Şampiy10
Magazin
Gündem

Best-seller ev kadınları

Desperate Housewifes”a kadar, ev kadınları adeta bir hayalet topluluktu. En yakın arkadaşımız, annemiz hatta bizzat kendimiz evkadını olsak da kimse bu kitlenin bir adının olduğunun farkında değildi. Hatta kendimiz bile...
Ev kadını dendiğinde aklımıza sadece sıkıcı hayat yaşayan kadınlar gelirdi. Kendi mahallelerinden dışarı çıkmayı akıl bile etmeyen, düşlemeyen silik kişiler...
Ama sonra gördük ki, o evlerin perdeleri aralandığında tüm dünyayı ekran başına kilitleyen, Oscar ödül törenlerine bile damgasını vuran hikayeler çıkabiliyor.
Şimdi pek çok kişi “film bu” diyecektir. Ev kadınlarının renkli bir düş dünyalarının olmadığını, olamayacağını da...
O zaman ben de onlara “Best-seller listelerine bakmalarını” söylerim. Çünkü listelerin ilk üç sırası bir evkadını tarafından kapatılmış durumda: “Grinin Elli Tonu”, “Karanlığın Elli Tonu” ve “Özgürlüğün Elli Tonu.”
Üstelik Erika Leonard James’in fiziğine bakanın aklına kelepçe, jartiyer, kırmızı odalar sanırım en son gelecek şey... Hani, “Erika teyze evde hiç ekmek kalmamış” diye kapısını çalmak bile içimizden geçebilir. Yani ev kadını deyip önyargılı olmamak gerek, tüm dünyayı kasıp kavuran bir erotik kitap yazarına dönüşebilir gördüğünüz kişi. Üstelik best-seller listelerinin ilk ev kadını kraliçesi, onunla da sınırlı değil. “Küçük Mucizeler Dükkanı” ile tüm dünyada çok satan bir diğer yazar Debbie Macomber de ev kadını. Her gün marketlerde sessizce alışveriş yaparken gördüğümüz, toplumun kadınlara uygun gördüğü hayatın tüm kurallarını yerine getirmelerine rağmen bir anda yalnız kalan, mutlu olamayan dört kadının hikayesini anlattı o da bizlere. “Bir Yumak Mutluluk”la da bir örgü kursunun kadınların hayatını nasıl değiştirebileceğini...
Evet, bu hikayeler dünya barışından, derin komplo teorilerinden bahsetmiyor belki ya da sağlam karakter analizleri ortaya koymuyorlar... Hatta E. L. James belki anne-pornosu soslu bir beyaz dizi, Macomber de mahalle hayatı anlatıyor olabilir. Yine de buradan hareketle ev kadını yazarların hayal gücü kısıtlı olur demeyin, çünkü bu işin bir de J. K. Rowling’i var...

Hastasıyız dede!


Murat Şeker üniversiteden arkadaşım... O sinemayla, ben edebiyatla ilgilenirdik. İkimiz de iktisat fakültesindeydik yani tutkularımızla alakasız bir okulda. Murat son sene okulu bırakıp Mimar Sinan’a sinema okumaya gitti. Hatırlıyorum da, bu kararına en çok itiraz edenlerdendim. (Kendimden utanmalıyım sanırım.) Bir ebeveyn gibi “önce okulu bitir” demiştim. Neyse ki, Murat beni ve benzer şeyler söyleyenleri dinlemedi ve Türk sinemasına, romantik komedi türünde güzel filmler kazandırdı. Ve elbette “Çakallarla Dans”la da keyifli komediler. Murat Şeker’in “Çakallarla Dans 2” de ilki kadar iyi. Espriler yine sağlam. Karakterler keyifli. Sadece Yoğurtçu Parkı’ndaki demlenme sahnesi bile izlemek için yeterli. Ama en önemlisi argo ve küfürün kullanılışı çok doğru. Murat bunu ucuz komikliğe kaçarak güldürmeye çalışan ve lümpenleşenler gibi değil de bir “dil” olarak kullanmış. Yani olması gerektiği gibi.

Yazının devamı...

