Heval, elde silah ve mayınla barış olmaz

28 Mayıs 2009

PKK’nın Kandil’deki lideri Murat Karayılan’a Salı günü 9 soru yöneltmiştim. Kendisinden herhangi bir cevap gelmedi fakat PKK’ya yakın ya da PKK’ya karşı olmakla birlikte örgütün kayıtsız şartsız silah bırakmasını istemeyen çevrelerden çok sayıda mesaj aldım. Bunlardan birinde şöyle deniyor: “PKK samimi değil diyorsunuz. Örgütün yapması gerekenleri sıralayıp duruyorsunuz. Peki sizce diğer gazeteciler bunları bilmiyorlar mı? Tabii ki biliyorlar. Ama es geçiyorlar. Çünkü bunları söylemenin süreci tıkayacağını çok iyi biliyorlar. Söylediklerinizin doğru olması, dile getirilmesi iyi bir şey yaptığınız anlamına gelmiyor.” Dün sabah erken saatlerde gelen bir e-postadaysa Heval Kabayel adını kullanan bir okur, kısa bir “tiyatro oyunu” kaleme almış. Burada Türker ve Heval (Kürtçe yoldaş, arkadaş demek) adında uzun yıllar kavgalı iki kişi var. Bir de bunları barıştırmak isteyen ve gazeteci oldukları belli bazı arabulucular. Tam barışma sağlanacakken Ruşen geliyor (yani ben) ve her şeyi bozuyor. Daha sonra Heval, Ruşen’i telefonla arayıp “Bak güzel arkadaşım, onun da hataları oldu, benim de. Ortaya taş koyacağına yardım etmen gerekmez mi?” diye sitem ediyor... Bu e-postayı okuduktan yaklaşık yarım saat sonra Hakkari Çukurca’da 6 askerin mayın nedeniyle şehit olduğunu öğrendim. Ve hemen aklıma Karayılan’a yöneltmiş olduğum yedinci soru geldi: “10 askerin şehit olduğu saldırıdan üzüntü duyduğunuzu söylüyorsunuz ancak kırsal alanda mayınlı saldırılar bitmek bilmiyor. Mayın döşemeyle ‘meşru müdafaa’ arasında nasıl bir ilişki var? Bu tür saldırılara son vermeyi ve döşemiş olduğunuz mayınlamaların temizlenmesine yardımcı olmayı, ‘silahların susması’ için önemli bir adım olarak görmüyor musunuz?Türk’ün açıklamasıDemek ki görmüyor. Ya da yeni bir açıklama yaparak kendilerinin de üzüldüğünü, ama bu duruma TSK’nın operasyonlarını sürdürmesinin neden olduğunu söyleyecek. “Eylemsizlik” kararlarının 1 Haziran’a kadar geçerli olduğunu, bunu uzatmak için Ankara’dan somut adımlar beklediklerini eklemesini de bekleyebiliriz.PKK’nın tavrı (bu yazı kaleme alınırken örgütün herhangi bir açıklaması söz konusu değildi) ne olursa olsun, patlayan her mayın ve kalkan her şehit cenazesinin zaten düşük olan barış ihtimalini daha da azalttığı ortada. Dün de böyle oldu. Tam da devletin üst düzeyinin ısrarla “tarihi bir fırsat”tan bahsettiği ve kamuoyunda bir ölçüde umutların yeşerdiği bir dönemde Çukurca’dan gelen haberle moraller yine bozuldu. DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’ün açıklaması, özellikle “Bu saatten sonra her kim ki demokratik bir çözümden yana ise ve her kim ki silahsız bir çözüm arzuluyorsa mutlaka ama mutlaka elini tetikten çekmelidir” cümlesi belli bir heyecana yol açtı. Her ne kadar benzer konularda daha önce yapılmış olan açıklamalardan bir nebze ilerde gözükse de Türk’ün (dolayısıyla DTP’nin) PKK’ya karşı bağımsız bir pozisyon almanın yine çok uzağında olduğunu söyleyebilirim. “Eli tetikten çekme” asla “silah bırakma” anlamı taşımıyor, daha çok PKK’nın kullandığı ” ateşkes “veya” eylemsizlik “terimlerini çağrıştırıyor ki bu kavramların içlerinin nasıl boşalmış olduğunu çok iyi biliyoruz.İnisiyatif Baykal’daÇukurca saldırısının ardından en çok CHP Lideri Baykal’ın tavrını merak ettim. Çarşamba günü “PKK silah bıraksın af getirilir” demiş olan Baykal, Suriye sınırındaki mayınlı arazinin önünde, NTV canlı yayınında bu tutumundan geri adım atmadı, hatta “Hepimiz iyi niyetle silahların tamamen terk edilmesi, terörden vazgeçilmesi bekleyişi içindeyiz. Ancak maalesef bu niyet gözükmüyor. Bu noktada terörden hiç vazgeçmeyeceklermiş gibi caydırıcı ve hazır olmalıyız. Yarın bu iş bitecekmiş gibi de barışa hazırlıklı olmalıyız” diyerek “bugün olmasa da yarın” şeklinde kapıyı sonuna kadar açık bıraktı. Baykal’ın son çıkışlarını neden önemsemek gerekir? İlk olarak,PKK ve Kürt sorunları, hükümet ile PKK tarafından baş başa çözülebilecek sorunlar değildir. Çözüm sürecine CHP ve MHP’nin aktif olarak katılması şarttır. İkinci olarak, hem hükümet, hem PKK çevreleri, çözümsüzlüğün ana nedenlerinden biri olarak CHP’nin uzlaşmaz tavrını göstermekte, bunu bir şekilde bahane etmektedirler. Üçüncü olarak, çözümün anahtar kavramı olan “af” herkesin dilinin ucunda olmakla birlikte rsikli olduğu için siyasiler tarafından telaffuz edilemiyordu. Bu açıdan Baykal’ın “af” konusunu bu kadar doğal bir şekilde dillendirmesi çözümü epey kolaylaştırmaktadır.Ana muhalefet lideri Kürt sorununda ilk kez inisiyatifi ele almış gözüküyor. Eğer geri adım atmazsa hükümet de imalı konuşmayı bırakıp somut öneriler dillendirebilir ve çözüm için bir fırsat yakalanabilir.Ya PKK? Örgütün artık gerçekçi olması ve silahla şantajı bırakması şart. Elde silah barış olmaz. Ellerini tetikten değil, tamamen silahtan çekmeleri gerekiyor. Ve galiba adım adım bu noktaya doğru geliyoruz.

