Andımız üzerinden yürütülen tartışmanın, Türklük, Türkçülük ve hatta Türk kavramının içeriğine kadar ulaştığı görülüyor. Siyasilerin meseleye yaklaşımları bir tarafa, özellikle sosyal medya üzerinden devam eden söylemler hepimizi ciddi bir tehlikeyle yüzleştiriyor. Bu tehlikenin farklı bir yansıması 2013-2015 arasında gözlemlediğimiz “çözüm sürecinde” gün yüzüne çıkmıştı.
O tarihlerde de Türk kavramı, Türk Milleti ifadesi ve Anayasa’nın 66.maddesinde yer alan Vatandaşlık tanımı tartışmaların odağında kalmıştı. Buna ek olarak “Türkiyeli” olmak, “Türkiye vatandaşlığı” gibi çıkışlar kimi çevrelerce “çözümün” bir parçası olarak sunulmak istenmişti.
Aslında tartışmaların bize yansıyan bölümünden daha önemlisi, kimin neyi hangi gerekçeyle söylediğine dikkat edilebilmesidir. Böylelikle varılmak istenen hedef ve arkasında duran gerçek niyet daha net bir şekilde anlaşılabilir. Yani hangimizden gelirse gelsin yapıcı bir anlayışla ve daha huzurlu, daha güçlü bir ülke adına seslendirilen bazı görüşleri toptan reddetmek yerine anlamaya ve sorgulamaya çalışmalıyız. Bu tutum, farklılıkları zenginlik kılabilmenin ve bu zenginliği millet için değerlendirebilmenin bir yoludur.
Bütünü ve parçanın uyumu
Öteden beri bu topraklardaki kardeşliği, birliği ve dayanışmayı önceleyerek, insanların tüm etnik kökenlerinden sıyrılarak bir bütünün parçası olması gerektiğini savunuyorum. Bu parçada konumlanan varoluş, bir dayatma ya da bir baskı şeklinde irdelenemez. Aksine tüm parçaların birbiriyle uyum içerisinde olmasını zorunlu kılan ve her bir parçada meydana gelecek problemin bütünü işlemez hale getireceği etkili bir vazgeçilmezlikten söz ediyorum. Nitekim Türkiye’de yaşayan/yaşadığı kabul edilen farklı etnik kimliklere sahip insanlar var. Bunlar çok defa sıralanıyor, duyuyoruz. İşte bunlar arasında böyle bir bütünsellik ve kendi içerisinde bir vazgeçilmezlik tesis edilmesi gerekiyor. Böylesi bir tezahür, ulus devlet sisteminin günümüz gereklilikleri karşısında bir yansıma olarak kabul edilmelidir.
Bütünselliğin yegane zemini ve kapsayıcılığı “Türk Milleti”dir. Devletin en üst çatı metni olan Anayasada da “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.” denilmektedir. O halde kapsayıcı ve bütünleştirici olan kavram Türklüktür. Bunun dışındaki her söz ve eylem en basitiyle lafı güzaftır. Geçmişten günümüze bölücü, ayrıştırıcı anlayışa sahip kişi ve kurumların Türk kavramıyla olan sorunları da bu bütünleştirici zeminin çatlamasını sağlayabilmek gayesindedir.
Bir de sonradan türetilen ve düzeltilmesi gereken kavramlar, söylemler var.
Bunlardan biri de “Türkiyeli” olmaktır. Bu tarif belki bir coğrafya için kavramsal bir çerçeve çizebilir. Fakat asla bir milleti, onun tarihini, dokusunu, ayırt edici özelliklerini ortaya koyamaz. Eğer mesele koordinatlar üzerinde bir insan topluluğunu vurgulamaksa “Türkiye Türklüğü” denilmediği taktirde bu tarihsel zemin gün yüzüne çıkarılamaz. Geçtiğimiz gün Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Gagavuzya’daki “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne büyük bir aileyiz” sözü ancak böyle anlamlandırılabilir.
Taşıyıcı kolon...
Türk milletinin salt Cumhuriyet tarihi ile meydana gelmiş olabileceğini düşünmek bir o kadar yanıltıcıdır. Cemil Meriç “fertlerin biyografisi gibi, milletlerin de biyografisi olduğunu” söyler. Ahmet Kabaklı ise milleti halktan ibaret saymak hatadır. Yeni bir millet yaratılamaz. Yaratılma istendikçe çürütülür.” der. Türk milleti de işte böyledir. Kıtalar üzerinden sıçrayan bir devletin taşıyıcı kolonudur. Bu sebepledir ki zaman ve mekan içerisinde ontolojik bir gerçekliğe ulaşan Türk milleti, İbni Haldun’un ifadesiyle milletler tarihinin “cevheri” olmuştur. Gerilemeye/yıkılmaya yüz tuttuğu anlarda bir cevher o milleti yeni devleti ile buluşturmuştur. İlk Türk adının geçtiği Göktürk Devleti’de, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’de böyle ortaya çıkmıştır.
O halde tüm bunlar ortada dururken milletimizi kutuplaştıracak söz ve eylemlerden sıyrılmamız gerek miyor mu?