Best-seller ev kadınları
Desperate Housewifes”a kadar, ev kadınları adeta bir hayalet topluluktu. En yakın arkadaşımız, annemiz hatta bizzat kendimiz evkadını olsak da kimse bu kitlenin bir adının olduğunun farkında değildi. Hatta kendimiz bile...
Ev kadını dendiğinde aklımıza sadece sıkıcı hayat yaşayan kadınlar gelirdi. Kendi mahallelerinden dışarı çıkmayı akıl bile etmeyen, düşlemeyen silik kişiler...
Ama sonra gördük ki, o evlerin perdeleri aralandığında tüm dünyayı ekran başına kilitleyen, Oscar ödül törenlerine bile damgasını vuran hikayeler çıkabiliyor.
Şimdi pek çok kişi “film bu” diyecektir. Ev kadınlarının renkli bir düş dünyalarının olmadığını, olamayacağını da...
O zaman ben de onlara “Best-seller listelerine bakmalarını” söylerim. Çünkü listelerin ilk üç sırası bir evkadını tarafından kapatılmış durumda: “Grinin Elli Tonu”, “Karanlığın Elli Tonu” ve “Özgürlüğün Elli Tonu.”
Üstelik Erika Leonard James’in fiziğine bakanın aklına kelepçe, jartiyer, kırmızı odalar sanırım en son gelecek şey... Hani, “Erika teyze evde hiç ekmek kalmamış” diye kapısını çalmak bile içimizden geçebilir. Yani ev kadını deyip önyargılı olmamak gerek, tüm dünyayı kasıp kavuran bir erotik kitap yazarına dönüşebilir gördüğünüz kişi. Üstelik best-seller listelerinin ilk ev kadını kraliçesi, onunla da sınırlı değil. “Küçük Mucizeler Dükkanı” ile tüm dünyada çok satan bir diğer yazar Debbie Macomber de ev kadını. Her gün marketlerde sessizce alışveriş yaparken gördüğümüz, toplumun kadınlara uygun gördüğü hayatın tüm kurallarını yerine getirmelerine rağmen bir anda yalnız kalan, mutlu olamayan dört kadının hikayesini anlattı o da bizlere. “Bir Yumak Mutluluk”la da bir örgü kursunun kadınların hayatını nasıl değiştirebileceğini...
Evet, bu hikayeler dünya barışından, derin komplo teorilerinden bahsetmiyor belki ya da sağlam karakter analizleri ortaya koymuyorlar... Hatta E. L. James belki anne-pornosu soslu bir beyaz dizi, Macomber de mahalle hayatı anlatıyor olabilir. Yine de buradan hareketle ev kadını yazarların hayal gücü kısıtlı olur demeyin, çünkü bu işin bir de J. K. Rowling’i var...
Hastasıyız dede!
Murat Şeker üniversiteden arkadaşım... O sinemayla, ben edebiyatla ilgilenirdik. İkimiz de iktisat fakültesindeydik yani tutkularımızla alakasız bir okulda. Murat son sene okulu bırakıp Mimar Sinan’a sinema okumaya gitti. Hatırlıyorum da, bu kararına en çok itiraz edenlerdendim. (Kendimden utanmalıyım sanırım.) Bir ebeveyn gibi “önce okulu bitir” demiştim. Neyse ki, Murat beni ve benzer şeyler söyleyenleri dinlemedi ve Türk sinemasına, romantik komedi türünde güzel filmler kazandırdı. Ve elbette “Çakallarla Dans”la da keyifli komediler. Murat Şeker’in “Çakallarla Dans 2” de ilki kadar iyi. Espriler yine sağlam. Karakterler keyifli. Sadece Yoğurtçu Parkı’ndaki demlenme sahnesi bile izlemek için yeterli. Ama en önemlisi argo ve küfürün kullanılışı çok doğru. Murat bunu ucuz komikliğe kaçarak güldürmeye çalışan ve lümpenleşenler gibi değil de bir “dil” olarak kullanmış. Yani olması gerektiği gibi.