Fethullahçı Terör Örgütü adı oturdu, bu isim ve kısaltması Cemaat’in yerini aldı.Ancak buradaki “terör örgütü” kavramında alışılmamış bir durum var. Bir örgütün terör örgütü olması için silahı olması ve silahlı eylem yapması gerekiyorFETÖ’nün silahları ise devletin asker ve polis görevlilerine verdiği silahlar, devletin silahları.Devletin silahlarının, 15 Temmuz darbe girişimi dışında bazı siyasi cinayetlerde Cemaat mensubu emniyet görevlileri tarafından kullanıldığı yeni ortaya çıktı.FETÖ’nün sivil kadrosunun genişliği de belli. Buna ilişkin soruşturmalarda birçok haksızlık tespit edilse de, haksızlık iddiaları doğru dürüst araştırılmamış olsa da FETÖ’cü sivil kadroların toplumdaki etkileri ortadadır.Örgütün generalleri var, her rütbeden subayları var, hakimleri var, savcıları var, valileri var, emniyet müdürleri var, polisleri var, doktorları var, öğretmenleri var, futbolcuları da var.Ama bir tek şeyleri yok: Siyasiler. Soruşturulan insanların yaklaşık 200 bini tutuklandı, mesleğinden, işinden oldu, bunlar her kesimden insanlardı, ama aralarında bir tek siyasi yoktu.Gülen Cemaati, topluma açılmaya başladığı dönemde bütün siyasi partilerle diyalog içinde olmaya özen göstermiştir. Başarılı kurslarla başlayan, nitelikli eğitim kurumlarıyla devam eden eğitim hamlelerinden kimse kuşkulanmamış, ülke dışındaki okullar da her kesimin desteğini görmüştür.Bir tarafta “Kutlu Doğum Haftası”, diğer tarafta “Türkçe Olimpiyatları”, bir başka tarafta kültürler arası diyalog girişimlerine de hiç bir itiraz olmamıştır.90’lı yıllarda Cemaatin etkinlik alanı hızla genişlerken hem Ecevit DSP’si hem de Çiller’in DYP’si ile yakın ilişkiler kurulmuş olduğu da kimsenin gizlisi değildir.2000’li yıllarda ise rakipsiz siyasi güç haline gelirken Cemaatin ana ilgi alanı da bu parti olmuştur. Ak Partili siyasilerle Cemaat mensuplarının ilişkileri için uzun araştırmalara da gerek yoktur, her şey gazete sayfalarında vardır.Bütün bu icraatlarda çok sayıda aydın, akademisyen, gazeteci ve de siyasi yer almıştır.Ve şu anda bunlardan sadece “siyasiler” kısmına hiç bir dokunma ve soruşturma olmamıştır.Siyasilere dönük bir FETÖ operasyonundan yeni söz edilmeye başlandı. Bu operasyon daha önce bir tehdit olarak MHP’li muhaliflere gösterilmişti. Bu kez bu operasyon bu şekilde “Bahçeli’ye destek” şeklinde gerçekleşirse de hiçbir inandırıcılığı olmaz.
