Şampiy10
Magazin
Gündem

Yalınayak hayale dalmak

Yaz bitti. Güneş bizi ısıtsa, terletse de bitti. Yaz tatili de. Güneş ışıkları artık her geçen gün biraz daha zayıflıyor. Akşam yemeği için kavrulan soğan kokuları sanki daha bir erken iniyor sokaklara... Sandaletleri henüz kaldırmadık ama giymeyi çoktan bıraktık. Yalınayak balkon yıkama keyfini de... Çıplak ayaklarımızda artık çoraplar, terlikler, kapalı ayakkabılar var.

Peki bu hüzün neden? Neden ayağa giyilen çorap, kutusundan çıkarılan botlar, çizmeler kış mevsimini sevenleri bile hüzünlendirir? Neden onları plaj terliklerimiz gibi sevinçle karşılamayız?

Yalınayak olmak özgürlüktür, hayal kurmaktır, romantizmdir, melankolidir. Çünkü yaz mevsimi duyguların mevsimidir. Bu yüzden kendimizi, kendimizle başbaşa kalabilmiş bir halde hayal ederken bir sahilde, paçalarımızı sıyırmış, ayakkabılar elimizde, denize bakarken hayal ederiz; sıkı sıkı giyinmiş, büyük iş merkezlerine bakarken değil.

Sanki giysilerimiz tercih ettiğimiz ama altan alta da sıkıldığımız, alternatifini aradığımız hayatımızın simgesi gibidir. Randevularımızın, taksitlerimizin, iş yerindeki görevlerimizin, kira kontratımızın, ödenmesi gereken borçlarımızın, akşam yemeği randevumuzun, evliliğimizin... Edindiğimiz tüm kimliklerimizdir ve giysilerimizi çıkardıkça kendimizi en alttaki kişiliğimize ulaşacak gibi hissederiz yani tüm bu tercihleri yapmadan önceki halimize. İşte o zaman “Başka türlü olabilir miydim?” sorusunu sorabileceğimizi düşünürüz... Başka türlüsünü hiç arzulamamış bile olsak da.

Ve ne tuhaf ki, en kalın, en güçlü ve en sert giysi ayakkabılarımızdır. Onlar çıktığı an rahatlarız. O zaman bizi özgür düşünmekten alıkoyan her türlü koşulun üzerimizdeki etkisinin kalkacağını hissederiz. Sahi neden? Öyle ya, edebiyat tarihinin en özgür kadınlarından biri Carmen’dir ve çıplak ayaklıdır. Karanın kurallarına bağlı olmayan denizciler de.

Can Yayınları’nın çok sevdiğim “KırkMerak” dizisinden çıkan “Yalınayak Yaşamak, Bir Plaj Güzellemesi” işte bu meselenin etrafında edebiyat ve sanat tarihinden aldığı ilhamlarla dolaşıyor. Arjantinli yazar Alan Pauls’un kaleme aldığı bu incecik ama bir o kadar da yoğun kitap, sahillerin bizle re yaşattığı ani değişimleri , kurdurduğu hayalleri bir dostunuzla sahilde konuşur gibi aktarıyor. Tabii ki bu dost, bilgilerini hazmetmiş iyi bir entektüel. Bu yüzden de işi sadece konuşmakla bırakmamış ve sahilde kurulan bu hayallerin, yapılan planların ya da düşünme eyleminin gerçekliğini de sorgulamış. Yani bu hayallerin ne kadarını gerçekleştirip gerçekleştirmediğimizi...

Sizin yatınınız ne? Uzun uzun düşünmeye gerek yok, hepimiz biliyoruz ki, deniz kenarında kurulan hayaller gerçekleştirilmez, çünkü orada sadece hayal kurmak isteriz, eyleme yönelik düşünmek değil. Bu ne bir plandır, ne proje. Orada ufka bakıp sadece hayallere dalarız. Belki de tam da bu yüzden yalınayak halimiz hayal kuran, özgürlüğe en yatkın halimizdir.

Bence bu hafta sonu deniz kenarına gidin, ayakkabılarınızı çıkarın ve bu kitabı okuyun. Emin olun, iyi gelecek!



Yazının devamı...

Biz neden festival açamıyoruz?