Hem yılbaşı hediyesi hem yardım kampanyası

Kurumları yılbaşı öncesi bir stres kaplar; “müşterilerimize, diğer şirketlere ne hediye göndersek?” diye.
Ne netameli bir iştir bu. Her şeyden önce gönderilecek hediye özensiz bir seçim izlenimi vermemelidir; zarif ve şık olmalıdır ve tabii fiyatı da kabul edilebilir... Zira pahalı hediyeler rüşvet hissi uyandırabilir. Malum hediye fiyatlarının sınırı Meclis’te bile tartışma konusu oldu. Hediyeler bir başka firmanın, hele hele rakip firmanın hediyeleriyle de aynı olmamalı. Kurumu yansıtmalı, özel ve tabii ki kullanışlı olmalı. Yani paketten çıkar çıkmaz çöpe gitmemeli. Üzerinde bir kurumun logosunun olduğu cüzdanı kim kullanmak ister!
Gerçekten zor iş... Bu yüzden de pek çok kurum bu işi artık adet yerini bulsun diye yapıyor. Ve birçok takvim, ajanda, kalem, obje, cüzdan hiçbir etki yapmadan etrafa dağıtılıyor. Yazık! Hele hele kurumların yılbaşı hediyelerine ayırdıkları bütçeleri düşündükçe, daha da yazık! Keşke bu paralar ihtiyacı olanlara bağışlansa... Ama işte o zaman da hediye göndermeyen cimri daha da kötüsü zor durumda olan bir kurum imajı verirsiniz ki, bu da olmaz. İşte Cube İstanbul Başkanı Ceren Kumbasar, bu iki sorunu birleştirerek harika bir çözüm yaratmış.
Nasıl mı? Geçen yıl Cube İstanbul olarak, müşterilerine, şirketlere hediye göndermek yerine Anadolu’da yardıma ihtiyacı olan çocuklara ayakkabı, kitap seti, mont vs. göndermiş. Ve bu çocukların kendi el yazıları ile yazdıkları mektup ya da hediyeleri ile çekilmiş fotoğrafları da müşterilerine... Şöyle de bir not düşmüşler; “Hediyeniz bu gülümseyen yüz ve gözler. Sizinle olan güzel ilişkilerimiz sayesinde bu yıl bir çocuğu mutlu ettik, umarız yeni yılda daha çok çocuğu sevindiririz.”
Ceren Kumbasar geçen yıl sadece kendi şirketinin bir hediye politikası olarak başlattığı bu projeyi bu yıl, birçok firmadan gelen istek üzerine sosyal sorumluluk projesine dönüştürmüş. Yani yılbaşı yaklaşırken “ne hediye göndersek” diye kara kara düşünenler, bu projeye destek vererek müşterilerine birer gülümseyen çocuk yüzü ya da bir mektup gönderebilirler.
Ayrıntılı bilgi için: info@cubeistanbul.com

Şehirden balık çıktı


Ben ona “Türkler’e balık yediren adam” diyorum. Öyle ya, denize bile sırtını dönerek oturan, bir deniz şehri olan İstanbul’da kara trafiği kullanan (onu da beceremeyen) bir toplumuz. Balık deyince de aklına illaki rakı, meze gelen... Yani ara sıra yenen pahalı bir yemektir bizim için balık. Mesela öğlen yemeğinde nedense aklımıza balık yemek gelmez... İlla saz olacak, söz olacak...
Ama Çetin Kırışgil, bu anlamsız kültürü “Balık Ev”ler sayesinde değiştirdi. İstinye Park’taki Balık Ev'i gören, ne dediğimi hemen anlayacaktır. Sadece Türkiye’nin değil dünya balıklarının olduğu bir balıkçıdır burası. Kırışgil, İstinye Park’taki Balık Ev’e birkaç ay önce Florya şubesini eklemişti ki buna Nişantaşı City’s de katıldı.
Kırışgil’in bu başarısının ardında ise işine duyduğu tutku ve özen var. Zira o, balığı ülkesine gidip elleriyle seçen biri. Bilgisini “Dünya balıkları ve balıkçılığı” diye bir kitaba da taşımıştı. Ne yazık ki, o kitap kayboldu. Umarım bir gün yeniden yazar ve bu bilgi kalıcı kılınır.

Teşekkür: 10 yıl önce canım annem çok zor bir baypas geçirmişti. Bu hafta doktorlar “anjiyo” dediklerinde o günler başımdan aşağı yağdı. Neyse ki sonuç iyi. Acıbadem Hastanesi’nden Dr. Selçuk Görmez ve ekibine özenli çalışmaları için çok teşekkürler.

Yazının devamı...

