Ahmet Yesevi’ye göre insanın ulaşabileceği en üst mertebeye ulaşması, Allah’la bağ içinde kişinin kendini tanıması, toplumdaki insanlar arasındaki yerini, makamını ve sorumluluklarını da bilmesiyle mümkündür...Bizler ne kadar iç dünyamıza yönelirsek potansiyel güçlerimizi ve yeteneklerimizi keşfedersek o kadar Yaratıcımızı fark eder ve onun hem varlığını, hem de niteliklerini anlarız. Bütün evrensel değerler bizim yaradılışımızda mevcuttur. Örneğin, hepimiz sevgi gücüne sahibiz. Bu gücümüzü bütün varlıkları severek ortaya çıkarırsak, Yaratıcımızın sevgi gücünü anlarız. İnanmak hepimizin doğasında var olan evrensel bir ihtiyaç ve özelliktir. Bu özellik eşi ve benzeri olmayan yüksek bir güce yöneliktir. İnancımız böyle bir varlığa yönelik olmazsa, inancımız doğamızdan kaynaklanmayıp somut varlıklara yönelir. Bu açıdan özümüzle kurduğumuz iletişimin güçlü ve sağlıklı olması bizim doğru bir inancı kazanabilmemiz ve geliştirebilmemiz için önemlidir.İyi-kötü, ilahi-beşeri...Mevlana’da insan, ölümlü ile ölümsüzü, iyi ile kötüyü, ilahi ile beşeriyi benliğinde birleştiren bir toplayıcı ortamdır. İnsan ölümsüz ben dediğimiz “ilahi nefha”nın ölümlü beden bineği içinde bir tekamül seyrini yaşamak için bu alemdeki görünümüdür. Bunu şöyle ifade eder:“Gece-gündüz kavuşup buluşma aşkındasınız; fakat kavuşmanın da ışığı sizsiniz, buluşmanın da; bundan haberiniz yok, bunu anlamıyorsunuz.”“Şaşılacak bir şey arıyorsunuz ; fakat her şeyden fazla şaşılacak şeysiniz; öylesine şaşılacak şeysiniz ki hem padişahsınız siz hem yoksul.”Ahmet Yesevi’ye göre insanın ulaşabileceği en üst mertebeye ulaşması, Allah’la bağ içinde, kişinin kendini tanıması, toplum içerisindeki, insanlar arasındaki yerini makamını ve sorumluluklarını da bilmesiyle mümkündür.Garip, fakir yetimleri her kim arayıp sorarRazı olur o kuldan Perverdigar.Bizler bu dünyaya, aklımızı, duygularımızı ve yeteneklerimizi geliştirmek için de geliyoruz. Dünya, ahiret için ürün veren bir tarla veya insanı sonsuz hayata hazırlayan bir eğitim alanıdır. Akıl ve kalp insanın iki rehberidir. Bize kendimizi tanımamızda fikirleriyle ışık tutan Mevlana akılla ilgili şunları söylemektedir:“İki türlü akıl vardır. Birincisi kazanma ile elde edilen akıldır ki, okulda çocuğun öğrendiği gibi öğrenirsin . Öteki akıl Hak vergisidir. Onun kaynağı ta candadır”.Aklın ışığı: Fen ilimleriİnsanların aklına ve kalbine hitap eden, yani evrendeki olgu ve olaylara dikkat çekip insanları bakmaya, düşünmeye yönlendiren ayet ve hadisler sayılamayacak kadar çoktur. Aklın ışığı medeniyetin fen ilimleridir, vicdanın ışığı manevi ilimlerdir, ikisinin bütünleşmesiyle gerçek ortaya çıkar.Bizler ‘bildiğimiz’ zaman gerçekte varoluşun asıl anlamına ulaşırız. Artık bu bilişte kendi özünün farkında olmak, bilerek eylemde bulunmak söz konusudur. Gerçekte bilmek demek davranışa geçirmek, içselleştirmek demektir.Ahmet Yesevi’nin insana bakışıYesevi’ye göre, kişinin Müslümanlığı dünyevi çıkar ve beklentilerden arınmış, samimi ve karşılıksız olmalıdır. Buna da İhlas denir. İhlaslı bir insan gösterişsiz, maddi menfaat gözetmeyen bir kişiliğe sahip olmalıdır...Ahmet Yesevi, bilgili, görgülü bir aile ortamında dünyaya gelmiştir. İyi bir eğitim görmüş; bölgenin ilim merkezi Buhara Medresesi’nde din ilimlerini ve zamanın diğer bilimlerini öğrenmiş, devrin büyük bilgini Yusuf Hamedani’den ‘Tasavvuf’ dersleri almıştır. Daha sonra Yesi’ye dönmüş ve ömrünün sonuna kadar orada kalmıştır. On binlerce öğrencisini orada yetiştirmiş; Kur’an ve Sünnet temeline dayalı öğretilerini orada geliştirmiştir.Şiirlerine ‘Hikmet’ der...Ahmet Yesevi’nin ‘Tebliğ’ metoduna ‘Hikmet’ adı verilir. Deyiş/söyleyiş ve anlatımlarla süslediği bu metodu; sevdirici, bütünleştirici, teşvik edici, manevi gücü artıran, umudu yayan, güler yüzlü olmayı içeren bir metottur. Ahmet Yesevi’nin, “Rabbinin yoluna hikmetle davet et” (Nahl suresi, 125) ayetinden esinlenerek, şiirlerine ‘Hikmet’ adını verdiği belirtilmektedir. Bu metot, Kuran’ın ruhuna uygun olarak “İnsanlara akılları ve anlayış seviyeleri”ne göre hitap edilmesi prensibinin de gereğidir. O’nun;“Aşksızların hem canı yok, hem imanıRasulullah sözünü dedim, mânâ haniNice desem, işitici, bilen hani?Habersize desem, gönlü katılaşır dostlar.”deyişi, onun bu konudaki hassasiyetini gösterir.Samimi ve karşılıksızYesevi’ye göre, kişinin Müslümanlığı dünyevi çıkar ve beklentilerden arınmış, samimi ve karşılıksız olmalıdır. Buna da İhlas denir. İhlaslı bir insan gösterişsiz, maddi menfaat gözetmeyen bir kişiliğe sahip olmalıdır. O, bilhassa topluma yön veren ve onu yöneten insanlara büyük önem verir. Âlimler ilimlerine, hakîmler Hakk’a ve adalete göre karar vermezse, toplumun bozulacağını söyler.Ahmet Yesevi, insanlara dil, din, ırk cinsiyet farkı gözetmeksizin, tatlı dil, güler yüz ve hoşgörü ile yaklaşılmasını öğütler. İnsan, Yaradan’ın yeryüzündeki temsilcisi ve O’nun sıfatlarına sahip olabilen tek varlıktır. İnsan yaratılanların en üstünüdür. İnsan sevgisi ile Allah aşkı birbirine bağlı olarak gelişir. Allah’a aşk ve sevgi ile inanan insan, insanlara da aynı duyguyla yaklaşır.
