Şampiy10
Magazin
Gündem

Şuuring!

ezi Parkı olayları başladığında bir grup kültür sanat gazetecisiyle bienali takip etmek için Venedik'teydim. Olup biteni Twitter'dan takip edip yorumluyorduk. Bugün tarif edilen "hareket" çok da öngörülmüyordu. Hatta "İsa çarmıha gerilirken neredeydiniz" tweet'iyle absürdlüğü netleşen eleştiriler, ağırlıktaydı. Sık sık "Reyhanlı'da neredeydiler?" ya da "CHP gelip olayların üstüne konacak" deniyordu. Cin fikirli bir sanat gazetecisi Venedik'te düzenlenecek protesto eylemini takip edecek olanlara "Prada'nın sergisine gitmek varken Gezi Parkı eylemine gidecek kadar şuursuz değilim" bile demişti. Açıkçası bu tartışmalar sırasında çok incindim. Kendimi bir kez daha siyasal İslam yükselirken yaşanan tartışmalardaki gibi yalnız hissettim. O zamanlar da "Bu hareketi küçümsüyorsunuz" dediğim için "şuursuz" damgası yemiştim. Aynı yerden ikinci kez kırılıyordum. Dahası insanların Boğaz Köprüsü'nden geçtikleri, mantık dışı bir orantısız gücün kullanıldığı bilgileri geldikçe o kişi daha da küstahlaşıyordu. Mesela bana "Başbakan ne demiş?" diye sormuş, ben de "İstersem bir milyon toplarım demiş" diye yanıt verince "provokasyon yapmadan konuş" demişti.
Bunu şu yüzden anlatıyorum... Şimdi herkes Başbakanın üslubunu eleştiriyor ya, bu hiç de kişisel bir tutum değil. Zira o atak meslektaşım için biz çapulcunun da ötesinde şuursuzduk ki, bu kişi Emek Sineması'na sahip çıkanlardan biri... Ama ne mutlu ki, bunları şimdi yüksek sesle yazabiliyorum. Çünkü annemin tabiriyle "Yer sofrasında da, masada da çok güzel otururum", kimseleri küçümsemem, ayıp bilirim. İşte tam da bu sayede pek çok köşe yazarının Salı günü yapmaya başladığı "Bu muhalefet başka türlü bir muhalefet" yorumlarını 31 Mayıs gecesi tweet'lemişim ve şöyle demişim:


1) Basın sansür ve otosansürden, hükümet umursamadığından uzun süredir halktan kopuk. O yüzden (şimdi) kimse bu hareketin yönünü, şiddetini, ömrünü kestiremiyor.

2) Aleviler'in, sol grupların, sendikaların elbette Kürtler'in sokağa dökülebileceği tahmin edilse de İstanbullular yani şehirliler akla bile gelmedi.

3) Bence klasik politika yazarları (yazarlığı) da iflas etti. Meğer şu "Beyaz Türkler" hiç de beyaz, 80 sonrası gelen gençlik hiç de apolitik değilmiş değil mi? 4) Özgürlük de sadece etnik ya da dini kimlikle ilgili... İnsanların "yaşam biçimi" belki de hepsini kapsıyor olabilir mi?

5) Ve bence bu yüzden bu hareketi "life style" denilen gazeteciler öngördü, hissetti, politika yazarları değil. Çünkü onların kavramları hala 80'lere ait.

6) İnsanlar ne okuyor, çocuklarını nereye götürüyor, maç seyrederken nasıl bağırıyor, nerelere takılıyor. Bunlarla hiç ilgilenmediler. Kestiremezsin tabi.

7) "Şenlikli Toplum" diye bir kitap vardır. Okuyun ve bu hareketin Tahrir'e falan benzemediğini görün. Klişesiniz.

8) Böyle yazacaklar Arap Baharı, Tahrir falan... Batılı gazeteciler öncekileri nasıl yorumladıysa uyarlayıverecekler hemen. Beyin tembeli oryantalistler.

9) İki dakika durun ve düşünün; niye bu kadar çok kadın var meydanlarda ve neden bu kadar çok espri ve mizah! 10) Bu kalabalık ne orduya ne de bir partiye bağlanır, her kesim var çünkü. Bağlansa bağlansa Çarşı'ya bağlanır, o da hakkıdır.

Yazının devamı...

