanya yöntemine başvurur.

Vicdanlarımız bizi ayırır

Erhan Tuncel, savunmasında VatanKitap"taki "Bizi birbirimize bağlayan nedir?" başlıklı editör yazımdan alıntılar yapmış. Şok geçirdim. Şaka sandım. Doğruymuş. Ne diyeceğimi bilmiyorum çünkü yazım vicdan üzerineydi. Bizleri insan kılan ve birleştiren şeyin vicdan olduğu... Demek ki, yanılmışım. Vicdan birleştirici olduğu kadar ayrıştırabiliyormuş da...

40 yıllık dostluk

İKSV 40 yaşında. Eczacıbaşı ailesine Türkiye"yi dünyayla ve sanatla buluşturan bu güzel vakıf için bir kez daha teşekkürler. Ne olağanüstü şeyler yaptınız bu 40 yıl boyunca ve bizlerin hayatına güzel dokunuşlarda bulundunuz. Ne güzel dostumuzsunuz.

Yazının devamı...

Edebiyat ve pencereden bakmak

Sevgili dostum Ahmet Tulgar"la kimi zaman günde 15 kez telefonlaşırız. Bu konuşmalar bazen "biraz sonra kendime makarna yapacağım" diyecek kadar kısa ve gereksiz gibi görünen (asla hiçbiri gereksiz değildir) bazen de Robert Musil"in aşk üzerine bir yorumunu edebiyat ve felsefe tarihinde eşeleyecek kadar uzun ve derin olur.
Bunlar içinde öyle konuşmalar vardır ki, keşke kaydetseydim derim. Ya da telefonu kapattıktan sonra; bir başlık atarım; "Vicdan ve Korku", "Ulus Devlet ve Emeklilik Kaygısı" gibi... Aralarında asla unutamayacağım ise "Edebiyat ve Pencereden Bakmak" başlığını attığımdır. Mutluluk, huzur ve aile hakkındaki bir konuşmamızdı bu... Çocukken kendimizi yalnız ya da mutsuz hissettiğimizde pencereden, ışıkları yanan diğer evlere bakıp hayallere daldığımız, mutluluğun diğer evlerde olduğunu sandığımız o anlara dair...

Diğer evlerin de aslında bizim evlerimiz gibi olmasına rağmen içimizde uğuldayan o huzursuzluğun çaresinin oralarda olduğunu sandığımız, bu yüzden pencerelerden baktığımız anlara...
Ama konuştukça bunun bir afacanın huysuzluğunun çok ötesindeki bir yere, edebiyata dair olduğunu anladığımız o sohbeti... Öyle ya, Orhan Pamuk"un bizzat "Pencereden Bakmak" isimli bir öyküsü vardır.

Karlı manzara karşısında çocukluğuna dalıp giden Auster

Çehov roman ve öykü arasındaki ayrımda pencereyi sınır çizgisi kabul eder. Der ki; "Bir evin önünden geçerken pencereden gördüğünüz manzara öyküdür, ama durup başınızı içeri soktuğunuz an roman başlar." Bu yüzden bugün biliyorum ki, çocukken pencereden hiç ayrılmayan Rukiye Teyze aslında sadece kendi içindeki boşluğa sırtını dönmüyor, o boşluğu başkalarının hikâyeleri ile anlamaya, anlamlandırmaya çalışıyor, dahası çocukluğunu yorumluyordu. Zira Paul Auster"in ABD"den önce Türkiye"de yayımlananan anı kitabı "Kış Günlüğü"nün çıkış hikâyesinin de pencereden bakarken yazılmaya başlamasını nasıl açıklayacağız? Bence bu kadarı tesadüf olamaz. Bir kış günü penceresinden bakarken gördüğü karlı manzara karşısında çocukluğuna, çocukluğundaki benzer bir görüntüye dalıp giden Auster"in sevdiklerine, akrabalarına, arkadaşlarına uzanan bir anı kitabı bu. Bu kitabı yazma sebebini ise şöyle aktarıyor. Hem de sadece bize değil kendisine de: “Ne de olsa zaman azalıyor. Belki de şimdilik hikâyelerini bir yana bırakıp hayatının anımsadığın ilk gününden bugüne kadar bu bedenin içinde yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu incelemeye çalışsan iyi olur.”
Tıpkı pencereden bakan birinin bir süre sonra kendi aksini görmesi ve bir süre sonra, yani yaşamın en büyük alameti ve sebebi ile yani nefesle buğulandırılan cama adımızı yazmamız gibi...

