İçişleri Bakanlığı bünyesinde oluşturulması düşünülen ve devletin terörle mücadelesinin merkez üssü olması arzulanan Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı hakkında nedense çok fazla tartışma yapılmadı, yapılmıyor. Bu yazıda, kafama takılan bazı soruları dillendirip, bu sorulardan hareketle bazı öneriler getirerek bu cılız tartışmayı bir nebze hareket getirebilmeyi diliyorum.1 Neden şimdi ve böyle bir müsteşarlık kuruluyor?Anlaşıldığı kadarıyla müsteşarlık fikri, ABD’nin 11 Eylül 2001 terör saldırıları sonrası giriştiği yeni düzenlemelerden esinlenerek geliştirilmiş. 11 Eylül, farklı istihbarat teşkilatlarının koordinasyonunun ne kadar elzem olduğunu göstermişti. Ayrıca “analiz” in “ham istihbarat” tan çok daha değerli olduğu da iyice ortaya çıkmıştı. Amerikan yönetimi, 11 Eylül Komisyonu’nun önerilerini dikkate alarak şu iki yeniliği hayata geçirdi:a) Terör saldırıları, doğal afetler gibi beklenmedik büyük olayları önceden saptamak, gerekli önlemleri almak ve olaylar yaşandıktan sonra gerekenleri tek elden yerine getirmek için İç Güvenlik Bakanlığı kuruldu.b) Doğrudan Başkan’a bağlı olarak Ulusal İstihbarat Direktörlüğü oluşturuldu. “İstihbarat çarı” olarak tanımlanan Direktör, 16 farklı istihbarat biriminin başına getirildi.Görüldüğü gibi bizdeki düzenleme ABD’nin hayli gerisinde. Ayrıca müsteşarlığın İçişleri’ne bağlanması, bunun “ölü” olmasa bile “sakat” doğmasına yol açacağa benziyor. Zira burada hedef tüm istihbarat birimlerinin koordinasyonu. İlk akla gelenler MİT, Emniyet, Genelkurmay, Jandarma ve bir ölçüde Dışişleri istihbaratı. Fakat bunlardan Emniyet İstihbarat’ın zaten İçişleri bünyesinde olduğu düşünülürse (Jandarma da kağıt üzerine İçişleri’ne bağlı ama varlığı bile tartışmalı JİTEM’in öyle olmadığı açık) istihbarat servislerinin koordinasyonundan ziyade birinin diğerlerinin üstüne çıktığı/çıkacağı gibi bir imaj oluşacaktır. Her ne kadar bizde başkanlık sistemi olmasa da, müsteşarlığın Başbakanlık’a bağlanması halinde daha az sorun çıkacağını düşünebilirdik. 2 Müsteşarlık sadece PKK ile mi ilgilenecek?Görev tanımında genel olarak “terörle mücadele” dense de ilk günden itibaren, biraz da konjonktürün etkisiyle müsteşarlığın sadece PKK’yı ve dolayısıyla Kürt sorununu gündemine alacağı gibi bir izlenim oluştu. Bu çok yanlış ve riskli bir durum. Örneğin 15-20 Kasım 2003 terör saldırıları El Kaide ve benzeri yapıların ne kadar tehlikeli olduğunu bize göstermişti. Müsteşarlığın her türden terörü kapsamına alması şarttır, ama bunun yükü de çok ağırdır. Özellikle güvenlik kuvvetlerinin ezici bir çoğunluğunun terörizm olgusunu sadece komplo teorileriyle açıklamaya çalıştıkları düşünülürse.3 Müsteşarlıkta kimler görev alacak?Kendisi de sosyal bilimci olan Bakan Atalay müsteşarlık bünyesinde, sözleşmeli olarak sosyolog, antropolog, siyaset bilimci vb. istihdam edileceğini söyledi ki bu alışık olmadığımız ve sevindirici bir durum. Fakat burada çok önemli bir sorunla karşı karşıyayız. Muhtemelen Müsteşarlık bünyesinde, değişik birimlerden istihbarat tecrübesine sahip kadrolar da kaydırılacak. Burada önceliğin kimde olacağı hayati bir öneme sahip. Yıllarını “terörle mücadele” ye adamış ve deneyim kazanmakla birlikte statükoculuğun da esiri olmuş isimlerde mi yoksa deneyimsiz ama öğrenmeye açık, yaratıcı ve yenilikçi gençlerde mi? Genellikle “ham istihbarat” temin edenler, “analiz” yapacak kişilerin, kendi getirdikleri bilgileri pekiştirecek öneriler getirmelerini bekler, hatta dayatırlar. Halbuki “şeytanın avukatı” olmaya talip analizci makbuldür. 4 Müsteşar kim olacak? Bu noktada müsteşarın kim olacağı çok belirleyici olacak. Şu ana kadar ortada dolaşan vali, müsteşar vb. isimlere bakınca insan çok fazla ümitlenemiyor. Bir zamanlar Turgut Özal’ın TRT’nin başına Büyükelçi Cem Duna’yı getirmesi gibi, müsteşarlığa şaşırtıcı ancak umut verici parlak bir ismin atanması iyi bir başlangıç olabilir. Burada temel kıstas bence “resmiyet” değil “sivillik” olmalı. Daha açık söylecek olursak halen üst düzey görev yapan veya yakında emekli olmuş bir bürokrat yerine mesela bir sosyal bilimci çok daha isabetli bir seçim olur. Böylece hem değişik devlet birimleri arasındaki rekabette tarafsız kalabilir, hem de terörle mücadeleye “yeni” ve “sivil” bir boyut katabilir. Son olarak müsteşarın bir kadın olmasını ve hatta oluşturalacak kadronun çoğunun kadınlardan seçilmesini de önermek istiyorum. Zira bugüne kadar terörle mücadele adına o kadar enerji ve imkan akıtılmasına rağmen bir arpa boyu yol gidilememesinde, tüm devlet yapısını yıllarca körelten “erken egemen zihniyet” in birinci derecede etkili olduğuna inanıyorum.