Cehennem’in yolları Dan Brown’dan

Satış rakamları, güvenlik tedbirleri, çevirmenlerin çilesi... İstanbul’a akın edecek turist sayısı... Dan Brown’un yeni romanı “Cehennem” çıkmadan bu konuları konuşmaya başladık. Ne de olsa karşımızda “Da Vinci Şifresi” ile tüm dünyada 81 milyon satarak kitap endüstrisinin taşlarını yerinden oynatmış, tabiri caizse şirazesinden çıkarmış bir kitabın yazarı ve onun yeni iddialı romanı vardı. Üstelik bu kez işin içinde biz sevgili Türkler ve dünyaya ithal ettiğimiz istisna değerlerimizden güzel İstanbul’umuz da...
O yüzden yazdık çizdik, yazdık, çizdik... Ve nihayet artık sıra romana sıra geldi. Yani bir komplo teorisi (mesela bu kitap Brown’a yazdırıldı mı gibi) ortaya dökülmeden “Cehennem nasıl bir roman?” sorusu üzerine iki çift söz edelim.
Konu şöyle... Kahramanımız Robert Langdon (tabii tüvit ceketiyle) başından vurulmuş bir halde kendini Floransa’da bir hastanede bulur. Son iki günü hatırlamadığı bir hafıza kaybı yaşamaktadır. Hastanede onu tedavi eden ise güzel bir dahi kadın doktordur; Sienna. Beyin üzerine uzmandır. Dahidir, sanattan farklı dillere kadar öğrenme yeteneği çok yüksektir. Mesela çocukken bir ayda bir dil öğrebilen bir zekaya sahiptir. Sonra “Ejderha Dövmeli Kız” romanından fırlamış gibi bir suikastçi kadın hastane odasını basıp Langdon’u öldürmeye çalışır. İkili kaçarlar. Sonra Langdon’un o meşhur tüvit ceketindeki gizli cepte son teknolojiye sahip bir tüp bulurlar. Bu aslında bir projektördür ve kahramanlarımıza bir şeyler anlatmaya çalışmaktadır. Bu arada Langdon’un peşine konsorsyum adı verilen ve müşterilerine soru sormayan sadece isteklerini yerine getiren gizli bir örgüt düşmüştür.
Hikaye özetle bu... Dan Brown’un romanlarını okuyanlar bilir ki, o her romanını bir tez üzerine yazar. Bu kez tezimiz artan nüfus artışının dünyanın başına bela olacak olması. Hızla tükenen doğal kaynaklar, küreselleşme... İşte diyor romandaki kötü adamımız Bertrand Zobrist; bu durum dünyanın “Cehennem”e dönüştürecek. Çünkü dünya tarihinde hiç bu kadar yoğun bir nüfus artışı ve artış hızı olmamıştı. Özellikle Ortaçağ’da sık sık yaşanan veba salgınları bir nevi doğal nüfus planlaması rolü oynamış dünya nüfusunu dengelemişti. Ama şimdi, ilerleyen tıp ve teknoloji ile iş çığrından çıkmış, tüm distopya romanlarda anlatıldığı üzere dünyanın sonu gelmekteydi. Kısaca; dünya nüfusunu şöyle yarıya indirecek bir veba insanlığa zarar vermek yerine aslında katkıda bulunacaktı.
Elbette tahmin ettiğiniz üzere Robert Langdon ve arkadaşı Sienna’ya da bunu engellemek düşüyor. Bunun için de Floransa, Venedik ve İstanbul’a kadar uzanan bir güzergahtaki tarihi eserlerin sembollerini çözmeleri gerekiyor. Bu sembolleri çözerken kullanacakları bir nevi yardımcı kitap diyebileceğim kitap ise, (“Da Vinci Şifresi”nde bu İncil’di) Dante’nin “Cehennem”i oluyor...
Yani Dan Brown, her romanında uyguladığı kurgusuna bu kez sanat tarihini oturtmuş. Tez olarak da nüfus artışını seçmiş. Kadın kahramanın rolü ve sonundaki bağlantı bile aynı. (Spoiler vermeyeyim de.) Ancak bu roman asla “Da Vinci Şifresi” kadar satmayacak. Zira “Da Vinci”, altarnatif Hıristiyanlık tarihini ele almış hatta Hz. İsa’nın bir olabilir mi sorusunu ortaya atmıştı. Dahası bugün tüm askeri, sivil, gizli açık örgütlenmelerin aslında bir yere bağlı olduğunu söyleyen, o en büyük paranoyanın tüm kodlarını da buna bağlamıştı. Ama en önemlisi “Ya Hz. İsa’nın mirasçıları varsa, ne olurdu?” sorusunu gündeme getirmişti. Ancak bu romandaki tez çok daha spesifik ve sanata endeksli... Yani bestseller bir roman için hedef kitle çok kısıtlı!