Türk iş hayatına iğne deliğinden bakmak

Gardırobuna bakarak birinin karakteri hakkında çok şey söyleyebilirsiniz, geçmişi hakkında da. Sevdiği renkler, paça boyu, modaya göre giyinip giyinmemesi, değişen beden ölçüleri, eskimiş ama yine de vazgeçilmeyen elbiseler... Gömlekler, etekler, kravatlar, yelekler... Her birinin ceplerinde, astar diplerinde, yaka içlerinde ne çok anı, bilgi, dostluk elbette sır vardır. Bu elbiselerin hikayesini, anlamını en iyi bilenlerden biri ise şüphesiz ki, onların yaratıcıları yani özel terzilerdir. Çünkü onlar seri üretim giyimin aksine kişiye özel kıyafet yapan tasarımcılardır. İşte Yusuf Kenan onlardan biri. Erdoğan Demirören'den Ayhan Şahenk'e, Turgut Özal'dan Sakıp Sabancı'ya kadar bir dönem Türkiye iş ve siyaset hayatının mihenk taşlarının kıyafetlerini tasarlamış, onları giydirmiş bir iğne-iplik üstadı. O kadar üstat ki, kendisinden "Dr." diye bahsediliyor yani "Terzilerin doktoru."
İğne ile ipliğin dansı
Dr. Yusuf Kenan mezuralarla ölçüp biçtiği, makasla kesip biçtiği, iğne-iplikle bir araya getirdiği, yeri geldiğinde bir parça kumaşla yamadığı hayatını, dostluklarını, anılarını "İğne ile İpliğin Dansı" isimli bir kitapta topladı. Böylece bizlere de Türkiye iş ve siyaset tarihine farklı bir pencereden bir dikiş iğnesinin deliğinden bakabilme fırsatı sundu.
Neden mi? Çünkü onun anılarında yok yok... Mesela Sakıp Sabancı'nın bir zamanlar 100 kg olduğunu biliyor muydunuz ve Yusuf Bey'in motivasyonu ile kilo verdiğini? Şöyle anlatıyor Sabancı ile olan dostluğunu terzilerin doktoru: "Allah rahmet eylesin, Sakıp Ağa, ilk gelişinde 100 kilonun üzerindeydi. Kısa boylu olduğu için adeta yürürken yuvarlanıyor gibiydi. O gün temelini attığımız dostluk ebediyen sürecekti. Birbirimizin sözünü dinleyecek ve sürekli dayanışma içinde olacaktık. Sakıp Ağa'ya elbiselerini özenle dikiyor ama başının etini de yiyordum: 'N'olur Sakıp Ağa, kilo ver, zayıfla.' Sakıp Ağa, dinledi, kilo verdi, gerçek formuna ve sağlığına kavuştu."
Terzilerin doktorunun anıları elbette Sakıp Sabancı ile sınırlı değil. O Turgut Özal'ın da terziliğini yaptı ki, onun kilolu bünyesini ve konumunu dikkate alınca bu işin "incelikli" bir hüner gerektirdiğini anlamak hiç de zor olmaz. O bu hassas durumu şöyle anlatıyor: "Turgut Bey'in sabit bir beden ölçüsü yoktu. Mesleki tecrübe göre her insan 'kilo almışsın' sözüne kızar. Ben de bu yüzden bunu dememeye gayret ederdim. Ama o, bir prova sırasında 'Yusuf stresli olduğum zamanlar çok yemek yiyorum, elimde değil' demişti. Kilolu olduğu bir gün ölçüsünü alırken ben de diplomatik bir dille şunu sordum: 'Efendim yine kime kızdınız." Turgut Özal'ın 92 ile 108 arasında değişen bir kilosu olduğunu bu yüzden de çareyi, ona iki beden arayla bir gardırop yapmakta bulduğunu söyleyen Yusuf Kenan'ın anılarının satır araları, iş ve siyaset dünyasının değişen giyim-kuşam alışkanlıklarını da içeriyor. Yani bir dönemin ritüellerini, görgü kurallarını, zarafet anlayışını kısaca estetik değerlerini... Bu yüzden onun anıları farklı kesimlerden, dizaynlardan, rengârenk kumaşlardan yapılmış elbiselerle dolu bir gardırobu karıştırmak gibi...

Yazının devamı...

Bugünkü dersimiz tiyatro nasıl kapatılır?

Benim bildiğim bir okul tanıtımını yaparken "bireysel çıkarlar kadar kamu yararına önem veren, sanatçı ve yaratıcı gençler yetiştireceğini" iddia eder. Bunun için de "İşte iftihar listemiz" diyerek; mezunları arasındaki politikacıları, bilim adamlarını, sanatçıları örnek verir. Dahası sanatı ve bilimi destekleyen faaliyetlerde bulunur. Ve asla uluorta "Ben sanatın ekonomik amaçlarıma uygun olanını severim" demez. Derse, onun eğitim anlayışına karşı büyük bir şüphe oluşur. O okulun müdürü de "Hababam Sınıfı"nın her şeyi para olarak gören ve kitabın sonunda Mahmut Hoca'dan bir güzel ders alan utanmaz okul müdürü gibi algılanır.
Çünkü söz konusu, özel bir okul olsa bile, sadece kar amaçlı kurulmuş bir şirket değil bir eğitim kuruluşudur. Yani bir sanat kurumuyla "ekonomik" açıdan bir anlaşmazlığa düşse bile "insaflı"olması beklenir, vahşi kapitalistler gibi, "madem faturalarını ödeyemiyor, o zaman Almanya'dan abim geldi, boşaltsın binayı" demez.
Bir tiyatro da tıpkı bir okul gibi kolay kurulmuyor. Bir tiyatro kurucuları da tıpkı okul kurucuları gibi o parayı, o emeği, o zekayı başka bir sektördeki işe ayırsalar, bırakın birçok sıkıntı çekmeyi belki de at üzerinden bile inmeden "Bu sahne değil, bu hiç değil" diye caka satacak kadar zengin olabilirdi. Ama hayır, onlar da tıpkı okul müdürleri, öğretmenler gibi yapmış oldukları işte paranın dışında başka amaçlar arayan insanlar. Duru Tiyatro ile Kadıköy Anadolu Lisesi'nin karşı karşıya gelmesi beni çok üzdü.
Okul, kendini savunuyor. Çok da doğal, elbette savunacak. Hatta belki söyledikleri gibi haklı bile olabilirler. Belki gerçekten Emre Kınay, gereksiz yere gürültü yapmış, elektrik-su faturalarını ödememiş falandır. Ama söyler misiniz, hangi fatura bir tiyatronun kapanmasına bedel olabilir? Bir de bizzat kendim o tiyatro binasının ilk yıllarını bilenlerdenim, o korkunç moloz yığınlarını, Emre Kınay'ın oraya harcadığı parayı ve emeği... Yazık!
Şunu düşünmekten kendimi alamıyorum. O okulda bir öğretmen olduğumu (öğrencilerin anne- babası da olabilir)... Muammer Karaca tiyatrosunun yıkılma kararı ile Türk tiyatrosunun çınarlarından Genco Erkal'ın tiyatrosuz kaldığı haberlerini eleştirdiğimi düşünüyorum. Ve bir öğrencimin parmak kaldırıp "Ama öğretmenim bizim okul yüzünden de Duru Tiyatro kapatılmadı mı?" dediğini. Ne derdim, o zaman? "Ama yavrucuğum bizim ki tamamen parasaldı. Bir de Emre Abiniz çok ses yapıyordu! Sus dedik, susmadı" mı? Böyle mi derdim? Beni ilgilendiren bir eğitim kurumunun bir tiyatronun kapanmasına sebep oluyor olması. Bir şekilde, bir tiyatro ve eğitim kurumu arasında ortak bir uzlaşma bulunabilir ve bu vandalist algı tedavüle girmeyebilirdi. Bu konuda veliler adına da çok üzgünüm. Umarım geç kalınmamıştır. Kalındıysa eğer, özgür bir toplumun için "Okulsuz ve televizyonsuz bir hayat" diyen ünlü yönetmen Passolini haklı çıkacaktır.

