Şampiy10
Magazin
Gündem

Nasıl cariye olunur?

Demiş ki; "Toplasan 42 kilo olan bir kadın nasıl hareme girer!" Sahi girebilir mi? Malum, güzellik iklime, bölgeye ve zamana göre değişen bir kavram. Bir zamanlar porselen gibi beyaz tenler makbulken, bugün tam tersi... Ya da bir zamanlar bir gram et bin ayıp örterken, bugün bir gram yağ bir saatlik koşu bandı demek.

Kıssadan hisse; güzellik görecelidir ve elbette zalimdir! Peki, Osmanlı Sarayı''nın özellikle de Harem''in güzellik kriterleri neydi? Ya da bugünkü tartışmadan hareket edersek "Muhteşem Yüzyıl"ın oyuncuları iyi birer seçim mi? Bu soruların en iyi adresi şüphesiz ki "Bu Mülkün Kadın Sultanları" kitabının yazarı Necdet Sakaoğlu... Ben de kendisine sordum; "Cansu Dere hareme girebilir miydi? Yoksa Cemil Bey haklı mı?" Dedi ki; "Haremin güzellik anlayışı narin, ince, zarif kadından yanadır. Yani döneminde şişman kadın sevilir algısı yanlış... Bu halk ile sarayın güzellik anlayışlarının farklı olmasından kaynaklanıyor. Hareme kadınlar küçük yaşta alınıp, belli eğitimden geçirildiği için ince, narin kadın, güzel olarak tarif edilirdi. Bazı hasekilerin ve valide sultanların kilolu olmaları ise sizi yanıltmasın. Kadınlar padişahın gözdesi olmaktan çıkınca kendine bakmaz oluyordu. Peki narin kadından kastımız ne? Bugünün "narin kadın" tarifi ile döneminki aynı mı? Herhangi somut bir ölçü söz konusu mu? "Hayır" diyor Sakaoğlu; "Osmanlı''da hiçbir erkeğe hanımı sorulamazdı. Bu yüzden sarayda kadınların fiziki özelliklerine ilişkin tutulmuş kayıt yoktur."Haremin güzellik anlayışına ilişkin tarihçilerin kanaati var. Necdet Bey, bunu resimlerden ve tasvirlerden anladıklarını söylüyor ve devam ediyor; "Mesela Hürrem Sultan''ın resimlerinden ufak tefek olduğunu biliyoruz. Oysa Meryem Uzerli balık etli... Cansu Dere ise harem kriterleri için biraz zayıf kalıyor. Bana ''Dizideki hangi oyuncu Osmanlı Saray kadınına en uygundu?'' diye sorarsanız, yanıtım ''Nur Fettahoğlu'' olacaktır."

"Hiç mi şişman kadın seven padişah yoktu" diye soruyorum; "Vardı" diyor; "Sultan İbrahim, şişman kadın severmiş." Yani Osmanlı Sarayı''nın Botero''su (şişman insanları resmeden ünlü ressam) Sultan İbrahim’miş!

Yazının devamı...

İnsan tatilde karakola gider mi?

Bayram tatilinde ben de soluğu Ege kıyılarında alanlardandım. Bu kez denizinden hep övgüyle bahsedilen Gündoğan’a gideyim dedim. İyi yaptım mı? Evet. Sahiden harika bir koy burası... Karakolu da güzel... "İnsan tatilde karakola gider mi?" demeyin. Türkiye’deyseniz gidersiniz. Çünkü pek çok yerdeki şezlong sorunu burada daha açık yaşanıyor. Beldenin en işlek yerlerine belediye “Beldemizde otoparklar, şezlonglar, şemsiyeler ücretsizdir. Tüm sahiller kamuya açıktır” uyarı tabelaları yer alsa da dinleyen kim!

Kimi otel “10 TL havlu parası”, kimi “adam başı en az 25 TL harcama yapacaksınız” diyerek şezlongları kiralıyor. Oysa o sahil de, iskeleler de, üzerindeki şezlonglar da kamuya açık. Kimsenin böyle bir hizmeti dayatmaya hakkı yok. Belediye sezon başında tüm otellere sormuş “şezlong ve şemsiyelerden ücret alıyor musunuz?” diye hepsi “almıyoruz” demiş.