Uluslararası bir film festivalinin açılış gecesi bir pop şarkıcısının hesaplanamayan davranışları ve “Don’t Cry For Me Argentina”yı söylemeye cesaret etmesiyle hatırlanıyorsa... Onur Ödülü Gecesi’nde insan kendini bir düğün salonundaymış da az sonra geline 100 TL takacakmış gibi hissediyorsa... Ertesi gün sinema eleştirmenleri ve gazeteciler kendilerini ciddi ciddi “Yaa Ömür iyi kız ama o kadar da uzatılmaz ki” diye yorumlar yaparken buluyorsa... Dünyada ise bu iş alıp başını gitmiş, festivaller kadar açılışlar da konuşuluyorsa... Mesela Oscar Törenleri’nde sunucu komedyenin esprilerinin saniyeleri bile hesaplanıyorsa, bizde bu iş niye “oldu bitti”ye getirilir?

Söyler misiniz, festival sırasında en önemli turizm şehrimizin en güzel otelleri 3 bin davetliye ayrılıyorsa, üstelik bu festival uluslararası nitelik taşıyorsa etkileyici bir açılış beklemek çok mudur? Sonra, sahneye illa ve illa popüler kültürün ünlüleri mi çıkmalı? Hem de dünya ve Türkiye yeteneklerini sahnelemek için fırsat arayan olağanüstü dansçılar, müzisyenler, şov toplulukları, doluyken... Her gece televizyonda gördüğümüz ya da bir hafta önce bir başka yerde sahne almış kişilerle açılış yapmak, söyler misiniz kolaycılık değilse nedir? Paramız mı yok?

Hiç sanmam. Bence bunun tek nedeni memleketin her köşesinde rastlanan festival geleneği... Ha, bir de kadrolarda eski köye yeni adet getirmek isteyen “huysuz” kişilerin yer almaması. Bu sözlerimin “Türkiye kim Oscar kim?!” diye algılanacağının ve seneye (şayet davet edilirsem!) festivale bir çeyrek altınımı hazır ederek gideceğimin farkındayım. Olsun ben yine de yazdım. Umarım yanılırım ya da altın fiyatları çok yükselmez!

Bu kadar iyi bir festivale...


Pek çok kişi “Daha anlayışlı olabilirdin” diyecektir, olamam. Çünkü Altın Koza’ya nazaran Altın Portakal’a katılan filmlerin “vasat” olduğu, Hülya Avşar’ın jüri başkanı olmasıyla yarışmanın kendini tamamen popüler kültüre teslim edildiği söylentileri ortada dolaşırken, olamam. Çünkü festivalde gerçekten birbirinden güzel, değerli filmler vardı. Hem ulusal, hem de uluslararası yarışmada. Aklım seyredemediğim birçok filmde kaldı. Bu nedenle AKSAV’ı gerçekten tebrik etmek isterim. Çok güzel ve değerli bir festival yapmışlar. Hele festivalin seneye 50’inci yılını kutlayacağını, bunca yıl Türk sinemasına katkıda bulunduğunu düşününce anlayışlı olmak hiç ama hiç içimden gelmiyor. Bunca yıl böylesi bir festival yap, sonra vasat bir açılış ve ödül töreni ile başarını gölgele... Buna AKSAV’ın bile hakkı yok. Hatta en çok onun yok!

Not: Ulusal Yarışma’da favori filmim “Güzelliğin On Par’ Etmez!” Mültecilik psikolojisini, Kürt meselesini, onun uzantılarını, bir itirafçının çıkmazını, baba-oğul ilişkisini, milliyetçiliğin sebeplerini, aşkın bir masal diyarı, sığınılacak bir liman olmasını ve Aşık Veysel’in acılarımızı kucaklayan sesini şiirsel bir dille ve sağlam bir kurguyla anlattığı için...

Yazının devamı...

Ustanın son harikası

Dünya ve Türk edebiyatının yaşayan en büyük yazarlarından kabul edilen Yaşar Kemal’in 10 yıldır beklenen romanı çıktı ve çıkar çıkmaz 60 bin sattı. Yazmaya başladığı sırada hastalandığı için yazımı sekiz sene süren romanla ilgili olarak Türkçe’nin büyük ustası, “Hiçbir romanımın yazımı bu kadar sürmedi. Ne olursa olsun bitireceğim dedim” diyor.

Yaşar Kemal’in on yıldır beklenen “Bir Ada Hikayesi” serisinin son romanı olan “Çıplak Deniz Çıplak Ada” bugün Türkiye’nin her yerinde. İlk baskısı 50 bin yapılan romanın, 10 bin yapılan ikinci baskısı da bitmek üzere.