Hz. Muhammed’in “Allah dermanını yaratmadan bir derdi yaratmamıştır” ve “Her derdin dermanı vardır” sözleri insanlığı araştırmaya teşvik etmektedir. Bu yönü ile hasta ve hekime bütün ümit kapılarını açık tutmaktadır...Günlük yaşantımızda hırs ve rekabeti bir yaşam tarzı olarak sessizce kabulleniyoruz. Oysa şifa, şefkat ve dayanışma gibi yaşamı destekleyen güçlerle uyum içindedir. İnsan bilinci hastalıkta ve sağlıkta güçlü bir faktördür. Farkındalığımız hayatımızı ve yaşadıklarımızı anlamlandırmamız, tıbbi müdahalelerin etkisini güçlendirmektedir.HAYAT BİR İMTİHAN SÜRECİ DEĞİL ÖĞRENME SÜRECİDİR. Aslında hastalıklar kendimizi koruma ve sevme sorumluluğunu tekrar kazanmak için gerçek bir uyarı veren harika birer fırsattır. Hastalık ve şifa süreci, değişim için bir fırsat olarak görüldüğünde iyileşme gerçekleşir. Sağlığımız ve hastalığımız; düşünce kalıplarımızla doğrudan ilişkilidir. Hayata bakışımız, kendimize verdiğimiz önem ve değer, bir bütün olan zihin ve beden sağlığımızı etkiler. Öfke, kin, nefret, endişe, kuruntu, vesvese, şüphecilik, güvensizlik, korkular hayal kırıklığı, keder, ümitsizlik gibi haller sonucunda enerjimizin tükendiğini, sevginin ortadan kaybolduğunu ve kendimizi yalnız hissettiğimizi görürüz. İşte çoğu zaman zararlarının farkında olmaksızın şuursuzca yaşadığımız bu gibi duygular, zamanla kasların ve sinirlerin sıkışmasına, organ ve dokuların harap olmasına yol açarak hastalıkları tetikleyebilirler.İnsanın bedensel ihtiyaçları yanında ruhsal ve manevi ihtiyaçları da vardır. Bunlar arasında inanma, bağlanma, sadık olma, dayanma, güvenme, korunma, dürüstlük, iyilik, doğruluk, adalete sahip olma vb. ihtiyaçları görmemek mümkün değildir.Sevgili Peygamberimiz, sağlığın korunmasına çok önem vermiştir. Bunun için fizyolojik ve psikolojik bütünlüğümüzü bozabilecek birçok konuyu da işaret etmiştir.Resullullah (A.S.)’a göre imandan sonra kişinin en kıymetli serveti “sıhhat” tir. Bir hadisinde şöyle buyurur: “Allah’dan af ve afiyet” dileyin. Zira, hiçbir kimseye “yakin”den sonra afiyetten daha hayırlı bir şey verilmemiştir.”Hastalıkların küpü midedirHz. Peygamber sağlık konusunda teşhis ve tedaviden önce, sağlığı korumak ve hastalanmamak için tedbirler almayı esas tutmuştur. Bununla ilgili sözlerinden biri şöyledir:“…hasta olmadan önce sağlığın kıymetini, ölmeden önce hayatın kıymetini bil.”Sağlığı koruyucu birçok prensipler sunmuştur: Mideyi ve sindirimi zarara uğratacak gıdalardan söz etmiştir. “Her türlü hastalığın küpü midedir.” ve “İnsanoğlu midesinden daha kötü bir kab doldurmamıştır.” hadis-i şerifleri ile gereğinden fazla gıda almanın, vücuttaki dengeleri bozacağını belirtmektedir.Peygamberimizin sözlerinden ilham alan Mevlana “Mideden vazgeç, gönle doğru yürü.” diyerek dikkatimizi manevi ihtiyaçlarımıza yöneltmektedir.Hz. Muhammed’in “Allah dermanını yaratmadan bir derdi yaratmamıştır.” ve “Her derdin dermanı vardır” sözleri insanlığı araştırmaya teşvik etmektedir. Bu yönü ile hasta ve hekime bütün ümit kapılarını açık tutmaktadır.ÖRNEK HAYATLAR‘Her hastalığın ilacı vardır. Tedavi arayın...’ Hz. Muhammed...Ameliyat olup kemoterapi alan Ayşe, metastaz olunca önce içindeki gücü hatırladı... Sonra olumsuz düşünce orucuyla hep olumlu bakmaya başladı... Üçüncü olarak kendini kabul etme ve sevmeyle keşkelerden arındı ve sonunda tamamen iyileştiAyşe’nin hastalığı memede başlamış. Ameliyat olmuş ve kemoterapi almış. Ancak bir süre sonra metastaz yapmış. Biz tanıştığımızda hastalığı 4’üncü düzey ilk evredeydi. Bir çiçekçide tanıştık, hastalığını öğrenince bu karşılaşmanın tesadüf olmadığını anlamıştım. Bir süredir konuyla ilgili kitaplar okuyor, tezler yönetiyordum. Görüşebileceğimizi söyledim. Ve çalışmaya başladık.“Allah insana kaldıramayacağı hiçbir yükü yüklemez” mealindeki ayet ile başladık! Böylece Ayşe öncelikle ‘içindeki gücü’ hatırladı.Olumsuz düşünce orucu...Sonra olumlu düşünmek ve yaşamak üzerine çalışmalar yaptık. Bu çalışmanın ilk aşamasında ‘olumsuz düşünce orucu’ diye de isimlendirebileceğimiz bakış açısı yer alıyordu. Önce birlikte ‘olumsuz düşünmemeye niyet ettik’. Aklımıza olumsuz bir düşünce, bir vesvese, bir kaygı geldiğinde de “Niyetliyim, şu anda bu düşünceyi kabul etmiyorum” demeye başladık. Böylece olumsuz düşüncelerin yıpratıcı, umutsuzluk veren bakış açısından arınma süreci başladı.Bu yaşantı ‘şükretme’ ile desteklendi. Bu çalışma Ayşe’yi güçlendirdi ve şöyle bir anıyı yaşamına katabildi:Bir sabah akrabalarından biri telefonla aradı. Nasılsın diye sorunca Ayşe, “İyiyim bugünlerde dişlerimi yaptırıyorum” dedi. Bunun üzerine yakını “Ne kadar ömrün kaldı da dişlerini yaptırıyorsun?” anlamında sözler söyledi. Ayşe hemen düşünce orucunu hatırladı ve bu düşünceyi içine almadı, kabul etmedi. Arınmaya niyet etti. Ardından giyindi ve otobüsle şehir merkezine gitti. Anneler günü yaklaştığı için, her yer süslenmişti. Gezdi, ufak hediyeler aldı ve eve geldiğinde o andan hiçbir iz kalmamıştı.Kendini kabul etme ve sevme...Üçüncü adım olarak ‘kendini kabul ve sevme’ çalışmasına başladık. Yani ‘keşke’lerden arınma çalışmalarına… “O günkü aklımla öyle düşündüm ve öyle yaptım, artık yapmıyorum, önemli olan bu” diyoruz.Bu telkinler Ayşe’nin hem kendini , hem de insanları anlamasına kapı açtı.Ayşe “Önceleri elimden bir şey gelmez, ben hastayım diye birilerini suçlarken, şimdi artık iyileşmeye katkıda bulunabilirim diye düşünmeye başladım” dedi. Burada ‘tevekkül’ anlayışı etkiliydi. İyileşmenin bize düşen yanını bilmek, gücümüz ölçüsünde çaba sarf etmek gerekiyordu. Bu süreci Ayşe şöyle anlatıyor: “Allah’ım ben yaşamak istiyorum diye niyet ettim. Dua ve inanç birleşince çok güzel oluyor. Mana ve madde birleşiyor. İnsanın dostu olmalı. Her şeyini anlatmalı, paylaşmalı. Üzüntülü yerlerde kalmamak lazım! Fıkralar ve mizah önemli. Olumlu düşünce sıkıntılardan kaçmak değil, olumlulukları tercih etmektir. Olumlu düşününce arkası geliyor. İştahı artıyor insanın. Konuşmaları, düşünceleri değişiyor. İyi diyelim, iyi olalım. Olumlu düşününce enerji, olumsuz düşününce pasiflik geliyor.”Ve Ayşe iyileşti, kitle kalmadı...Ayşe’nin son yaptırdığı tahlillerde vücudunda kitlenin kalmadığı görüldü. O kendini affettikçe, içindeki güçleri keşfedip, umudu beslendikçe, kitle adeta erimişti. Kendini şöyle ifade ediyor:“İyi ki içimdeki gücü fark ettim, Yaradanıma güvendim, eski yapımdan vazgeçip, yepyeni bir kişiliğe kavuştum. Bu günleri yaşayacağımı hiç düşünememiştim. Başlangıçta ‘neden ben’ demiştim. Şimdi ‘İyi ki ben’ diyorum. Çünkü bu hastalık sayesinde değiştim. Kendimi ve mutluluğu keşfettim.”Ayşe, çalışmamızı, ‘kabartma tozu’na benzetiyor. Diyor ki: “Kekin bütün malzemelerini koysak ama kabartma tozu koymasak kek olmaz. Manevi yaklaşım insana öyle bir bakış açısı kazandırıyor ki, yükseliyorsun yaşadıklarını anlamlandırıyorsun, kendinle ve yaşantılarınla barışıyorsun, tıbbi tedavi ve diğer uygulamalar kekin malzemeleri gibi. Ama ‘kabartma tozu’ eksik. Maneviyatla birleşince tamamlanıyor.”