Biliyorum bu kavram esas olarak benden önceki kuşaklar için kullanılır ancak kendimi bir “cumhuriyet çocuğu” olarak tanımlamayı severim. Türk modernleşmesi ve bunun doğal uzantısı olan cumhuriyetin hazırlamış olduğu zemine ve sunmuş olduğu imkanlara çok şey borçlu olduğumu bilirim. Bunu açmak için kısaca hayatımın ilk yıllarını özetlemem gerekiyor. Artvin Hopa’da bir esnaf çocuğu olarak dünyaya geldim. 4 yaşında İstanbul’a, o zaman “kenar mahalle” olarak görülen Çağlayan’a göçtük. Ziya Paşa İlkokulu’nda öğretmenim Yüksel Çilingir ailemi ikna ederek beni Galatasaray Lisesi sınavlarına soktu ve ben ülkenin dört bir yanından gelmiş, farklı dinlere, etnik kökenlere ekonomik koşullara sahip çocuklarla birlikte yatılı okumaya başladım. Her ne kadar eski adı “Mekteb-i Sultani” olsa da cumhuriyeti Galatasaray’da tanıdım, iliklerimde hissettim ve sanırım özümsedim. Bana göre cumhuriyet Fransız Devrimi’nin üç temel şiarıyla özetlenebilir: Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik. Okulda, diğer okullardaki akranlarımıza göre daha özgürdük. Özellikle yatılı okuyanlar olarak kısa sürede kaynaştık ve aramızdaki her türden farkı daha tam kavrayamadan eşitlendik. Ve tabii ki kardeştik. Ancak ortada çok büyük bir sorun vardı. Büyük sınıflar “abilik” konumlarını fazlasıyla abartıyor ve olur olmaz durumlarda suistimal ediyorlardı. Çok çile çektik. Fakat bir aşamadan sonra birleştik ve başkaldırdık. Büyük sınıflardan bazı abilerimizin de desteğiyle bu tahakkümü kırdık. Bu “tam eşitlik” dönemi 12 Eylül 1980 askeri cuntasına kadar sürdü.Ürkütücü tepkilerGalatasaray Lisesi bana cumhuriyetin “fazilet” olduğunu, ancak kötü ellerde “otoriter” bir hal alabildiğini; güçsüzü, zayıfı koruma görevini yerine getiremeyebileceğini, dolayısıyla cumhuriyetin değerlerinin sürekli yenilenmesi ve sürekli kazanılması gerektiğini öğretti. Şunu bütün içtenliğimle ifade edebilirim: Mardin vahşetinin bütün boyutlarından sıyırıp sadece Kürtlükle irtibatlandırılmasına itirazımın, hatta isyanımın temelinde cumhuriyete olan bağlılığım yatıyor. Bu türden akıl yürütmelerin, bu ülkenin (ve cumhuriyetinin) temelinde varolan veya olması gereken kardeşliği ciddi bir şekilde baltaladığını, zaten pek parlak durumda olmayan “iç barış”ımızı daha fazla tehlikeye atacağını düşünüyordum. Yaklaşık bir haftadır süren tartışmanın seyrine baktığımda, maalesef haklı olduğumu görüyorum. O kadar çok kişinin “evet bunun Kürtlükle ilişkisi var” dediğine tanık oldum ki açıkçası ürktüm. En çok şaşırdığım ise, bunların ciddi bir kısmının “ırkçılıksa ırkçılık, ne olacak!” şeklinde bir tavır takınmaları. Herhalde bu cesareti çoğunluk olduklarını düşünmekten alıyorlar. Galiba da öyleler.ABD’den bir Kürt genciOlsun sayıca az olmak hiç de kötü bir şey değildir. Böylece iktidarın dilini konuşmuyor ve dolayısıyla onun pisliklerinden azade olursunuz. Şimdi sizi bu “az”lardan biriyle tanıştırmak istiyorum. Kendisini Y.K. olarak tanıtan bu okurum katliamın olduğu Mardin Mazıdağı’nda doğup büyümüş ve ilkokul okumuş bir Kürt genci. Şöyle yazıyor: “Şu an Amerika’da iyi bir üniversitede doktora yapmaktayım. Çok çocuklu bir ailenin üyesi, işçi bir babanın ve başörtülü bir annenin evladıyım. İlkokul arkadaşlarımdan eğitimine devam edebilen üç-dört öğrenciden biriyim ve kendimi çok şanslı addediyorum. Şu an dağda terörist, köyde korucu ya da askerde emir eri olabilirdim mesela. Kendim gibi birkaç şanslı öğrenci dışında Kürt gençlerine biçilen roller değil mi bunlar geldiğimiz 2000’li yıllarda dahi? Herhalukarda elimde kendi insanıma silah doğrultuyor olabilirdim. Kendi insanına silah doğrultmanın normalleştirildiği, insan hayatının bu kadar ucuzlaştırıldığı bir bölgede, insanımın, özellikle genç arkadaşlarımın her taraftan maruz kaldığı türlü maddi, manevi sıkıntılar, süregelen çok taraflı psikolojik baskılar sizin de malumunuzdur. PKK bir taraftan, devlet adına hareket ettiğini iddia eden birtakım örgütler/tetikçiler bir taraftan, yine devlet adına hareket ettiğini iddia edenler tarafından desteklenen aşiret sistemi ve koruculuk sistemi başka bir taraftan... Yıllardır süregelen inkar politikaları, terör bahanesiyle geri bırakılmışlık, eğitimsizlik, terk edilmişlik vs. Özetle devletsizlik! Bütün bu parametreleri bir kenara bırakıp ‘bu olay bir Kürt meselesidir’ demenin, kolaycılığın ötesinde, manevi bir katliam olduğunu, ırkçılığın daniskası olduğunu bile göremeyecek kadar nasıl körleşebiliyorlar? Tahmin edersiniz ki töreyle, kan davasıyla ya da şiddetle uzaktan yakından ilişkim yok. Ailem ve akrabalarımın da. Kendi ailem gibi birçok Kürt ailenin de. Bunu belirtmemin de ne kadar anlamsız olduğunu biliyorum. Travmatik bir süreç yaşamadikça hiç bir insanın ırkı, menşei ne olursa olsun şiddet eğilimi gösterme ihtimalinin düşük olduğuna inanıyorum. Bu olayı ırkla, Kürtlükle açıklayabileceklerini ve kendilerini sıyırabileceklerini düşünenlere ise acıyorum.” Okur, “Bu caniliği bütün bir Kürt halkına mal etmenin, ‘Kendilerine çeki düzen versinler...’ deme şımarıklığının... Hem de ülkenin en çok okunan gazetelerinden birinde... Söyleyecek söz bulamıyorum...” demiş. Söylenecek çok söz var ve elimizden geldiğince, dilimiz döndüğünce, imkanlarımız dahilinde söylüyoruz. Söyleyeceğiz de. Çünkü iyi cumhuriyet çocukları böyle yapar.