Yaşar Kemal’in ilk başta üç cilt olarak tasarladığı “Bir Ada Hikayesi”nin ilk cildi “Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana” 1998’de yayımlanmıştı. Bu romanda usta yazar okurlarını diğer romanlarından farklıolarak bir düş ülkeye götürmüştü; olmayan bir adaya. Farklı kökenden insanların; Kürtler’in, Çerkezler’in, Türkmenler’in, Lazlar’ın, Rumlar’ın iç içe yaşadığı, iyi yürekli, iyi niyetli güzel insanların adasıydı burası.Mübadele sonrasında boşaltılan bir adaya yerleşmişti hepsi. İşte bu adada Yaşar Kemal, farklı etnik kökenlerin ve kimliklerin bir arada yaşadığı bir cennet, bir ütopya, kendi hayalini aradığı bir dünyayı tasvir etmişti.

Hikaye 2002’de yayımlanan ikinci ciltle “Karıncanın Su İçtiği” ve hemen ardından yayımlanan üçüncü cilt “Tan Yeri Horozları” ile devam etmişti. Herkes serinin bittiğini, biteceğini sanırken usta yazardan bir de müjde gelmişti; dördüncü bir roman daha vardı,yazılmaktaydı. Hatta ismi bile belliydi; “Çıplak Deniz Çıplak Ada”.

- HASTALIĞINA DENK GELDİ: Ancak o günden sonra uzun bir bekleyiş dönemi başladı, roman bir türlü tamamlanamıyordu. İşte Yaşar Kemal okurlarının yıllardır beklediği roman artık piyasada. “Karşı dağların başı ağrıyordu” ilk cümlesiyle akıllara kazınacak olan romanda büyük yazar, önceki eserlerinde sık sık kullandığı halk efsaneleri, deyişleri, söylencelerini büyük bir ustalıkla kullanmış. Okurlarının büyük bir heyecan ve sabırla beklediği roman için yazar da çok uzun yıllar beklemiş. Hem de çocukluğundan beri. Edebiyatımızın ulu çınarı romanın yazılış sürecini ve hikayesini şöyle anlatıyor:

“Bizim köyümüzde okul yoktu. İlkokulu okumak için Kadirli’de bir akrabamızın evine gittim. Bir süre orada kaldım. Ama o evde kalmak istemediğim için okula kendi köyümden yürüyerek gidip gelmeye başladım. Yürürken hep bir köyden geçiyordum. Bu köyle ilgili bazı şeyler duymuştum. Bu bölgeye yabancıinsanlar gelmiş, yerleşmişler. Sıtmadan ölmüşler, etraftan çeşitli kötülükler görmüşler. İlkokulun sonuna kadar o köyden hep geçtim. Hep hikayelerini duydum, dinledim. Biraz büyüdüm, ilkokulu bitirdim. Köyün önünden tekrar geçtim. Büyük bir baca gördüm. O bacayı Ceyhan ırmağından topladıkları taşlarla yapmışlar. Kalın yüksek bir baca... Ortaokula geldiğim zaman Hemite köyünde babamın akrabalarından annemin de arkadaşı bir kadın bana o köyde ne olduğunu anlattı.Birlikte ormanın içine gezmeye gittik. ‘Bak oğlum’ dedi ve devam etti: ‘Burada göçebeler, mübadiller vardı. Bunlar Yunanistan’dan gelen Türkler’di. Böyle üç köy vardı Anavarza’nın yanında. Çok güzel köyler.’ Bu köyü, hikayesini öğrendim. O köye yerleştiklerinde çok güzel evler yapmışlar, köyü güzelleştirmişler. Etraftaki köylüler bu insanlara zulüm yapmışlar. Bu insanlar “Bir gün gideceğiz” deyip gitmişler. 15, 16 yaşıma geldiğimde bu insanların nereye gittiklerini bulmaya çalıştım. Bulamadım. Bulamadığıma çok üzüldüm. Abidin Dino’ya bu Çukurova’daki köyün, mübadillerin hikayesini anlattım. ‘Ne duruyorsun, en güzel konu bu. Bunu şimdiye kadar hiç kimse doğru dürüst yazmadı. Doğru dürüst diyorum ama belki de kimse yazmadı’ dedi. Abidin Bey Yunanca bilirdi, İngilizce, Fransızca, Rusça bilirdi. Eh bir de resim yapmasını bilirdi. Ben ‘Bir Ada Hikayesi’romanlarımda mübadeleyi yazdım. Benim için mübadele sadece bu romanlarda anlattığım mübadele demek değil. Benim ailem de mübadele yaşamış. Ruslar Van’a geldiği zaman bizimkiler sürgün olmuşlar. Bütün Anadolu’da gezmişler, Çukurova’da bu köye yerleşmişler. Bu mübadele hikayesini bu hırsla yazdım. 1996 yılında ‘Bir Ada Hikayesi’nin ilk kitabını yazmaya başladım.