Kendini bilen kişinin, kendine ve Yaradanına güveni vardır. O enerjisini boşa harcamaz. İç hazinelerini bilir. Hayatını korkuların yönetmesine izin vermez. Böylece kendi yapısını, fonksiyonlarını ve işleyiş kanunlarını öğrenerek bolluk ve mutluluk içinde yaşar...İnsanın Yaratıcısıyla olan bağı onun aşkın yönünün yansımasıdır. İnsanı insan yapan öz, Allah’ın içimize üflediği nefesdir. Bu yüzden Allah’a yakınlıkla gerçek benliğimize yakınlık arasında doğru bir orantı vardır. Aşkın, manevi yönüyle bağını koparan insan, kendi doğasına da yabancılaşır. Bu konu Kur’an-ı Kerim’de şöyle açıklanmaktadır:“O kimseler gibi olmayın ki, Allah’ı unutmuşlardır, Allah’ta onlara kendi benliklerini unutturmuştur.” (Haşr suresi 19)Gerçek anlayışı farklı...Çubukçu’ya göre ruhun gıdası bilgelik, ölçülülük ve doğruluktur. Kısacası erdem ve gerçek aşkı, ruhu besler. Erdemi kazanmak için de gerçeği sevmek, ona bağlanmak ve âşık olmak gerekir. Niçin bedenimizi korumak için çırpınır ve her çareye başvururuz da, ruhumuzu beslemeyi ve korumayı çoğu kez ihmal ederiz? Mademki beden besinlerle, ruh da gerçek aşkı ile beslenir, niçin gerçeği aramak için daha çok çaba harcamayız? Yahut niçin âdet yerini bulsun diye herkes gibi gerçekçi görünürüz ve fakat işin aslını anlamaya çalışmayız? Şüphesiz gerçek anlayışı bireyden bireye değişir. Çubukçu, “Biz burada hiç değişmeyen gerçekten, gerçeklerin gerçeğinden, daha doğrusu Allah’tan söz ediyoruz. O’nun var olduğuna inanmak ve O’na gönülden bağlanmak, seni daha başka insan yapar. Bizim O’nu aramamıza, O’nun ihtiyacı yoktur. Ruhumuzu beslemek için bizim O’nu aramaya ihtiyacımız vardır. Taklitle yetinenler, ruhlarını az besinle besleyenlerdir. O’na âşık olanlar ise ruhlarını gerçekle dolduranlardır” diyor.Yesevi ilminin konusuAnadolu bilgeleri hep insana kendini hatırlatmayı hedeflemişlerdir. Bu hatırlatma insanın aşkın boyutunu da içermektedir. Yesevî ilminin konusu insandır. Gayesi ise, insanı eğiterek, olgunlaştırarak kemal derecesine ulaştırmaktır. Ahmet Yesevî, insanın kendisini tanımasına ışık tutmuştur:Hoşgörü ile yaklaşın!İnsanlara dil, din, ırk cinsiyet farkı gözetmeksizin, hoşgörü ile yaklaşılmasını öğütler. İnsana hizmet İslam’ın emridir. İnsan yaratılanların en üstünüdür. İnsan sevgisi ile Allah aşkı birbirine bağlı olarak gelişir. Allah’a aşk ve sevgi ile inanan insan, insanlara da aynı duyguyla yaklaşır. Kadın ve erkeğin işte, üretimde, yönetimde, sosyal hak ve faaliyetlerdeki eşitlikleri önemlidir.İnsanın bilgisi... Anadolu bilgeleri bilgiye ve özellikle insanın kendisi hakkındaki bilgisine ve Yaratıcıyla olan bağına dikkatimizi çekmektedir. Kendini bilen kişinin kendine ve Yaradanına güveni vardır. O artık gelişigüzel çalışarak enerjisini boşa harcamaz. Kendi iç hazinelerini bilir. Korkularından kurtulup, hayatını korkuların yönetmesine izin vermez. Böylece kendisinin yapısını, fonksiyonlarını ve işleyiş kanunlarını öğrenerek bolluk ve mutluluk içinde hayatını sürdürür.ÖRNEK HAYATLARAnadolunun son yıllarda yetiştirdiği bilge insan İbrahim Agâh Çubukçu...“Erdeme sahip insan, başkalarını sever. Özgeci duygular, yani başkalarını düşünmek ve sevmek erdemi zenginleştirir. Mutluluk paylaşıldıkça çoğalır. Biz başkalarının iyiliğini düşündükçe bizim mutluluğumuz da artar...”Sevgi çaba ister, eylem ister, emek ister. İbrahim Agâh Çubukçu’nun dünyasında sevgi eyleme dönüşmüştür. Varoluşundaki anlamı şöyle dile getirir:Acıkana ekmek olsam El gözünde ahmak olsam Zalimlere tokmak olsamBilincim var insanım benÂdem ile ırkım olmuş. Erdem ile farkım olmuş Garbım olmuş şarkım olmuş Bilincim var insanım benBal alırım bal veririm Gül olurum dal veririmÂşık olur ben eririm Bilincim var insanım benDüşkünlere yas tutarım Değişmezsem pas tutarım Cevher dolu tas tutarım Bilincim var insanım ben“İslamda Ahlak ve Mutluluk Felsefesi” başlıklı makalesinde erdem ile sevgi arasında bağ kurmaktadır: “Erdeme sahip insan, başkalarını sever. Özgeci duygular, yani başkalarını düşünmek ve sevmek erdemi zenginleştirir. Toplumsal bir varlık olan insan, kendini toplumdan ayıramaz. Mutluluk paylaşıldıkça çoğalır. Biz başkalarının iyiliğini düşündükçe bizim mutluluğumuz da artar. Sevgi, küskünleri barıştırır, yardımlaşmayı kolaylaştırır, dayanışmayı geliştirir. Allah’ın takdir buyurup yarattığı insanı sevmek dinin buyruğudur. Bir hadiste “Allah’a imandan sonra, aklın başı halka sevgi göstermektir” diye sevginin önemi belirtilmiştir. Başkalarını seven insan haksızlık etmez, gönül kırmaz, böbürlenmez. Seven insan, herkeste eksik arayarak çenesini yormaz. Birlikten, dirlikten, huzurdan yana olur. Bu konuda şu âyet ne kadar ibret vericidir: “Ey iman edenler hepiniz barış ve esenliği seçiniz.” Erdeme hizmet etmek istiyorsak doğruluğu, itidali ve adaleti seçelim. Bedenin tutkularının kölesi olmayalım. Ruhumuz bedenimizin hakimi olsun. İrademiz iyiyi ve doğruyu uygulamada güçlü olsun. Ve nihayet gönlümüz sevgi ile dolsun.Dizelere yansıyan ilkeler...Yüksek gerçekleri sade bir dille ifade eder. Anadolu’nun son yıllarda yetiştirdiği bilge insan İbrahim Agâh Çubukçu’nun yaşadığı ve dizelerine yansıttığı ilkelere hayatımıza yansıması dileğiyle kulak verelim:Doğruluk, iyilik rehberin olsunDürüst ol mahşerde bir yerin olsunHoşgörü sahibi çok serin olsun Hiç bir mü’mine kin besleme kardeşÇıkar için boşa kapılar çalma Yetimin hakkını aldatıp alma İltimas yaparak işlere dalma Arkanı dayıya yaslama kardeşAgâh’ın yüreği kor gibi yanar Sessiz görünse de Allah’ı anar. İnsanı olgunlaşmaya götüren yol aşk yoludur. Tek tek varlıklardan sıyrılan aşk, Çubukçu’nun dizelerinde somutlaştığı gibi Yaratıcıda murada erer. Geçim derdini unuttum Bana derman Sende vardır Hikmetin yolunu tuttum Bana derman Sende vardır.