At üzerinden inmeden sevişmek...

Şair Ece Ayhan bir dizesinde "atından inmeden sevişmeye alışacaksın" diye öğüt veriyordu. Neden mi? Kendisiyle yapmış olduğum bir röportajda öyle açıklamıştı: "At üzerinden inmeden sevişeceksin. Çünkü indiğin anda devleti karşında bulursun. Devlet bu ne olur, ne olmaz! Ama at üzerinden inmeden sevişmek de hiç kolay değil, kadını alacaksın, orayı yatak odasına çevireceksin. Ama zorundasın, çünkü devlet bu!"

Yazının devamı...

İyi ki Tolkien ailesinden değilim

Tolkien ailesi, Warner Bros’a tazminat davası açmış. Hem de 80 milyon dolar değerinde. Gerekçeleri ise özetle şu: Peter Jackson’ın yönetmenliğini yaptığı üç filmlik serinin, kitabın hakkını veremediği, yazarın saygınlığına gölge düşürdüğü ve filmlerden esinlenerek üretilen yan ürünlerin eseri bir meta haline getirdiği...

Söz konusu filmlerin tüm dünyada milyonlarca kişi tarafından beğeniyle seyredildiğini, “Yüzüklerin Efendisi” hayranlarının kitabın sinema uyarlamasına tam not verdiğini, dahası “Kralın Dönüşü” filminin en iyi film dahil 11 dalda Oscar Ödülü aldığını düşününce bu iddialar komik oluyor. Hele hele filmler nedeniyle eserin “metalaştırıldığı” iddiası ise ciddiye bile alınacak gibi değil. Çünkü bir kitap yayınlanıp üzerine fiyat konduğu an zaten metalaşmıştır.
Hiçbir üründen telif hakkı alamadılar
Peki Tolkien ailesi benim bildiğim bu basit gerçekleri bilmiyor mu? Elbette biliyor. O zaman diyeceksiniz ki, Warner Bros gibi ünlü bir film şirketini böylesi sudan sebeplerle neden dava ediyor. Hem de Aralık 14’te yine Peter Jackson’un yönetmenliğini yaptığı yazarın bir diğer kitabı olan “Hobbit”in sinema uyarlaması vizyona girecekken.
Yanıt çok basit; çünkü Tolkien ailesi şu ana kadar ne filmlerden ne de bu filmlerden esinlenerek üretilen yan ürünlerden tek kuruş almadı ve alamalacak da. Zira Tolkien yaşarken, bu iki eserin de yayın haklarını satmıştı!
Şimdi kendinizi oğul Tolkien’in yerine koyun. Yıllar yılı babanızın odalara kapanıp tuhaf şeyler yazdığını hayal edin, herkesin babasından farklı şeyler düşündüğünü, farklı davrandığını ve siz okuyun diye bir kitap yazdığını ve bir şekilde bu kitabın ticari değerini kestiremeyip yayın haklarını sattığını... Sonra da bu kitabın sinema uyarlanmasının ve yan ürünlerinin dünyayı kasıp kavurduğunu ve sizin hiçbir maddi hak talep edemediğinizi... Kendi adıma şu kadarını söyleyeyim; Christopher Tolkien olmadığım için çok mutluyum. Herhalde içim içimi yer; babamın o imzayı attığı gün neden fırtına çıkmadı, evin kapıları niye kilitlenmedi, son anda anlaşmaya birileri nasıl oldu da mürekkep dökmedi diye düşünürdüm. Ama bir yandan da hiç umursamayabilirdim. Çünkü burası Türkiye ve ben de onun her türlü haksızlık karşısında hayatta kalmayı başaran fertlerindedim. Malum biz de yıllar yılı ne Aydın Ilgaz babası Rıfat Ilgaz’ın eserlerinin uyarlamasından telif hakkı talep edebildi, ne de Işık Öğütçü Orhan Kemal’in kitaplarından... Sürekli şu sözü duymak zorunda kaldılar: “Ne güzel bu filmler sayesinde isimleri ölümsüzleşti.” Sanki kitaplar geçiciymiş gibi!

Yazının devamı...

Kitap Fuarı''nda kendinizi kaybetmemeniz için 10 tüyo!

Bu yıl Kitap Fuarı''nın ana teması; "Çocukluğum Yurdumdur-Çocuk ve Gençlik Edebiyatı." Yani fuara çocuk kitapları ve edebiyatı ağırlığını koyacak. Zaten fuarın Onur Yazarı da çocuk edebiyatının ünlü ismi, birkaç nesli büyüten yazar Gülten Dayıoğlu. O yüzden bu yıl fuara mutlaka ama mutlaka ya çocuğunuzla ya yeğenlerinizle ya da komşunuzun çocuğuyla gidin. Gidemezseniz de çocuk kitaplarından alabildiğiniz kadar alın, bayramlarda şeker yanında kitap da hediye edin.