AK Parti’ye yakın yayınlarda, çok sayıda köşe yazarı ve siyasi yorumcunun katıldığı sert bir çatışma yaşanıyor.Bu çatışmanın dayanakları, gerekçeleri çok açık değil. Birbirini ağır şekilde suçlayanların herhangi birinin partinin politikalarına karşı olduğuna ilişkin bir işaret de görülmüyor.Referandum öncesi partinin bazı önde gelen isimleri “gizli hayırcı” olmakla suçlanmış, özellikle iki isim Abdullah Gül ve Bülent Arınç hedef alınmıştı.Abdullah Gül cumhurbaşkanlığı döneminde olduğu gibi, sonra da demokrasi hassasiyetlerini her zaman açıkça ifade eden bir siyasetçidir.Gül’ü AK Parti’de bir kesimin Tayyip Erdoğan’ın iktidarına potansiyel bir tehlike olarak gördükleri de anlaşılmaktadır.Geçen cumhurbaşkanı seçiminde adaylığı düşünmemiş olan Abdullah Gül’ün 2019’da aday olması, üstelik Tayyip Erdoğan’ın karşısında aday olmasını bekleyen AK Partililer olduğu anlaşılmaktadır.AK Parti dışında da, Erdoğan’ın karşısına çıkabilecek ve geniş bir desteği olabilecek bir aday olarak Abdullah Gül görülüyor olabilir.Ancak seçime iki yıldan daha fazla bir zaman varken AK Parti içindeki çatışmanın sadece Abdullah Gül konusunda olmadığı da bellidir.Siyasi bir farklılık olmadığına göre AK Parti içindeki çatışma alanlarının yeni dönemde alınacak pozisyonlarla ilgili olduğu da düşünülebilir.Tayyip Erdoğan’ın tekrar AK Parti genel başkanlığına seçileceği kongrede yönetimdeki diğer değişiklikleri de Erdoğan yapacak ve büyük olasılıkla AK Parti’yi 2019’a bu kadro götürecektir.Şu anda çatışan tarafların bütün eski hesapları da bu arada görmeye kalkışmaları, kongrede önemli değişiklikler bekledikleri anlamına gelir.Bu kongreden sonra Binali Yıldırım başbakan olmaya devam etse de, 2019’un “ikinci adam”ının 21 Mayıs’ta ortaya çıkması ve partideki bütün operasyonların başında o ismin olması büyük olasılıktır.AK Parti üçüncü dönemine geçerken bütün birikmiş hesapların zaman kaybetmeden görülmesi de en tepeden verilecek bir karardır.
Avrupa Konseyi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulmuş bir örgüt ve amacı Avrupa’nın “demokratik dayanışma” ruhunu canlı tutmak.Demokratik dayanışma siyasi bir pozisyondur ve Avrupa Konseyi üyesi ülkeler de bu pozisyonu kabul ettikleri için üye olurlar.Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi de üye ülkelerin parlamenterlerinden oluşan üst “siyasi” organdır.Bu organ demokrasi tarihimizde bize ikinci kez “sarı kart” gösteriyor. Bu sarı kartla deniyor ki: Demokrasiniz birinci sınıf değil ve bunu birinci sınıf yapma yolunda bir irade göstermiyorsunuz.Avrupa Konseyi, daha önce Türkiye’yi “denetlenmesi gereken ülke” konumundan çıkarırken Ak Parti hükümetinin hamlelerini ve demokratik iradesini ciddiye almıştı.Bu kararı Ak Parti sevinçle karşılamış, demokratik iradesinin teyidi olarak görmüş ve göstermişti.On üç yıl sonra Ak Parti aynı Ak Parti. Tayyip Erdoğan bu kez başbakan değil, cumhurbaşkanı ve başkanlığın en kuvvetli adayı.On üç yıl önce dostumuz olarak alkışladığımız Avrupa Konseyini on üç yıl sonra “teröristlerin oyununa gelmekle” suçlamamız ise en hafif deyimiyle talihsizliktir.On üç yıl önce demokrasiye geçiş iradesi çok kuvvetliydi, askeri vesayet ve darbe girişimleri başarıyla bertaraf ediliyordu.On üç yıl sonra kanlı bir darbe girişiminin travmasıyla dostları ve düşmanları ayırt etmekte zorlanma dönemindeyiz.Avrupa Konseyi “düşman” değil. Oradaki Avrupalı parlamenterler Türkiye’nin kötülüğünü isteyen “teröristler” değil, “FETÖ’cüler” değil.“Bizde demokrasi arızası yok, özel koşullarımız var” diye yola çıktığımız zaman ise yapacak bir şey kalmıyor.Aylardır konuştuğumuz tutuklu gazeteciler, siyasiler, gazete davalarının hepsi demokrasi arızalarıdır.Ve bu arızalar öyle kökleşmeye başlamıştır ki, bir lisenin gençlik festivaline, bir başka lisenin pilav gününe bile izin çıkmamıştır.Bunlar son iki günün olayları ve bunlar olurken Avrupa Konseyine “bizde demokrasi arızası yok” dedik.