Tabii bunu vatandaş nereden bilecek, oteller de buna güvenerek zorluk çıkartabiliyorlar. Yani uğraş dur... Benim de öyle oldu. Bir otelin önünden denize girmek istedim ve hemen havlu parası istendi. “Şezlong buna dahil mi?” dedim, mırın kırın... Kavga edemeyecek kadar yorgundum, kabul ettim. Ancak az sonra bir başkasının “Bana zorla bir hizmet dayatamazsınız, bu şezlonglar kamuya açık” dediğini, personelin de lafı dolaştırıp durduğunu duydum. Hemen arkamdaki iki kadın da personele destek vermez mi? Şaşırıp kaldım. Tartışma uzadı da uzadı... Personel, kadının ayağının üzerinden şezlongu çekip aldı. Oysa kadın omurgasından büyük bir ameliyat geçirmişti, izleri her şeyi anlatıyordu. Personelin tüm davranışlarını ve sözlerini destekleyen o kadınlar da otelin sahibi çıktı. Tam ben kendimi absürt bir oyunda hissederken zabıta geldi. Otele aynı suçtan ötürü ikinci ceza kesildi. Daha önce de vukuatları varmış. Ama tam “hak yerini buldu” diyecekken otel sahibi, zabıtayı çağıran hakkında hakaretten ötürü suç duyurusunda bulunmasın mı? İşte o zaman ben de vatandaşlık hakkımızı koruyan onun lehine tanıklık etmek için karakolun yolunu tuttum.

Ancak ertesi gün bir başka otelde, bir başkası aynı şeyi yaşarken, o otel de başka bir kurnazlıkla yoluna devam ediyordu. Bu yüzden belediyelerin bu soruna başka bir yöntem bulmaları gerek.


Elbette her otel böyle değil. Bazıları önce saygınlık diyor. Örneğin, Bodrum Sundance, Bavul Ajans’la beraber edebiyat günleri düzenlemeye başladı. İlki 8-9 Eylül’de gerçekleşecek olan etkinliğin ilk konukları Tuna Kiremitçi ve
Canan Tan...

Haftanın TARTIŞMASI

O zaman neden burjuva müzesi?

Orhan Pamuk, “Türk burjuvazisinden tiksiniyorum” demiş. Olabilir. Kimse kimseyi sevmek zorunda değil. Hatta nefret de edebilir. Ama gerekçesi tartışılır. Ben Pamuk’un gerekçesine hiç katılmıyorum. Hele son 10 yılda burjuvazi tamamen kimlik değiştirmişken bu açıklama biraz demode oldu. Neyse bu çok uzun bir tartışma... Benim asıl aklıma takılansa başka bir şey... İlk röportajda da soracağım: “Türk burjuvazisi sizi bu kadar rahatsız ediyorsa o zaman neden, bir dönemin Türkiye burjuvazisini anlatan, ona sevgiyle yaklaşan hatta masum bulan bir roman yazıp müzesini açtınız? Zira Masumiyet Müzesi, Türkiye burjuvazisinin geçirdiği değişimi anlatan ve buna güzelleme yapan bir müze!”

Yazının devamı...