- SIRADA YENİ KİTAPLAR VAR: ‘Çıplak Deniz Çıplak Ada’nın yazımı 8 yıl sürdü. Bugüne kadar hiçbir romanımı 8 yılda yazmadım. Yazmaya başladığımda hastalandım ancak ne olursa olsun bitireceğim dedim. Bütün kitaplarımı yazmadan senelerce önce düşünürüm. Çocukluğumda düşündüğüm bir mesele var, bugünlerde yine onu düşünüyorum - orman sorunu... Aklımda başka konular da var. Onlardan biri iki kadınla ilgili. Osmanlı zamanında kahramanca çalışmış bu kadınlar.”

Kitaba büyük ilgi

Usta yazar Yaşar Kemal’in, 8 yıldır büyük bir özlemle beklenen son kitabı Çıplak Deniz Çıplak Ada -Bir Ada Hikayesi 4, büyük ilgi gördü. Yapı Kredi Yayınları (YKY) tarafından basımı yapılan kitap bugün okurlarıyla buluşuyor. Çıkar çıkmaz 60 bin adet satan kitabın dörtlemenin ilk üç kitabının trajını geçmesi bekleniyor. Usta yazar, sekiz yıllık hasreti sona erdiren kitabın ardından yeni kitaplar yazmaya hazırlanıyor.

KİTABIN KONUSU

Çıplak Deniz Çıplak Ada Bir Ada Hikayesi-4


“Çıplak Deniz Çıplak Ada”, Yaşar Kemal’in ağıtların diliyle, kendi özgün dilini harmanladığı “Bir Ada Hikâyesi” dörtlemesinin son kitabı... Savaşlardan, kırımlardan, sürgünlerden arta kalan insanların, Yunanistan’a gönderilen Rumların boşalttığı bir adada yeni bir yaşam kurma çabalarını konu alan dörtlemenin son kitabında Yaşar Kemal, geçmişin kapanmaya yüz tutan ama izi kalan yaralarını anlatmaya devam ediyor. Ağaefendi’yle Melek Hatun, Poyraz’la Zehra, Ali Hüseyin’le Nesibe muradına erer; Lena Ana’nın hasretle yollarını beklediği kayıp oğulları da geri döner fakat balıkçıların reisi Hıristo’nun başına beklenmedik bir olay gelir.

Yazının devamı...

Bayramımız var, davullar, zurnalar çalsın!


Bazı yazarlar dil yaratır, bunu yaparken de var olan kısıtlanmış dili yerle bir ederler. Mesela kendi kelimelerini yaratırlar. Okurken birden karşınıza sözlüklerde yer almayan bir kelime çıkar ama ne dediğini hemen anlarsınız. Biri çıkıp size “nedir anlamı dese” net bir tanımda bulunamayabilirsiniz ama o kelimenin ne dediğini bal gibi bilirsiniz. Çünkü yazar aslında o kelimeyle harfleri değil de bizlerin kodlarını yan yana getirmiştir ki, bu biraz “kehanet” ister. Bazıları işi daha da öteye götürür. Var olan kullandığımız kelimeleri ters-yüz eder. Her gün kullandığımız, derdimizi, sevincimizi ifade ettiğiniz kelimeye tam tersi bir anlam yükleyiverir ve bunu o kadar doğal yapar ki fark etmeyiz bile. Bu da biraz “büyücülük” gerektirir.

Bir de bunların yanı sıra toplumsal dil hafızamızın mezarlığına gömülü kelimeleri bulup onları dirilten ve bizi de bülbül gibi konuşturan yazarlar vardır ki onlar edebiyat adı verilen muazzam kabilenin “şamanları”, “bilgeleri”dir. Ötesi yoktur.

Mesela onlar bir romana şöyle bir cümleyle başlarlar: “Karşıki dağların başı ağrıyordu.”Okuduğumuz an bizi saygıyla susturan... Çünkü biliriz az sonra okuyacaklarımız bize sadece bir hikâye anlatmayacak.

O hikâye için bir ülkenin dört bir yanından kalkıp gelen kelimeler içimizde bir yerlere dokunacak, çaresiz anılarımızı göğsüne yatıracak.