7 Mayıs günü Hürriyet Gazetesi’nde Hadi Uluengin Mardin vahşeti üzerine bir yazı yazdı ve şöyle yazdı: “Siyaseten doğru olacağım ve sütten çıkmış ak kaşık kalacağım diye, Frenklerin deyimiyle ‘kediye kedi demekten’ ürkecek, utanacak, korkacak değilim. Dolayısıyla da tabii ki son Mardin katliamının bir K-ü-r-t s-o-r-u-n-u’ndan kaynaklandığını ısrarla ve tekrarla vurgulamaktan çekinmeyeceğim. Ama yukarıdaki olgu Türkiye’nin genel Kürt sorunundan farklıdır. Etno-sosyolojiktir. Yani, bizzat Kürtlerin iç bünyesindeki çok vahim bir yaradan cerahat toplamaktadır. Daha dobra söylersem de, Kürtler kendilerine çeki düzen vermekle yükümlüdür. Ortadoğu Ortaçağı’nın o dehşet töre ve zihniyetlerinden arınmaları gerekmektedir. Yurttaşı oldukları ülke kadar burjuvalaşmak zorundadırlar. Zamanı çoktan gelmiştir. Hele hele, hâlâ hüküm süren ve son örneği Bilge köyü dehşetine yansıyan kavimsel zaafı Güneydoğu’nun geri kalmışlığıyla açıklamaya kalkışmak, ancak züğürt tesellidir” dedi.Ben de, yine Fransız kültürüyle yoğrulmuş biri olarak “kediye kedi demekten” ürkmedim ve aynı gün NTV’deki Yazı İşleri programında Uluengin’in bu yaklaşımını “ırkçı” olarak niteledim; ırkçılığın düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilemeyeceğini ve bir suç olduğunu da ekledim.Uluengin iki gün sonra “hangi ırkçılık” başlıklı bir cevap yazı kaleme aldı ve burada Avrupa’daki Müslüman Kuzey Afrikalı göçmenler örneğinden hareketle şöyle yazdı: “Üçüncü kuşağı bile orada doğmuş göçmenlerin, kendilerine sunulan tüm inayetli devlet imkanlarına rağmen neden yaşadıkları toplumlarla uyum sağlamayı; niçin köylü, göçebe ve feodal örf, adet ve törelerini terk etmeyi red-det-tik-le-ri-ni soramazsınız. Sorarsanız, yine ‘ırkçı’, yine ‘Batı merkezci’, yine ‘zenofob’ damgası yersiniz.” Uluengin haklıydı, göçmen işçilerin suç oranının yüksekliğini onların kavmi ve/veya ırki özelliklerine bağlamak ırkçılıktan başka bir şey olamazdı. Ben de yine Yazı İşleri’nde Uluengin’in kendi savunurken yine ırkçılık yaptığını söyledim.Özkök’ün müdahalesiBana göre bunlar hem Uluengin, hem Hürriyet için iki “kara yazı”ydı. Açıkçası gazete yönetiminin devreye girmesini ve yazarını uyarmasını bekledim. Zira Doğan Medya Grubu’nun yayın ilkelerinin beşinci maddesi aynen şöyle diyordu: “Yayınlarda hiç kimse, ırk, cinsiyeti, sosyal düzeyi veya ilişkisi, dini inançları, fiziki kusurları veya yaşı nedeniyle aşağılanamaz ve kınanamaz.” Nitekim dün Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök olaya müdahale etti. Etti ama yazarının yanında yer alarak. Bunu sadece “düşünce ve ifade özgürlüğü” bağlamında değil, Uluengin’in haklı olduğunu söyleyerek yaptı. “Açık açık yazıyorum. Evet Hadi’ciğim, yüzde yüz haklısın. Töre cinayetleri B-i-r K-ü-r-t m-e-s-e-l-e-s-i-d-i-r” dedi. Hatta daha ileri gitti ve “Asıl, ‘Kürtlerin böyle bir sorunu olamaz’ demek ırkçılıktır” diye yazabildi.Özkök yazıda isim vermemiş ancak bu tartışmayı başlatan kişi olduğum için ona karşılık vermek durumundayım.Öncelikle kişisel bazı hatırlatmalar:1) Hayatını Özkök’ü takip edip onun açığını yakalamaya vakfetmiş olan bir grup gazeteciyle hiçbir ortak yanım yok. Nitekim kendisiyle aramızda geçen bir-iki dolaylı ya da doğrudan polemikte, şu sonuncusunda olduğu gibi Özkök’ün beni takip etti.2) Özkök bu son tartışmayı da, hep diline doladığı “liberaller”le yürütme iddiasında. Halbuki o da biliyor olmalı ki, ben hayatımda hep “solcu” kaldım ve asla “liberal” olmadım.3) Yine Özkök’ün resmetmeye çalıştığı gibi (entelektüel ya da değil) herhangi bir cemaate de ait olan biri değilim. Özellikle son birkaç yıldır en çetrefil konularda “taraf olan bertaraf olur” diyerek “ortayolcu” bir çizgi tutturmaya çalışıyorum ve bu yüzden sık sık her türlü cemaatin (Özkök’ünkü de dahil) kınama ve hakaretlerine de maruz kalıyorum.Kim kimi linç ediyor?Bu özel girişten sonra ana tartışmamıza gelirsek; Özkök tezlerini bir çarpıtma üzerinde şekillendiriyor. Şöyle ki kimse “Kürtlerin böyle bir sorunu olamaz” demiyor. Denilen “bu türden sorunlar, insanların etnik, kavmi aidiyetleriyle açıklanamaz”dır. Bu bağlamda ne ABD’de Siyah veya Hispaniklerin, Avrupa’da Müslüman göçmenlerin suç oranlarının yüksekliği; ne onca yıl geçmesine rağmen Türk göçmen işçilerinin uyum sorunu çekmeleri onların etnik aidaiyetleriyle açıklanamaz.Avrupa’da bu tür açıklama yapmaya çalışanlara “yeni ırkçı”, “yabancı düşmanı” veya “neo-nazi” diyorlar. Bizdeyse Uluengin ve Özkök gibi, Batı kültürünü çok iyi bir şekilde özümsemiş oldukları varsayılan kişiler, “paradigma kırma, efsane çökertme ve put kırma” adına aynada kendilerine bakacaklarına her türden melanetin ardında bu ülkenin yoksul ve yoksunlarının genlerini arıyorlar. Özkök yazısında benim gibilerin Uluengin’i linç ettiğini yazmış. Bundan büyük bir iftira olamaz. O bu ülkenin (herhalde diğer ülkelerde yaşayanlar da dahildir) Kürtlerini, “suçun şahsiliği” evrensel ilkesini çiğneyerek linç etmeye kalkacak ve masum bulunacak. Buna karşılık “yaptığınız yanlış” diye uyaranlar “linçci” olarak damgalanacak. Dün NTV’deki çağrımı tekrarlıyorum. Özkök ya da Uluengin söz konusu şu üç yazıyı Batılı (veya Türkiyeli) saygın bazı sosyal bilimcilere okutup görüşlerini sorsunlar, bakalım ne tür yorumlarla karşılaşacaklar.Bir de herhangi bir demokratik ülkenin önde gelen bir gazetesinde çıkan ve herhangi bir sosyal vahşeti onun sorumlularının etnik kimliğiyle açıklamaya çalışmış bir haber ve/veya yorum bulsunlar. * Ülkü Tamer’in “Konuşma” adlı şiirinden
