Seçmenlerin seçim dönemlerindeki davranışları iki boyutta şekillenir. Birincisi kendilerini yönetecek kadroları belirleme konusundaki ne ölçüde istekli oldukları, ikincisi de bu kadroların kimden yani hangi parti ya da partilerden oluşacağına karar vermeleridir. Bu bakımından 24 Haziran’da ulaşılan %86 düzeyindeki seçime katılım oranı ki bu oran yurtiçinde %88’dir- demokratik yaşam ve katılımcı demokrasinin sürdürülebilirliği açısından oldukça önemlidir.
Burada elbette sorunlar vardır.
Her vatandaş, siyasetçi ve her siyasal parti aynı fırsatlara sahip midir?
Oyların isabetli dağılımı için seçmenlerin doğru bilgi edinebilmesi yeterince yaygın mıdır?
Evet bu soruların cevapları bizim için hala olması gerekenin gerisindedir. Ancak yine de yaklaşık 59 milyon seçmenin 51 Milyonunun sandığa gitmesi dış dünyaya verdiğimiz görüntü açısından değerlidir. Ayrıca her defasında “bu son seçim”, “bundan sonrası yok” gibi söylemlere rağmen seçime katılım oranının artıyor olması artan seçmen ilgisiyle açıklanabilir. Martin Lipset’in “Siyasal İnsan” adlı eserinde belirttiği gibi eğer seçmenler mevcut hükümetin icraat ve politikalarından etkileniyorlarsa, bu etki arttıkça sandığa gitme oranı da artacaktır.
Seçmen ikinci aşamada ise kimin yöneteceğine karar veriyor. Değişen sistemin değişen toplum sosyolojisiyle benzer biçimde oy verme davranışını da etkilemesi kaçınılmazdı. Örneğin Ak Parti-MHP oy geçişkenliğinin sahada MHP lehine sonuçlar vereceğini aylar önce ekranlarda dile getirmiştik. Çünkü ittifak demek en basit olarak bir çatı demekti. Çatı olan yerde odalar ve orada yaşayan insanların asgari ortaklaşmasından söz edilebilir. Bu sistemle AKP’ye geçmişte oy veren bir kısım seçmenin çatı içerisinde farklı bir odada bulunma iradesi belirdi. Nitekim 2005 yılında yapılan bir araştırmaya göre AKP seçmeninin %10-12 arasındaki bir bölümü ikinci tercihi olarak MHP’yi görüyordu. Yani 1 Kasım’a göre AKP oylarından %5-7’lik bir bölümdü. Ak Parti listelerindeki hata ve eksikliklerle parti tabanındaki rasyonel ve tepkili seçmenlerden de buraya eklemlenen oldu.
Hal böyle olunca bu seçmen gurubu için MHP’ye oy vermek evin çatısından ayrılmamak hem de odanın dışındaki ahaliye bir mesaj verme imkanı tanıyordu. Üstelik içlerinde azımsanamayacak ölçüde “ben her zaman ülkücü/milliyetçiydim” diyenler bulunuyordu.
Sonuç bununla uyumluydu. MHP’den İyi Parti’ye bir miktar oy gitse de Ak Parti’den gelen oylarla fazlasıyla dengelendi. Doğrusu MHP’nin potansiyeli ve hedefi bunun çok daha ötesindedir. Bu süreç devam eder ve gereken adımlar atılırsa bunun ne kadar artabileceği birkaç yıl içinde görülecektir.
Bunu sadece çıkan rakamlara bağlamak da doğru değildir. Çünkü Şerif Mardin’in ortaya koyduğu meşhur merkez-çevre yaklaşımında beliren yeni bir yönelim söz konusudur. Uzun yıllar yerelde kendisini hissettiren din eksenli sosyal ağ düzeneklerinde bir renk farklılaşması yaşanmaktadır. Bunu sağlayan en önemli belirleyici Milliyetçilik ve hatta yer yer Türk Milliyetçiliği olarak ete kemiğe bürünen sosyal-psikolojidir. Özellikle “çözüm sürecinde” toplumda derinleşen içsel tepki ve ardından yaşanan yoğun terörle mücadele süreci de bu yönelime katkı sağlamıştır. MHP’ye oy verme konusunda meşruluğu da artırmıştır. Böylelikle çevre dediğimiz daha geniş bir alanda oluşan yeni sosyolojik tutum zamanlar merkeze, kentlere doğru yönelebilecektir. Belki de cumhur ittifakının geleceğini bu süreç belirleyecektir.