Devamını Oku

Eminağaoğlu’nun gizlenen yüzü

27 Mayıs 2009

Önümüzde çok hayati bir soru cevaplanmayı bekliyor: Hrant Dink’in alçakla katledilmesinin Ergenekon soruşturmasıyla bir ilişkisi var mı, yok mu? Bu soruyu “Trabzon’da rahip Santoro’nun, Malatya’da Protestan misyonerlerin katledilmesinin Ergenekon’la ilişkisi var mı, yok mu?” diye de geliştirebiliriz. Bu konuda çok şey söylendi, yazıldı, çizildi. Bütün bu süreçleri ABD’den, Washington’dan, büyük ölçüde internetten izlemek zorunda kalmış, dolayısıyla yeterli bilgi sahibi olmayan biri olarak iki meslektaşımın kitaplarından geniş ölçüde faydalandım. Bunlardan ilki, Milliyet’ten Nedim Şener’in “Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları” adlı çalışmasıydı. Nedim, doğru bildiğimiz birçok şeyin aslında öyle olmadığını göstererek bize çok büyük bir iyilik yaptı. Nitekim “iyi olan hiçbir şey cezasız kalmaz” ilkesi bir kez daha işledi ve polis “bizi hedef gösterdi” diye kendisini dava etti.İkinci kitap ise Vatan Ankara bürosundan Kemal Göktaş’ın “Medya, Yargı, Devlet” altbaşlığını taşıyan “Hrant Dink Cinayeti” adlı eseri. Türkiye’nin önde gelen yüksek yargı muhabirlerinden Kemal’in, yüksek lisans tezi olarak Dink’in medya aracılığıyla nasıl hedef haline getirildiğini araştırdığını biliyordum. Kitapta, tezine ek olarak Hrant’ın davalarını ve Ergenekon’un Hrant’a yönelik ilgisini mercek altına almış.Ergenekon bağıKemal’in tamamen açık kaynaklara dayanarak kaleme aldığı kitabı okuduğunuzda başlangıçtaki soruya ‘muhakkak var’ cevabı vermek durumunda kalıyorsunuz. Öncelikle Ergenekon davasının Veli Küçük ve Kemal Kerinçsiz gibi kilit isimlerinin Hrant’a karşı yürütülen kampanyada ne denli etkili olduklarını bir kez daha hatırlıyoruz. Ardından Yasin Hayal ve Ali Öz gibi zanlıların Ergenekon’la bağları olup olmadığı hakkında bilgi sahibi oluyoruz. Bazı noktalarda kafanız epey karışıyor. İlki daha bildik bir olgu: Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek başta olmak üzere, Hrant’ı adım adım ölüme götüren süreçte şu ya da bu şekilde rol ve sorumlulukları olduğu ileri sürülen, fakat haklarında ciddiye alabileceğimiz bir inceleme veya soruşturma açılmayan bazı polisler Ergenekon soruşturmasında kilit rol oynuyorlar. İkincisi daha şaşırtıcı: Bazı çevreler tarafından neredeyse “Ergenekon’un yüksek yargıdaki temsicisi” gibi lanse edilmek istenen YARSAV Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu’nun, Kerinçsiz ve benzerlerinin mahkum ettirmek için yoğun enerji sarf ettiği Hrant’ı beraat ettirebilmek için elinden geleni yapmış olduğunu öğreniyoruz. İtiraf edeyim, ben bilmiyordum ve kendisini şahsen tanımadığım Eminağaoğlu hakkında son dönemde kalın çizgilerle çizilen kötü imajın etkisinde kalmış olduğum için inanmakta da zorlandım. Sonuna kadar direnmişŞişli 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nin Dink’i 301. maddeden mahkum etmesi üzerine hem Kerinçsiz ve diğer müdahiller, hem de Dink’in avukatları temyize başvurunca, Yagıtay Cumhuriyet Başsavcılığı adına savcı Eminağaoğlu kaleme aldığı tebliğnamede ayrıntılı bir şekilde Dink’in yazılarının “eleştiri” boyutunu aşmadığını ve suçsuz bulunması gerektiğini belirtmiş. Buna rağmen Yargıtay 9. Ceza Dairesi cezayı onayınca, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı yine itiraz edip davayı Yargıtay Ceza Genel Kurulu’na taşımış. Eminağaoğlu tebliğnamesinde Yargıtay üyelerini Dink’in söz konusu yazılarını “soğukkanlılıkla” okumaya davet etmiş ve sözlerinin tamamen düşünce özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini ayrıntılı bir şekilde savunmuş. Sonuçta 7 üyenin itiraz lehine oy kullanmasına rağmen Dink’in cezası onaylanmış. Kitaptaki en çarpıcı belgelerden biri, Eminağaoğlu’nun, Hrant’ın alçakla katlinden beş gün sonra kaleme aldığı ve www.adalet.org sitesinde yayınlanan yazısı. Şu cümleler onun: “Hrant’ın karşısına geçenler, Lozan’ı savunurken ne Atatürkçülük ne de Lozan’dan haberdarlardı. Bu durum Atatürkçülüğe de, Lozan’a da, Hrant’a da zarar veriyordu.” Bir de şu bölüme dikkatinizi çekmek istiyorum: “Danıştay saldırısında görüldüğü gibi Hrant olayında da görülen, ayakkabının/botun altının delik olduğu. Demek ki hayatlarını kaybeden bu kişiler paranın gücü altına alınarak yönlendirilmemiş ve yaşamamışlar, ifadelerini özgürce dile getirmeyi düstur edinmişler.” Kitabı okuduktan sonra Kemal Göktaş’la konuştum ve Eminağaoğlu’nun sadece Hrant olayında değil, askerlik yapmayı reddeden “vicdani retçiler” ve Kürt sorunuyla ilgili davalarda da çok ileri ve demokratik yorumlar yapmış olduğunu öğrendim.Şimdi insanın aklına şu sorular takılıyor: 1) Böylesine “çağdaş hukukçu” profiline sahip olan biri, nasıl olur da Ergenekon gibi karanlık ve hukuk dışı bir yapıyla irtibatlı olabilir?2) Eğer böyle bir irtibatı yoksa -ki üstlendiği davalara getirdiği yorumların Ergenekon çizgisine tamamen ters olduğunu görüyoruz- neden bazı odaklar kendisiyle bu kadar çok uğraşırlar?3) Kendilerini haklı olarak “Hrant’ın dostu” olarak tanıtan ve onun yargı sürecinin tüm aşamalarını bildiğini varsayabileceğimiz bazı aydınlar neden şu hengamede “Bir dakika, Eminağaoğlu Hrant davasında çok dik bir duruş sergilemişti” diyerek kamuoyunu aydınlatmazlar? Hatta içlerinden bazıları Eminağaoğlu’na yönelik linç kampanyasına katılmaktan geri kalmaz?Özetle bu işte bir gariplik var.