Kalıcı barış için PKK ve Karayılan’a dört somut öneriHerkesin Kürt sorununda yeni bir döneme girildiğini düşündüğü bir dönemde Türkiye’nin en önde gelen gazetecilerinden biri ayağına kadar geliyor. Kendisiyle dört saat boyunca görüşüyor ve Türk kamuoyunu heyecanlandıracak, ümitlendirecek, rahatlatacak hiç ama hiçbir şey söylemiyor. Evet PKK lideri Murat Karayılan’ın Milliyet’ten Hasan Cemal’e verdiği mülakatta yeni bir şey söylemediği, hiçbir umut verici açılım yapmadığında ısrarlıyım. Buna rağmen mülakat çok geniş bir ilgi gördü, hatta PKK sorunu ve dolayısıyla Kürt sorununda yeni bir eşiğe gelinmiş olduğunun işareti olarak nitelendi. Bu tür yorumları yapanlarla aramdaki en büyük farkı şöyle tanımlayabilirim: Onların büyük çoğunluğu PKK’yı bir “nesne”, bir “figüran” olarak görürken ben örgütü, dış etkilere açık olmakla birlikte kendi bağımsız gündemine göre hareket eden bir “özne” olarak kabul ediyorum. Onlar PKK ve Kürt sorunlarının çözümlerinin esas olarak Ankara, Washington ve Erbil arasındaki birtakım pazarlıklardan geçtiğini düşünürken ben çözümün Türkiye içinde olduğuna ve bu sürece bir şekilde muhakkak PKK’nın da katılması gerektiğine inanıyorum. Diğer bir deyişle Karayılan mülakatını abartarak önemseyenler aslında PKK’yı, kendi başına hareket yeteneği olmayan, onun bunun kullandığı bir güç (nesne) olarak sunuyorlar. Onlara göre PKK’lıların “artık değiştik, makul bir noktaya geldik” demeleri yeterli. Benim gibi düşünenlerse PKK’nın bunun çok ötesine gitmesini, çözüm konusunda samimi olduklarını Türk kamuoyuna kanıtlayacak somut adımlar atmasını bekliyoruz.Dün de yazdığım gibi burada kilit adım “kayıtsız şartsız silah bırakma”dır. Bunun hemen gerçekleşmesinin mümkün olmadığı ortada ancak Karayılan gidişlerinin bu yöne doğru olduğunu açık bir şekilde gösterecek bazı mesajlar verebilirdi. Bunu yapmadığı gibi, her an en şiddetli şekliyle çatışmaların yeniden başlayabileceğini ve buna hazır olduklarını söyledi. Böyle yapmakla da çok önemli bir fırsatı tepmiş oldu.Peki kalıcı bir çözümde samimi olduklarını kanıtlama noktasında Karayılan somut olarak ne söyleyebilirdi? Sanılanın aksine PKK bu noktada çok şey yapabilir. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz:1 PKK kent merkezlerindeki patlayıcı ve diğer mühimmatı bir an önce teslim veya imha etmeli:Silahlı mücadeleye sadece “meşru müdafaa” için başvurduğunu söyleyen ve sivillere yönelik eylemleri “terörizm” olarak niteleyen bir örgüt aynı zamanda büyük kentlerde tonlarca patlayıcı bulunduruyor. Bu tür mühimmatı, medyayı da haberdar ederek teslim etmesi kamuoyunda PKK’nın samimiyeti hakkındaki kuşkuları bir ölçüde dağıtabilir. Örgüt bugüne kadar büyük kentlerde ya kendisi bombalı saldırı düzenledi ya da bazı taşeronlarına düzenletti. Bu arada PKK veya taşeronlarına atfedilmekle birlikte bunlar tarafından üstlenmeyen katliamlara da (Güngören gibi) tanık olduk. Örgütün büyük kentlerde patlayıcılara veda etmesi bazı karanlık odakların manevra alanını daraltacağı için de ayrıca olumlu bir gelişme olacaktır.2 PKK bundan böyle taşeron kullanmayacağını deklare etmeli:Büyük kentlerde kanlı terör eylemlerine imza atan Kürdistan Özgürlük Şahinleri’nin (TAK), doğrudan Karayılan’a bağlı yan bir örgütlenme olduğu söyleniyor. Bu iddia doğru olmayabilir ancak TAK’ın PKK’nın taşeronu olarak işlev gördüğü ve buna benzer başka yapıların da olduğu ya da olabileceği ortada. (Bu noktada “Devrimci Karargah” gibi bazı radikal Türk solu örgütlerinin, tümüyle PKK’nın denetiminde ve onun çıkarları için faaliyet gösterdiklerini de akılda tutalım) “Meşru müdafaa” ile hiçbir ilgisi olmayan büyük şehirlerdeki terör eylemleri, Türk-Kürt çatışmasını ateşleme potansiyeli taşıdıkları için ciddi birer risk kaynağı. Bu nedenle PKK’nın her türden taşeronlaştırmaya son verdiğini açıklaması iç barışa çok ciddi katkıda bulunacaktır.3 Mayınlı saldırılara son verip döşenmiş mayınların haritaları verilmeli:Son dönemde çok derin yaralar açan mayınlı saldırıların da “meşru müdafaa” ile hiçbir ilgisi olmadığı açık. PKK’nın bu tür saldırılara son vermesi ve yapmış oldukları mayınlamaların temizlenmesine yardımcı olmaları, “silahların susması” için çok isabetli bir başlangıç olacaktır.4 Ülke içindeki militanlar kademeli bir şekilde sınır dışına çekilmeli:Abdullah Öcalan, yakalanmasının ardından PKK militanlarının ülke dışına taşınmasını gerçekleştirebilmişti. O tarihte devletin tüm kanatları böyle bir çekilmeden memnun olmadığı için örgüt ciddi kayıplar da vermişti. Ama bugünün şartlarında PKK’nın güçlerini çekeceğini ilan etmesi durumunda bunun daha sakin ve olaysız bir şekilde tamamlanabileceğini öngörebiliriz. 1999’da Öcalan bu operasyonu kesinlikle kendini kurtarmak için değil “kalıcı barış” için yaptığını belirtmişti. Bugün de barış için bir fırsat yakalanmış olduğu tespiti doğruysa, PKK bu türden adımları pekala atabilecek durumdadır. Eğer Karayılan bir yandan “silahlar sussun” diye tekrarlayıp diğer yandan “her türlü savaş durumuna hazırız” diye tehdit etmek yerine bu tür bazı somut vaatler dile getirmiş olsaydı Türkiye ileriye daha umutla bakabilirdi. PKK bunu yapabilir, yapmalı.