Gülten Dayıoğlu ile ilgili düzenlenen etkinliklere muhakkak katılın ve kitaplarından alın. Çünkü fuarın adında da dendiği gibi çocukluğumuz gerçekten yurdumuzdur. Hani insan hangi şehre, hangi ülkeye giderse gitsin hep doğduğu, büyüdüğü kasabayı, şehri hatırlar, bir gün oralara gitmek ister ya aslında dönmek istediğimiz o mekan değil; çocukluğumuzdur. Bu nedenle hem kendi hem de günümüz çocuklarının yazarı olan Gülten Dayıoğlu''nun öykülerini okumak, onun hakkında düzenlenen panellere katılmak, emin olun topaç çevirip evcilik oynadığımız günlere götürecektir bizleri.
Fuarın onur ülkesi ise Hollanda. Hollanda''nın ünlü illüstratörü Marit Törnqvist dört gün süresince çocuklara yönelik atölye çalışmaları yapacak. Bu etkinliği kaçırmamanızı tavsiye ederim.

Atı Düldül, pireli köpeği Rin Tin Tin ile her macerada Dalton Kardeşler''i hizaya getiren ve gün batımında yola tek başına devam eden, kendi gölgesine bile bağlı kalamayan Yalnız Kovboy Red Kit''in hakkında açılan ünlü serginin küratörü de kitap fuarında. "Kadim Dostum Red Kit"adını taşıyan ve fuarın ilk günü olan 17 Kasım cumartesi gerçekleşecek olan söyleşide küratör Didier Pasamonik''e Levent Erden eşlik edecek.
Benim için kitap fuarı tüm etkinliklerin yanı sıra aynı zamanda baskısı tükenmekte olan, kitabevlerinde bulamadığım kitapları bulduğum yerdir. Bu yüzden fuara gitmeden önce iyi düşünün. Kütüphanenize dikkatli bakın; özellikle de eksik ciltleri olan kitaplara. Çünkü fuar alanı tüm bunları bulacağınız en doğru adres. Ve ister yeni ister eski kitap olsun, muhakkak almak istediğiniz kitaplarla ilgili bir liste yapın. Aksi taktirde kendinizi akşam yapacağı yemeğin malzemelerini kontrol etmeden market alışverişine çıkmış biri gibi bulabilirsiniz. Yani okumak istemeyeceğiniz kitaplarla dolu poşetleri taşıyan ve asıl aradıklarını ise almayı unutmuş bir şekilde...

İndirim ve fırsat kampanyalarını iyi değerlendirin. Yayınevleri kitap fuarında genellikle yüzde 20 indirim uygular. Ancak bunların yanı sıra, toplu satışlar, özel setler, bir kitap alana ikinci kitap bedava gibi kampanya ve fırsatlar da gerçekleştirir. Bence kitap alışverişine başlamadan önce fuar alanını bir dolaşıp bu uygulamaları not alın ve yayınevlerinden katalog isteyin. Sonra kafelerden birine oturup sakin kafayla listenizi bir daha gözden geçirin, eleme ve eklemelerinizi yapın. (Yayınevlerinin indirimlerini www.vatankitap.com.tr''de bulabilirsiniz.)

Kesinlikle rahat ayakkabı ve hafif giysiler giyin, unutmayın kitap ağır bir nesne. Bir elinizde ağır bir palto, diğer elinizde poşetler bir de ayağınızda rahatsız birer ayakkabı ile konsantrasyonunuz iyi olmayacaktır. Ve unutmayın, fuar alanı kalabalıktan ötürü her yılki gibi sıcak olacak. Dışarısı da soğuk...Bu nedenle en iyisi; tişört üstü hırka gibi değişen sıcağa uyum sağlamanızı kolaylaştıran kıyafetler giyin.

Sevdiğiniz yazarın imza gününün, saatini ve tarihini muhakkak önceden öğrenin. Popüler bir yazarsa, bir saat önceden fuar alanında bulunun. İmzalatmak istediğiniz kitabı satın alacaksanız eğer imza sırasında değil de öncesinde alın. Çünkü geçtiğimiz yıllarda, popüler yazarların imza günlerinde sık sık izdiham oluştu, okurlar kitapları satın alırken çok zorlandı ya da bozuk parası olmadığı için sırasını kaptırabildi.
Stantlardaki etkinlikleri takip edin. Fuara katılan 600 yayınevi ve sivil toplum örgütünden pek çoğu sadece salonlarda değil aynı zamanda stantlarında da etkinlikler gerçekleştirecek. Mesela VatanKitap, "yeni yazarlar arıyoruz" kampanyasını, haftasonlarında fuar alanındaki standlarında work-shop''larla sürdürecek.
Kitap Fuarı''nın hemen yanında aynı zamanda Sanat Fuarı da gerçekleşecek. Türkiye''nin önde gelen ressam ve galerinin katıldığı sanat fuarını muhakkak gezin. Mesela ünlü ressam Muzaffer Akyol''un sergisini görmenizi tavsiye ederim.