Belki de aşk için biraz daha evrim geçirmemiz gerek

Herkes sevmek, sevilmek istiyor.
Ama bir yerde bir yanlış var ki, olmuyor. Ya siz seviyorsunuz o sevmiyor ya da tam tersi. Ve bir günümüz trendi; deli gibi aşık olduğunuz halde adeta o ilişkiyi sabote eden davranışlarda bulunmak. “Adeta” dedim ama bence bu, gerçekten bir sabotaj! Peki kime ve neye? Günümüz moda deyimiyle buna “bağlanma korkusu” deniyor. Ama bence bu, çok yüzeyde dolanan bir tanım. Robert Musil’in “en iyi sevgili ölü sevgilidir” mealinde bir yaklaşımı var. Çünkü sevgiliyi kaybetme korkumuz o kadar büyüktür ki aşık olmak demek, özgürlüğümüzü hatta günlük rutinimizi bile yitirmek demektir. Sevgili arayacak diye telefondan gözünü alamayan halimizi bir düşünün... Ne toplantılar, ne projeler harcanır o arada farkında bile olmayız. Hem de aynı biz, hastayken bile işlerini ihmal etmeyen bir sorumluluk abidesiyken... O yüzden “en iyi sevgili ölü sevgilidir.” Sevgisinden eminizdir, ama kader bizi ayırmıştır, asla bize ihanet etmeyecek, hep sevecektir. Hayatımızın geri kalanında yaşadığımız mutsuz beraberliklere de onun yokluğunu bahane edebiliriz: “Ben gerçek aşkımı zaten kaybettim, hiçbiri ona benzemiyor.” Neden sevmek ve sevilmek isterken, (yeryüzündeki en az 3 milyar insanın bu sebeple sokaklarda dolandığını, aşk romanları okuduğunu şöyle bir hayal edin) bu paradoksa saplanıyoruz?
Şayet bu soruya klişelerin dışında yanıt arayanlardansanız Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan “Aşk Paradoksu” kitabını okuyun, derim. Çünkü bu kitap her şeyden önce özgür irade ile sevmenin tarihinin hiç de eski olmadığını vurgulayarak başlıyor: 18. yüzyıl. Zira öncesinde evlilikler soy devamı, mal paylaşımı ya da eşleşmelerdi. Bugünkü “eş” kavramına yüklediğimiz romantik anlamdan burada bahsedemiyoruz farkındaysanız. Unutmayın, Batı’nın da Doğu’nun da en büyük aşk hikayesi yasaklara karşı çıkış üzerineydi. Leyla ve Mecnun’a, Romeo ve Juliet’e bizler bugün "umutsuz" halimizden ötürü “kavuşamama” hikayesi olarak bakıyoruz ama asıl hikaye onların özgür iradeleriyle hareket ederek aile eve toplum kurallarına başkaldırarak sevgiyi seçmeleri yani aşık olmalarıdır. Yani onlar birer devrimcidir, zaten kitapta da bu duruma “duygu devrimi” deniyor. Ama özgür irademizle seçtiğimiz aşk, sonrasında bir anda özgürlük karşıtı bir duyguya dönüşüveriyor. Hayatımızı o kişiye adamaktan tutun da kıskançlıkla onun hayatını yönetmeye kadar ki tüm davranış kodlarımızı şöyle bir düşünün. Ne utanç verici değil mi? Peki bu çelişkili halimizin nedeni, özgür irade ile sevmemizin tarihinin kısa olması olabilir mi? Yani daha karşımızdakinin ve kendimizin hayatını tehdit etmeden sevmeye-sevilmeye yönelik geçireceğimiz evrim zincirinin henüz başında olmamızdan kaynaklanıyor... Ve bugün bir umutsuzluk, kaos olarak görünen “özgür ilişkiler” hatta artan boşanmalar üçüncü binyılın bir müjdesi olabilir mi? Yani birbirimizi kölemiz gibi gören anlayıştan sancılı da olsa koptuğumuz ve evrim sürecine girdiğimizin işareti...

Yazının devamı...

Bu yaz dünya CEO’ları bu kitapları okuyor


Mesela J. P. Morgan Private Bank, her yıl “yaz kitapları listesi” hazırlar. Özellikle CEO’ların, patronların, kariyer sahibi iş insanlarının ilgi gösterdiği bu listede, bizdeki popüler listelerde yer alan ilişki kitaplarına, aşk romanlarına pek rastlanmaz. Burada yer alan kitaplar dünya tarihi, siyaseti, ekonomisi ve trendlerine dairdir. Yani neler oldu, neler oluyor ve neler olacak üzerine şekillenir liste.

Üstelik sadece ekonomi ve politika ile de sınırlı değildir türler; yaşam tarzları, gusto kitapları da yer alır.

Bu yılki liste ise belki de şu ana kadar ki, en çeşitli ve farklı olanı. Çünkü her türden kitap var. Bazılarının bir an önce Türkçeye çevrilmesini umduğum liste şöyle:

- İnsanları Yanına Almak: Büyük Şeylerin Olması İçin Tek Yol/ David Novak: YUM’un CEO’sundan iş dünyasında başarılı olmanın stratejileri.

