Edebiyat ve pencereden bakmak
Kültür Turu
Sevgili dostum Ahmet Tulgar"la kimi zaman günde 15 kez telefonlaşırız. Bu konuşmalar bazen "biraz sonra kendime makarna yapacağım" diyecek kadar kısa ve gereksiz gibi görünen (asla hiçbiri gereksiz değildir) bazen de Robert Musil"in aşk üzerine bir yorumunu edebiyat ve felsefe tarihinde eşeleyecek kadar uzun ve derin olur.
Bunlar içinde öyle konuşmalar vardır ki, keşke kaydetseydim derim. Ya da telefonu kapattıktan sonra; bir başlık atarım; "Vicdan ve Korku", "Ulus Devlet ve Emeklilik Kaygısı" gibi... Aralarında asla unutamayacağım ise "Edebiyat ve Pencereden Bakmak" başlığını attığımdır. Mutluluk, huzur ve aile hakkındaki bir konuşmamızdı bu... Çocukken kendimizi yalnız ya da mutsuz hissettiğimizde pencereden, ışıkları yanan diğer evlere bakıp hayallere daldığımız, mutluluğun diğer evlerde olduğunu sandığımız o anlara dair...
Diğer evlerin de aslında bizim evlerimiz gibi olmasına rağmen içimizde uğuldayan o huzursuzluğun çaresinin oralarda olduğunu sandığımız, bu yüzden pencerelerden baktığımız anlara...
Ama konuştukça bunun bir afacanın huysuzluğunun çok ötesindeki bir yere, edebiyata dair olduğunu anladığımız o sohbeti... Öyle ya, Orhan Pamuk"un bizzat "Pencereden Bakmak" isimli bir öyküsü vardır.
Karlı manzara karşısında çocukluğuna dalıp giden Auster
Çehov roman ve öykü arasındaki ayrımda pencereyi sınır çizgisi kabul eder. Der ki; "Bir evin önünden geçerken pencereden gördüğünüz manzara öyküdür, ama durup başınızı içeri soktuğunuz an roman başlar." Bu yüzden bugün biliyorum ki, çocukken pencereden hiç ayrılmayan Rukiye Teyze aslında sadece kendi içindeki boşluğa sırtını dönmüyor, o boşluğu başkalarının hikâyeleri ile anlamaya, anlamlandırmaya çalışıyor, dahası çocukluğunu yorumluyordu. Zira Paul Auster"in ABD"den önce Türkiye"de yayımlananan anı kitabı "Kış Günlüğü"nün çıkış hikâyesinin de pencereden bakarken yazılmaya başlamasını nasıl açıklayacağız? Bence bu kadarı tesadüf olamaz. Bir kış günü penceresinden bakarken gördüğü karlı manzara karşısında çocukluğuna, çocukluğundaki benzer bir görüntüye dalıp giden Auster"in sevdiklerine, akrabalarına, arkadaşlarına uzanan bir anı kitabı bu. Bu kitabı yazma sebebini ise şöyle aktarıyor. Hem de sadece bize değil kendisine de: “Ne de olsa zaman azalıyor. Belki de şimdilik hikâyelerini bir yana bırakıp hayatının anımsadığın ilk gününden bugüne kadar bu bedenin içinde yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu incelemeye çalışsan iyi olur.”
Tıpkı pencereden bakan birinin bir süre sonra kendi aksini görmesi ve bir süre sonra, yani yaşamın en büyük alameti ve sebebi ile yani nefesle buğulandırılan cama adımızı yazmamız gibi...
Not: Paul Auster"in kitabı bu yazıyı yazmaya başlamadan birkaç saat önce geldi. O yüzden henüz başlarındayım. Şu kadarını söyleyeyim, elbette karşımızda sıradan bin anı kitabı yok. Auster kendi hayatına da tıpkı roman kahramanlarına yaklaştığı gibi yaklaşıyor. O kadar ki, kitap birinci tekil şahıs değil ikinci tekil şahıs ağzından yazılmış. Yani Auster bu kitapta kendi kendiyle sohbet ediyor. Tıpkı çocukken, pencereden bakarken, sıkıldığımızda, söyleyecek şarkı kalmayıp kendimizle sohbet etmeye başladığımızdaki gibi... (Bu kitapla ilgili detaylı bilgiyi 15 Ocak"ta çıkacak olan VatanKitap"ta Ömer Özgüner imzasından da okuyabilirsiniz.)