Devamını Oku

Murat Karayılan’a 9 soru

25 Mayıs 2009

PKK’yı uzun bir süredir fiilen yöneten Murat Karayılan’ın, ileri sürüldüğü gibi Milliyet’ten Hasan Cemal’a verdiği söyleşide “yeni, heyecan verici” şeyler söylediğini düşünmediğimi; buradan hareketle “PKK yapacağını yaptı, artık top Ankara’da” yaklaşımına katılmadığımı ısrarla vurguluyorum. Bu nedenle Karayılan’ın beni “çözüm değil çözümsüzlükte ısrar” etmekle suçladı. Ben de kendisine dünkü yazımda asıl işi yokuşa sürenin kendisi ve dolayısıyla PKK olduğunu anlatmaya çalıştım. Bugün 9 soruyla içinden geçtiğimiz süreci daha derinlemesine irdelemek ve PKK’nın pozisyonunu daha da berraklaştırmak amacındayım. Yazıp söylediklerimi yakından takip ettiğini anladığım Karayılan eğer bu sorulara cevap verirse bunları da ileride okurlarla paylaşabilirim. İşte sorular:1) Herkesin Kürt sorununda yeni bir döneme girildiğini düşündüğü bir dönemde Türkiye’nin en önde gelen gazetecilerinden biri ayağınıza kadar geldi. Kendisiyle dört saat boyunca görüştünüz. Fırat Haber Ajansı’na bu söyleşiden ve bunun yankılarından (benim gibi birkaç “oyunbozan” ın itirazlarını saymazsak) hayli memnun olduğunuz anlaşılıyor. Bu söyleşide Türk kamuoyunu heyecanlandıracak, ümitlendirecek, rahatlatacak “yeni” ne söylediniz?2) Verdiğiniz her mülakatta bir yandan barış istediğinizi söylüyor, diğer yandan en kötü koşullara hazır olduğunuzu söylüyorsunuz. Bu bir şantaj değil mi? Bu üslubun hiç güven verici olmadığının farkında değil misiniz?3) Silaha sadece “meşru müdafaa” için başvurduğununuzu söylüyor ve sivillere yönelik eylemleri “terörizm” olarak niteliyorsunuz fakat aynı zamanda büyük kentlerde tonlarca patlayıcı bulunduruyorsunuz. Bu büyük bir çelişki değil mi? Bu patlayıcı ve diğer mühimmatı bir an önce teslim veya imha etmeniz halinde ne kaybeder, ne kazanırsınız? 4) Büyük şehirlerde sivilleri hedef alan birçok terör eyleminin ardında değişik isimlerde, ama tümü bir şekilde PKK ile irtibatlı, bir başka deyişle onun taşeronu örgütler yer alıyor. Neden bundan böyle taşeron kullanmayacağınızı deklare etmiyorsunuz?5) Diyarbakır’daki bombalı saldırının “denetim dışı” olduğunu söylediniz. Bir yandan çok disiplinli bir örgüt olduğunuzu söyleyip diğer yandan sık sık “denetim dışı” terör eylemlerinin yaşanmasındaki çelişkiyi nasıl açıklarsınız?6) En son “Devrimci Karargah” örneğinde olduğu gibi, bazı radikal Türk solcularını bünyenize alıp, eğitip, donatıp büyük şehirlerde silahlı eylemler düzenlemelerini teşvik etmekten vazgeçmeyi düşünüyor musunuz?7) 10 askerin şehit olduğu saldırıdan üzüntü duyduğunuzu söylüyorsunuz ancak kırsal alanda mayınlı saldırılar bitmek bilmiyor. Mayın döşemeyle “meşru müdafaa” arasında nasıl bir ilişki var? Bu tür saldırılara son vermeyi ve döşemiş olduğunuz mayınlamaların temizlenmesine yardımcı olmayı, “silahların susması” için önemli bir adım olarak görmüyor musunuz?8) Abdullah Öcalan, yakalanmasının ardından PKK militanlarının ülke dışına taşınmasını gerçekleştirebilmişti. O gün bunun karşılığını alamadı ancak bugün koşulların epey farklı olduğu ve tarihi bir fırsatın yakalandığı söyleniyor. Bugün benzer bir adım atılması durumunda gerisinin çorap söküğü gibi gelebileceğine neden inanmak istemiyorsunuz?9) Hükümetin inisiyatifi askerden alması konusunda ısrarcısınız. Çok iyi bir fikir. Peki siz siyaset yapmayı kendi sivillerinize bırakmayı neden hiç düşünmezsiniz? Niçin DTP’nin (ve daha önceki partilerin) elini kolunu serbest bırakmaz, önünü açmazsınız?