- Ben Böyle Başardım: Yaşam ve Liderlik/ Colin Powell: ABD eski Savunma Bakanı, Powel, görevi sürecinde kullandığı liderliğin 13 kuralını anlatıyor.

- Düşünmek, Hızlı ve Yavaş/ Daniel Kahneman: Hayatımızı akla uygun davranış biçimleri kadar akıl dışı yani irrasyonel sistemler de etkiler. Peki nasıl? Kahneman bunu anlatıyor.

- Yüksek Çizgi: New York Şehri Parkı’nın benzesiz Hikayesi/ Joshua David& Robert Hammond:

Paslı bir demiyolu nasıl harika bir parka dönüşür. O yüzden bu kitap sadce bir parkın hikayesi değil aynı zamanda değişim ve dönüşüm hikayesi de..

- Tutku ve Amaç: Genç ve Başarılı İşadamlarının Hikayeleri/John Coleman & Daniel Gulati & W. Oliver Segovia: Harvard mezunu CEO düzeyindeki işadamlarının vizyonları ve işlerinin insanlara olan etkisini anlatan bir kitap.

- Kraliçe Elizabeth: Modern Monarşinin Hayatı/ Sally Bedell Smith: Kraliçe ile ilgili kapsamlı bir biyografi.

- Sadece İnovasyon: Gilt sayesinde Milyonların Alışverişini Nasıl Değişti? /Aleksis Maybank &Aleksandra Wilkis Wilson: Online alışveriş sitesi Gilt üzerinden online alışverişin insanlar üzer,indeki etkisini anlatan bu kitap umarım bir an once Türçeye de çevrilir.

- Diego Rivera: Modern Sanat Müzesi Duvar Resimleri, Leah Dickerman &Anna İndych-Lopez: Ünlü ressam Rivera’nın eserlerinin dünya sanatı ve politikasına etkilerini anlatan kitap biyografi kitabı olarak da okunabilir. (Diego Rivera Frida Kahlo’nun eşiydi.)

- 100 Objeyle Dünya Tarihi, Neil MacGregor: Günümüzde kullandığımız objelerin, eşyaların tarih içinde geçirdiği değişim ve evrim üzerinden dünya tarihini ele alan kitap, lütfen bir an once çevrilsn...

- Dünyanın Ucundaki Mahsen: Maverik Sarapları ve Maldec’in Yeniden Doğuşu/ Ian Nout:

Arjantin’in kendine has üzümlerinden elde edilen şaraplarının hikayeleri ve Arjantin şarapçılığı...

Yazının devamı...

Siesta zamanı gelmedi mi?

Finikede hissedilen hava sıcaklığı 50ye ulaşmış. Antalyada sıcaklardan ötürü tatil ilan edilmiş.

İstanbul Emimönünde hissedilen sıcaklık 45 olmuş.

İnsanlar kendilerini parklara, sulara atmış, AVMlerden çıkamaz olmuş.

Herkesin dilinde aynı cümle; "Çok sıcak!"

Meteoroloji Genel Müdürlüğü ise şöyle diyor: "Tehlikeli Sıcak." Çünkü hissedilen sıcaklık 42 derecenin üstüne çıktığı anda artık "Çok sıcak"lar yerini "Tehlikeli Sıcaklar"a bırakmış oluyor ve şöyle tanımlanıyor: "Güneş çarpması, ısı krampları veya ısı bitkinliği meydana gelebilir."

Ancak buna rağmen insanlar güneşin altında, klimasız otobüslerle işlerine gitmeye, işlerinden dönmeye çalışıyorlar.

Peki bu işyerlerine varınca ne oluyor? Üretkenlik, verimlilik, çalışma performansı... Bunların oranı ne?

Elimde bu konuda bir araştırma yok. Ama tahmin etmek de hiç zor değil, herkesin performansı, klimalı, havalandırma sistemi harika olan işyerlerinde bile yarının altında. Çünkü sıcaktan başka bir şey düşünemiyoruz. Bir durgunluk, tıkanma anı.