Var olmak anlamına gelen vicdan, yaşandığında insan gerçekten var olur... Vicdanımızın sesini dinleyebilmek için, kendimize kulak vermeyi bilmemiz gerekir...Vicdan, Arapça V C D kökünden gelmekte ve ‘bulmak, varolmak’ anlamını taşımaktadır. Vicdan yaşandığında insan gerçekten var olur.Vicdanımızın sesini dinleyebilmek için, kendimize kulak vermeyi bilmiş olmamız gerekir. Kulağımıza gelen her sesi ve herkesi dinleriz, ama kendi sesimize kulak vermeyiz. Bize dört bir yandan saldıran fikirler ve kanıların gürültüsü içinde yaşıyoruz her an.Tek başına olmaktan korkuyoruzDinlenmeyi, tatil yapmayı; gezmek, eğlenmek olarak düşünüyoruz. Üstelik gittiğimiz yerlerde etkinliklerin fazla olmasını tercih ediyoruz. Yani, yine, değişik bir ortamda kendimizden kaçıyoruz. Çevresinde çok insan olan, üretici olmayan arkadaşlık ilişkileri yaşayan insanlar için de böyle bir durum söz konusu olabiliyor. Sürekli onlarla birlikte olmak, programlar yapmak da farkında olmadan kendimizden kaçışımızın, kendimizle iletişim kuramayışımızın yansıması olabiliyor. Gerçekten de tek başımıza kalmaktan çok korkuyoruz. Kendimizle baş başa kalmaktansa en hoşlanmadığımız ortamlarda olmayı, en anlamsız şeylerle uğraşmayı tercih edebiliyoruz. Böylece, kendi sesimizi dinleme şansını kaçırıyoruz ve vicdanımızı bilmezden gelmekte devam ediyoruz. Özgünlüğümüzü, kişilik bütünlüğümüzü bozan her şey, ister düşüncelerimiz isterse rollerimiz söz konusu olsun bize zarar veriyor. Böylece ömrümüz, adını, arkadaşlık, işkoliklik, tatil… olarak koyduğumuz çeşitli etkinliklerle geçip gidiyor. Tıpkı, Yaradanımızın ifadesiyle “Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir…” ayetinde açıklandığı gibi. Kendi dünyalarımızı oluşturmak yerine, başkalarının kurdukları dünyayı yaşıyoruz. Yani var olamıyoruz. Bu durumda gerçek vicdanımızla, yani onu yaşadığımızda var olacağımız özümüzle bağımızı zayıflatmış oluyoruz.En son vicdanına sor!Bu noktada Erich Fromm’un, “İnsanların hepsi ölür ama çok azı gerçekten yaşar” sözünü hatırlıyorum.Vicdanımızın sesini duyabilmek için kendimizle baş başa kalmak, kendimizi dinlemek gerekiyor. Gerçek anlamda kılınan namaz, yapılan zikir, tefekkür, bu ortamı bize sunabilir. Buna ek olarak, karşılaştığımız olaylarda, ‘Şu anda ne yapabilirim, nasıl davranabilirim?’ sorusunu iç dünyamıza sorabiliriz. Genelde içimizden gelen ilk cevap vicdanımızın sesidir. Bu sesin, bu yaklaşımın vicdanımızdan gelip gelmediğini şöyle test edebiliriz: Eğer bu ses ‘kendimize ve başkalarına zarar vermemeyi’ öğütlüyorsa vicdanımızın sesidir. Bu sesin önerilerini uygularsak daha güçlü duyarız vicdanımızı ve çocuklarımızı yetiştirirken hem onlara öneriler sunar, hem de ‘İçine sor, senin iç sesin bunun için ne diyor’ diyebiliriz. Böylece onlara özgünlüklerini, biricik olduklarını hatırlatırken, kendi iç dünyalarıyla iletişim kurmayı da öğretebiliriz.Tıpkı Hz Muhammed’in Allah’ın selamı O’nun üstüne olsun “Bir konuyu herkese sor, ama en son vicdanına sor” sözünde olduğu gibi.Yabancı uyruklu, bir ilahiyat öğrencisinin örnek davranışı...‘Paraya çok ihtiyacım vardı. Bankaya gittim. ATM bursumun kat kat fazlasını verdi, para cüzdanıma sığmadı. İadeye gittiğim banka memuru, ‘Bu para senin’ dedi ama ısrar edip yanlışı düzelttirdim ve çıktığımda çok büyük rahatlık yaşadım’Eylemlerin ahlaki açıdan değerlendirilme merkezi vicdandır. Vicdan, bilinçli ya da bilinçsiz olarak her insanda faaliyet halinde mevcuttur. Bunu herkes iyi-kötü, doğru-yanlış gibi olumlu ve olumsuz değerler karşısında hisseder. Burada vicdanın bireyin davranışlarını dengelediğini de görmekteyiz. Bu dengeleme daha çok bilinçsiz olarak devreye girer, ancak bu noktadan sonra vicdan kişi tarafından bilinçli hissedilmeye başlar. Yani, farkında olmaksızın ahlaki değerleri içselleştiren insan, bu değerleri ihlal ettiği zaman, içinde kendi ‘ben’ine hakim olacak güçlü bir ben (iç ses veya ‘ben’inden üstün bir ben)’in baskılarına maruz kalır. Psikanaliz Sözlüğünde vicdanın, kişinin bilinçli değerlerine karşılık gelen bir kavram olduğu kısmen bilinç dışı olan ve bireyin farkında olmaksızın uyduğu, yaptırımlar taşıyan süper ego ile karıştırılmaması gerektiği vurgulanmaktadır.‘Fazla parayı iade ettim...’Vicdan konusuna, yabancı uyruklu bir öğrencimin yaşantısını kendi ağzından aktararak örnek vermek istiyorum:“Paraya çok ihtiyacım vardı. Bursumun yatıp yatmadığını öğrenmek için X bankasına gittim. Kartı soktum kabul etmiyor, işlem devam ediyor diyor, denedim defalarca almadı, işlem devam etsin dedim, bekledim. Kalınlığı büyük para çıktı. Aldım cüzdanıma koydum, cüzdanım kapanmıyor. Şaşırdım, sevindim, Sıhhıye’ye doğru yürüdüm. Hep aklımdan beni birisi izliyor gibi geçti. Arkama bakarak hızlı koşup tekrar geri döndüm ama arkamda kimse yoktu. “Allah sana bu parayı gönderdi ihtiyacın olan her şeyi alabilirsin” diyordu bir ses. Müzik setlerine baktım içim gitti, cebimde hepsini alacak param vardı. Yavaş yavaş yürüdüm. Vitrinlere baktım, çok güzel giysiler gördüm, ihtiyacım çok fazlaydı. Ama vicdanım hep dönmemi söyledi, hiç rahat vermiyordu. X bankasına geri geldim, sekreterle konuştum. Parayı koydum önüne, ‘bu benim değil’ dedim. Memura gittim, ‘Bu para senin’ dedi. Ben de ‘ben öğrenciyim bu kadar param olmaz, ayda 50 bin yatıyor’ dedim. Baktılar, tamam dediler. Çıktığımda içimde bir rahatlık vardı. Onların ‘nerelisin, nerede okuyorsun?’ dememeleri, yani güzel sözler söylememeleri beni üzmüş olsa da.‘Arkadaşımı dolandırdılar...’Eve geldiğimde arkadaşımın morali bozuktu: “Başbakanlık bursu yatmış kartımı kullanırken sıkıştı, ne yapacağımı şaşırdım. Birisi, “Şuraya bas, şifreyi gir” dedi, iki defa tekrarladı. Olmayınca “Ostim şubesine git” dedi. Arkadaşım oraya gittiğinde parasının çekilmiş olduğunu ve o kişinin aldığını öğrenmiş. Çok üzgündü. Bunu öğrenince de davranışıma çok sevindim, şükrettim.