Yazının devamı...

Kardeşimin Hikayesi'nin sırrı

Polisiye bir kurgu içeren bir romanı sevebilmem için kesinlikle okura kafa tutması gerekir. Yani okurun zekasını sınamasını, ona oyunlar oynamasını, şaşırtmasını hatta tuzaklar kurup onu gafil avlamaya çalışmasını isterim. Çünkü ben iyi bir okurum ve yazar denilen kişi de -bu tür romanlar için söz konusu elbette- dişime göre olmalı. Yani daha 10'uncu sayfada "Katil şu, cinayetin sebebi bu, zaten kahramanın asıl hikayesi de bu" diyeceksem, diyorsam kitabı kapatır onun yerine televizyonu açar ve ucuz Amerikan filmlerinden -özellikle korku- birini seyretmeyi tercih ederim. Açıkçası son yıllarda bu tür salak filmlerden çooook fazla seyrettim. Öyle ki artık onlar da uykumu getirmez oldu. Bu yüzden okuyup sevdiğim romanlara (polisiye veya değil) tekrar tekrar geri dönüyorum.
Bu açıklamayı yaptım çünkü Zülfü Livaneli'nin yeni romanı "Kardeşimin Hikayesi" de polisiye kurguya sahip bir roman ve Zülfü Bey bu kez, okuru ringe çıkarmış. Elbette, daha ilk sayfada sevgili kıdemli okuruna yani bana tıpkı "Mutluluk"taki ya da "Son Ada"daki gibi tatlı tatlı ve samimi bir sesle seslense de, bu romanda beni bir köşeden diğerine atmak ve zekamı sınamak istediğini anladım. Ben kaçın kurasıyım!
Hatta duygularını adeta kilitlemiş, insanlara dokunmayan, dokunamayan, hava sıcaklığına göre kıyafetlerini tasnifleyen ve o şekilde giyinen kahramanımızla tanışır tanışmaz, "Bu işte iş var" dedim. Yanılmadım da. Birkaç sayfa sonra kahramanımızın kitaplarını "cinayet odası", "kıskançlık odası" diye odalara ayırarak yerleştirdiğini ve aslında bu şekilde duygularını ifade ettiğini görünce, asıl gizemimizin onun hikayesinde saklı olduğundan kesinlikle emin oldum.
Elbette, pek çok okur, benim gibi bunlara dikkat etmeyebilir. Onlar bir villada yaşayan güzeller güzeli Arzu'nun kendinden yaşça büyük eşinin sergisi için verdikleri partiden sonra öldürülmesine ve "katil kim" sorusuna takılıp kalabilir. Ama emin olun, sayfalar ilerledikçe göreceksiniz ki, katilin kimliği bu romanın asıl "gizemi" karşısında küçük bir detay olacak. Hatta katilin kimliğini öğrendiğinizde çok da önemsemeyeceksiniz.
Hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz. Her insan bir hikaye ve her hikaye de aslında bir gizemdir. Hele içinde aşk varsa. Söyler misiniz, aşktan daha gizemli bir şey var mıdır, dünyada? Bittiğinde geride bize sanki bir polisiye olay bırakmaz mı? Mesela "Kimdi bu kişi" deriz ya da "hayatıma neden girdi?" ve başlarız bunun gizemini çözmeye. Artık hem dedektif hem de bu kriminal hikayenin mağduruyuzdur hatta sanığı da...
Zülfü Livaneli'nin yeni romanı "Kardeşimin Hikayesi" üzerine daha çok şey yazabilir ve anlatabilirim. Ama bu hem yazara, hem de okura saygısızlık olur. Çünkü bu romanın sadece sonu değil ara sayfaları da okura anlatılmamalı. Zira bu romanda bir bilmece var ve emin olun yazar daha romanın başında size tüm ipuçlarını veriyor... Ne bilgi saklıyor ne de kandırıyor. Her şey daha en başından bildirilmiş.