Ne büyük bir şans ki bizim böyle bir yazarımız var. Adını herkes biliyor, ona Yaşar Kemal diyoruz. Bereketli Çukurova’nın en büyük nimeti... Anadolu’nun yitip giden, masallarda, türkülerde, destanlarda kalan kelimelerin, deyimlerin rüzgâra karışmasını romanlarıyla engelleyen o büyük yazarımız...

Üstelik o öyle bir yazar ki, adı söylendiği an aklımıza düşen sadece kitaplar da değildir; bir gülümseme, bir iç ısınması, bir güven duygusudur o... Şöyle anlatayım derdimi: Sevdiğim çok yazar var ama iki yazarı dünyayla kurdukları ilişkiden ötürü hep farklı görmüşümdür. Biri; G.G. Marquez’dir. 2006 yılında doğduğu yere, Aracataca’ya gidişi dünya basınında haber olmuştu, hatırlar mısınız? Ajanslara düşen fotoğrafları benim aklımdan hiç çıkmıyor, çıkmayacak da. “Yüzyıllık Yalnızlık”taki Macondo’ya esin kaynağı olan çocukluk kasabasına gitmişti. Kasabası onu çiçeklerle karşılamıştı. Trenden evine kadar omuzlarda bir tahtırevanla taşınmış ve geçtiği her sokakta evlerden başına çiçekler serpilmişti. O da tahtırevanın üstünde mest olmuş bir halde gülümsüyordu. Yüzünde yazarlara mahsus o “sıkıntıdan” hiçbir iz yoktu. İşte bu görüntünün bir diğerini Yaşar Kemal belgeselinde de gördüm. Yaşar Abi (Bey dersem kızacaktır) köyüne gitmiş, daha meydana girer girmez onu bekleyen davul zurna ekibine katılarak halay çekmeye başlamıştı. Yüzünde Marquez’inkine benzer bir gülümsemeyle...

Bu tür yazarlar çok az. Yani hayatın hem içinde olmaktan keyif alan, hem de o hayatın dışına çıkarak bize onu anlatabilen. Yaşayan, can çekişen hatta ölmüş kelimeler ile kendi dilini yaratan... Bize ışığın ve renklerin onlarca tonunu anlatabilen... Ya da küçük bir köye ait sanılan bir kelimeyle en karmaşık ve evrensel sıkıntımızı bir çırpıda ifade eden... Bu yüzden Yaşar Abi, edebiyatın ulu çınarı, en büyük bilgesidir. Ve şimdi bizlere yeni bir hikâye anlatıyor. “Bir Ada Hikâyesi” dörtlemesinin son romanı “Çıplak Deniz Çıplak Ada”yla bizleri tekrar bu toprakların kelimeleriyle, umutlarıyla buluşturuyor. Hem de çocukluğundan beri yazmayı hayal ettiği bir konuyla... Biz de böylece, bir kez daha onun dünyasından adım atmak üzereyiz. Bence bu anı bayram ilan etmeli, davul zurnayla halay çekmeliyiz!

Bu akşam The Hall İstanbul’da “Purple Music Night” ile adını duyuran Jamie Lewis ile Discoman birlikte DJ’lik yapacak. Kaçırmayın. (Küçük Bayram Sok. No:7, Beyoğlu, Saat:22.00)

Yazının devamı...

Başımız sağ olsun!

Anadolu’nun bir köyü...

İki erkek kardeş; biri okur, diğeri köyünde kalır.

İkisinin de bir oğlu-bir kızı olur. Okuyanın, şehre gidenin çocukları doktor ve tasarımcı olurlar. Yılda birkaç kez

yurt dışına gidip yaz tatillerinde Bodrum’a inerler. Kızı evlenmemeyi seçer, bekar yaşar. Köyde kalan kardeşin çocukları ise toprağı, hayvanların seslerini öğrenir, doğanın diliyle konuşur. Derler ki; “Karşı dağlara sis çöküyor, yarın kar yağacak.” Yaz tatili diye bir kavramları yoktur, arada amcalarını ziyarete İstanbul’a giderler.

O zaman çocukken ip atlayıp, top oynadıkları, sırlarını paylaştıkları, köy çeşmesinde çıplak yıkandıkları için birlikte dayak yedikleri kuzenlerini görürler.

Ama çocukluk anılarının arasına giren sadece zaman değildir, aynı kardeşin çocukları, aynı çocukluğun insanları olmalarına rağmen ayrı dünyaların insanlarıdır artık. Konuştukları dil bile başkadır. Futbol ve yerli diziler ortak sohbet konusu olur ama kimse “kendi çevresiyle” yaptığı sohbetin tadını da yakalayamaz. Bir çocukluk özlemi bir anda zorunlu bir sohbete dönüşür. Giden ailedir ve yaşanan sorun da; birlikte yaşamanın imkansızlığı... Ortak dil kaybolmuştur. Bölünmüşlerdir.