Devamını Oku

Murat Karayılan’a cevabımdır

24 Mayıs 2009

PKK’yı fiilen yöneten Murat Karayılan, Cuma günü Fırat Haber Ajansı’ndan Halit Ermiş’in sorularını yanıtlarken hakkımda şöyle konuşmuş: “Konuya objektif yaklaştıklarını, hatta konuyla haşır neşir olduklarını, konuya hakîm olduklarını yansıtan bazı kesimler, yazarlar var ki bu dönemde çözüm değil, çözümsüzlük ekseninde durduklarını görmek ilginç bir durumdur. Örneğin gazeteci Ruşen Çakır bunlardan birisidir. Şimdiye kadar konuya hakîm olduğunu yansıtan bir hava vermekteydi. Sanki objektif değerlendirme gücüne sahip ve çözümden yana bir profil çizmeye çalışıyordu. Ama görüldü ki esas olarak çözüm istemiyor. Çözüm değil çözümsüzlükte nasıl ısrar edilebilinir noktasında yoğunlaşıyor.” Karayılan’ı cevaplamadan önce, konudan haberdar olmayanlar için bana neden kızgın olduğunu özetlemem gerekiyor. Milliyet Gazetesi yazarı Hasan Cemal’in Karayılan’la Kandil’de yapmış olduğu söyleşiye ilk başta çok sayıda olumlu tepki geldi. Onun 1 Haziran’a kadar sürecek “eylemsizlik” kararı, PKK’nın değiştiği, örneğin bağımsızlık istemeyi bıraktıkları gibi açıklamaları üzerine “artık top Ankara’da” şeklinde yorumlar yapıldı. Bense, NTV ve Vatan’da, Karayılan’ın sözlerinin heyecan vermediğini, zira yeni bir şey söylemediğini, daha önemlisi çözüme yönelik somut herhangi bir adım vaat etmediğini, dolayısıyla tatminkâr olmadığını ileri sürdüm. Çözüm istiyoruz diye...Bu girişten sonra Karayılan’ın hakkımdaki düşüncelerini cevaplayabilirim: Yıllardır ve Karayılan’ın da çok iyi bildiği gibi, birçok kimsenin sustuğu veya bilebile gerçekleri saptırdığı dönemlerde de PKK ve Kürt sorunları üzerine olabildiğince objektif bir şekilde yazıp çizmeye çalışıyorum. Ve başından beri her iki sorunun kalıcı, adil ve demokratik bir çözümü için enerji harcıyorum. Bana göre PKK ve Kürt sorunları iç içe geçmiştir ve bunları birbirlerinden ayırarak çözmek pek de mümkün değildir. Yine kanımca, Türkiye sorunun çözümünü dışarılarda değil içerilerde aramalı ve çözüm sürecine bir şekilde muhakkak PKK’yı da dahil edebilmelidir.Çözüm istiyor ve buna bir şekilde PKK’yı da katmayı savunuyorum diye örgütün her yapıp ettiğini onaylamamı kimse beklemesin. Karayılan’ın Ankara’ya sunduğu tek şey örgütün almış olduğu “eylemsizlik” kararı. Ama sürekli mayınlar patladığı ve örneğin askeri bir zırhlı araç havaya uçurulup 10 asker şehit olduğu için; bu arada büyük şehirlerde hep bombalı saldırılar ve intihar eylemleri beklendiği için bunun adına “eylemsizlik” demek imkansız. Hal böyle olunca Karayılan’ın sözlerinden o kadar çok heyecanlananları anlamak zorlaşıyor: Ya çok iyiniyetliler ya da PKK’dan daha ileri bir adım gelmesini mümkün görmüyorlar.Somut adım beklentisiHalbuki mümkün. Yurtiçi ve yurtdışındaki, izleyicilerinin önemli bölümünün PKK’ya yakın olduğu toplantılarda da söyledim; Vatan’da yazdım, NTV’de anlattım: PKK eğer gerçekten çözümde samimiyse, öncelikle elinde silahla tehdit etmekten vazgeçmeli, kayıtsız şartsız silah bırakmaya hazır olduğunu deklare etmeli ve bu noktada samimiyetini kanıtlayacak bazı adımlar atmalı. Defalarca dile getirmiş olduğum bu görüşlerimi Hasan Cemal söyleşisinin ardından tekrarlamam belli ki Karayılan’ı rahatsız etmiş. Şöyle diyor: “Bu tür kişiler hep işi yokuşa sürmektedir. Yokuşa sürülen işten çözüm çıkmaz. Ben bu tür çevrelere diyorum ki madem ki gerçekçi olduğunuzu söylüyorsunuz o zaman PKK’yi de gerçekçi bir biçimde değerlendirmek zorundasınız. PKK’nin dayandığı bir ideolojik gerçeklik var. Dayandığı bir toplumsal gerçeklik var. Bir doğrultusu ve sistemi var. Nasıl gelip sana teslim olmasını isteyebilirsin? PKK’nin çözüm için yaptığı bu kadar fedakârlığa rağmen bunu görmemek, samimiyetsizlikle değerlendirmek işi yokuşa sürmektir, başka bir anlama gelmez.” Hiç de değil. İşi yokuşa sürmek gibi bir derdim asla yok. Yapmaya çalıştığım, tüm tarafların iddialarını ciddi bir şekilde sorgulamaya çalışmak. Örneğin Karayılan, “biz bu aşamada yapmamız gerekenleri yaptık” diyor ama ben aynı şekilde düşünmüyorum. Yapabilecekleri çok şey vardı, hâlâ var.13 Mayıs günü Vatan’da “Kalıcı barış için PKK ve Karayılan’a dört somut öneri” başlıklı bir yazı yazdım. PKK Lideri, son söyleşisinde bu önerileri nedense hiç dile getirmiyor. Şimdilik bu önerileri hatırlatmakla yetiniyorum:1) PKK kent merkezlerindeki patlayıcı ve diğer mühimmatı bir an önce teslim veya imha etmeli;2) PKK bundan böyle taşeron kullanmayacağını deklare etmeli;3) Mayınlı saldırılara son verip döşenmiş mayınların haritaları verilmeli;4) Ülke içindeki militanlar kademeli bir şekilde sınır dışına çekilmeli. YARIN: MURAT KARAYILAN’A SORULAR...