Yazının devamı...

Satılan her yabancı kitap bir yerli yazara

Kitap satışlarının birkaç binle sınırlı kaldığı günler geride kaldı. Evet sorunlar hala büyük; yazarlar başta olmak üzere çevirmenler, editörler hak ettiği rakamlara ulaşamıyor ama sadece yazarak hayatını idame ettiren yazar sayısı da az değil. Mesela her ay muhakkak çok satar bir yazarın kitabı yayımlanıyor ve bir kitabın çok satan olabilmesi için ilk baskısının 100 bin olması gerekiyor. Peki, ne oldu da 1990’ların sonunda yılda 3 kişiye 1 kitap düşerken 2012 yılında bu rakam kişi başına 7’ye çıktı. (Buna ders kitapları dahil değil ve bu rakam Avrupa ülkelerine çok yakın.)
1990’lardaki tabloya kuşbakışı bakalım. Kitap sektörüne, 1980 darbesi damgasını vurmuştu. Solcular kitap yayımlayarak hayatlarını sürdürüyor, yayın çizgilerini de buna göre belirliyordu. Amaç hem geçimini sürdürmek hem de “onurlu bir iş” yapmak, kapitalist olmamaktı. Mesela “rakı parasına çalışma” sözü çok meşhurdu. Ancak bu psikolojik ortam sektörün gelişmesini ve işlemesini engelliyordu. Ancak yazarların okunma, satma, yazarak yaşama ve dünyaya açılma arzuları bu koşulları zorlamaya başladı. Ve asıl kırılma 2000 yılında Orhan Pamuk’un “Benim Adım Kırmızı”sının 25 binlik ilk baskıyla billboard’a çıkması oldu. Çünkü bu olay, “rakı parasına” çalışan yayın piyasasının tüm prensiplerine aykırıydı. Türkiye yıllarca, ana haber bültenlerinde bile, kitabın reklamı olur mu olmaz mı, diye tartıştı. Bugün artık hemen her kitabın reklamı yapılıyor. Bu da sonuçta satışları yükseltti.
Elbette bugün 126 mağazaya sahip D&R’ın, idefix’in öncülüğünde internet satış sitelerinin sektöre girişi de çok etkili. Öncesinde kitabevi sayısı çok azdı. Bu eksik, sektörün bir başka büyük sorununu, korsan kitap satışını da besliyordu. Kitapçının olmadığı yere korsan giriyor, korsanın olduğu yere kitapçı giremiyor. Yazarların okunma arzusu, sektöre yeni yayıncıların girmesi vs. ile bu döngü kırıldı. Kırılınca da, güçlü bir kökü olan Türk edebiyatı kendini su yüzüne çıkaracak ince bir zemin buldu. Ve adeta bir patlama oldu. Orhan Pamuk’un Nobel alması, Türkiye’nin 2008’de Frankfurt’ta Onur Ülkesi olmasıyla da bu büyüme, uluslararası boyut kazanmaya başladı. Mesela Frankfurt sonrası 220 kitap Türkçeden Almancaya çevrildi.
Türkiye’nin geçen hafta gerçekleşen Londra Kitap Fuarı’nın konuk ülkesi olmasıyla da bu boyut artık kesinleşti. Üstelik sırada Pekin ve Madrid fuarları var.
O yüzden bu gelişmenin sebebi kesinlikle yerli pazarın büyümesi. Şöyle ki, Türkiye’nin yıllık İngilizce kitap alımı (ithalatı) 20 milyon sterlin. Yani İngilizce için Türkiye harika bir pazar ama bu aynı zamanda Türkiye’yi dünya kitap piyasasının güçlü bir aktörü de kılıyor. O yüzden fuarlara onur konuğu ülke olarak davet ediliyoruz ve bu da Türkçe edebiyata ilgiyi artırıyor. Özetle bu noktadan sonra artık Türkiye’de satılan her yabancı kitap bir yerli yazarın tanınmasına vesile olacak. Döngü geri dönmemek üzere kırıldı.

Yazının devamı...

Hikayeni anlat...