Sonra birden radyodan bir ses yükselir; “Neredesin sen?” diyen. Bozkırın tezenesinin sesi, parçalanmış, birbiriyle ne yapacağını bilemeyen o aileye hep bir ağızdan aynı türküleri söyletmeye başlar. Aile birleşir, herkesin çocukluğu tekrar elinden tutar.

Neşet Ertaş kimdi? Günlerdir herkes bu konuda bir şeyler diyor, ben bunu söylemek istedim: “Neşet Ertaş bizi bölünmekten kurtaran ortak dil ve değerlerdendi.” Ne yazık ki, nasıl edebiyatta Yaşar Kemal’den sonra köylünün de kentlinin de eserlerinde kendini bulduğu yazarlar gelmiyorsa Neşet Ertaş’ın da devamı yok. Herkes kendi mahallesinden, kendi iç dünyasından dünyaya açılma derdinde.

Anadilde eğitim Türkiye’yi böler mi diye tartışıp duruyoruz ya... Bence bizleri birleştiren bu tür sanatçıların devamı gelmezse ki, gelmiyor, asıl o zaman bölünmüşüz demektir... Ya da işimiz futbol ve dizilere kalmış...

Yazının devamı...

Bir biyografiden beklenen yanıt!

Hasan Cemal''in "Ermeni Soykırımı" kitabı ile Orhan Karaveli''nin kaleme aldığı "Kendi Heykelini Yapan Adam; İlhan Selçuk" kitapları birkaç gün arayla yayımlandı.

İlginç bir tesadüf...

Malum, Hasan Cemal ve İlhan Selçuk Babıali tarihinin en büyük fikir ayrılığı yaşayan iki gazetecisi olmuştur. Nitekim Hasan Cemal, bu tartışmalarını ve en sonunda kendisinin Cumhuriyet''ten ayrılmasına sebep olan olayları "Cumhuriyet''i Çok Sevmiştim" kitabında da anlattı.

Bu nedenle iki kitabın aynı anda çıkması bana biraz hayatın şakası gibi geldi. Hele hele Hasan Cemal kitabında, İlhan Selçuk''un annesinin Ermeni olduğunu ama onun bunu hep gizlediğini de yazmışken...

Bu yüzden İlhan Selçuk''un biyografisi bir anda ayrı bir önem kazandı. Ne yazık ki, kitapta Hasan Cemal''in iddiasına yanıt verecek hiçbir bilgi yok.

Buradan hareketle birilerinin aklına, malum komplo teorilerini pek severiz, "Acaba İlhan Selçuk''un annesinin etnik kimliğine özellikle mi yer verilmedi?" sorusu gelecektir.

Ama hemen söylemeliyim ki, kitapta hemen her konuda sınırlı bilgi var.

Mesela Babıali tarihinin en önemli olaylarından olan Hasan Cemal ve Okay Gönensin''in Cumhuriyet''ten kopmasına ve yaşanan kavgalardan ötürü gazetenin büyük bir tiraj kaybetmesine ve bir daha toparlanamamasına neden olan Cumhuriyet olaylarına da çok az yer ayrılıyor. Aynı şekilde Ergenekon Davası kapsamında sabah 4''te kapısının çalınıp karakola götürülmesi de... 222 sayfalık kitap sanki bir İlhan Selçuk portresinin genel hatlarını belirleyen ince dokunuşlar gibi olmuş. Ya da İlhan Selçuk''la tanışmak isteyenler için bir "merhaba."

Ancak... Hasan Cemal''in kitabındaki iddiadan sonra okurlar İlhan Selçuk biyografisinden daha fazlasını bekleyecektir. Hele hele "Kendi Heykelini Yapan Adam"ın başta İlhan Selçuk''un kızkardeşi Ülfet Ertel''in tanıklığında yazıldığını ve en geniş bölümün de aile ve yetişme ortamına ayrıldığını dikkate alırsak. Çünkü kitapta kardeşler arası ilişkilerle ilgili detaylar olsa da aile kökenine ilişkin gerçekten hiçbir bilgi yok. Baba Kasım Bey''in asker ve Girit Kökenli olduğunu biliyoruz. Demokrat bir kişilik olduğunu da. Mesela 6-7 Eylül olaylarında gayri-müslim komşularını korumak için, naftalinleyip sakladığı üniformasını giyip sokağa çıktığını, linç için sokağa dökülen kalabalığa tekmil vererek dağılmalarını sağladığını, böylece sokaklarına girmelerini engellediğini ve bu konuda asla tek kelime etmediğini...