Türkiye bir süredir, küresel ısınmaya bağlı olarak, iklim değişikliği yaşıyor. Bahar aylarındaki ani hava değişimleri, birden ortaya çıkan hortumlar, sağanak yağmurlar, aşırı sıcaklar... Ve görünen o ki, bu değişim devam edecek.

Peki, ne yapacağız?

İnsanlar yüzyıllardır doğaya ve hava koşullarına göre yaşam biçimlerini şekillendirmiş. En basiti; geceleri uyuyup gündüzleri çalışmak gibi. Gün ışığı uygulamasının da mantığı bu. Ya da kar yağışının yüksek olduğu ülkelerde çatılar sivri olur, kar toplanıp çökmesin diye. Sıcak yerlerin çatıları ise düz olur, hatta bir de yatak serilir...

Peki tehlikeli sıcaklara rağmen (hem de Ramazanda...) neden iş ve sosyal hayatımızı hala aynı şekilde organize etmeye devam ediyoruz? Sanki bir kış günüymüş gibi o saatte uyanıp kışmış gibi o saatte işten dönüyoruz?

Kısaca şunu soruyorum; Türkiyenin artık İspanya, Yunanistan ya da Latin Amerika ülkeleri gibi siesta uygulamasına geçmesi gerekmiyor mu?

Zira bu tehkileli sıcaklarda hala orta iklim kuşağı ülkesi gibi yaşamayı sürdürmeye ısrar etmek bana akıldışı görünüyor.

Latin sıcağı

Yaz geldiği an, Latin Amerikalı yazarları okumaya başlarım. Kışa doğru da Rus klasiklerini... Sanırım, doğanın düşündüğümüzden hatta hayal bile ettiğimizden de fazla etkisi var üzerimizde. En iyisi bunun farkına varıp uyum sağlamak. Bu yüzden artık yaz aylarında Latin yazarları daha sistemli okuyorum, bu sayede bu romanlardaki karakter ve olaylarda sıcağın etkisinin çok büyük olduğunu daha iyi fark edebiliyorum. Bu nedenle bu yaz bitene kadar şu kitapları okumak istiyorum: Isabel Allendenin kendi ailesi üzerinden Şilinin de hikayesini anlattığı "Günlerin Getirdiği", Marquezin 12 öyküsünden oluşan "Mavi Köpeğin Gözleri" ve "Kolera Günlerinde Aşk", Julio Llamazaresin herkesin terk ettiği bir köyde tek başına yaşayan bir adamın hikayesini anlattığı "Sarı Yağmur" ve Mario Vargas Llosanın

ünlü feminist Flora Trist·n ile ünlü ressam Paul Gauguini buluşturduğu romanı "Cennet Başka Yerde."Elbette yeni kitapları da takip etmek gerek, vantilatör karşısında notlar alarak okuyacağım kitap ise, Herbert Kraftın "Nitelikli Bir Adam" yani bir Musil biyografisi.

Yazının devamı...

Bir Ses Bir Ömür



Unutulmayan anlar vardır ve yaşamımızı anlamlı kılar... Bizi geçmişimizle, acı veren anılarımızla barıştırır. Hatta yitirdiğimiz çocukluğumuzun varlığına dair izler sunar. Geçen hafta Turgut Reis marinada Jose Carreras’yı dinlerken hissettiklerim böyle bir şeydi işte. Mutluydum ve şükrediyordum; “İyi ki ölmemişim ve bu anı yaşıyorum.” Dünyanın en güzel erkek seslerinden biri, 20 yıl sonra tekrar Türkiye’deydi ve ben onu dinleyen şanslı azınlığın içindeydim. (5 bin 500 kişi!) Yıllar önce, Pavarotti ve Placido Domingo ile verdiği üçlü konserlerin haberlerini izleyip nasıl da iç çektiğimi anımsıyordum, biriktirdiğim harçlıklarımla albümlerini alıp koşa koşa eve geldiğim günü. Hele en güzel aryalarını sakladığı bisteki performansı sırasında, odaya kapanıp o aryaları dinleyen genç kız da gelip yanıma oturdu, bir sırrını, neşesini paylaştı. Bu hisler kolay kolay yaşanmaz, elbet yaşatılmaz da. Uğruna yıllar verilen, derinleşilen (sadece sanatçının değil okurun, dinleyicinin de kendini terbiye ettiği) sanat böyle bir şeydir. Bir andır, bir ömre iz bırakır... Neyse sözü uzatmayayım çünkü az sonra Fazıl Say’ın Mezapotamya’sını bir kez daha dinleyip bir ömürlük gece daha geçireceğim, izninizle.