Devamını Oku

PKK bu fırsatı değerlendirecek mi?

21 Mayıs 2009

Önce bir soru: PKK, Sri Lanka’daki Tamil Kaplanları gibi askeri olarak yok edilebilir mi? Sanmıyorum, en azından bunun hiç de kolay olmayacağını, olsa bile çok ağır bedellere yol açacağını düşünüyorum. Her şeyden önemlisi PKK’nın askeri anlamda tasfiyesi Kürt sorununun çözümü anlamına gelmeyecek ve kısa bir süre sonra PKK artıkları veya başkaları tarafından yeni örgütler kurulacaktır. Açıkçası Tamil Kaplanları’nın yenilgisinin de Tamil sorununun çözümü anlamına gelmediği ortadadır. Özellikle Sri Lanka yönetiminin Kaplanlar’ı tasfiye etmek için Tamilli sivillere reva gördüğü zulüm ve katliamların izini kolay kolay silmek mümkün olmayacaktır.Yine de PKK’nın Tamil Kaplanları’ndan kendine bir ders çıkarmasını bekliyorum. Bu da özetle “artık bu devirde silahla bir yere varılamaz” dır. Bir süreden beri büyük güçler kendi aralarındaki sorunları hafiflettikçe, şu ya da bu ülke veya bölgede silahlı mücadele yürüten gruplara verdikleri çekmeye başladılar. Kaplanlar, her ne kadar esas güçlerini Tamil halkından alıyor olsalar da uluslararası arenada tecrit edilmenin sonuçlarıyla baş edemediler. Bu noktada, uluslararası camianın Sri Lanka yönetiminin her türlü evrensel kuralı askıya alarak yürüttüğü topyekun harekatı görmezden gelmesinin veya yeterince önemsememesinin rolü büyüktür.Yerel seçimlerin mesajıPKK’nın şu anki durumu da bir ölçüde Tamil Kaplanları’na benziyor. Uluslararası destek tam olarak bitmemekle birlikte giderek azalıyor ve en önemlisi Irak Kürtleri PKK’yı eskisi kadar tolere etmiyor. Türk devletinin Sri Lanka’daki gibi sivil kayıpları da göze alarak içerde ve dışarda PKK’ya yönelik topyekun saldırıya geçmesi her ne kadar söz konusu olmasa da, daha önce kara harekâtı sırasında tanık olduğumuz gibi, Türk ordusunun örgüte yönelik “ölçülü” operasyonlarına herhangi bir ciddi itiraz beklenmiyor.Dolayısıyla en son Dağlıca ve Aktütün örneklerinde gördüğümüz gibi PKK kırsal alanda hâlâ etkili eylemler düzenleme kapasitesine sahip olabilir; bunları yine İstanbul, İzmir ve Diyarbakır’da yaşanan türü büyük kentlerdeki terör eylemleriyle destekleme yoluna da gidebilir, fakat bunlar ülkeyi daha da istikrarsızlaştırmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır. İşte tam bu noktada şu soru karşımıza çıkıyor: Türkiye’nin daha fazla istikrarsızlaşması PKK’nın işine mi yarar?Normal şartlarda PKK gibi örgütler için bu sorunun cevabı “tabii ki” olacaktır. Ne var ki içinden geçtiğimiz süreçte, PKK’nın tam tersine “daha fazla istikrar” a ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Zira istikrarsızlık yasal ve yasadışı Kürt hareketinin sistemden iyice kopmasına yol açar. Halbuki son yerel seçimlerde DTP’nin aldığı yüksek oy ve kazandığı yeni belediyeler, bu hareketin mevcut siyasi sisteme eklemlenmesinin mümkün olduğunu, daha önemlisi Güneydoğu seçmenin arzusunun “kopma” değil “yapışma” olduğunu bizlere gösterdi. Diğer bir deyişle, eğer AKP lideri Erdoğan’ın, TSK başta olmak üzere sistemin diğer güçlü odaklarının da destek verdiği, hayali gerçekleşse ve iktidar partisi DTP’nin kalelerini düşürseydi, “kopma” süreci hızlanır, buna paralel olarak Kürt sorunu daha yakıcı bir hal alıp ülkenin dört bir tarafını feci bir şekilde kuşatabilirdi.Abdullah Öcalan ve PKK’nın lider kadrosunun, yerel seçimlerin sonuçlarını layıkıyla okuduklarını düşünüyorum. Yani ortada PKK için de kaçırılamayacak bir fırsat var. Bu nedenle PKK’lılardan “sisteme eklemlenme”nin stratejilerini ve buna bağlı olarak adımlarını beklemek hiç de yanlış olmaz. Israrla tekrarlıyorum, “kayıtsız şartsız silah bırakma”ya hazır olduklarını ilan etmeleri ve bu konuda samimi olduklarını gösterecek bir-iki somut adım atmaları durumunda gerisi çorap söküğü gibi gelebilir.