Korku sevginin karşıtıdır. Korkularımızı yenmek için güvenmeyi öğrenmeliyiz. İman EMN kökünden gelmektedir. ‘EMN’ Kendimize ve başkalarına güvenmek demektir. Mümin, kendisine, Yaradanına, hayata güvenen ve kendisine güvenilen insan demektir. Sevgi, insanın kendisinin ve bir başkasının ruhsal gelişimini desteklemek amacıyla benliğini genişletme arzusudur. Korku sevginin karşıtıdır Korkularımızı yenmek için güvenmeyi öğrenmeliyiz. Buna imana adım atma diyebiliriz. İman EMN kökünden gelmektedir. “EMN” Kendimize ve başkalarına güvenmek demektir. Mümin, kendisine, Yaradanına, hayata güvenen ve kendisine güvenilen insan demektir. Korkularımızı maskelemenin birinci şekli bağımlılıktır. Bağımlılık, duygularımızı bastırır ve onları hissetmemizi engeller. Ancak, kimyasal olanların yanında, başka tür bağımlılıklar da vardır. Bizi yaşantımızdan uzaklaştıran alışkanlıklar ediniriz. Eğer önümüzde uzanan sorunları çözmek istemiyorsak ya da bulunduğumuz konumdan hoşlanmıyorsak, yaşantımızla olan bağlantımızı koparacak bir düzen benimseriz. Gücümüzü kazanalım...Bazı kimseler beslenmeyle ilgili ya da kimyasal bağımlılıklar edinirler. Bazıları içinse, duygusal bağımlılık söz konusudur. İnsanlarda hata bulma bağımlılığı olabilir. Ne olursa olsun, her zaman suçlayacak birisi bulunur. “Bana neler yaptılar, suç onlarda” demek alışkanlık haline getirilir.Kendimizi kurban gibi hissetmeye son verdiğimiz zaman, gücümüzü tekrar kazanırız. Sorunlarımızı ortadan kaldırabilmek için deneyimlerimizden ders almayı yürekten istemeliyiz. Yaşam sürecinde maneviyatımıza güvenip Yüce Yaratıcımızla bağlantı kurarsak, korkularımyenebiliriz. Yaşamda her şeyin doğru zamanda oluşmasını sağlayan ilahi adalete güvenmeliyiz.Sağlıklı ve sevgi dolu ilişkilerde birbirimizi olduğumuz gibi kabul ederiz. Bunu yaparız; çünkü, insanları sever ve kendimizin de mükemmel olmadığını biliriz. Bizi bir anlık doyuma ulaştıracak olumsuz bir hareketimizle yıkılacak uzun sürmüş ilişkilerin, aslında çok daha büyük ve değerli olduklarını da biliriz. Bizi zaman zaman incittiğini düşündüğümüz kişileri sevmeyi sürdürürüz. Çünkü, onların insan olarak değerli kişiler olduğunu, kötü davrandıkları kadar iyi davranmaya yetenekleri bulunduğunu da biliriz. Onları, değişme olasılıklarına açık insanlar olarak görürüz. Böyle görünce de, sevgimiz anlayışla gelişir ve artar. Allah iyilik yapanı severBu yaklaşım Yüce Yaradanımızın önerdiği bir davranıştır: “Onlar, bollukta da, darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanlar(daki hakların)dan bağışlama ile (vaz) geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları sever. ( Al-i İmran suresi, 134)Sevgi, bağışlamanın tek ve en büyük kaynağıdır. Sevgi sayesinde, kötü davranışı bir kenara itip, bunu yapan kişiyi davranışından ayrı olarak değerlendirebiliriz. Kötü davranışın nedenini anlamasak bile, bunun için çaba harcarız. Bu çaba sırasında, sevdiğimizle bir araya gelir, inancımızı yeniler; birbirimizi daha iyi anlar ve gücümüzü artırarak geleceğe yeniden güvenle bakarız.ÖRNEK HAYATLARUmutsuzlukları umuda, acıyı tatlıya, ölümü yaşamaya dönüştüren düşünür: Yunus EmreSevgiyi Yaratıcı ve onun yarattığı tüm varlıklara karşı duyulan bir yakınlık, bir eğilim diye anlayan Yunus Emre’ye göre, ruh ilahi nitelik taşır, ölümsüzdür, bedende kaldığı sürece geldiği öze ve yüce kaynağa dönme özlemi içindedir“Ben gelmedim dava içinBenim işim sevi içinDostun evi gönüllerdirGönüller yapmaya geldim”Yunus Emre; yukarıdaki sözlerinden de anlaşılacağı gibi bir sevgi insanıdır. Yunus Emre’nin şiirlerinde sorunlar bir görüş ve inanış bütünlüğü içinde ele alınır, insan konusunda odaklaştırılır. Şiirde işlenen konular insan, Allah, birlik, sevgi, yaşama sevinci, barış, evren, ölüm, yetkinlik, olgunluk, alçakgönüllülük, erdem, eliaçıklık gibi genellikle gerçek yaşamı ilgilendiren kavramlardır. Sevgi insanda birleştirici, bütünleştirici bir eğilim niteliğindedir. Ruh ölümsüzdür...Yunus Emre, sevgiyi Yaratıcı ve onun yarattığı tüm varlıklara karşı duyulan bir yakınlık, bir eğilim diye anlar. Ruh ilahi nitelik taşır, ölümsüzdür, bedende kaldığı sürece geldiği öze ve yüce kaynağa dönme özlemi içindedir. İnsanın bu madde aleminde bulunması, ruhun ilahi kaynaktan uzak kalması bir ayrılıktır. Bu ayrılık insanı, yaşamı boyunca Yaradanı düşünmeye, ona özlem duymaya yönlendirir. Sevginin amacı yüce Yaratıcı’ya ölümsüz olana kavuşmak, onun varlığında bütünlüğe ulaşmaktır. Sevgi kendini başkasında, başkasını kendinde bulmaktır. Sevginin olmadığı yerde, öfke, kırgınlık, çözülme ve birbirinden kopukluk gibi olumsuz durumlar ortaya çıkar. Sevmek bir bilgelik, bir olgunluk işidir. Yeterince aydınlanmamış, Yaradanın nurundan yoksun kalmış bir gönülde sevginin yeri yoktur. Bütün varlık türlerini birbirine bağlayan, ilahi sevgidir. Yaşamak, sevinç duymakYunus Emre’de yaşamak ilahi özün bir yansıması olan evrende sevinç duymaktır. Çünkü, bütün varlık türlerinde O görünmektedir, bu nedenle severek, düşünerek yaşamayı bilen kimse her yerde Yaratıcı ile karşı karşıyadır. Yaşamak belli nesnelere bağlanmak, yalnız gelip geçici varlıkları edinmek için çırpınmak değildir. Böyle bir yaşama biçimi kişiyi Yaradandan uzaklaştırdığı gibi yetkinlikten, bilgelikten de yoksun kılar. Yunus Emre’nin dilinde bilge kişinin adı ‘eren’dir. Eren barış içinde yaşamayı, bütün insanları kardeş görmeyi, kendini sevmeyeni bile sevmeyi bilen kişidir. Onun gönlü yalnız sevgiyle, dostluk duygularıyla doludur. Evreni bir ilahi görünüş alanı olarak bildiğinden, erenin evrene karşı sevgisi, saygısı, hürmeti vardır. Erenin gözünde insan bir küçük evrendir. Kalanlara selam olsun...Ölüm ruhun bedenden ayrılıp ilahi kaynağa dönmesiyle gerçekleşir. Bu nedenle ölüm ruhla beden arasında bir ayrılıktır. Gerçekte ölüm yoktur, ruhun ölümsüzlüğe ulaşması, Yüce Kaynağa dönüşü vardır. O bizlere şöyle seslenir:“Biz dünyadan gider oldukKalanlara selam olsun.”