TÜYAP İstanbul Fuarı''ndaki İmza Günleri

Ahmet Tulgar
Doğan Kitap / 13.00 / 17.11.2012
Ali Nesin
Nesin Yayınevi/10.00/17.11.2012
Almıla Aydın
Altın Kitaplar/12.00/20.11.2012
Ataol Behramoğlu
Cumhuriyet Kitapları/15.30/20.11.2012
Can Dündar-Mehmet Ali Birand
Can Yayınları/16.45/25.11.2012
Can Pap
Destek Yayınları/17.00/24.11.2012
Cem Mumcu
Okuyan Us/14.00/24.11.2012
Cemil İpekçi
Destek Yayınları/13.00/18.11.2012
Cemil Kavukçu
Can Yayınları/15.30/24.11.2012
Doğan Kuban
Cumhuriyet Kitapları/13.00/25.11.2012
Doğan Yurdakul
Kırmızı Kedi Yayınevi/16.00/17.11.2012
Doğu Yücel
Doğan Kitap/14.30/18.11.2012
Emre Kongar
Remzi Kitabevi/14.00/18.11.2012
Erdil Yaşaroğlu
Doğan Kitap/14.30/17.11.2012
Esra Harmanda
Altın Kitaplar/13.00/18.11.2012
Filiz Ali
Yapı Kredi Yayınları/16.00/18.11.2012
Füruzan
Yapı Kredi Yayınları/17.00/18.11.2012
Hakan Yel
Altın Kitaplar/15.00/24.11.2012
Hande Özcan
Doğan Kitap/14.30/18.11.2012
Hıfzı Topuz
Remzi Kitabevi/14.00/17.11.2012
Hüsnü Arkan
Kırmızı Kedi Yayınevi/15.30/25.11.2012
Hüsrev Hatemi
Dergah Yayınları/14.00/18.11.2012
Irmak Zileli
Remzi Kitabevi/14.00/18.11.2012
İnci Aral
Kırmızı Kedi Yayınevi/13.30/18.11.2012
İshak Reyna
Günışığı Kitaplığı/10.00/20.10.2012
Ivana Sert
Destek Yayınları/16.30/24.11.2012
Lale Müldür
Mola Kitap/16.00/24.11.2012
Levent Kırca
Kırmızı Kedi Yayınevi/12.00/25.11.2012
Mario Levi
Doğan Kitap/16.00/24.11.2012
Marslı Kovboy
Okuyan Us/16.00/17.11.2012
Mehmet Ali Birand
Doğan Kitap/16.00/17.11.2012
Mehmet Coşkundeniz
Destek Yayınları/15.30/24.11.2012
Merve Küçüksarp
Epsilon Yayınevi/13.00/18.11.2012
Meryem Aybüke Sinan
Nesil Yayınları/13.00/24.11.2012
Müge İplikçi
Günışığı Kitaplığı/10.00/23.11.2012
Mümtaz Er Türköne
Nesil Yayınları/13.00/25.11.2012
Nazlı Eray
Doğan Kitap/16.00/24.11.2012
Necati Göksel
Altın Kitaplar/15.00/18.11.2012
Necati Güngör
Günışığı Kitaplığı/12.00/21.11.2012
Nihat Hatipoğlu
Turkuvaz Kitap/15.30/23.11.2012
Nilüfer Açıkalın
Komşu Yayınları/12.00/25.11.2012
Olkan Serdar Yıldız
Okuyan Us/ 15.30/24.11.2012
Oya Baydar
Can Yayınları/16.30/17.11.2012
Ömer Gül
Bilgeoğuz Yayınları/13.00/19.11.2012
Ömer Sevinçgül
Carpe Diem Yayınları /11.00/22.11.2012
Penguen Yazar ve Çizerleri
Penguen Dergisi/14.00/24.11.2012
Pinkfreud
Okuyan Us/16.00/25.11.2012
Prof.Dr.İlber Ortaylı
Timaş Yayınları/14.15/24.11.2012
Prof.Dr.Nazan Bekiroğlu
Timaş Yayınları/14.00/24.11.2012
Pucca
Okuyan Us/14.00/25.11.2012
R.İhsan Eliaçık
Destek Yayınları/18.00/18.11.2012
Sami Hazinses
Nemesis Kitap/15.00/17.11.2012
Seda Diker
Destek Yayınları/16.00/25.11.2012
Sema Kaygusuz
Doğan Kitap/16.00/24.11.2012
Sevgi Saygı
Günışığı Kitaplığı/12.00/22.11.2012
Sevil Atasoy
Doğan Kitap/ 14.30/17.11.2012
Sibel Eraslan
Timaş Yayınları/ 14.15/25.11.2012
Sibel K.Türker
Can Yayınları/ 15.30/24.11.2012
Sinan Meydan
Inkılap Yayınları/ 12.00/18.11.2012
Sinan Yağmur
Destek Yayınları/ 13.00/17.11.2012
Tolga Gümüşay
Günışığı Kitaplığı/ 11.00/25.11.2012
Tuğçe Işınsu
Feniks Kitap / 14.00/24.11.2012
Tuluhan Tekelioğlu
Turkuvaz Kitap / 15.00/18.11.2012
Tuna Kiremitçi
Kırmızı Kedi Yayınevi / 14.00/17.11.2012
Turgay Fişekçi
Günışığı Kitaplığı/ 10.00/21.11.2012
Uğur Dündar
Bilgi Yayınevi/ 14.00/24.11.2012
Yalçın Tosun-Mine Söğüt
Yapı Kredi Yayınları/ 15.30/17.11.2012
Yalvaç Ural
Yapı Kredi Yayınları/ 12.00/21.11.2012
Yaşar Nuri Öztürk
Inkılap Yayınları/ 16.45/18.11.2012
Yaşar Seyman
Bilgi Yayınevi/ 13.00/18.11.2012
Yekta Kopan
Can Yayınları/15.30/24.11.2012 Yılmaz Karakoyunlu
Doğan Kitap/ 14.30/25.11.2012