Herkesin bir hikayesi vardır ama bazılarının hikayeleri ilham verir. Bu yüzden bence herkes bir an durup kendine şu soruyu sormalı; "Benim hikayem ne?" Mesela yeni biriyle tanıştığınızda onlara ne anlatırsınız; sorunlar yığını mı, tekneninizin boyunu mu, geçen yıl yaptığınız tatili mi, kavuştuğunuz hayallerinizi, gelecek planlarınızı mı?

Ben kavuşulan hayalleri dinlemeyi severim. Ama bundan kastım X şirketinin CEO'su olan birinin ulaştığı cirolar değildir. Çünkü o kişisel değil bir ekip, kurum ve marka başarısıdır. Ben kişisel hikayeleri dinlemeyi severim.

Bu nedenle TED konuşmalarının hayranlarından biri de benim. Biliyorsunuz, Bill Clinton, Bill Gates, Jane Goodall, Frank Gehry, Paul Simon, Sir Richard Branson, Philippe Starck, Alain de Botton, Elif Şafak gibi isimlerin "hikayelerini" anlattığı konuşmalar bunlar. Ama hiçbiri bir kurumun lideri ya da parçası olarak değil kendi hikayeleri ile var oldukları... Olabildikleri. Üstelik konuşmacılar her zaman "tam anlamıyla ünlü" olmayan kişiler, bilim insanları, yaratıcılar, sanatçılar da olabiliyor burada. Ama dinleyenler, katılımcılar bilir ki, TED bu kişileri konuşmacı olarak seçmişse, o kişinin muhakkak bize anlatacağı bir hikayesi dahası geleceğe dair gerçekleşmekte olan bir planı ve başarısı vardır. Bu yüzden de geleceğimizi şekillendiren üç alanın yani teknoloji, eğlence ve tasarımın ilk harflerinden oluşur TED ve bu konuşmalar, etkinlikleri izlemek için gelen katılımcılar için şu anlama gelir: Az sonra "En iyi beyin SPA'sına" ya da "gelecek gezisine" tanık olacağım.

‘KRİTİK KAVŞAKLAR’ YILI

TEDx ise TED'in bağımsız organize edilen etkinlikleri olarak tanımlanır. Zaten adındaki X de "bağımsız organize edilen" anlamına gelen "paylaşmaya değer fikirler"i simgeler. Bazen iyi şeyler için büyük bir değişim gerekir. Tıpkı derisini yenilemek ve tazelenmek isteyen yılanın gömlek değiştirmesi gibi... Bu yüzden Tedx'in "Reset" felsefesi var; yani zihinleri sıfırlama! Nitekim bazen sırf bir şeye takılıp kaldığımız için sayısız seçeneği kaçırır ve bir türlü çözüme ulaşamayız.


İşte, TEDx bu nedenle, "Sonsuz olasılıklar için zihinlerimizi yeniden ayarlamak" gerek demiş ve bu yıl ki temasını "Kritik Kavşaklar" olarak belirlemiş. Açıkçası heyecan ve ilham verici bir tema, şimdiden konuşmaları dinlemek için sabırsızlanıyorum.


Şimdi burada küçük bir reklam yapmama izin verin. TEDx'in bu yılki sürpriz kritik kavşaklarından, konuşmacılarından biri de benim. Kendi kırılmamı, o kırılmayı bir kavşağa dönüştürmemin hikayesini anlatacağım. Bu noktada benim hikayem dahil pek çok kişinin hikayesini keşfeden, bu hikayelerin başkalarına ilham vermesine aracı olan aslında böylece yeni hikayelerin yazılmasını sağlayan TEDx Küratörü Ali Üstündağ'ın tanıdığım en büyük yazarlardan olduğunu söylemek isterim. Gerçi o ısrarla "Ben yazar değilim, hikaye koleksiyoneriyim" diyor. Ama ben de elbet bir gün her koleksiyoner gibi o da kataloğunu yazmak isteyecektir, diye umut ediyorum.

Not: 12-13 Nisan'da Maslak TİM Show Center’da görüşmek üzere...

Yazının devamı...

Çocukluğumuzun peşinden gitsek...