Ankara izleyicisi daha özel

Güzelim Carreras konseri sırasında arkamda oturan iki kişi vardı. Biri sürekli elindeki poşeti karıştırıp korkunç sesler çıkarıyor, diğeri de konuşup duruyordu. O ve benzerlerine ne desem boş... Ama genel bir alışkanlığı eleştimek isterim; klasik müzik konserlerinin bir ritüeli vardır, şef ve sanatçılar izleyiciyi karşılıklı selamlar. Otopark kavgası uğruna ritüelin tamamlanmasına saygı göstermeyen izleyiciler inanın arkamda oturanlar kadar ayıp ediyorsunuz. Bu konuda Ankara izleyicisini ise tenzih ederim, onların klasik müzik terbiyesi gerçekten takdire şayan.

YENİ ÇIKANLAR... YENİ ÇIKANLAR

Gece Yarısı Çığlığı

Gazeteci Dylan Alexander için her şey onu sırların ortasına atan gizli bir mezarın keşfiyle başlar. Ancak hiçbir şey, gölgelerin arasından çıkıp onu karanlık tutkularının ve sonsuz gecelerin sürdüğü dünyasına çeken, yaralı ve öldürücü biçimde çekici adam kadar tehlikeli değildir. Büyük bir ihanetin ardından acı ve öfkeyle yaşayan savaşçı Rio, hayatını ıssızları avlamaya adamıştır. Hiçbir şeyin ona engel olmasına izin vermeyecektir, özellikle de tüm vampir ırkını ortaya çıkarma gücüne sahip olan ölümlü bir kadının. Çünkü kadim bir kötülük uyandırılmıştır ve ufukta büyük bir isyan yükselmektedir. Kendi geçmişiyle ilgili şaşırtıcı bir sır açığa çıkarken Dylan, Rio’nun dokunuşu karşısında zayıf düşer. Şimdi Dylan, gece yarısı krallığını geride bırakmak ya da gerçek tutku ve sonsuz zevki ona tattıran adam uğruna her şeyi riske atmak arasında bir seçim yapmak zorundadır...

Hayatınızı ’48 saniye’de değiştirebilirsiniz

Kitabın başından itibaren size gönderilen yedi mesajı takip edin ve “48 saniye”nin sırrını çözün. Çünkü bu mesajlar sizin kendinizle yüzleşmenizi ve problemlerinizi çözme yeteneğine ulaşmanızı sağlayacak. Ve sonunda 48 saniye işlemeye başlayacak. Destek Yayınevi’nin yeni kitabı “48 Saniye”, kendinizle yüzleşme ve hayatınızı 48 saniyede değiştirebilme sanatını öğretiyor. Kitabın yazarı Şahika ise bu sanata bizzat yaşayarak keşfetmiş. Şahika, İstanbul Üniversitesi’nde eczacılık okuyup, üstüne de İşletme yüksek lisansı yapmış. Bir sürü takdir, teşekkür almış! Tabii bunlar ona burslar da kazandırmış. Novartis İlaç Sanayi’nde üst düzey yöneticilik yapmış. Bu sırada şirket içi bir dolu eğitim almayı ihmal etmemiş. Bir gün toplumdaki en ideal insan modeli olmaktan sıkılmış, fark etmiş ki mutlu değil, bulaşmış kişisel gelişim işine. Dünyadaki en büyük NLP Topluluğu olan Society of NLP ve Phillip Holt ile tanışmış, okumuş, işin aslını öğrenmiş. Bir yandan okumak, öğrenmek ve bilmek devam ederken, “olmak” için düşmüş Doğu felsefesinin peşine. Başta yoga olmak üzere, her türlü şifa tekniğini deneyimlemiş. Batı’nın eksiğini Doğu ile kapamak ve gerçek duygulara ulaşmak ona çok iyi gelmiş. Bu kadar öğretiden sonra paylaşma zamanı gelmiş tabii. Artık istediği işi yaptığı için mutlu, deneyimlerini bir kitaba döküp paylaştığı için ise Kıvanç duyuyor.