Devamını Oku

Her işte bir hayır vardır

20 Mayıs 2009

Prof. Türkan Saylan’ın cenazesi “her işte bir hayır var” sözünün ne derece doğru olduğunu bizlere bir kez daha gösterdi. Şöyle ki, Saylan’ı Ergenekon soruşturmasına dahil etmek isteyenler hem onun, hem de genel başkanı olduğu ÇYDD’nin itibarını aşağılara çekmeyi hedeflemişlerdi. Fakat silahları ellerinde patladı ve arzuladıklarının tam tersi sonuçlar ortaya çıktı: Belli çevreler tarafından bilinip sevilen Saylan tüm Türkiye çapında tanındı; dik duruşu nedeniyle hem sevenleri, hem de pek sevmeseler bile takdir edenleri alabildiğine arttı. Saylan’ın ilk andan itibaren kendisinden ziyade burs verdikleri öğrencileri dert edinmesi, ÇYDD’nin de aynı şekilde daha geniş kesimler tarafından tanınıp destek görmesine yol açtı. Dünkü cenazede çok kişiden, Saylan’ın başına gelenlerden sonra ÇYDD bağışçısı ve/veya gönüllüsü olmaya karar verdiklerini öğrendim.Sonuç olarak, Saylan ve ÇYDD’yi kriminalize ederek sivil eğitim faaliyetleri alanında yalnız ve rakipsiz kalmayı hedeflemiş olan odaklar büyük bir hayal kırıklığına uğradılar. Saylan’dan sonra ÇYDD’yi çekip çevirecek kişiler yakalamış oldukları fırsatları iyi değerlendirebilirlerse bu odakların rüyalarını iyice kâbusa çevirecekler demektir.Kendine aşırı güvenPeki sözünü ettiğimiz odaklar bu son derece vahim ve stratejik hatayı neden ve nasıl yapmış olabilirler? Bu soru üzerine kafa yormak, halen ülkemizde sürmekte olan korkunç iktidar mücadelesini, onun aktörlerini ve bunların pozisyonlarını anlamamızı kolaylaştırabilir. Bu soruyu cevaplamak için şu kavramlara başvurmak isabetli olabilir: Kendine aşırı güven, rakibini küçümseme ve dolayısıyla kibir.Ulusalcı hareketin, daha oluşum aşamasındayken Ergenekon sürecinde yediği üst üste darbeler nedeniyle kendisini toparlayamaması; daha önemlisi içerden ve dışarıdan belirgin ve ciddi bir destek alamaması onun düşmanlarını fazlasıyla cesaretlendirdi. Öyle ki, değişik nedenlerle diş biledikleri bazı isimleri, Ergenekon’la ilişkileri olsun ya da olmasın bu karambolde soruşturmaya dahil etme cüretini gösterdiler. Ama çok büyük hesap hatası yaptılar: Bir suç örgütünü ortaya çıkarma perdesi arkasında bir toplumsal/siyasal hareketi tasfiye etmeye kalktılar ve tabii ki duvara tosladılar. Tıpkı 28 Şubat sürecinde olduğu gibi: O zaman tüm İslami hareket, TSK’nın başını çektiği bir operasyonla kriminalize edilip ortadan kaldırılmak istendi. İslamcılık karşıtı toplumsal çevrelerin çoğu da (ki bunlara Prof. Saylan ve arkadaşları da dahildir) bir toplumsal hareketin asker (ya da yargı, fark etmez) zoruyla bertaraf edilmesinin mümkün olmadığını; baskı yerine tam tersine demokrasiyi daha da geliştirerek sivil toplum kuruluşlarının önünün açılması gerektiğini söylemediler. Sonuç ortada. Bir süreliğine bastırılmış, sindirilmiş gözüken İslami hareket AKP üzerinden olmadığı kadar güçlü bir şekilde hayatın tüm alanlarını kuşattı.Hükümet başrolde değilErgenekon sürecinin, tabii farklılıklarla birlikte 28 Şubat’ı andırdığını, bir yönüyle onun rövanşı gibi görülebileceğini düşünüyorum. Bu farkların en başında 28 Şubat’ta İslamcıların biraz deneyip hemen vazgeçtikleri “sivil tepki”nin bu kez devreye girmesi ve sürecin akışını altüst etmesi geliyor. Saylan’ın evine polislerin gelmesiyle başlayan ve önceki günkü cenaze töreniyle taçlanan sürece bir tür “sivil itaatsizlik süreci” diyebiliriz. Bu nedenle hükümetin cenazeyi yok sayması son derece doğal ve anlaşılabilir bir şeydir.Fakat burada çok ciddi bir sorun karşımıza çıkıyor: 28 Şubat’ta İslamcıları tasfiyeye girişen esas güç TSK başta olmak üzere devletin (sistemin) bazı kurumlarıydı; siviller “yedek güç” olarak ortaya atılmışlardı. Bugünse birebir benzer bir durumla karşı karşıya olduğumuza inanmıyorum. Evet AKP hükümeti bu sürecin bir yerlerinde yer alıyor almasına ama sanki “başrol oyuncusu” değil gibi.Özetle, günümüzde esas olarak bir toplumsal gücün, devletin imkanlarını da sonuna kadar sömürerek rakip toplumsal güçleri yok etme veya etkisizleştirme gayretleriyle karşı karşıyayız. Bu da doğal olarak ülkemizde zaten varolan cepheleşme ve kamplaşmaları daha da kötü bir hale getiriyor.Bakalım bu vahim durumdan nasıl bir hayır çıkacak.