Algıda yanlışlık olmasın, Avrupa’nın bizimle ilgili kanaatinde herhangi bir anlaşmazlık bulunmuyor.Avrupalılar Türkiye meselesinde ne yapacakları konusunda anlaşamıyorlar.Şu anda giderek daha yukarı çıkan görüş, Türkiye’nin “bir süre için” Avrupa’nın dışında tutulmasıdır.Böyle bir kararı vermek 1980 askeri darbesinden sonra kolaydı. Türkiye’yi Avrupa Konseyi’nden ihraç ettiğiniz zaman Avrupa dışına çıkarmış oluyordunuz. NATO üyeliğinin mantığı ve örgütün yapısı çok farklı olduğu için o zaman da konu olmamıştı.Bugün “bir süre için” de olsa Türkiye’yi dışlamak kolay bir karar değil. Avrupa Birliği tam üyelik adaylığından çıkarmak veya bunu biraz daha kibarca, “tam üyelik görüşmelerini askıya alarak” yapmak, milyonlarca insanın hayatını etkileyecek bir karardır.Bu karar alınsa da, Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki Gümrük Birliği, her iki tarafın da çıkarına işleyen bir sistem olarak kabul görmektedir.Buna rağmen Avrupa Birliği merkezlerinde yayılan hava, karara, yani Türkiye ile araya bir mesafe koymaya biraz daha yaklaşıldığı şeklindedir.Yine de Avrupa olumsuz bir karar için, Ankara’nın idam cezasını çıkarma girişiminde bulunmasını bekleyebilir ve “günah bizden gitti” demek isteyebilir.Bu, 3 milyona yakın Türk ve Türk vatandaşı Kürt’ün yaşadığı, birçoğunun çifte vatandaşlıktan yararlandığı Almanya için geçerlidir.Ankara’nın son hamlesi vize muafiyeti anlaşmasıyla ilgili ilerleme sağlanması talebi olmuştur. Ancak buradan bir müzakere ve pazarlık yolunun açılması da kolay değildir.Türkiye’nin Avrupa ile ilişkilerinin 1980’den bu yana girdiği bu kırılgan ve bıçak sırtı durumdan çıkması için Avrupa’nın talep listesi bayağı uzundur ve kısalmamaktadır. Bu taleplerin bir kısmının Türk vatandaşlarının en az yarısının talebi olması da şu ana kadar bir ilerleme sağlanmasına yetmemiştir.Eğer Avrupa Birliği, zaman zaman girdiği “yetti artık” havasına döner ve müzakereleri durdurursa, şu andaki seçenek sadece “boşluk”tur.
Ak Parti referandum için öncelikle MHP’ye, Devlet Bahçeli’ye borç olduğunu düşünüyor.MHP’ye bu borcu ödemenin bir yolu seçim barajını yüzde 10’dan 5’e düşürmektir. Yüzde 7 değil, çünkü garanti oran yüzde 5’tir.Seçim barajının yüzde 5’e düşmesiyle HDP de Meclis’e girmeyi garanti edeceği için bu karar Ak Parti için kolay değildir.Ak Parti’nin borcunu ödemesinin bir başka yolu da MHP’lilere hükümette birkaç bakanlık verilmesidir.Ak Parti’nin daha çok bu fikre yattığı anlaşılmaktadır. Hatta Büyük Birlik Partisi’ni de cumhurbaşkanı seçiminde sağlama almak için bu partiye de, muhtemelen genel başkanına bir bakanlık verilmesi fikri dolaşmaktadır.Bu yeni hükümetin adı da Milliyetçi Cephe veya Milliyetçi Muhafazakar Cephe olur ki bu ismin hatırlattığı iyi bir şey yoktur.Süleyman Demirel’in 1980 darbesi öncesi kurduğu Milliyetçi Cephe hükümetleri o dönemde kutuplaşmayı derinleştirmiş, ülkenin iç savaş ortamına yaklaşmasına katkıda bulunmuş bir icraat olmuştur.Bunu genç kuşak pek bilmese de herhalde Ak Parti’de ve Cumhurbaşkanı’nın danışmanları arasında bilenler vardır.Yaklaşık iki yıl ömrü olacak bir hükümette 3 MHP’li, 1 BBP’li bakanın olması kuşkusuz 2019’daki cumhurbaşkanı seçiminde Ak Parti adayına ciddi bir fayda sağlayabilir.Ama Milliyetçi Muhafazakar Cephe, 40 yıl önceki ilk örneklerinde olduğu gibi merkez oyları ve Kürt oylarını kaçırmaya aday bir hamledir.MMC fikri bu nedenle de seçim garantisi açısından sonucu kesin bir fikir olarak görünmemektedir. Ama olaya sadece oy hesabı açısından bakıldığında bu fikir ve Erdoğan’ın danışmanları arasında ciddi destek bulabilir.2019’da ülkenin yönetim sistemi değişecektir ve bu değişime ülkenin nasıl gideceği esas soru olmaya devam etmektedir. Demokrasi sorunları azalmış ve azalma eğiliminde, kasvetten kurtulmuş bir ruh halinde mi yoksa kavga, çatışma ve kutuplaşmanın derinleştiği bir ruh halinde mi?Önce bu soruya cevap verilirse MMC hakkında karar vermek daha kolay ve sağlıklı olacaktır.