Not: Paul Auster"in kitabı bu yazıyı yazmaya başlamadan birkaç saat önce geldi. O yüzden henüz başlarındayım. Şu kadarını söyleyeyim, elbette karşımızda sıradan bin anı kitabı yok. Auster kendi hayatına da tıpkı roman kahramanlarına yaklaştığı gibi yaklaşıyor. O kadar ki, kitap birinci tekil şahıs değil ikinci tekil şahıs ağzından yazılmış. Yani Auster bu kitapta kendi kendiyle sohbet ediyor. Tıpkı çocukken, pencereden bakarken, sıkıldığımızda, söyleyecek şarkı kalmayıp kendimizle sohbet etmeye başladığımızdaki gibi... (Bu kitapla ilgili detaylı bilgiyi 15 Ocak"ta çıkacak olan VatanKitap"ta Ömer Özgüner imzasından da okuyabilirsiniz.)

Yazının devamı...

İnce Memed’in sırrı

Ne zaman kendisine “Bey” desem kızar... “Bana Yaşar de! İlla bir şey ekleyeceksen de Yaşar abi!”
Bu samimi insan Yaşar Kemal’dir.
Uzundur tanıyorum kendisini... Çocukluğumdan beri. Malum bir yazarı tanımak, kitaplarıyla olur, el sıkışarak değil.
Onu ne zaman görsem yaşama sevinci ve gelecek mutlulukların heyecanıyla yeni planlar yaparım.
Biliyorsunuz; geçen hafta kendisine 60. sanat yılı nedeniyle iki ödül verildi: Fransa tarafından en büyük ödülleri olan Grand Officier dans l’Ordre National de la Legion d’Honneur’ ve Mimar Sinan Üniversitesi tarafından da fahri doktora.
Her ikisinde de sadık bir okur, arkadaş olarak oradaydım.
Yaşar abim ödül almış, gitmemek olur mu! Sonra annem-babam ne der?
Bu sözlerim bir şaka ya da abartı değil. Çünkü Yaşar Kemal tıpkı bizim evde olduğu gibi en az iki-üç kuşağın sevilen yazarıdır.
Ona olan sevgi farklı kuşaklarla da sınırlı kalmaz. O aynı zamanda her kesimin yazarıdır. İşçisinin de “yüksek sanat seven” yüksek burjuvazinin de...
Sanırım bu da çok az yazara nasip olmuştur.
Okumak zor iştir. Bir kere televizyon seyretmek gibi insan bedenine uygun değildir. Kitap okurken girdiğimiz şekilleri bir düşünün... Bir kitap sarmışsa bir saatin sonunda sancı çekmeye başlarız. Sonra kitap okumak mahremiyet gerektirir. Herkes gülüp eğlenirken siz sessiz bir ortama çekilir, dedikodulara kulaklarınızı tıkar, başka bir dünyaya dalarsınız. Bizim gibi, insanların yalnızlığı sevmediği toplumlarda ise bu çok zordur. Ama Yaşar abinin romanları bu ve benzeri nedenlere rağmen hep okunmuştur, hem de satır satır.
Dahası İnce Memed bir roman kahramanı olmanın ötesine geçip “yaşamaya” bile başlamıştır. Mesela gidin Çukurova’ya birçok kişi, onun dedesi olduğunu ya da bir bayram günü ziyaretlerine geldiğini, birlikte çay içtiklerini anlatacaktır size.
Sakın onlara “Bu mümkün değil” demeyin çünkü söz konusu Yaşar Kemal’in edebiyatı ise mümkündür... Ayrıca fırçayı da yersiniz! (Ben bir keresinde yedim!)
Edebiyat hayatın dışında değildir. Yazarların birer mabede dönüşen odalarından hayata uzanan büyük bir damardır, sayısız küçük damara ayrılan... Hayattan beslenen ve hayatı besleyen...
O gün Mimar Sinan Üniversitesi’nde Yaşar Kemal belgeselinde onun doğduğu köye gidişini gösteren sahneler bunu öyle güzel anlatıyordu ki! Yaşar abi davullarla, zurnalarla karşılanıyordu köyde.
Acaba köy ahalisi onu büyük şehirden gelmiş ünlü biri diye mi böyle karşılıyordu? Hayır. O köyün oğlu muydu, yıllar sonra gelen? Elbette evet! Ama sadece bu değildi insanların ona sarılıp öpmelerinin sebebi. O onların hikayesini bilen, aktarandı. Yoksa Yaşar abinin köye girdiği an, halayın başına geçip hep birlikte Çukurova’nın ritmini tutturmaları başka nasıl açıklanırdı?