Devamını Oku

Geri tepen silah

19 Mayıs 2009

Aslında dün kaleme aldığım “Tamil Kaplanları ve PKK” başlıklı yazının bir devamını yazmayı düşünüyordum. PKK’nın askeri yöntemlerle tasfiyesinin mümkün olmadığına; olsa bile Kürt hareketinin yeni bir örgütle yoluna devam edeceğine inanan biri olarak, yazımın Kürt sorununu gözü dönmüş bir şiddetle çözmek isteyenleri coşturmuş olmasından ciddi bir şekilde rahatsız olmuştum. Ancak bu yazıyı ertelemek durumundayım zira dün bir “vatandaş” olarak Türkan Saylan’ın cenazesine gittim. Yazmayı düşünmüyordum fakat orada gördüklerimden o kadar etkilendim ki gözlem ve duygularımı aktarmamam yanlış ve Saylan’ın anısına saygısızlık olacaktı.Aynı yol farklı patikalarSaylan’la birbirimizi yıllardır bilir ve az buçuk tanırdık. Birçok ortak ilgi alanımız olmakla birlikte bakış açılarımız çok farklıydı. Ben o ve arkadaşlarının laiklik anlayışını “çok katı”, “az demokratik”, kısacası “laikçi” bulurdum; hâlâ öyle buluyorum. O ve arkadaşları da beni “irtica” diye tanımladıkları olguya karşı “aşırı toleranslı” bulur, hatta “şeriatçıların ekmeğine yağ sürdüğümü” düşünürlerdi; bilmiyorum hâlâ aynı kanıdalar mı? Fakat, yorumlarımız çok farklı olmakla birlikte hepimizin temel amacı laikliği korumak ve güçlendirmekti; en önemlisi hepimiz cumhuriyetçiydik. Nitekim cenazeye de bir “cumhuriyet dayanışması” olarak katıldım.Atılan birçok slogandan, açılan birçok dövizden, bazı siyasi grupların suiistimal girişimlerinden rahatsız olmakla birlikte çok coşkulu, olgun, kalabalık ama sade bir törene katılmış olmaktan mutluluk duydum. Zira gençlerin ve kadınların çoğunluğu oluşturduğu dünkü cenaze Türkiye’de cumhuriyetin, laikliğin ve demokrasinin ne kadar kök salmış olduğunu herkese çok net bir şekilde gösterdi. Kuşkusuz Saylan ve ÇYDD’yi “darbeci” olarak karalamaya çalışanlar bu cenaze için de benzer spekülasyonlar kotarmaya çalışacaklardır. Fakat en azından beni ikna edemeyecekleri açık. Çünkü cenazede çocukluğumun geçtiği Çağlayan’dan, 10 yılımı verdiğim Galatasaray Lisesi’nden ve 12 Eylül darbesi sonrası 18 ayımı geçirdiğim askeri cezaevlerinden çok sayıda arkadaşımla karşılaştım ve bunların hemen hepsinin “darbe karşıtı” ve “demokrasi yanlısı” olduğuna kefil olabilirim. Ergenekon sayesindeAçık konuşalım: Eğer Ergenekon’un 12. dalgasında Saylan’ın evi basılıp arama süreci canlı yayınlanmasa bu cenaze bu kadar görkemli, anlamlı ve simgesel öneme sahip olmazdı. Saylan’ı Ergenekon kapsamına sokanlar bu yolla herhalde onun ve başkanı olduğu ÇYDD’nin itibar kaybına uğrayacağını düşünmüşlerdi. Ancak Saylan, daha önce gözaltına alınıp tahliye edildikten sonra dilsiz kesilenlerin aksine dimdik ayakta kaldı ve hakkındaki tüm suçlamaları inandırıcı bir şekilde redddetti. Bu sırada kendisinden çok burs verdikleri öğrencilerin geleceğini düşünmesi onu toplumun büyük bölümü nezdinde iyice yüceltti. Onun camdan el sallayan (ve aleyhine en çok yayın yapan gazetelerin yayınlamaktan kaçındığı) fotoğrafının Türkiye’nin akışını değiştirdiği ortadadır. Evet, Türkan Saylan, Ergenekon soruşturmasını istismar ederek her türden rakiplerini tasfiye etmeye çalışan odaklar için bir “bumerang” oldu; yani bu silah döndü kendilerini vurdu. Onlar silahın ellerinde patladığını anlamayıp sadece tutukluk yaptığını sandılar ve “misyonerlik”, “bölücülük” gibi iftiralarla Saylan ve ÇYDD’ye kara çalma girişimlerini sürdürmek istediler. Kimseyi kandıramadılar. Saylan’ın en çok annesinin Hıristiyan öldüğü yalanlarına üzülmüştü. Bu yalanın sahiplerine cenaze namazını kıldıran İlhan Özkeskin hadlerini bildirdi: “Bir Müslüman’a kafir denmesi kendisini çok incitir. Buna ancak Allah karar verebilir.” Saylan’a bir kez daha Allah’tan rahmet diliyorum. Tüm Türkiye’nin başı sağolsun.