16 Nisan sonuçları Ak Parti iktidarının rahatını zedelemiş olabilir, ama iktidar mesafelerini değiştirmiş değildir.Ak Parti MHP ve HDP seçmeninden aldığı oylarla referandumu kazanırken, kendi oylarındaki kaybın da gayet iyi farkında.BBP ve Hüda-Par desteklerinin de küçük olsa da önemli olduklarının da bilincindedir.MHP, HDP, BBP, Hüda-Par, hatta CHP’den gelen oylar çıkarıldığında Ak Parti’nin taban oyu yüzde 43-45 aralığında görünmektedir.CHP tarafında ise MHP’den, HDP’den, Ak Parti’den ve muhtemelen ilk kez oy kullanan genç seçmenden gelen oylar vardır. Bütün bu oylar CHP’nin yanında olmak için değil, Ak Parti’nin, Erdoğan’ın karşısında olmak için burada toplanmıştır. Bu oylar çıkarıldığı zaman da CHP’ye kalan oy oranı yüzde 27-29 arasındadır.Bu oran CHP için başarıdır, hem de ciddi bir başarıdır, ama iktidar adaylığına olan mesafesini kapatan düzeyde bir başarı değildir. 16 Nisan sonuçları CHP’yi siyasi iktidar adayı yapmamıştır. 16 Nisan ertesinde bir sonraki seçimin iktidar adayı halen bir tanedir, o da Ak Parti’dir.CHP genel başkan değişikliğinden bu yana bütün seçim stratejilerinde başarısız olurken, ülkeyi yönetme niteliğine sahip bir kadro ile halkın önüne çıkmış da değildir.Yeni sistemde “lider” kavramı tartışmasız öne çıkacağı için halk partileri değil cumhurbaşkanı adaylarını kıyaslayacaktır.Geçen seçimde CHP’nin MHP ile ortak aday stratejisi tutmadığı gibi kendi tabanından da onay görmemiştir.Aynı strateji yine başarısızlığa mahkum olduğuna göre CHP halkın önüne çıkaracağı program ve Ak Parti döneminin eleştirisiyle uğraşırken esas olarak “lider” sorunun çözmek zorundadır.Kılıçdaroğlu geçen seçimde aday olmayarak zaten ciddi bir ağırlık ve güven kaybetmiştir.CHP bu yapısıyla iktidara ancak bu kadar yaklaşabilmiştir, bu da Ak Parti’nin tek adaylığını tehdit eden, en azından zora sokan bir mesafe değildir.Bu mesafenin doğurduğu küçük bir umut ışığı da referandumun ötesine geçebilecek bir kuvvet göstermemektedir.