İçsel doğamız kötü değil, tersine iyi ya da nötr olduğundan, açığa çıkarılması, desteklenmesi seçilecek en iyi yoldur. İnsanın kendini gerçekleştirmesi, içindeki insan olma potansiyelini ortaya çıkarmasıdır...İnsanın kendini gerçekleştirmesi, içinde var olan insan olma potansiyelini ortaya çıkarması demektir. Hayatın geçici olan yanı potansiyellerdir. Bu potansiyeller gerçekleşir gerçekleşmez o anda gerçekliğe dönüşür, geçicilikten kurtulur.Çünkü her şey bizim öz itibarıyla geçici olan olasılıkları gerçekleştirmemize bağlıdır. İnsanın gücüne varmasıDini yaşantının temelini, insanın kendi gücünün bilincine varması oluşturur. Din insana varoluş gerçeğini sunar. Kendini gerçekleştirme penceresinden insan-din ilişkisine bakıldığında evrensel değerler rehberdir. Ahlak insanın evrensel boyutudur.İnsanlar hangi dinde olurlarsa olsunlar yüksek değerler önem taşımaktadır.Yüksek değerler, çağdan çağa, toplumdan topluma değişikliğe uğramaz.İnsanı insana tanıtır...Verilen sözü tutmak, dürüst olmak, çalışkan, yardımsever, vefalı, güvenilir, doğru sözlü, insaflı olmak, karşılık beklemeden iyilik yapmak, her insan topluluğunda, her kültür çevresinde aynı anlamı taşır. Dinler insanda, yüksek ahlak değerlerini gerçekleştirme doğrultusunda özünde saklı bulunan insan olma potansiyelini uyandırmaya çalışır. İNSANI insana tanıtır. Birey doğal yapısında var olan sağduyu ve gerçekleştirme eğilimleri doğrultusunda, davranışlarını başkalarının kendisinden beklediğine göre değil de, kendi gözlemlerine ve değerlendirmelerine göre yönlendirebilmektedir.İnsanların kendilerini geliştirdiklerinde hangi değerlere eğilim gösterdiği, hangi değerlerin peşinde koştuğu ve sağlığını yitirdiğinde hangi değerleri yitirdiğini keşfedebiliriz: Sağlıklı olgun, gelişmiş, kendini gerçekleştirmiş, bireyselleşmiş olarak nitelendirdiğimiz insanların, uygun koşullarda, en iyi ve güçlü durumlarındayken yaptığı özgür seçimler, yüksek değerler, ebedi erdemler olarak adlandırılan erdemlerle, ahlakla hemen hemen aynıdır. “Ahlak iledir kemal-i ademAhlak iledir nizam-ı alem”Sözü bu anlayışı çok güzel ifade etmektedir.İçsel doğamız kötü değil, tersine iyi ya da nötr olduğundan, açığa çıkarılması, desteklenmesi seçilecek en iyi yoldur. Mevlana’ ya göre, eşyaya boyun eğen insanın, eşyayı boyun eğdiren insan haline gelmesi önemlidir. Bunu için fark edilmesi gereken ilk değer, insanın Yaratıcıya bağlı, zaman üstü benidir. Divanı Kebir’de bizlere şöyle sesleniyor: “Nice dilekleriniz var, bağış istemedesiniz; bir kendinize gelin artık, bağışın ta kendisi sizsiniz.”“A ümitle, korkuyla pılısını-pırtısını atmış kişi; sonunda bir kere de bakışı-görüşü, bağışlayana bak.”“A isteyen, a seven, isteği verene bak; eseri yaratanı gör, ne diye esere sarılıp kalmışsın.”“O, sana bakıp durmada; senin gözünse solda-sağda. O sana söz söylemede; sense kulağını masala vermişsin.”Hem psikoloji bilimi, hem İslam dini, hem de kültürümüz insanın yaradılışının yüksek nitelikte olduğunu söylemektedir. Yaradılışımızda var olan bu niteliklerle insanlığımızı yaşadığımız ve yaşattığımız çok güzel günler dileğiyle… ÖRNEK HAYATLARHZ. ALİ’NİN YAŞANTISINDAN GÜNÜMÜZE IŞIK OLAN DEĞERLERHz. Muhammed’in yanında büyüyen Hz. Ali, Mekke’nin fethinden sonra Kabe’deki bütün putları kırdı. Devamlı olarak Hz. Peygamber’in yanında bulunduğu için Tefsir, Hadîs ve Fıkıhta sahabenin ileri gelenlerindendir... HAZRETİ Ali küçük yaşından beri Hz. Muhammed’in yanında büyüdü. Hz. Hatice’den sonra Müslümanlığı çocuk olarak ilk kabul eden O’dur. Hz. Muhammed ile Hz. Hatice’yi bir gün ibadet ederken gören Hz. Ali’ye Peygamberimiz, şirkin kötülüğünü, tevhidin manasını anlattığında Hz. Ali hemen Müslüman olmuştu. Mekke döneminde her zaman Resulullah’ın yanındaydı. Kâbe’deki putları kırmasını şöyle anlatır:Kabe’deki putu nasıl kırdı?“Bir gün Resul-u Ekrem ile Kâbe’ye gittik. Resul-u Ekrem omuzuma çıkmak istedi. Kalkmak istediğim zaman kalkamıyacağımı anladı, omuzumdan indi, beni omzuna çıkardı ve ayağa kalktı. Kendimi, istesem ufukları tutacak sanıyordum. Kâbe’nin üzerinde bir put vardı, onu sağdan soldan ittim. Put düştü, parça parça oldu. Resulullah’ın omuzlarından indim. İkimiz geri döndük.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 384)İnanmayalanları şaşırttı...Hz. Peygamber hicret etmeden önce elinde bulunan emanetleri, sahiplerine verilmek üzere Hz. Ali’ye bıraktı ve o gece Hz. Ali, Resulullah’ın yatağında yatarak inanmayanları şaşırttı. Hz. Ali, Hz. Peygamber’i öldürmeye gelenleri oyalayarak onun yerine hayatını tehlikeye atmış, böylece Peygamber’e hicreti sırasında zaman kazandırmıştır. Hz. Ali, Peygamberimiz’in kendisine bıraktığı emanetleri sahiplerine verdikten sonra Medine’ye hicret etti. Uhud’da gazi oldu...Medine’de de Hz. Peygamber’in devamlı yanında bulundu. Uhud’da gâzî oldu. Bedir’de sancaktardı. Aynı zamanda keşif kolunun başındaydı; hakim noktaları tesbit ederek Hz. Peygamber’e bildirdi. Bu mevkiler işgal edilerek, Bedir’de önemli bir savaş harekâtını başarıya ulaştırdı. Kendisine “Allah’ın Arslanı” lâkabı ve Bedir ganimetlerinden bir kılıç, bir kalkan ve bir de deve verildi.Hz. Ali, Bedir savaşından sonra Hz. Peygamber’in kızı Hz. Fâtıma ile evlendi. Harf öğretenin kölesi...Hz. Ali, Mekke’nin fethi sırasında yine sancaktardı. “Keda” mevkiinden Mekke’ye girdi. Mekke kan dökülmeden fethedildi. Hz. Peygamber ile birlikte Kâbe’deki bütün putları kırdılar.Hz. Ali devamlı olarak Hz. Peygamber’in yanında bulunduğu için Tefsir, Hadîs ve Fıkıhta sahabenin ileri gelenlerindendir. Hatta Resulullah’ın tabiri ile “ilim beldesinin kapısı” olarak ümmetin en bilgini idi. İslâm’ın öğretilmesi ve öğrenilmesi hususunda büyük katkıları olmuştu.Hz. Ali’ nin ilim konusundaki çabaları, döneminin ilimlerine olan hakimiyeti hepimizin hayatı için örnek olabilir. Hatta Onun peygamberimizden naklettiği “Bana bir harf öğretenin kölesi olurum” sözü bilgiye ve onu aktarana olan sevgimizi ve saygımızı perçinleyebilir. Hayatımıza cesareti, cömertliği ve ilmi kattığımız barış ve huzur dolu günler dileğiyle…