Asıl konuya, anne Hikmet Hanım''a gelince... O da Kasım Bey gibi iyi eğitimli. Edebiyat ve sanat sevgisi olan biri. Çok iyi Fransızca biliyor. Saint Joseph Lisesi Mezunu ve İstanbullu. Ama dediğim gibi bilgiler bununla sınırlı. Ne annenin, ne de babanın aileleri ile ilgili bir bilgi var.

Normal koşullarda böyle bir bilgiyi aramazdım. Ama Hasan Cemal''in İlhan Selçuk''un annesinin Ermeni kökenli olduğunu ve bunun gizlendiğini iddia etmesinden sonra bu önem kazandı ve bir İlhan Selçuk biyografisinin buna yanıt vermesini isterim. Hele hele bu kitabın İlhan Selçuk''un kızkardeşi yani Hikmet Hanım''ın diğer çocuğu olan Ülfet Ertel''in tanıklığında yazıldığını dikkate alırsak.

Yazının devamı...

Müziği şiirle buluşturanlar


Yılbaşı listeme "Her gün yeni bir şarkı dinlemek" diye bir madde yazmıştım. Tahmin ediyordum ki, her yeni şarkı ya da bir beste o güne bir yenilik katacak... Bir melodi, bir ritim belki de yaşam ritmimi hatta kalp atışımı değiştirecek... Neden olmasın? Ama müzik dinlemekten kastım bir iş yaparken ya da okurken arkadan duyacağım bir ses değil... O zamanı sadece o şarkıya ayırmak, sözleri üzerine düşünmek...Hatta o şarkı ve müzisyen üzerine okumalar da yapmak. Bunu bazen yapabildim, çoğunlukla da yapamadım... Ama şimdi elimde ilham veren bir kitap var; "Şarkıdaki Şiir." Alt başlığını da söyleyecek olursak; "20. Yüzyılda Popüler Müziğin Edebi Yüzü." Şair Hilmi Tezgör''ün kaleme aldığı bir kitap bu. O kadar keyifli okunuyor ki, konunun uzmanı olmayan kişileri rahatlıkla okuyabilir, uzmanları da keyifle! Doğrusu bu tür kitapları çok seviyorum. Yani yoğun bir bilgi birikiminin "yalın" ürünü olan kitapları... Sanki parfüm gibiler. Kilolarca çiçeğin toplanıp damıtılması sonucu elde edilen bir damla esans gibi oluyorlar. O çiçeklerin tüm özleri var içinde ama sadece bir damlalar! Bence bu yazın hayatının en büyük mertebelerinden biri. İşte Tezgör''ün kitabı da böyle... 20. yüzyıl popüler müziğinin ikon isimlerinin şiirle buluştuduğu noktaları anlatırken büyük bir bilgi birikimi üzerinden hareket etmiş. Ama bu isimleri o kadar içselleştirerek anlatıyor ki, hiçbir isim ve cümle yabancı durmuyor. İlk kez dinlediğiniz ama sanki yıllardır bildiğiniz bir müzik gibi akıp gidiyor. Kitapta yer alan bilgiler ise çok keyifli ve ilginç. Mesela The Doors grubunun efsanevi solisti Jim Morrison''un çok iyi bir kitap okuru olduğunu biliyor muydunuz? Nietzsche''yi yalayıp yuttuğunu, James Joyce''un başucu yazarı olduğunu? Hatta The Doors adının Audley Huxley''in uyuşturucu deneyimini ele aldığı "Algı Kapıları/ Doors of Perception" kitabından aldığını? U2''nun, Leonard Cohen''in, Bob Dylan''ın edebiyatla olan ilişkisinin anlatıldığı ve müzike şiirin buluşmasından ortaya çıkan auranın ele alındığı kitaptan bence bu haftasonu bir tane alın ve koşarak eve gidin. Sonra da adı geçen müzikleri dinleyerek kendinize güzel bir okuma listesi çıkarın. Ben öyle yapacağım.

Yazının devamı...

Gaylere neden kadın denir?

