Bu konu uzun yıllardır Türkiye’nin tartıştığı ancak nihai çözüme ulaşamadığı bir sorun olarak karşımızda duruyor. Aslında sorunun iki boyutu bulunuyor. Birincisi çözümün temeli için nasıl bir ortaklık anlayışıyla yaklaşmamız gerektiği...
İkincisi teknik bakımından ülke gerçeklerine neyin ne kadar uygun olduğu meselesidir. Artık kronikleşmiş yargılardan ziyade dilbilimin öncülüğüne ihtiyaç vardır.
Bu bahsi detaylandırırken “Anadili Öğrenimi” ile “Anadilde Eğitim” arasındaki farkı ortaya koymak gerek. Öncelikle “Anadili” denildiğinde bireyin ailesinde, doğup büyüdüğü sosyal çevrede ilk edindiği dil akla gelmelidir. “Anadil” ise bir ülkenin, bir dil ailesinin ya da bir milletin ortak, tek, baskın ve en kapsayıcı dili olarak görülmelidir. O halde bir vatandaşın “anadili öğrenimi” ile “anadilde eğitimi” bu kavram farklılığı ile farklı güzergâhlara yönelir. Birey doğup, büyüdüğü ve sosyalleşme sürecinde tekrarlanan anadilini (Örn. Kürtçe) unutmama çabasının dışında ve ötesinde yaşadığı toplumsal sistemin tek ve mutlak anadilini (Türkçe) nihai öğrenme hedefi olarak kabul etmelidir. Dolayısıyla birey anadilini öğrenim konusunda motive olsa dahi bunun gerekçesi milli kültürün altında süregelen alt kültürün devamını sağlamak ve yaşam alanında etkileşimini koruyabilmektir. Anadilde eğitim-öğretim ise bir milletin çatısını ören, devlete aidiyeti oluşturan, milli birlik ve bilincin şekillenmesini sağlayan ve ülkenin bürokrasisinden, iş yaşamına kadar her sahasında etkileşimine imkan tanıyan temel gerekçelere sahiptir.
Özetlenecek olursa anadilin öğrenilmesi hakkı, okulda seçmeli biçimde öğrenebilmeyi sağlayan bireysel bir haktır. Anadilde eğitim-öğretim hakkı ise ilkokuldan yükseköğretime kadar müfredatın ortak düzenlenip, resmi dilin yanında anadili (Örn. Kürtçe, Lazca, Çerkezce vb.) öğretiminin de yapılmasıdır.
Bu bağlamda özellikle HDP çizgisinin geçmişten bugüne ortaya koyduğu istekler yukarıda bahsedilen ayrımın topluma dayatılmasından ibarettir. Geçmişten net bir örnek verelim. Demokratik Toplum Kongresi’nin 2010 yılında düzenlediği “Demokratik Özerklik” adlı çalıştayında şu metin ortaya çıkmıştı: “Kürtçenin kamusal alanda kullanımı önündeki engeller kaldırılarak, anaokulundan üniversiteye kadar eğitim dili yapılması sağlanmalıdır. Demokratik Özerk Kürdistan’da resmi dil Türkçe ve Kürtçe olmalıdır. Hizmet dili Kürtçe olmalıdır...”
Yani talep edilen şey anadilin öğrenimi değil, anadilde eğitimdir. Tıpkı resmi dil Türkçe gibi başka bir dilin onun yanına yerleştirilmesi hedefidir. Özerklik”, “federatif yapılanma”, “parçalı devlet” vb modeller öncelikle ve en azından ilk aşamada belirli bir toprak parçasında dil eşitliğini esas alır. Her ne kadar farklı seçimlerde bu söylemin dozu değiştirilse de temelde yatan problemli anlayış yerini korumaktadır. Bu bakımdan siyasi vaatler seçmene sunulurken bu ayrımın neresinde durulduğu da belirtilmelidir. Özellikle TV’lere çıkan adaylara bu soru yöneltilmelidir.
Şu an anadili öğrenimini esas alan bir düzenleme zaten uygulamadadır. Eğer partiler bunun ötesinde bir düzenlemeyi hedefliyorsa seçmenin bunu bilme hakkı vardır. Diğer yandan bu meselenin “Kürt Sorunu” başlığı altında değişmeyen bir alt başlık olarak sunulması kimi siyasal partileri benzer bir yanlışlığın içerisine sürüklemektedir. KONDA’nın 2016 yılında yaptığı bir araştırmada toplumun yalnızca %35’i “masaya oturup uzlaşılmalı” yanıtını vermektedir. Kadir Has Üniversitesi’nin Sosyal-Siyasal Eğilimler Araştırmasına göre “Türkiye’nin şu an en önemli sorunu nedir?” sorusuna verilen yanıtlar arasında “Kürt sorunu” 2014 yılında %8.6 iken 2017’de %3.5’e gerilemiştir.
Bu gerçeği de hatırlamak lazımdır.