PKK kayıtsız şartsız silah bırakmanın hâlâ çok uzağında Milliyet’te Hasan Cemal’in PKK Lideri Murat Karayılan ile yaptığı röportajın ardından öyle olumlu yorumlar yapıldı ki sanki Türkiye PKK sorununda yepyeni bir aşamadaymış, bunu çözmenin eşiğindeymiş gibi bir hava yaratıldı. Dünkü yazımda bunun gerçeği yansıtmadığını, PKK’nın ve dolayısıyla Karayılan’ın el uzatıyor olmadığını, olsa olsa “el uzatma için ön pazarlık yapma gayretleri” nden söz edebileceğimizi ileri sürmüştüm. Bugün bu iddiamı, dün yaptığım gibi yine Karayılan’ın bazı sözlerinden hareketle delillendirmeye çalışacağım, fakat önce benim için çok önemli bir hususun altını çizmek istiyorum:Bilen bilir, öteden beri Kürt ve PKK sorunlarının birbirlerinin içine geçmiş olduğunu, dolayısıyla bunları birbirinden ayırmanın kolay olmadığını; her iki sorunun birbiriyle koordineli bir şekilde çözülmesi gerektiğini savunuyorum. Öte yandan sadece Kürt sorununun değil PKK sorununun da silahla çözülemeyeceğine inanıyorum. Sonuç olarak beyhude bir şekilde “PKK’nın tasfiyesi” için şu ya da bu dış odağın (veya odakların) peşine takılmak yerine, bu ikili çözüm sürecine PKK’nın bir şekilde dahil edilmesi gerektiğini ileri sürüyorum.Buradan hareketle, Karayılan’ın sözlerinde “yeni”, “çözüm için ümit verici” bir şey olmadığını söylerken, varolduğu söylenen veya varsayılan çözüm süreçlerini sabote etmek değil tam tersine onları kuvvetlendirmek amacındayım. Zira PKK’nın aldığı pozisyonları haddinden fazla önemsemenin, ortada hiçbir somut adım, hatta vaat bile yokken “PKK üstüne düşeni yaptı ya da yapmaya hazır, şimdi sıra devlette” demenin tam da çözümü sabote ettiğini düşünüyorum.Bu uzun girişten sonra Karayılan’ın “silah bırakma” konusundaki sözlerine yönelik itirazlarımı sıralamak istiyorum:1“Öncelik, silahların susmasıdır” Aslında bu cümle Karayılan’a has değil. PKK ve ona yakın çevreler stratejilerini yıllardır bu önerme üzerine oturturlar. İlkin, sanki çatışmanın öznesi silahların bizzat kendisiymiş gibi “silahlar sussun” demenin anlamsızlığını vurgulamak şart. Ardından, her “silahlar sussun” çağrısının peşinden çok gürültülü bir PKK (veya onun taşeron örgütlerinden birinin) eyleminin patlak vermesi bu cümlenin içini iyice boşaltmış durumda. “Silahlar sussun” diyenlerin ne kadar samimi olduklarını göstermek için önce kendi silahlarını susturmaları gerekir. 2 “PKK silah bıraksın söylemi havaya, yani boşa sıkılmış bir kurşundur” “Silahlar sussun” önerisi hayati bir tartışmayı da beraberinde getiriyor: Bir ateşkesten, diğer bir deyişle silahların gömülmesinden mi söz ediyoruz, yoksa silahların geri dönmemek üzere bırakılmasından mı? PKK’nın buna cevabı hep birinci şık olmuştur. Bu nedenle yıllardır bir “ateşkes”i diğeri izler; bütün bu “ateşkes” süreçlerindeyse örgütün “meşru müdafaa” olarak mazur göstermek istediği çatışmalar ve hatta büyük kentlerde bombalı terör saldırıları yaşanır. Özetle “ateşkes”in artık cazibesi iyice azalmıştır. PKK’nın bugüne kadar hiç yapmadığı bir şeyi yapıp “silah bırakmak”tan söz etmesi durumundaysa gerçekten olumlu anlamda çok şeylerin değişeceği açıktır. Dolayısıyla Karayılan’ın “silah bırakma” yı “boşa sıkılmış bir kurşun” olarak tanımlaması bile tek başına Milliyet’teki röportajdan heyecanlanmamızı engellemeye yetebilir.3 “Önkoşulsuz silah bırakırsak her şey beter olur” Karayılan çok ciddi bir şekilde yanılıyor. Zira Türkiye’nin ihtiyacı, PKK’nın kayıtsız şartsız silah bırakmasıdır. Her türden pazarlık arayışı çözümü geciktirip daha da zorlaştırmaktan başka bir işe yaramıyor. Bu tezi yurtiçi ve dışında, PKK’ya sempatiyle bakan kişilerin de izlediği halka açık toplantılarda dile getirmiş ve epey sert eleştirilere maruz kalmış biriyim. Nitekim 10-13 Ekim 2008 tarihlerinde “Çözümü tartışmak” başlığıyla dört yazı kaleme aldım ve bu tezi detaylı bir şekilde savundum. 12 Ekim tarihli yazıda PKK çevrelerinden bu teze gelen itirazları ve bunlara cevaplarımı kaleme almıştım. Bunlardan üçünü burada tekrarlamak istiyorum:PKK kendini niye feshetsin?Neden etmesin ki! Günümüz Türkiyesi’nde PKK gibi bir örgütün varlığını sürdürmesi kadar anlamsız bir şey olamaz. Son 25 yılda ülkeyi yöneten nice parti yok oldu veya marjinalleşti. PKK’nın yaşıyor olması başarılı olmasından ziyade, yöneticilerinin yeni açılımlara yönelecek cesaretleri olmamasından kaynaklanıyor. Zaten Öcalan yakalandıktan sonra ilk iş olarak PKK’yı lağvettirmişti. Ne var ki hesapları tutmayınca, yıllar sonra yeniden kurulmasını emretti. Bir ışık görse yeniden PKK’nın kapısına kilit vurdurması şaşırtıcı olmayacaktır.Silahlarını