Heteroseksüelsen ama homofobik değilsen eşcinseller hakkında yazmakta zorlanırsın. Hele kadınsan... Korkarsın. Bunun nedenlerinden biri elbette gay "lobi"sini (bunun temelinde bir dayanışma olduğunu anlamayacak kadar duyarsız değilim) karşına almaya duyduğun çekincedir. Ama asıl birilerini incitmekten korkarsın... Çünkü sen, ataerkil dilin, söylemin ne denli aşağılayıcı sözcükler, deyimler ve küfürler barındırdığını bilen bir ötekisindir, kadınsındır. Bu yüzden bazı gay''''''''lerin (elbette genel bir niteleme değil) bir başka gay için şaka yollu da olsa "kadın" diye bahsetmesi, ona "kadın" diye hitap etmesi kafanda bir soru işareti olarak asılı kalır. Ya da bir gay yazarın, "içimdeki kadını yazıyorum" demesini düşünür durursun... Ne demektir bu? Ortada bir "ötekileştirme" çabasının olduğu muhakkaktır. Ama kime ve neye karşı? Dahası kimi yüceltmek için? Malum birini ötekileştirmenin gizli ve asıl niyeti bir başkasını iktidara taşımaktır. Yani bunu homofobik ve kadın düşmanı bir erkek dese anlarım. Adamın derdi zaten kendi dışındaki tüm cinsleri aşağılayıp iktidarını sağlamlaştırmaktır. Ama bir gay bunu niye yapar? Neden bir başka gay''''''''den "kadın" diye bahseder? Dahası son derece zor bir operasyon gerektiren bir başka cinsel kimlik, transeksüellik varken, bir gay neden fiziksel olarak erkek olan birine "kadın" der.

Galiba asıl soru şu; nedir kadınlık? Kadın kime denir?

Simone de Beauvoir''''''''ın "İkinci Cins"i başta olmak üzere bu konuda yazılmış cilt cilt kitaplar var. Anladığım kadarıyla bu ifadeyi kullananlar için "kadın", sadece erkeklerle cinsel ilişkiye girene deniyor. Tek kriterleri bu! Oysa pek çok gay arkadaşı olan biri olarak şunu çok rahatlıkla söyleyebilirim, kadınlar nasıl erkeklerden farklıysa gay''''''''lerden de farklı... Alakamız yok. Söylem biçimimiz, deyimlerimiz, hayal kurma referanslarımız, ilişki anlayışımız vs...

O yüzden sizce de bu tanım, "elinin hamuruyla erkek işine bulaşma" diye maçoların söylemiyle aynı değil mi? Hatta daha ağır. Malum burada bir "iş" söz konusu, diğeri ise tamamen seksist; çünkü kadın kimliğinin "erkeklerle cinsel ilişki kuran" olarak algısı var. Uzundur bu sorular zihnimde uğuldayıp duruyor, ancak bir türlü şekillenemiyordu. Taa ki Bodrum''''''''da yaşayan ve Uluslararası Lezbiyen ve Gay Birliği''''''''nin Genel Sekreterliği''''''''ni yapmış olan Kürşad Kahramanoğlu''''''''nun röportajını okuyana kadar. (medyatava.com/ Sayım Çınar)

Şöyle diyordu Kahramanoğlu röportajında: "Kadınların ikinci sınıf olduğu bir dünyada gay''''''''leri ikinci sınıf taklitçisi yapmak bir aşağılama yoludur. Kadınlık kurtulunca gay''''''''ler de kurtulacak. Erkekleri kadınlaştırmak, ikinci hatta üçüncü sınıfa düşürmektir. Gaylerin kurtuluşu kadınların kurtuluşundan geçiyor."

O yüzden şimdi yüksek sesle sorabilirim, bir homofobiğin ya da kadın düşmanının gay''''''''lere "kadın" diye hitap etmesinin mantığını analiz edebiliyorum ama bir gay bunu neden yapar, gerçekten bilemiyorum.

Haftanın kitabı


Aile dayanışması güzeldir, değil mi? Bence, evet demeden önce iyi düşünün. Zira "Akşam Yemeği" bir üçüncü sayfa haberi gibi duran olaydan hareketle aileyi ve değerlerini ele alıyor. Özellikle de her daim, her kültürde kutsanan anneliği. Zira bize şöyle bir soru soruyor; "Evsiz bir kadını dövüp yakan 15 yaşındaki oğlunuzu korumak için ne kadar ileri gidebilirsiniz?" Umarım sınırları olan birisinizdir.

Akşam Yemeği

Herman Koch Doğan Kitap

18 TL

Yazının devamı...

© Copyright 2024

Gazete Vatan Gazetecilik ve Matbaacılık A.Ş.