Her milletin bir peygamberi vardır. Ancak Kur’an-ı Kerim’de bildirildiğine göre, bütün insanlık âlemine ve bütün milletlere hitab etmek üzere gönderilen tek peygamber, Hz. Muhammed’dir...İnsanlık tarihinin en önemli eğitim unsurlarındandır peygamberlik.Kur’an-ı Kerim’in bildirdiğine göre, peygamberler ve ilâhî kitaplar Yüce Yaradanın insanlara lutfettiği manevî bir hediyedir. Allah, insanlar ve milletler arasında fark gözetmeden, onların her birine maddî sayısız nimetler ve çeşitli rızıklar verdiği gibi, ruhî bir gıda, manevî bir nimet olarak peygamberlik nimetini de insanlık âlemine sunmuştur. İnsanlar hidayet yolunu bulmak, hak ve adalet üzere kurulan ilâhî nizamı öğrenerek hayatlarında uygulayabilmek için Allah tarafından seçilerek gönderilen peygamberlere ve onlara indirilen ilâhî vahye ihtiyaç duyarlar. Bütün insanların Rabbi, Yaratıcısı olan yüce Allah, kulları arasında ayırım yapmadan, her millete kendi içlerinden seçtiği peygamberler göndermiştir. Bu konu Kur’an-ı Kerimde şu ayetlerle açıklanmıştır :“Hiç bir millet yoktur ki, kendi içinde onları uyandıran bir peygamber gelip geçmiş olmasın.” (Fâtır suresi, 24)“Her milletin bir peygamberi vardır.” (Yunus,/47. Ayrıca bkz. Nahl,36; Rum,47; Zuhruf,/6; Ra’d/8; İbrahim,/4; İsrâ,15)Bütün peygamberler bu yüce görevi eksiksiz olarak yapabilecek ve kendilerine vahyolunan ilâhî hükümleri insanlara tebliğ edebilecek kudret ve kabiliyette yaratılan seçkin kullar, ilâhî elçilerdir.Kur’an-ı Kerim, Müslümanlara, yalnız Hz. Muhammed’e (Allah’ın selamı Onun üstüne olsun) değil, dünya milletlerine zaman zaman gönderilen bütün peygamberlere de inanmayı emretmektedir. Bakara süresi 136. ayette;“Deyiniz ki biz Allah’a, bizlere indirilen Kitab’a; İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve oğullarına indirilenlere; Rableri tarafından Mûsa ve İsâ’ya verilenlere iman ettik. Onları biri birinden peygamber olarak ayırmayız” buyrulmaktadır.İslâm dini, bütün peygamberlere inanmayı, “iman esasları”ndan ve İslamın temel prensiplerinden saymakla, hiç bir dinin erişemediği derecede kapsamlı bir insanlık dini olma özelliğini kazanmaktadır. (Yunus,10/47. Ayrıca bkz. Nahl,36; Rum,47; Zuhruf, 6; Rad,/8; İbrahim,/4; İsrâ,/15)Kardeşlik ve barışa davetBütün dünya milletlerine hitap etmek suretiyle de, bütün insanlığı kardeşliğe, barışa ve mutluluğa davet etmektedir.Kur’an-ı Kerim’de bildirildiğine göre, bütün insanlık âlemine ve bütün milletlere hitap etmek üzere gönderilen peygamber, Hz. Muhammed’dir.“Biz seni, ancak bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik” (Sebe,28) ayeti bu konuyu açıklamaktadır.)Peygamberlerin ve kutsal kitapların mesajları bizleri özümüze, gerçek benimize götürür.Peygamberlerin sundukları ilahi gerçeklere kendimizi açtığımız, ve onların bizlere hatırlattığı yeteneklerimizi fark edip yaşadığımız nice barış ve mutluluk dolu günler dileğiyle.ÖRNEK HAYATLARİlahiyat Fakültesi son sınıf öğrencileri, ‘Peygamberlerin hayatlarına etkisi oldu mu?’ sorusunu yanıtlıyor. Bir öğrenci, “Peygamberimizin en çok etkilendiğim yönü hayatımdaki dengedir” diyor. Diğeri ise peygamberimizin ölümü metanetle karşılamasından etkilendiğini söylüyor...Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi son sınıf öğrencilerine “peygamberlerin hayatınıza etkisi oldu mu, olduysa yaşantılarınızla örnekleyiniz?” sorusu sorulmuştur. Öğrencilerin açıklamaları incelendiğinde bazıları; Varoluşlarını ve hayatlarını anlamlandırma sürecinde, bazıları ise Farkındalıklarının oluşumu ve ahlak gelişimlerinde peygamberlerden etkilendikleri görülmüştür. Öğrencilerimin yazdıklarını olduğu gibi paylaşıyorum:İlk yanıt: Denge...“Peygamberimizin en çok etkilendiğim ve hayatıma tatbik ettiğim yönü hayatımdaki dengedir. Davranışları, yaşayışı olaylara bakış açısının arka planında hep denge vardır. Aşırı uçların insanı değildir. Ben özelde bu dengeyi davranışlarıma yerleştirmeyi düşündüm, aşırı olan hareketlerimi dengelemeye çalıştım. Çoğu yanlış bilgilerle peygamberimiz bize tek taraflı tanıtılır. İnsan üstü varlık gibi gösterilir. Oysa ihtiyacım olan davranış ve yaşam felsefesinin en güzelini onda bulmak mümkün. Hayatımın dönüm noktası olarak gördüğüm bir olaydan sonra epeyce sıkıntıya düşmüştüm. Hayatın hiçbir manası kalmamıştı. O zamana kadar hayatımı hep başkalarının isteği üzerine kurmuş ve bu yönde çalışmıştım. Sonra sıkıntıları gidermek için arayışa başladım. Kendi iç dünyamı keşfettim ama derinlemesine bir keşif, iç dünyamı kendi isteklerim, arzularım, hayat felsefem dışındaki bütün bana ait olmayanlardan temizledim. Örnek alırken en fazla yararlandığım peygamberimiz oldu.” 2’nci yanıt: Ölümü karşılama... “Beni en çok etkileyen ölmeden önce peygamberimizin Hz. Ayşe’ye söylediği ‘en üstün Dosta gidiyorum’ sözüdür. Ölümü o kadar metanetle karşılamak ve Allah’ı dost, arkadaş bilmek, beni etkilemişti. Allah’ı o kadar çok sevemediğim ve ölümden korktuğum için üzülmüştüm. Hz: Muhammed iyi ki bizim peygamberimiz. Onu seviyorum ve biliyorum ki şimdi yaşasaydı hatalarımla bile o da beni severdi. Doğdum, Allah beni seviyor, peygamberim sevgi dolu, benim içimde sevgi var, çevremdeki insanlarda sevgi var bunları hissediyorum.”FARKINDALIĞIN OLUŞUMU VE AHLAK GELİŞİMİNDE İNSAN-PEYGAMBER İLİŞKİSİ“Peygamberimizin beni en çok etkileyen yönü onun bir eş olarak eşine karşı davranışlarıdır. Peygamberlikle ilgili olarak yaşadığı sıkıntılarını bile eşiyle paylaştığını görüyoruz. Ayrıca peygamberimizin evlendiği zaman Hz. Hatice’nin evine taşındığını öğrendiğimde çok şaşırmıştım, bizde böyle erkeklere içgüveysi denir ve bu durum genellikle kınanır, bu beni çok etkilemiştir. Yine onun evde eşine ev işlerinde yardım ettiğini, kendi işlerini kendisinin yaptığını görüyoruz. Peygamberimizin diğer kadınlara karşı davranışları da beni etkilemiştir. O hiçbir zaman kadınları toplum hayatından dışlamamış ve onlara ikinci sınıf insan muamelesi yapmamıştır.”