Yazının devamı...

Piyanoyla birlikte nefes alacaksın

Fazıl Say, İdil Biret, Süher ve Güher Pekinel kardeşler, Kerem Görsev, kısaca tanınmış tüm piyanistler, piyanolarını sadece ona taşıtıyor. Hatta İstanbul Kültür Sanat Vakfı, piyanolarını kiralarken sözleşmeye "Mahmut Kahraman taşıyacak" diye şart koşuyor. Dahası, o bir piyanoyu taşımayı kabul etmişse, piyanonun sigortalanmasına bile ihtiyaç duyulmuyor. Bu cümleleri okuyan birçok kişinin aklından, "doğru yöntem izlenirse bu işi herkes yapar" diye bir düşünce geçtiğine eminim. Ama işte tam da bu noktada sizlere şu soruyu sormak isterim: Doğru yöntem nedir?

Zira bazı meslekler ve işlerde doğru yöntem için bir check-list yoktur. Çünkü o işteki doğru yöntem doğru kişidir ve onlara "usta" denir. Onların el becerisi, karakteri, sezgileri "doğru yöntemi" belirler.

İşte Mahmut Usta o kişilerden. 12 yaşından beri baba mesleği olan piyano taşımacılığı yapıyor. Burada bir hatırlatmada bulunmak isterim; bir kuyruklu piyano tam 950 kilo. 88 teli var ki, her bir telin gerilimi 1 tona kadar çıkıyor. Üstelik bu ağırlık ve gerilimin yanı sıra piyano çok da hassas bir alet ki, en küçük bir çarpamada hasar görecek kadar.

Peki, diyorum Mahmut Ustaya, nedir bu işin sırrı, bir tarifiniz vardır, elbet. Şöyle anlatıyor: "Dört kişi, bir kuyruklu piyano taşıyor, diyelim. İşte onun altına girdiğinde nefes bile almayacaksın. Çünkü nefes alırsan boşluk yapar, belin küt diye gider. Dinlenmek için piyanoyu bıraktığında nefes alacaksın."

İş böyle hassas, usta işin erbabı olunca, elbet kuralları da vardır. "Nedir kuralınız" diyorum, şöyle diyor Mahmut Usta: "İşime karışmayacaksınız. Beni piyano ile baş başa bırakmalılar. Mesela 15 sene önce Tarkanın piyanosunu pencereden çekerek taşımıtım, o zaman ona da demiştim; İşime karışmayın ben yaparım, o da gidip odasına oturdu, ben de işimi hallettim."

Ya sözünü dinlemezlerse, o zaman ne oluyor? Mahmut Usta bir olay anlatıyor hemen: "Timur Selçukun bir arkadaşı piyanonun taşınması için aracını göndermişti. Ama araç çelik kasaydı, olmaz dedim; piyano bir kez zıplarsa ağır hasar alır. Dinlemedi, Sen karışma

dedi ve üç saat sonra piyano tamire geldi."

Hani okullarda bir metni okuduktan sonra "metnin anlamı" bölümü vardır ya, benim için Mahmut Kahramanın hikayesinin anlamı da şu: İşinizi severseniz ve tutkuyla yaparsanız o iş pek çoklarına göre "bir iş olarak bile tarif edilmeyecek olsa da" bile sizin kimliğiniz, hikayeniz olur. Çünkü o işi siz yaratırsınız, iş sizi değil.

Yazının devamı...