- Emirgan korusuna gitsek... Açmakta olan lalelerin arasında dolaşsak. Bir banka oturup "siyah lale" adı da verilen koyu mor laleleri seyretsek. Kırmızıları, sarıları, pembeleri de ihmal etmeden. Kayıp İstanbul lalesini hatırlasak. Belki bir gün bulunabilir, diye umutlansak ve "lalenin bir çiçekten çok daha fazlası olduğunu hatırlasak" çıkışta doğru bir kitapçıya koşsak. Gül İrepoğlu'nun olağanüstü çalışması "Lale, Doğada, Tarihte, Sanatta" isimli kitabını alsak. Alamasak da sayfalarını çevirsek. Lalenin mitolojiden ekonomiye kadar yarattığı kültür hakkında bilgilensek. Patrona Halil İsyanı'nda soğanları yok edilen İstanbul Lalesi'nin hazin hikayesini, Hollanda'ya buradan giden lalenin oradaki macerasını öğrensek. İnsanları nasıl zengin ettiğini, lale borsasının batmasıyla lale zenginlerinin kendini Amsterdam'ın kanallarından atarak intihar edişlerini okusak. Osmanı saray bahçesinde lalenin Allah'ı, gülün Hz. Muhammed'i simgelediğini öğrensek... Seneye kış aylarında lale soğanı alıp dikmeye, nisan ayını kendi lalelerimizle kutlayamaya karar versek.

- Balık-ekmek yesek. Hatta bir de bira içsek.

- Bir imkan yaratsak ve çocukluğumuzun geçtiği yere gitsek. Doğduğumuz ya da büyüdüğümüz ev duruyorsa, kapısını çalsak. Çocukken kocaaamaaan diye düşündüğümüz ve öyle hatırladığımız evimizin, dünyamızın küçüklüğü karşısında şaşırıp kalsak. İlkokul biri okuduğumuz okula gitsek. Oyun oynadığımız avluları, dallarına tırmandığımız ağaçları, evcilik oynadığımız kuytuları arasak. Bulsak ağlasak, bulamasak ağlasak. Çocukluğumuz, altın çağımızı kaybetmiş olmanın acısını Amin Maalouf veya Orhan Pamuk okuyarak sakinleştirmeye çalışsak.

- İKSV Film Festivali'ne gitsek. Biletlerimizi almamışsak, programa sahip değilsek, hemen internetten girip kendimize hızla bir program yapsak. Gözlerimiz sulanana kadar film seyretsek. Günde üç film seyretmeden eve gitmeyeceğim diye and içsek. Akşam eve kendimize verdiğimiz bir sözü tutmanın mutluluğu ve gururu ile gitsek.

- Başrolünü Anthony Hopkins'in canlandırdığı "Hitchock" filmine gitsek. Sapık, filmiyle kadınlara "rahat bir duş aldırmayan" yönetmenin iç dünyasını, yaşamını, karısı Alma'ya olan aşkını seyretsek. Yönetmen Sacha Gervasi'nin Alfred Hitchcock rolü için Anthony Hopkins'i seçmesine şapka çıkartsak. Malum, Hopkins, bir başka gerilim ustasının, Stephen King’in ünlü karakteri Hannibal Lecter’ı canlandıran kişiydi. Filmi seyrederken bu eşleşmenin keyfini çıkartsak. Evin yolunu tutmadan önce de Hithcock'un "Sapık" ve "Kuşlar" filmlerinin DVD'lerini alsak, ustaya bir selam çaksak...

- İKSV Salon'a gitsek... Amerikalı folk müzik ikilisi A Hawk And A Hacksaw'dan (Bugün 22.30) Balkan ezgileri dinlesek... Balkan müzikleri gibi hüzünlüyken bile gülümsesek...



Ahmet Altan’ın “SON OYUN”u

Altan’ın yeni romanı “Son Oyun” pazartesi çıkıyor. 100 bin basılan romanın pzarlama ve satış strajetisini ünlü tasarımcı ve reklamcı Bülent Erkmen yönetecek. Devlet sırrı muamelesi yapılan romanın konusuna gelince... Roman siyasi mi? Şöyle diyelim: Kimi bunu bir macera ve aşk, kimi de siyasi bir roman olarak okuyabilir. Elbette bu bir Ahmet Altan romanı yani içinde aşk var.

Yazının devamı...