Zülfü Livaneli imza günü


Evrensel müzisyen kimliği bir yana, sanat hayatına edebiyatçı olarak başlamış, öykü, roman ve denemeleriyle de bütün dünyada tanınan Zülfü Livaneli’den ufuk açıcı denemeler okuruyla buluştu. Yazarın Vatan gazetesinde “Edebiyat Notları” üst başlığıyla çıkan yazılarından yapılmış bir seçmeyi temel alan Edebiyat Mutluluktur, okurunu edebiyatın zengin dünyasında büyük bir yolculuğa çıkarıyor. İmza günü 18 Kasım 2012, 15.00 - Tüyap Kitap Fuarı - Salon 3 - Stand No: 404

Hakan Günday söyleşi

Hakan Günday 11 yaşında bir tarikat şeyhinin oğluyla evlendirilen korucu kızı Derdâ ile hapisteki bir gaspçının aynı yaştaki oğlu “mezarlık çocuğu” Derda’nın bir mezarlıkta kesişen hayatlarını anlattığı romanı AZ ile ilgili söyleşisinde okurlarıyla buluşacak. Çocuk şiddeti, hayatın şiddeti, aşkın şiddeti, inancın şiddeti, hırsın şiddeti üzerine, A’dan Z’ye şiddet üzerine gerçekleşecek söyleşi, 25 Kasım Pazar günü saat 13.15’te Tüyap Kitap Fuarı Salon Marmara’da gerçekleşecek.

Yazının devamı...

Hepimiz nomofobikiz


Tam eve gelmek üzereyken cep telefonunuzu arkadaşınızda unuttuğunuzu fark etseniz geri döner misiniz? Hem de arkadaşınız İstanbul''un diğer yakasında oturuyorsa. Tabii ki dönersiniz. Peki, cüzdanınızı unutsanız? Utanıp sıkılmaya gerek yok, tabi ki hepimiz tıpış tıpış güzel, sıcak evimizin yolunu tutarız, cebimizdeki bozukluklar sağolsun. İyi de mahalle sınırlarını aştığımız günden beri cüzdan taşımamıza, dahası cep telefonsuz yıllarınızı dün gibi hatırlamamıza rağmen neden tam aksi davranırız?

Sonra geceleri başucumuza bir bardak su koymaya bile üşenirken cep telefonu elimizde uyumayı nasıl açıklamalı? Bağımlılık mı? Olabilir. Öyle ya, geceleri evde su yoksa bakkala gidilmez ama sigara yoksa bir tiryaki tüm tekel bayilerini anında dolaşmaya başlar. Cep telefonları da bu tür bir bağımlılık olabilir, elbette.

Ama sigaranın bağımlılık yaratmasında nikotin başta olmak üzere pek çok etken madde vardır. Peki cep telefonlarının etken maddesi ne? İşte bu sorunun yanıtına geçenlerde Dr. Alp Sirman''ın bir yazısında "nomofobi" adı altında rastladım. Bir bağımlılıktan çok bir fobi olarak adlandırılıyordu bu durum ve "no mobile phobia"nın kısaltmasından oluşuyordu. Temelinde iletişimden uzak olma, ulaşılamama, ulaşamama endişesi yatan bir korku bu. Klostrofobinin ileşitim kuramama versiyonu, diyebiliriz. Malum klostrofobi kapalı kalma korkusudur, açılamama, gidememe... Burada da dışarıyla iletişim kuramama korkusu söz konusu... Çığlık atsanız kimsenin duyamayacağı ya da biri size seslense, çığlık atsa ona ulaşamama endişesi...

Bu konuda İngiltere''de 2100 kişiyle bir araştırma yapılmış. Sonuçları bu korkumuzun düşündüğümüzden çok daha derin ve etkili olduğunu gösteriyor. Mesela; her iki kişiden biri asla telefonunu asla kapamıyor ve her 10 kişiden biri de işleri dolayısıyla her zaman ulaşılabilir olmak istiyor. Erkeklerin yüzde 58''i, kadınlarınsa yüzde 48''i şarjları bittiğinde, kontörleri tükendiğinde ya da telefonlarını kaybettiklerinde veya kapsama alanı dışında kaldıklarında "endişelerinin" arttığını söylüyor.

Modern insanın geleneksel insana göre yalnızlığı daha çok sevdiğini, birey olmayı cemaat yaşantısına tercih ettiğini düşünürsek ortaya çıkan bu korku üzerine düşünmekte fayda var. Açıkçası kafamda iki soru asılı duruyor.

İlkini şöyle tarif edeyim; cambazlar ip üzerinde korkusuzca hareket ederler. Bilirler ki, altlarında bir ağ vardır, düşecek olurlarsa, o ağ onları tutar. Bir cambazın en zor hareketleri göze alırken güvendiği çoğu kez yeteneği değil işte bu ağdır. Acaba diyorum, cep telefonları da modern insanın yalnızlığı tercih ederken, havada taklalar atarken, riskli hayatlara girip çıkarken altına serdiği ağ, bir çeşit sigorta mıdır?