bırakırlarsa kendilerini neyle savunacaklar?Görüşleriyle. PKK’lılarıın ellerinde silahlarıyla “barış” çağrıları yapmasının hiçbir inandırıcılığı yok. Seslerini duyurmak, dinlenmek istiyorlarsa önce o silahları, bir daha geri almayacakları bir şekilde bırakmaları lazım. Zaten gerek Öcalan, gerekse PKK’nın diğer yöneticileri son on yıldır, amaçlarına silahla ulaşmalarının bundan böyle mümkün olmadığını söylemiyorlar mı?PKK kadrolarından kurbanlık koyun olmalarını mı istiyorsunuz? Asla. Türkiye öyle bir formül bulabilmeli ki birbiriyle çatışma halindeki tarafların hiçbirinin onur ve gururları yaralanmasın. PKK’lıların kabul etmeye yanaşmadıkları husus şu: Hiçbir sonuç alamayacağını, yanlış olduğunu bile bile silahlı eylemleri sürdürmenin onurlu bir tutum olduğu söylenemez. Öte yandan hiçbir baskı ve zorlama olmadan, kendiliğinden silah bırakmanın onursuz bir adım olacağı asla söylenemez. Biliyorum PKK’nın silahtan arınması o kadar kolay değil, ama imkansız da değil. Yarınki yazımda çözüm için muhtemel bir yol haritası hakkında bazı ipuçları vermek ve en önemlisi PKK tarafından atılması pekala mümkün olan “somut” birtakım adımları tartışma gündemine getirmek istiyorum. ***Arkadaşımız Aylin Duruoğlu’nun büyük bir haksızlığa kurban gittiğine inanıyor ve mağduriyetinin bir an önce son bulmasını diliyorum.
Karayılan’ın söyledikleri neden tatminkâr değil?Milliyet Gazetesi’nden Hasan Cemal, PKK lideri Murat Karayılan’la Kandil’de röportaj yaptı ve hem Karayılan’ın sözlerini, hem de kendi yorum ve izlenimlerini günlerce okurlarla paylaştı. Çok sayıda köşe yazarı da hem Hasan Cemal’in gazeteciliğini, hem de Karayılan’ın sözlerini olumlayarak, bu röportaja çok büyük bir önem atfettiler, neredeyse bunu PKK sorununun çözümünde bir eşik olarak takdim ettiler.Cemal’in gazeteciliğini her zaman takdir etmiş biri olarak röportaja hiçbir itirazım yok, hatta kıskandığımı da itiraf etmeliyim. Fakat Karayılan’ın sözlerine; doğal olarak da Cemal ve diğer yazarların bu sözlerden hareketle yaptıkları yorumlara çok sayıda ve oldukça ciddi eleştirilerim var. Bunların en can alıcılarından bazılarını Karayılan’ın kimi sözlerinden kalkarak sıralamak istiyorum:1 “PKK eski PKK değil artık” Röportajın ilk gününde Karayılan’ın bu sözü tabii ki ilgi uyandırdı. Ona göre örgüt artık “makul” bir çizgiye gelmişti, yani ulus devletin sınırlarını kabul ediyor, özerklikle yetiniyordu. Fakat bu çizgi değişikliğinin 10 yıl önce, yani Öcalan yakalandıktan sonra gerçekleştiği göz önüne alınırsa ortada pek yeni bir şey olmadığı da anlaşılıyor. Osman Öcalan, Nizamettin Taş, Kani Yılmaz gibi örgüt liderlerinin PKK’dan kopması/koparılmasından sonra örgütün “yenileşmesi”nin durakladığını da iddia edebiliriz. Kaldı ki yeniliği esas olarak yöntemde aramak gerekir. Karayılan liderliğindeki PKK son on yılda, zaman zaman ara vermekle birlikte terörü hep ana yöntem olarak kullandı ve en vahimi bunu özellikle büyük kentlere taşıdı. 2 “Silahlı mücadele artık meşru savunma çizgisinde” Karayılan’ın, PKK’nın değişmesine kanıt olarak gösterdiği bu saptamanın doğru olduğu söylenemez. Son on yılda en çok ses getirilen, dolayısıyla büyük infial yaratan terör eylemlerinin hiçbiri “meşru müdafaa” olarak tanımlanamaz. Kırsal kesimdeki mayınlı saldırılar, Aktütün baskını, ama en çok da İstanbul, Diyarbakır, İzmir gibi illerde yaşanan ve kurbanlarının siviller olduğu bombalı saldırılar bunlara örnek gösterilebilir. 3 “Dershanedeki patlama da kontrol dışı oldu” Karayılan’ın Diyarbakır’da yaşanan katliam için yaptığı açıklamanın tatminkâr olmadığı açık. PKK’nın en büyük kozunun büyük kentleri kana bulama ve buradan hareketle ülkeyi iç savaşa sürükleme olduğu düşünülürse, liderlerinin bu türden açıklamaları “timsah gözyaşları”ndan öteye pek gidemiyor. Kaldı ki siz büyük kentlere yüksek miktarda patlayıcıyla militanlar yollar ve onlara istedikleri gibi eylem yapma inisiyatifi tanırsanız daha böyle çok katliamlar yaşanır ki yaşandı da. 4 “10 askerin şehit olmasından biz de üzgünüz” Karayılan’ın sondan bir önceki mayın saldırısı hakkında söyledikleri için de aynı şeyleri tekrarlayabiliriz. Bir yandan kendinizi çok güçlü, disiplinli bir örgüt olarak gösterip öte yandan sorunlu tüm eylemlerin sorumluluğundan “merkezden habersiz yapıldı” diye sıyrılmaya çalışmanın pek anlamı yok. PKK’nın bazı odaklar tarafından kullanıldığı/kullanılabileceği iddiaları göz önüne alındığında Karayılan ve arkadaşlarının denetim konusunda daha sıkı olmaları herkes için daha hayırlı olacaktır.5 “Hükümet, sorunu yeniden askere havale etmesin” Karayılan’ın