Dönence

21 Mart, bir kırılma, değişim günüdür. Gün ve gecenin eşitlendiği... Biliriz ki, artık uzun kış geceleri yerini daha aydınlık günlere bırakacak, hava ısınmaya başlayacak, bir süre sonra leyleklerin gelişini göreceğizdir. Birkaç sıcak güne aldanıp açan erik ağaçlarının yanına hızla diğer ağaçlar, mesela pembe çiçekleriyle vişne eklenecektir. Laleler tüm zarafetiyle sokakları süslerken, en güzelleri gölgeyi seçecek, orada salınacaktır.
21 Mart, güzeldir, sıcak günlerin habercisidir. Ama en önemlisi değişimdir. Üzerimizdeki yaşama miskinliğinin, kabullenişin, ölü deri gibi dökülmesidir.
O güzel bahar temizliği, için geri sayımın habercisidir; halıların yıkanıp, mutfak dolaplarındaki tüm bardakların yıkanmasıdır. Gardırobun önüne geçip, yazlık-kışlık ayrımı yapmadan önce, fazlaların ayıklanıp ihtiyaç sahipleri için tamir edilmesi, tasnif edilmesidir.
Bir güzel havadır 21 Mart. İnsanda şairin dediği gibi türkü söyleme isteği uyandırır ya da “eve tuz ekmek götürmeyi unutma...” Doğanın yeni bir hayata başlayabilmemiz için, hazırladığı bir ilhamdır sanki. Acıların, intikamların geçmişte kaldığı, “güzel günler göreceğiz çocuklar” seslerini duyduğumuz gündür ya da en azından bize böyle günlerin olabilceğini hatırlattığı...
Pencere önünde açan bir çiçektir 21 Mart.
Ya da şairin şiirindeki gibi sofraya konduğunda baharı açtıran bir salatalık...
Âşık olmak gibidir, insanı yataktan kıpır kıpır kaldıran... Kelimelerin kifayetsiz, şarkıların güzelliğinin keşfedildiği o halet-i ruhiyedir.
Tasavvuftaki çift vav gibidir. Ölüm ve doğumun simgesi, küllerinden doğan Simurg ya da Zümrüdü Anka... 30 kuşun aylarca dertlerine deva, acıya çare diye arayıp en sonunda Simurg’un aslında kendi toplamları olduğunu fark etmeleridir.
21 Mart, Dünya Şiir Günü’dür, şairlerin ruhlarının kitaplardan fırlayıp bizlere dizelerini fısıldadığı... Her birinin yıllarca, hapislere, işkencelere, sürgünlere rağmen attıkları “barış” çığlıklarının toplanıp kanat çırparak bize barış olarak geri geldikleri gündür. Geçmiş Dünya Şiir Günü’nüz ve gelmekte olan barışınız kutlu olsun...

Gerekli lüzum üzerine...

Bu köşeden kendi etkinliklerimle ilgili şu ana kadar haber ve duyuru yapmadım. Bu kez mecburen yapacağım. Bir yılı aşkın süredir, Küçükçekmece Belediyesi ile “Küçükçekmece Okuyor” isimli çok güzel bir proje yürütüyoruz. Her ay bir yazarla yeni kitabını benim moderatörlüğümde ele alan paneller düzenliyoruz. Üstelik belediye bununla da yetinmiyor, o yazarın 100 kitabını satın alıp ilk yüz konuğa hediye ediyor ve bu sayede kitap alamayan okurlara yazarıyla bir imza günü düzenleme fırsatı sunabiliyoruz.
Bu nedenle Belediye Başkanı Aziz Yeniay başta olmak üzere Kültür İşleri’nin “darısı diğer belediyelerin başına” diyeceğim kadrosuna bir kez daha teşekkürler.
Bu ay da bu amaçla 26 Mart günü Selim İleri ile yeni romanı “Mel’unu” konuşacaktık. Okurlar heyecanlıydı, belediye de... Kitaplar için siparişler verildi, afişler bastırıldı, kataloglar hazırlandı. Ancak 15 Mart günü (VatanKitap ekinin çıktığı gün) Selim İleri’den şu mesajı aldım: “Gördüğüm lüzum üzerine 26 Mart’ta buluşamayacağız bilginize.” Belediyeden arkadaşlarla öylece kalakaldık, okurlarımıza ne diyecektik? Konuştuk ve sonunda gördüğümüz lüzum üzerine bizi dört gözle bekleyen okurlarımıza durumu aynen anlatalım, dedik.
Not: Yöneticiliğini yaptığım VatanKitap olarak, şu ana kadar hiçbir yazara, yayıncıya, çevirmene, ajansa kapak sözü vermedik, işimizin tabiatı ve gerektirdiği mesafe nedeniyle de vermeyiz.