Eğer toplum içinde yaşamasını öğrenmek ve toplumun bir parçası olmak istiyorsak; paylaşmayı bilmemiz, yapabilmemiz ve istememiz gerekir. Paylaşmasını öğrenen bir insan, bağlar oluşturarak bir topluluğa ait olmaya başlar. Paylaşmak toplumsallaşmanın ilk ve en önemli adımıdır...Paylaşmak, bir insanın sahip olduğu herhangi bir şeyi bir başkasına ya da başkalarına bilerek ve isteyerek vermesidir. Bu; para, mal, eşya gibi, görünür, elle tutulur bir şey olabileceği gibi, zaman, bilgi, tecrübe gibi gözle görülmeyen, elle tutulmayan bir kaynak ya da değerler de olabilir. Bunların ötesinde sevinç ve üzüntü gibi duygular da paylaşılabilir.Paylaşmak neden önemli? Eğer toplum içinde yaşamasını öğrenmek ve toplumun bir parçası olarak varlığımızı sürdürmek istiyorsak bilmemiz, yapabilmemiz ve istememiz gereken çok önemli bir eylemdir paylaşmak. Paylaşmasını öğrenen bir insan, bağlar oluşturarak bir topluluğa ait olmaya başlar. Paylaşmaya yönelik düşünme ve davranma toplumsallaşma sürecinin belki de ilk ve en önemli adımıdır. Kuran-ı Kerim de Yüce Yaratıcımız bizlere şöyle seslenmektedir: “… gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile (onlar daha ihtiyaç içinde oldukları için) onlarkendilerine tercih ederler. Kim cimrilikten korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Haşr suresi ,9.ayet)Yiyeceği paylaşın!..Paylaşmak bir başkasını kendisine bağımlı hale getirmek, onu küçük düşürmek ya da aciz bırakmak için ona bir şeyler vermek değildir. İnsan suresi, 8. ve 9. ayetlerde bu konu şöyle açıklanmaktadır: “Onlar seve seve yiyeceği yoksula, yetime ve esire yedirirler. Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür bekliyoruz” derler.İhlas ve önemi?İhlas, “halisleştirme, her türlü karışıklığı gidermek” demektir. Yapılan iyiliklerin başka hiçbir amaç güdülmeden sadece Rabbin hoşnutluğu için yapılması demektir ki; ihlasın varlığı, diğerleri tarafından takdir edilmediğinde rahatsız olmamakla bilinebilir. O yaptığı iyiliği başkasının iyiliğine karşılık olarak değil, ancak yüce Rabbinin hoşnutluğunu gözeterek yapmıştır.“Temizlenmek üzere malını hayra veren iyiler ondan (ateşten) uzak tutulur. Yüce Rabbinin rızasını istemekten başka onun nezdinde hiçbir kimseye ait şükranla karşılanacak bir nimet yoktur. Ve o (buna kavuşarak) hoşnut olacaktır.” Leyl suresi 19-21 ayetlerPaylaşmak, aynı zamanda desteklemek, dayanışma içinde olmak anlamına da gelir. Başkalarına duyulan ilginin ve güvenin bir ifadesidir. Birbirine ilgi duyan ve güvenen insanlar güçlü toplumlar oluştururlar.Yarınki güzellikler için, paylaşmayı bugünden yaşamaya başlayalım.ÖRNEK HAYATLARDUASIYLA YAĞMUR YAĞDIRAN PEYGAMBER: HAZRETİ İLYAS...Hz. İlyas yurdunun dört bir yerinde dolaşmış, insanları iyiliğe ve doğruluğa davet etmiştir. Doğruları görmezden gelen bu yöreye ilk uyarı olarak, üç yıl hiç yağmur yağmamıştır. Daha sonra Hz. İlyas’tan yardım istemişler ve onun duasıyla yağmur yağmasına rağmen, yine ders alamamışlardır...İlyas Peygamber de diğer peygamberler gibi geçmişten ders almayan ve yanlışlarında ısrar eden bir halka peygamber olarak gönderilmiştir. İnsanları Allah’a inanmaya çağıran Hz. İlyas, halkının Ba’l putuna tapmalarının yanlış olduğunu bildirmiştir . O bölgenin kralı önceleri iman edip doğruyu görmesine rağmen, daha sonra tekrar yanlışa yönelip eski geleneklerindeki hatalı davranışlara devam etmiştir. Hatta bir adım daha ileri giderek, İlyas Peygamber’e zarar vermeye kalkmış, ancak Yüce Yaradanımızın koruyuculuğu ile kuşatılan ve iyilik için mücadele eden o güzel insana zarar verememiştir. Hz. İlyas yurdunun dört bir yerinde dolaşmış, insanları iyiliğe ve doğruluğa davet etmiştir. Doğruları görmezden gelen bu yöreye ilk uyarı olarak, üç yıl hiç yağmur yağmamıştır. Daha sonra Hz. İlyas’tan yardım istemişler ve onun duasıyla yağmur yağmasına rağmen, yine olaylardan ders alamayıp doğruluğa ve iyiliğe yönelmemişlerdir. “Allah’a iman edin...” çağrısıHz. İlyas milletine: “Takva sahibi (Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde) olmayacak mısınız? Yaradanların en güzeli olan, sizin de Rabbiniz, önceki atalarınızın da Rabbi olan Allah’ı bırakıp da Ba’l putuna mı tapıyorsunuz?” demişti. (Sâffât suresi, 124-126)Etrafını saran kalabalığın içinden biri Hz. İlyas’a şu şekilde karşılık verdi:“Niye yalan söylüyorsun adı geçen senin o Tanrını kim görmüş?”Bir diğeri ötekinin sözüne girip, peygamberi yalanlamışlardı:“Senin bu sözlerin, zihninde oluşturduğun uçup gidecek hayalden başka bir şey değildir.”Hz. Musa örneği...İlyas peygamber konuşmasına şöyle devam ediyordu:“Birazcık Ben-i İsrail’in tarihini şöyle düşünün. Sizin babalarınız acaba ulu peygamber Hz. Musa’yı yalanlamadılar mı? Babalarınız acaba Samiri’nin oyununa gelip buzağıya tapmadılar mı?”“Size öğüdüm yalnız ve yalnızca Allah’a iman etmenizdir. O sizin ve ilk atalarınızın sahibi ve Rabbidir. Puta tapmaktan vazgeçin! Bana yalancı diyorsunuz. Oysa ki, ben doğru söylüyorum. Eğer doğru yolu yani bir olan Allah’ın yolunu seçmeyip puta tapmaya devam edecek olursanız sonsuza dek mutsuzluğa maruz kalacaksınız… Doğrusu ben sizin sonunuzdan ümitli değilim.”Halkını doğru yola çağırdı...Özlerindeki hakikati duyan birkaç kişinin dışında herkes onu yalanlamış ve sözünü dinlememişlerdi. Aslında sadece kendi özlerinde olan gerçeği umursamıyorlardı. İlyas peygamber yıllarca sabırla, özveri ve cesaretle halkını, Yüce Allah’a ortak koşup putlara tapmaktan vazgeçirmek için hak yola davetini sürdürdü. Onlara yılmadan, usanmadan doğruların, iyiliğin ne olduğunu aktarmaya çalıştı. Diğer peygamberler gibi, O da hayatının sonuna kadar halkını doğru yola ulaştırmak için görev yaptı.