Özlenen çocukluk lezzeti

ETİ ÇEKÜL Kültür Elçileri Projesi’ni tebessümle karşılamıştım. Çünkü proje hem çok gerekliydi, hem de zekice tasarlanmıştı. Özellikle köyden kente göçün artmasıyla hızla yitirilen tarihsel ve kültürel varlıkları korumak ve yaşatmak için yeni kuşaklar bilinçlendirilecekti. Ama bunu yaparken öyle toplumsal seferberlik çağrılarına falan da takılmayacaktı. Malum, bu tür seferberlik hamlelerinde “balık baştan kokmuş“ denir, kokan balık da yenmeyeceği için sonunda ya projeden vezgeçilir ya da kediye verilecek türden olur! Ama Kültür Elçileri Projesi’nin amacı netti, aşama aşama beş yılda 4 bin kültür elçisi çocuk yetiştirilecekti. Bunun için de çeşitli illerde kulüpler açılacak ve eğitmenler aracılığı ile çocuklar bilgilendirilecekti. Hem de keyifli ve gölgede kalmış ama çok gerekli bilgilerle. Mesela yerel müzikler ya da sokak oyunları gibi. Sonuç mu? Elbette başarılı.

Projenin son durağı ise Gaziantep’ti ve burada “Türkiye’nin yerel lezzetlerine“ vurgu yapıldı. Yani bir başka önemli değirimize, mutfak kültürüne. Bu amaçla çocuklar yine eğitimler almış ve birer kültür elçisine dönüşmüştü. Yani islim kebabından da Antep baklavasının marifetinden de haberdarlardı, pek çok yetişkinin aksine.

Biz ise Antep’te sanırım projenin en lezzetli boyutunu gördük: Türkiye’nin dört bir yanına özgü yemeklerle donatılmış bir masayı! Ben o masadaydım... Yemekleri uzun uzun anlatmaya elbet ihtiyaç yok. Zaten benim için çocukluğumun özel lezetlerinden (babamların evinde sık sık pişerdi) “pırasa saçalaması“nı yemek büyük keyif oldu. Birden köye girişimizi, arabadan inip “Babaanne” diye bağıran ve hızla eve koşan halimi hatırladım. Ne güzel şeydir çocukken yenilen yemeklerin hafızada bıraktığı ve asla unutulmayan ama bir daha da kavuşulamayan lezzetleri. Tıpkı çocukluğun kendisi gibi.

Müzik Festivali notlarım

Dinledim: Kutsi Ergüner’i Aya İrini’de dinlemek ne büyük lütuftu. Rönesans ve Osmanlı müzikleri başlığını taşıyan konserde Ergüner’in müziğinin inceliği Aya İrini’nin mimarisi ve atmosferi ile birleşince ortaya modern hayatın sert ritmini geride bırakan zarif sesler ulaşmaya başlıyordu.

Son yıllarda “Doğu-Batı sentezi” adeta dillere pelesenk oldu, olurken de karikatürleşti. Üstelik çoğu kez de sentez amaçlayan değil daha çok milliyetçi bir söyleme sığınılan. Mozart’tan bahsedip ama “Efendim Itri de var” denmesi gibi. Sanki ikisi iki takım ve az sonra sahaya çıkacaklar. Oysa Kutsi Ergüner’in müziğinde bir kez daha anladım ki, işinizde derinleşir, onun ruhunuzda dolaşması için bedeninizi yani yeteneklerinizi terbiye ederseniz bu tür söylemler bir toz zerresi bile olamaz. Şöyle ki, Batılı formlarda hem de “kilise müziği gibi” diye adlandırılabilecek bir şarkıdan sonra bir padişah bestesine şarkıya geçiliyordu ve geçerken ne bir kültür çatışması çarpıyordu kulaklarımıza ne de iklim değişimi... Çünkü Kutsi Ergüner bize müziğin coğrafyasından sesleniyordu, klişe ritimlerin değil.

Dinleyeceğim: Bu akşam Fazıl Say’ın yeni senfonisi “Mezopotamya”nın dünya prömiyeri var. Henüz çok geç değil, belki yer bulabilirsiniz. Sümer, Asur ve Babil tınılarından, Dicle ve Fırat’ın seslerine, ağıtlardan türkülere dek Mezopotamya bölgesinin seslerine odaklanan senfoni, Gürer Aykal yönetimindeki Borusan İstanbul Flarmoni Orkestrası eşliğinde seslendirilecek.

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.