Bizlerin siyaset için ne ifade ettiği ve hayatımızı derinden etkileyen siyasete nasıl yön verebildiğimizi sorgulamak günümüz koşullarında bir gereklilik haline geliyor. Çünkü sosyal meseleler derinleşiyor ve buna çözüm üretmesi gereken siyaset giderek tıkanıyor. Bizler bu tıkanmayı hissediyor ve yön verebilme imkanı bulamadığımız için ancak bize sunulan fotoğraf üzerinden anlık kararlar alabiliyoruz.
Acaba sabahtan akşama kadar konuştuğumuz ve eleştirdiğimiz bu meselelerin neresinde duruyoruz? Bir türlü kopamadığımız siyaset gerçeğinin bizle buluştuğu mecra neresi?
Bu açıdan bakıldığında bizim gibi toplumların siyasetle olan etkileşiminde kurumsallık, çoğulculuk ve fırsat adaleti yoktur. Aslında azınlık bir elit topluluğun istek ve çıkarları daha mühimdir. Bunun için uzağa gitmeye gerek yok partilere şöyle bir bakın. Bir kişinin seçtikleri sonra o kişiyi seçiyor, o da seçim zamanı bize seçmemiz gerekenleri listeliyor.
Oysa bir siyasal-sosyal sistemde bulunan farklı partiler ülkenin doğru istikamete varma hedefine giden farklı yollardan ibarettir. Türkiye’de bu yolları tıkayan bariyerler ve yol kazaları eksik olmaz.
İşte bu yavaşlama anlarında ideolojilerin ülke bekasından üstün hale geldiği, birey mutluluğunun parti taassubuna kurban edildiği ve darbelerin reçete görüldüğü bir toplumsal ruh hali belirir.
Üstelik bu yeni bir durum değil. Siyasal kurumlarını, siyasal kültürünü yenileyemeyen Türk siyasal yaşamı artık bir yol ayrımına giriyor .
Konuyla ilgili filozof Rousseau 1862’de şu sözü söylüyor: “En güçlü olan, gücün kendisi olmazsa ve itaat görev sayılmazsa yeterince güçlü değildir.” Bu anlamda tarihsel olarak bir ülkedeki siyasal kültür (1) Katılımcı, (2) İtaatkar ve (3) Cemaat (grup) bağlılığı şeklinde olabilir. Bazen bunların bir karışımı söz konusudur. Bir yandan siyasi iktidarı belirleyebileceğimizi düşünürken bir yandan ona itaat etmeye hazır olduğumuzu gösterebiliriz. Ya da bir cemaatin güdümüne giren insanlar bir süre sonra ülkenin yurttaşı olmak yerine o grubun bir üyesi kalmayı yeterli görebilir.
Türkiye, çok partili yaşama geçtikten sonra bu üç seçmen davranışını da birlikte görmüştür. Ülke siyasetini değiştirebileceğimize yönelik inanış ise hiçbir zaman çoğunluğun iradesi olmamıştır.
Farklı partilere oy veriyor olmamız da günümüz siyaseti açısından yarış, rekabet ve çoğulculuk gibi kavramları işletmeye yetmiyor. Belki çoğulculuk (farklı düşünce ve eğilimlerin yönetime yansıması ) işlemiyor ama çoğunluğumuz bir tür demokrasi sosuna batırılarak seçimlerde oy kullanan seçmen çoğunluğu haline geliyoruz. Bunun adına da milli irade diyoruz.
Siyasetteki tıkanman ın bir sebebi de buradadır. Gerçekten siyasete yansıyan milletin iradesi mi yoksa güçler savaşında galip gelenler in mi? Yozgat’ın, Kırşehir’in ya da Artvin’in köyündeki vatandaşın oy kullanma kararı alternatifler arasından doğru bir seçim yapmak mı yoksa doğal hele gelen “şuan en iyisi bu” kanaatinin sonucu mu?
Şimdi etrafımızdaki siyasal gelişmelere, ekranlarda izlediğimiz ve duyduğumuz siyasal değerlendirmelere bir de bu gözle bakalım.
Biz sahiden milli irade miyiz?
Yoksa sahnelenen yeni oyunların, yeni güç paylaşımlarının sandık sorumluları mı?