CHP dışındaki bütün partiler 16 Nisan’dan içleri rahat çıkmadılar.MHP ve HDP seçmenlerine hakim olamadıklarını biliyorlar. Bu yüzden sesleri çıkmıyor.AK Parti’de ise “1-0 da kabulümüz” seslerine rağmen, özellikle İstanbul ve Ankara sonuçlarının rahatsızlık yaratması kaçınılmaz.AK Parti istediği ve beklediği şekilde bir galibiyet alamayınca, bunun faturasının birilerine çıkması doğaldır. Bu durumlarda rahatmış gibi yapmak fazla idare eden bir tavır değildir.Ankara ve İstanbul’da siyaset yapan bütün AK Partililer de bunun bir faturası olacağını tahmin eder.AK Parti çevrelerinde şu anda İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş ile Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in isimleri telaffuz ediliyor.Bu iki belediye başkanı da, haklarında siyasi tartışmalar ne olursa olsun yönettikleri iki büyük şehrin sakinlerinin memnun olduğu başkanlardır. Aynı şey Antalya için de söylenebilir.AK Parti’de sorunu “yerel” olarak teşhis edip, faturayı buna göre kesmek dikkati merkezden uzaklaştırabilir, ama derde deva olması zordur.AK Parti’nin referandumda oy kaybetmiş olmasının faturasını Topbaş ve Gökçek’e çıkarıp konuyu kapatmak ancak AK Parti’nin sorununu daha derinleştirir.Toplumun önemli kesimleriyle ilişkisinin zayıflamış olmasını ise asla açıklamaz.16 Nisan’ın diğer rahatsızları MHP ve HDP’de ise fatura meselesi çok farklıdır.MHP’de Genel Başkan Devlet Bahçeli’ye çıkarılacak bir faturanın hiçbir anlamı yoktur. Bahçeli sonuçlarını bilerek bir tercih yapmış ve işi bitirmiştir.HDP’de ise fatura çıkarılabilecek kimse yoktur. Bu baskılar altında alınan sonucun bile başarı olduğunu söyleyene itiraz etmek de zordur.AK Parti’nin 16 Nisan faturasını nasıl ve hangi mercilere çıkaracağı, bunu nasıl tartışacağı ve hangi hatlarda revizyon ihtiyacı hissedeceği önümüzdeki yakın dönemin temel siyasi sürecidir.Bu süreç elde idam urganıyla yaşanıp geçiştirilebilecek bir süreç asla değildir.
Yüksek Seçim Kurulu ilk kez ciddi kuşkulara yol açtı, ama maç sonunda 1-0 tamamlanmış oldu.1-0 ile 5-0 arasında puan farkı olmasa da, kazanan üç puanın üçüne almış olsa da ikisi arasında 4 gol fark bayağı düşünmeyi gerektiren bir farktır.Ak Parti ve MHP son seçime göre yaklaşık 5 milyon seçmen kaybetmiş. Bunun küçük bir kısmını Kürt seçmen kapatınca da durum 1-0 olmuştur.Ak Parti önümüzdeki iki yılın programını yaparken bu gerçekten yola çıkmak zorundadır.Orta Anadolu’ya sıkışmış olan bir siyasi partinin gelişmiş bölgelerde büyük oy kaybı yaşamış olmasının açıklamasını FETÖ ile “düşman Batı” ile yapmaya kalkmak ancak siyasi olarak biraz daha sıkıştırır.16 Nisan’da “Tayyip Erdoğan istediği gibi yönetsin” diye oy kullananların bir kısmının daha ülkedeki genel kasvet ve çatışma havasından sıkıldığını da iktidar partisi görmek ve gördüğünü göstermek durumundadır. Tıklım tıklım hapishaneler, gülünç iddianameler çok küçük bir kesim dışında kimseyi mutlu etmez.Sürekli olarak ağır hamaset ve öfkeli konuşmaların yapıldığı bir siyaset ortamı da herkes için rahatsız edicidir.Ak Parti referanduma bir hafta kala bu teşhisleri yapmış olmalı ki, “vatan haini hayırcılar” üslubunu tümüyle değiştirmiş ve maçı ancak 1-0 bitirebilmiştir.Referandumun son haftası da maçın ancak 1-0 bitmesi de, hakem olan Yüksek Seçim Kurulu’nun yol açtığı tedirginlik de önümüzdeki iki yılın yolunu göstermektedir. Ak Parti halen iktidar partisidir, son maçı da kıl payı olsa da kazanmıştır ve kendisine oy verenlerin çıkış alanlarını da görmüştür.Cumhurbaşkanı Erdoğan 16 Nisan’da “2019’un işaret fişeğinin atıldığını” söyledi. Ama bu işaret fişeğinin nereyi aydınlatacağı henüz belli değil ve bunu önümüzdeki iki yılı nasıl geçireceğimiz gösterecek.Bu iki yılı yine savaş, çatışma, şehitler, ölümler, kavgalar, idam edebiyatı ve öfkeyle geçirirsek 1-0’ın da gerçek bir hükmü kalmaz. İşaret fişeğine dikkat eden, bunu görecektir.