Kürt sorunu üzerindeki “askeri vesayet”in kalkması talebini görünce aklıma 22 Temmuz 2007 seçimleri öncesi DTP’li bir milletvekili adayının “asker siyasetten elini çeksin” demesi geldi. Kastettiği tabii ki PKK’ydı. Askeri üniformalı Karayılan’ın işi sivillere devretme önerisini önce kendisinin hayata geçirmesi hiç de fena olmayacaktır. Ancak onca yıldır PKK’nın üst yönetiminde yer alan, bu süre zarfında nice genelkurmay başkanını emekli eden Karayılan’ın kenara çekileceğine dair ortada hiçbir işaret yok.6 “Uzattığımız el havada kalmasın” Estirilen onca olumlu havaya rağmen PKK’nın ve dolayısıyla Karayılan’ın el uzatıyor olduğunu düşünmüyorum. Olsa olsa “el uzatma için ön pazarlık yapma gayretleri”nden söz edebiliriz. Diğer bir deyişle “PKK üstüne düşeni yaptı ya da yapmaya hazır, şimdi sıra devlette” yaklaşımı pek gerçekçi değil. Neden böyle düşündüğümü, yarın, yine Karayılan’ın “Öncelik, silahların susmasıdır”, “PKK silah bıraksın söylemi havaya, yani boşa sıkılmış bir kurşundur”, “Önkoşulsuz silah bırakırsak her şey beter olur” gibi cümlelerinden hareketle izah etmeye çalışacağım.
22 Temmuz 2007 gecesi AKP Genel Merkezi’nin balkonundan partililere seslenen Erdoğan, AKP’ye oy vermiş olsun olmasın tüm Türkiye’nin hükümeti olacaklarını, kendisinin de tüm vatandaşların başbakanı olacağı sözünü vermişti, ama olmadı; sözünü yerine getirmedi, belki de getiremedi. Kuşkusuz Erdoğan başta olmak üzere AKP’liler bu tespite itiraz ediyorlar ve kendilerine oy vermeyen kesimleri rahatsız edecek hiçbir şey yapmamış olduklarını ileri sürüyorlar. Rahatsız edecek davranışta bulunup bulunmadıkları tartışmasını bir kenara bırakalım; AKP iktidarının, zaten kendilerinden rahatsız olan kesimlerin hassasiyetlerini anlamak ve ardından onları yatıştırmak için ciddi pek bir şey yapmadıkları açık. Örneğin bir an için ümit veren Kürt ve Alevi açılımları kısa sürede tıkandı; laikiğin tehlikede olduğu yolundaki kaygılara itibar hiç edilmedi, hele Ergenekon soruşturmasıyla birlikte, bu türden itirazların hemen tümü “Ergenekonculuk”, “darbecilik” diye yaftalanır oldu.Sonuçta Türkiye bir yanda kapatma davası, karşısında Ergenekon soruşturması; hem kırsal kesimde hem büyük şehirlerde peşpeşe gelen terör eylemleriyle bir gerilimden diğerine savruldu ve kâbus gibi bir 20 ay geçirdi. Bu süreçte toplumda zaten varolan ayrılıklar daha da derinleşti, kamplar daha kalabalıklaştı ve en acısı, uçların çekiştirmesi ve “ya bizdensin ya onlardan” dayatması sonucu makulü arayanlar ya susturuldu ya da etkisizleştirildi.“Çoğunlukçu” demokrasiBütün bu yaşananlarda AKP ve Erdoğan’ın sorumluluğu hayli yüksektir. İktidar partisinin en temel hatası “çoğulcu demokrasi” yerine “çoğunlukçu demokrasi” ye itibar etmesi, TBMM’de yeterli çoğunluğu bulması durumunda her türlü düzenlemeyi yapmaya hakkının olduğuna inanmasıydı. Bunu en çarpıcı bir şekilde Anayasa’da türbanla ilgili yapılmak istenen düzenlemede yaşadık. Sembolik önemi bu kadar fazla olan bir konuda ana muhalefetle hiçbir şekilde diyaloğa girme ihtiyacı hissetmeyen AKP’nin yol açtığı (ve maalesef büyük kısmı yine türbanlı öğrenciler tarafından ödenen) fatura ortadadır. AKP’nin yüksek yargıda en fazla itibar ettiği kişi olan Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın da son konuşmasında bu vahim hatanın altını çizmiş olması anlamlıdır. AKP’liler bu 20 ay boyunca “diyalog”, “toplumsal uzlaşma”, “makulü arama” gibi çağrılara itibar etmedi. Bu noktada iktidar partisine sözüm ona akıl veren, yol gösteren değişik kişi, çevre ve odakların günahlarının çok büyük olduğunu vurgulamak şart. “Uzlaşma” yı “teslimiyet” olarak sunmaya çalışan bu kişi ve çevreler AKP’yi, “demokrasi” ye ya da “milli iradeye” saygı göstermeye davet edip ülkede sürekli bir kavga ve gerilim atmosferi yaşanmasında hayli etkili oldular.AKP’nin uzattığı elSonuç ortada: AKP’nin 29 Mart’ta uğradığı büyük yenilgide, Erdoğan’ın “balkon konuşması” ndaki sözlerini yerine getirmemesinin birinci derecede etkili, hatta belirleyici olduğunu düşünüyorum. Sanırım Erdoğan ve kurmayları da benzer bir noktaya gelmiş durumdalar. Örneğin 22 Temmuz sonrasında denedikleri gibi tek başlarına “yeni anayasa” yapmak yerine muhakkak CHP’yi de işin içine katarak AB sürecinde elzem olan bazı Anayasa değişikliklerini gerçekleştirmek istiyorlar. Bu noktada, 20 aylık kâbus sürecine layıkıyla müdahale etmemiş, örneğin türban değişikliğini iade etmemiş, “mahalle baskısı” tartışmalarına en ufak bir ilgi bile göstermemiş olan Cumhurbaşkanı Gül’ün de devreye girmiş olduğunu görüyoruz.Yine Erdoğan’ın TOBB Genel