Köy romancısı değildir!

Yaşar Kemal’in romanları sanılanın aksine köy romanı değildir. Çünkü onun romanlarının esas malzemesi ışık ve renktir. Tondan tona giren ışığı görürsünüz onu okurken. Ayrıca romanlarında başkaldırının yanı sıra yaşam adı verilen o büyük dengenin tüm ritmini hissedersiniz. Bunu bize hissettiren de Yaşar Kemal’in romanlarının “köy romanı” sanılmasına neden olan doğanın dilini deşifre etmesidir. O dilde sadece bir coğrafyanın, bir kültürün hatta insanlığın değil tüm yaşamın kodları ve ritmi vardır.

Yazının devamı...

Kitabımız çıktı, aldınız mı?

İlk “Benim Adım Kırmızı” bilboard’a çıkmıştı. Yıl 1999’du. Ne kıyamet kopmuştu. “Kitabın reklamı olur mu, olmaz mı“ tartışmasına yıllarımızı vermiştik. Şimdi bakıyorum da, o zamanlar “Kitap detarjan gibi bir meta değildir, ona reklam yakışmaz” diyen yazarların kitapları da defalarca bilboarda çıkmış. O zamanlar, yazarların menajerlerle, ajanlarla, basın halkla ilişkilercilerle çalışmalarına karşı çıkanlar da değişmiş. Artık, bir kitabın çıkacağını önce tanıtım kampanyası ile öğreniyoruz. Röportaj anlaşmaları, özel fotoğraf çekimleri... Her şey yeni çıkacak olan kitabın, diğerleri arasından öne çıkıp okurun dikkatini çekebilmesi üzerine...
Ancak burada yayıncılarımızın çoğunun hâlâ işin ruhunu, zamanın reflekslerini tam anlayabildikleri kanısında değilim. Bir kitap tanıtımını standart PR’cılıkla sınırlı görüyorlar. Oysa söz konusu olan bir sanat eseri. Yani arka kapak yazısından, kapak tasarımına kadar bir kitap, her yönüyle okuru etkisi altına alacak şekilde dizayn edilmeli. Ne yazık ki, bizde işin bu yönü nedense hep atlanıyor.
ABD ve Avrupa ülkelerinde arka kapak yazısı başlı başına bir uzmanlık alanı iken, bizde bu copyright kitaplarda orjinal arka kapak yazısının çevirisi ile yapılırken, telif kitaplarda da genelde kitaptan alıntı konuyor. Kitaptaki Türkiye’nin gündemi, sosyal yapısı ile örtüşen bölümlerin öne çıkarılması, Türkiye okuruna hitap eden yanlarının altının çizilmesi ise nedense hep gölgede kalıyor. Hele yazarların edebi özelliklerine neredeyse hiç yer verilmiyor. En fazla “Türk edebiyatının seçkin kalemi“ gibi bir cümle ediliyor. İyi de kime göre seçkin? Kimin arasından yapıldı bu seçim?
Yazar biyografileri ise çoğu kez unutuluyor. Hele günümüzde internette çeşit çeşit sözlük yazılımlarının doğmasına, okurun tasvirlerde yeni sıfatlar aramasına rağmen klasik ve kuru biyografi yazımının inatla sürdürdürlüdüğünü de unutmayalım. Açıkçası, sanatsal alanlarda bu kadar muhafazakar davranılmasını, yeniliklere kapalı olunmasını anlayamıyorum. Evet, kitap bir detarjan değildir. Bunu diyen doğru demişti. Kitap gibi sanat eserlerinin, okurunun, izleyicisinin dikkatini çekebilmesi için kendine has tanıtım metodlarının bulunması gerekir. Aksi taktirde editörlerle PR’cılar arasında şu diyalog sonsuza dek sürecektir:
“Kitabımız çıktı, aldınız mı?”
“Aldım...”
“Bir şey yapacak mısınız?”,
“Neyle?”,
“Kitapla?
“Pardon ne yapmamı istersiniz?”
Tüm bunları Domingo Yayınları’ndan çıkan “Yatak” kitabının kapak tasarımı sonrasında yazmaya karar verdim. 20 yaşında yatağa giren ve “Ne gerek var ki“ diyerek bir daha da çıkmayan bir gencin hikayesini anlatan kitabın kapağı aşağıda. Sizce bu kitabın klasik bir PR çalışmasına ihtiyacı var mı? Ne dersiniz?

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.