Ya da nomofobi bir çeşit yan etki midir? Geleneksel kültürün tabularla, katı ahlak kurallarıyla bireyi baskılayan, kimliğini yok eden tutumuna çare olsun diye geliştirilen modernizmin bir yan etkisi mi?

Bilemiyorum. Bildiğim, bu yazıyı bitirdikten sonra bir arkadaşımı arayıp konuşmak isteyeceğim.

Haftasonu

İki kafe, iki ayrı keyif

İlki Cihangir''deki Cafe Firuz. Burayı özellikle kahvaltıları için önermek isterim. Malum, benim için kahvaltı kutsaldır. En önemli öğündür, dostluktur. Buranın kahvaltısını beğenen tek ben de değilim, oyuncu-yönetmen Ahmet Mümtaz Taylan da buranın müdavimlerinden. O kadar ki, mönüde sırf onun seçtiklerinden oluşan "Ahmet Mümtaz Taylan Kahvaltısı" bile var. Diğer kafe ise Asmalımescit''teki; Lokal. Thai yemekleri sevenler için harika bir adres. Ben Tom Ka Gai çorbasını çok seviyorum. Soğuk algınlığı yaşıyorsanız eğer, muhakkak Tom Yan Gung''u öneniririm, ama tam acılı istemeyin, çorba bittiğinde emin olun tüm solunum yollarınız açılmış, mönüden diğer yemeklere geçiyor olacaksınız.

Yazının devamı...

“Ben Bond... James Bond”

O kadar ünlüdür ki, yaratıcısı Ian Fleming’ı bile gölgelemiştir. Oysa yaratıcısı ve kahramanının yaşamının örtüştüğü o kadar çok ortak nokta vardır ki... Neler mi? İşte 8 maddede yazar ve kahramanı arasındaki benzerlikler.

1) Fleming, 28 Mayıs 1908’de doğar. Bu tarih aynı zamanda dikkatli okur ve gözlerin bildiği üzere James Bond’un ve İngiliz Gizli Servisi’nin düşmanı, kötü adamımız Ernst Stavro Blofeld’in de doğum tarihidir.

2) Fleming Eton Koleji’nde okur ama bitirmeden ayrılır, kahramanı Bond da 1940’ta bu kolejden kovulur!

3) Fleming dışişleri bakanlığında çalışmak ister. Bu yüzden de staj ve dil öğrenimini Avusturya’nın Kitzbühel kasabasında Fransızca ve Almanca üzerine yapar. Malum kahramanı da her konuda olduğu gibi dil konusunda da pek beceriklidir.

4) Iam Fleming’in çok sevdiği ama ayrıldığı nişanlısının adı Monique’tir, tıpkı Bond’un annesinin adı gibi!

5) 1940 yılında İngiliz donanma istihbaratına subay olarak girer. II. Dünya Savaşı’na giren ülkelerin coğrafi yapısıyla ilgili raporlar yazar. Bu ülkeler daha sonra birer birer Bond’un maceralarında karşımıza çıkar.

6) II. Dünya Savaşı’nda Alman hatlarının arkasında istihbarat toplamak için çalışır ve 30AU oluşturur. Bu birimin başındaki Margaret Priestley James Bond’un vazgeçilmez karakteri Miss Moneypenny olacaktır.

7) Fleming yeme-içmeye düşkündür. Bu da romanlarında uzun uzun ankatılan yemek ve içki tariflari olarak ortaya çıkar ki, Bond’un martinisi de bunlardan biridir.

8) Gelelim Bond’un adına. Ünlü kahraman adını Ian Fleming’in yazma tutkusunu görüp ona Jamaika’daki evlerini açan Bond ailesinin kuş bilimci oğullarından alır. Böylece yazar kahramanını yaratmasına yardımcı olan ailenin adını da ölümsüzleştirir.

Kara Kule serisinin 8’inci kitabı

Stephen King’in merakla beklenen “Kara Kule” serisinin 8’inci kitabı haftaya çıkıyor. Kurgunun büyük ustası, vermiş olduğu çok nadir “demeçlerden” birinde bu kitabını yazış sürecini şöyle anlatmıştı: “Bir sonraki kitabımın edit edilmiş müsveddesine bakıyordum ki, bir noktada Orta Dünya ile ilgili tekrar düşünmeye başladım. Roland ve ka-tet’in başlıca hikâyesi anlatılmıştı ama fark ettiğim üzere anlatım sürecinde bir delik vardı: Roland, Jake, Eddie, Susannah ve Oy’un başına Zümrüt Ülkesi’ni terk ettiklerinde (Büyücü ve Cam Küre’nin sonu) ve onları Calla Bryn Sturgis civarlarında tekrar ele aldığım dönem arasında (Calla’nın Kurtları’nın başları) neler oldu? Bir fırtına da karar kılmıştım. Ani ve berbat bir fırtına... Atlılardan oluşan bir sıra görüntü görüyordum, içlerinden biri tozların arasından öne çıkıyordu; Roland’ın eski dostlarından Jamie DeCurry’di bu. Sonra bir direğin üzerine asılmış bir kafa gördüm. Tamamen tehlikeyle dolu bir de bataklık... Sonuç “Anahtar Deliğinden Esen Rüzgâr (The Wind Through the Keyhole)” oldu.”

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.