Kurulu’nda CHP Lideri Baykal’la baş başa görüştüğüne tanık olduk. Demek ki istenince oluyormuş. Demek ki o 20 ay boyunca bu tür ortamlar yaratmış olsalar belki de Türkiye bütün bu kâbusları yaşamayabilirmiş. AKP’nin “uzlaşma” arayışlarının önümüzdeki günlerde aratarak süreceğini düşünüyorum. Örneğin Başabakan ne zaman sonra DTP’nin adını anabilir, hatta Genel Başkanı Ahmet Türk’e randevu verebilir. Yine şu günlerde, her ne kadar Devlet Bakanı Said Yazıcıoğlu kabine dışı kalmış olsa da “Alevi açılımı” nın yeniden devreye sokulmasına da tanık olabiliriz.Peki bütün bunlardan bir sonuç alınabilir mi? Her durumda AKP’nin kendi dışına açılmaya çalışması Türkiye’nin hayrına olacaktır. Ancak AKP’nin güçlüyken burun kıvırdığı “toplumsal uzlaşma” çağrılarına 8 puanlık oy kaybından sonra itibar ediyor görünmesi bir samimiyet sorununu beraberinde getiriyor. Başta CHP olmak üzere muhalefet partilerinin ve AKP’ye mesafeli siyasi-toplumsal grupların iktidar partisinin çekinerek de olsa uzatmak üzere olduğu eli sıkacaklarına pek ihtimal vermiyorum. Zira bu elin ülkeyi değil AKP’yi kurtarmak için uzatılmış olduğunu düşüneceklerdir. Dolayısıyla yine diyalog çağrıları ve uzlaşma arayışlarının karşılık bulamayacağı, buna bağlı olarak kamplaşma ve gerilimin tırmanmaya devam edeceği yeni bir tatsız döneme girmekte olduğumuz söylenebilir.
Cuma günkü revizyonun ardından yeniden şekillenen 60. Hükümet hakkında çok şey yazıldı, çizildi; daha da yazılıp çizilecek. Hemen herkes Erdoğan’ın çıkarabileceği en iyi kabinelerden birini oluşturmuş olduğunda hemfikir. Daha önce de yazdığım gibi birkaç istisna dışında ben de aynı kanıdayım. Yalnız Erdoğan’ın, partisinden bazı isimlere bakanlığı neden uygun görmediğini tam anlayabilmiş değilim. İlk aklıma gelen iki ismi sayayım: Dengir Fırat ve Ömer Çelik. Kemal Kılıçdaroğlu ile yaptığı düello sonucu ne kadar yıpranmış olursa olsun Fırat’ın AKP için çok gerekli biri olduğunu düşünüyorum. Öncelikle Güneydoğu’da yaşanan bozgunun etkilerinden bir an önce sıyrılabilmesi için iktidar partisinin Fırat gibi şahsiyetlere belli bir inisiyatif alanı açması gerekiyordu. Halbuki yeni düzenlemede Fırat olmadığı gibi, onun yerine almaya aday herhangi bir isim de göze çarpmıyor. Fırat’ın bir diğer özelliği Milli Görüş kökenli olmaması ve diğer siyasi parti ve çevrelerle düzenli bir ilişkiye sahip olmasıdır. Şu anki kabineye baktığımızda Cemil Çiçek ve Ertuğrul Günay dışında “dışa açık” bakan göremiyoruz. Kaldı ki Günay’ın da eski partisi CHP tarafından pek muhatap alınmadığı da ortada.Kimileri yeni kabinede Günay ile birlikte soldan transfer edilmiş olan Haluk Özdalga’yı veya DYP kökenli Mehmet Sağlam’ı ya da eski ANAP’lı Ahmet İyimaya’yı görmek istediklerini deklare ettiler. Olmadı. Zira artık şunu çok net bir şekilde anlamış bulunuyoruz: Zaten kendisinden farklı yaşam tarzlarına sahip olan yurttaşlara empati yapmakta epey zorlanan Erdoğan, partisine merkez sağ ve soldan transfer etmiş olduğu az sayıdaki kadroya da (birkaç istisna hariç) pek güvenmiyor, onlara büyük sorumluluklar yüklemiyor. Halbuki AKP hükümetinin en acil ve can alıcı sorunlarının başında, kendisine mesafeli, hatta kendisinden kaygılanan kesimlere ulaşmak geliyor.Yeni Beyaz TürkBu noktada yine Fırat gibi Adana Milletvekili olan bir başka ismi, Ömer Çelik’i de zikredebiliriz. Çelik’in ilginç yönlerinden biri, her ne kadar kendisi kabul etmese (veya unutturmak istese) de İslami hareketten gelip kısa sürede “Beyaz Türkler” olarak tabir edilen kentli elitler arasında kendine belli bir yer açabilmiş olması.Çelik’in bu “sınıf atlaması” beni hep rahatsız etmiştir. Zaten onun adını gönül rahatlığıyla anmamın esas nedeni, kendisiyle milletvekili seçildiği andan itibaren aramızın hiç iyi olmamasıdır. Ama gerçekçi baktığım zaman, Erdoğan’ın tam da bu dönemde, daha belediye başkanlığı döneminden beri kendisine siyasi danışmanlık yapan Çelik’ten kabinede yararlanmasının doğal ve isabetli olacağı sonucuna varıyorum.Fırat ve Çelik’in adlarını anmamın bir diğer nedeni de şu: Yeni kabinenin en belirgin özelliği, dün AKP kulisinde deneyimli bir dostumun belirttiği gibi “Başbakan Erdoğan’a gerektiğinde direnebilecek isimlerden oluşuyor.” O dört isim saydı ve önemlerine göre bunları şöyle sıraladı: Bülent Arınç, Ahmet Davutoğlu, Ömer Dinçer ve Nihat Ergün. Ben bunlara bir ölçüde Sadullah Ergin ile eskilerden Beşir Atalay, Cemil Çiçek ve Ertuğrul Günay’ı da ekleme taraftarıyım. Eğer Fırat ve Çelik de kabineye girmiş olsaydı, Başbakan’a yeri geldiğinde yanlış yaptığını söyleyebilecek iki bakan daha olurdu.