Devamını Oku

Tamil Kaplanları ve PKK

18 Mayıs 2009

Tam da “tarih fırsat yakalandı” söyleminin etkisiyle PKK sorununda (ve dolayısıyla Kürt sorununda) nasıl bir sürpriz gelişme yaşanacak derken haber dünyanın öbür ucundan, Sri Lanka’dan geldi. 20 milyon nüfuslu ülkenin yüzde 15’ini oluşturan Tamillerin bağımsızlığı için 26 yıldır silahlı mücadele yürüten Tamil Kaplanları, liderleri Velupillai Prabhakaran’ın da öldüğü büyük bir operasyonun ardından -en azından şimdilik- tarihe karıştı. Hem birçok üst düzey yöneticisinin son operasyonlarda ölmesi, hem de Prabhakaran’ın bütün rakiplerini ve çok sayıda Tamil aydınını öldürtmüş olması nedeniyle örgütün lidersiz kalacağı ve bir daha toparlanamayacağı yorumları yapılıyor.Her türlü rekabete karşı acımasız olan Prabhakaran, bu ve birçok başka yönüyle Abdullah Öcalan’ın andırıyordu. Zaten Tamil Kaplanları’nın PKK’nın bir nevi “manevi ikizi” olduğunu söyleyebiliriz. Benzer hedeflere sahip olan bu iki örgütten Kaplanlar 1983’te, PKK ise bir yıl sonra devlete karşı silahlı eylemlere başladı. Her iki örgüt de ABD başta olmak üzere çok sayıda ülke tarafından “terörist” olarak tanımlandı. Özellikle Batı ülkeleri, kendi topraklarında yaşayan Tamil ve Kürt göçmen işçilerinin bu örgütlere özellikle mali yardım yapmasını engellemek için epey uğraştılar. Bu benzerliklerden hareketle Tamil Kaplanları’nın akıbetinin Türkiye için bir dizi ders içerdiğini söyleyebiliriz. Öyle ki biz burada PKK’nın tasfiyesinin mümkün olup olmadığını, mümkünse nasıl olduğunu tartışırken, birçok açıdan ondan çok daha ileri durumdaki bir örgüt askeri yöntemlerle etkisiz hale getirilebildi. İntihar eylemcileri için özel kemerleri ilk kez tasarlayan, çoğu kadın militanlar tarafından gerçekleştirilen yüzlerce intihar eylemine imza atmış, kendi deniz ve hava kuvvetlerine sahip olan ve içinde hukuk fakültesinin, vergi dairelerinin ve hatta trafik polislerinin bulunduğu ayrı bir devlet inşa etmiş olan bir örgütten söz ediyoruz.Topyekûn savaşPeki Tamil Kaplanları neden yenildi? Bu konuda çeşitli analizler yapılıyor. Ama dönüm noktasının Mayıs 1991’de Hindistan Başbakanı Rajiv Gandi’nin bir kadın intihar eylemcisi tarafından öldürülmesi olduğunda herkes hemfikir. O andan itibaren Tamil Kaplanları uluslararası arenada her türlü meşruiyetini ve desteğini yitirmeye başladı ve “terörist” olarak damgalandı. Bir diğer neden de kendisini alabildiğine fetişleştiren Prabhakaran’ın örgüt içi demokrasi taleplerini acımasızca bastırması ve silahları bırakıp yasal demokratik sisteme eklemlenme yolundaki çağrılara asla kulak asmaması olarak gösteriliyor. Ayrıca Prabhakaran’ın son dönemde Tamillerin bağımsızlığından ziyade kendisini kurtarmayı temel aldığı ve bu nedenle kendi halkıyla bağlarının epey gevşediği ileri sürülüyor.Tabii Sri Lanka yönetiminin Kaplanlar’ı tasfiye etmede çok kararlı olması ve yüzlerce sivil Tamil’in ölümü ve binlercesinin de göçüne neden olan operasyonları gözünü kırpmadan gerçekleştirmesinin de belirleyici olduğunu unutmayalım. Yani “halkla teröristi ayrıştırma” hassasiyetinin terk edildiği noktadan itibaren Tamil Kaplanları’nın tasfiyesi söz konusu olabildi.Bizde “kurtarılmış bölge” olmadığı için PKK’ya karşı Sri Lanka’daki gibi “topyekûn” bir harekatın söz konusu olabilmesi imkansız. Kuzey Irak’taki PKK varlığına karşı böyle bir harekatsa, daha önce defalarca örneğini gördüğümüz gibi hem çok zor, hem de birçok açıdan çok maliyetli. Kaldı ki, ne kadar uluslararası camia tarafından terk edilmiş olursa olsun, PKK’nın Tamil Kaplanları gibi iyice izole edilmiş olduğunu söyleyemeyiz. Bunun başlıca nedeni de Kürt sorununun, Tamil sorununa kıyasla çok daha fazla stratejik öneme sahip bir bölgede yaşanıyor olması. Öte yandan Türkiye’de hiçbir hükümet, PKK’ya karşı içerde veya dışarda yürütülecek topyekun bir harekattaki muhtemel sivil kayıpları Sri Lanka yöneticileri gibi göz ardı edemez.Öcalan ve PKK yöneticilerinin, devletin içinde bulunduğu bu zor durumu sömürmekten bir an önce vazgeçmesi ve Tamil Kaplanları’ndan ders çıkararak bir an önce silahlarını bırakıp yasal siyasi sisteme eklemlenmenin önünü açmaları hem kendileri, hem tüm Türkiye için fazlasıyla hayırlı olacaktır.***Prof. Türkan Saylan’a Allah’tan rahmet, yakınları, sevenleri ve tüm Türkiye’ye başsağlığı diliyorum. Bu örnek cumhuriyet kadınının yaşamı ve mücadelesinden çıkarmamız gereken çok ders var.

Devamını Oku