Yazının devamı...

Baharı karşılasak

- Bir çiçekçiye gitsek. Fideler, tohumlar alsak. Güzel saksılar seçsek. Heyecanla eve gelsek, çiçeklerimizi özenle eksek. Hatta domates, biber, nane falan da... Ellerimiz toprağa değse. Tırnaklarımızın arasına girse, yüzümüz toprak karası olsa, tüm bunları yaparken yaramaz kuşlar cıvıltılarıyla bize eşlik etse...

- 'Ölmeden Önce Dinlemeniz Gereken 1001 Albüm' kitabını alsak, içinden sevdiğimiz albümleri işaretlesek. Olanları bir kenara ayırsak, olmayanları not etsek, zamanla tamamlasak ya da tamamlayacağımızı hayal etsek... Sonra her haftaya bir albüm seçip bir müzik ajandası tasarlasak. Dinlesek, dinlerken kitaptan o bölümü okusak ve bizde kalan duyguları, hatırlattığı anıları ya da kurdurduğu hayalleri bir günlük gibi yazsak.

- Bu deftere yazmak için dolmakalem alsak. Tercihen tüplü olanlardan. Orhan Pamuk'un romanlarını dolmakalem ile yazdığını hatırlasak, tüp değiştirirken kendini kurşun değiştiren bir silahşöre benzettiğini... Hatta biz de onun gibi ateşlediğimiz kurşun kovanlarımızı bir kutuda biriktirsek.

- Yurt dışı planları yapsak. Çünkü Pegasus Havayolları Kış Kampanyası'nı açıkladı. Mesela Viyana'ya yahut Roma'ya gitsek. (30 Euro gidiş, 30-40 Euro dönüş.) Roma'nın daracık sokaklara girip çıksak, kaybolsak, bilmediğimiz meydanlara çıksak ya da bir pizza dükkanında şansımızı denesek. Viyana'da konsere gitsek ya da bilet bulabilirsek operaya... Tabii müze ve sergi salonlarını turlayıp sonra şinitzel ve şaraptan oluşan keyifli bir yemek yesek.

- İstanbul Moda Haftası'na gitsek. Defile izlesek. Ama öncesinde Ahmet Hakan'ın yaptığı ve köşesinde yazdığı gibi "tüyo"lar alsak.

- İKSV Film Festivali için listemizi yapsak. Katalogtaki bilgiler yetmeyince internette dolaşsak, yeni yeni bilgiler edinsek. Ama mutlaka "Lizbon'a Gece Treni" filmini listeye eklesek. Bir de edebiyat uyarlamalarından en sevdiklerimizi...

- İstanbul'daysak, vaktimiz de varsa, güzel bir Kadıköy turu yapsak. Arkadaşımızla Buket Uzuner'in "İki Yeşil Su Samuru" romanının kahramanlarının aşklarını yaşadıkları Baylan Pastanesi'nde buluşsak. Burada makaron yesek ya da onların ünlü kup giyelerinden Tam karşısındaki Hacı Bekir Muhiddin'e uğramayı da ihmal etmesek hatta burada bir demirhindi şerbeti içsek... Sonra başlasak yukarı, Moda'ya doğru kıvrılmaya. Yol boyu karşımıza çıkan sahaf dükkanlarına girip çıksak. Kitapların, efemeraların, fotoğrafların arasında kendimizi unutsak. Eşelenip dursak. Kimlere ait olduğu belli olmayan, eski siyah-beyaz fotoğraflara bakıp hikayeler kursak, karakterler yaratsak. Oradan çıktıktan sonra çizgi roman dükkanlarına, konsept, tasarım mağazalara, kitapçılara, kırtasiyelere girsek. Oradan da Yapı Kredi Kültür ve Sanat Merkezi'nin Caddebostan'daki Galerisi'ne gidip "Kartpostallarla Balkan Savaşı" sergisini gezsek.

- Baharın gelişi şerefine Jon Krakauer'in gerçek bir hayat hikayesini anlatan "Yabana Doğru" kitabını okusak. Kitabın kahramanı gibi, her şeyi, tüm toplumu, kurallarını geride bırakıp doğaya kaçabileceğimizi görsek, baharda eve tuz ekmek almayı unutan Orhan Veli'ye de bir selam çaksak!

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.