İyi, Kötü ve Çirkin...

12 Ocak 2018

Esad rejimi ve İran destekli güçler Rusya’nın kontrol ve bilgisi dahilinde Hama ve Halep’in bazı kısımlarında ve özellikle İdlib’de ilerliyor. Gerekçesi ise Nusra öncülüğündeki Heyet Tahrir Şam’ın varlığı... Ancak bu bahaneyle siviller ve ılımlı muhalif gruplar da havadan yapılan bombalamaların hedefinde kalıyor. Sadece 3 haftada 100’dan fazla sivil öldü. Bu durum bölgedeki 2 Milyondan fazla insanın Türkiye’ye doğru bir göçe maruz kalması demek. Şimdiden 500 Binden fazlası kuzeye doğru hareketlenmiş gözüküyor. Birkaç haftalık sürede Türkiye sınırında sığınma isteyenlerin sayısı 10 Bini aştı. Bu gerçekten Türkiye’nin kaldıramayacağı bir yük.Türkiye, bunun üzerine İran ve Rusya’nın Ankara Büyükelçilerini Dışişleri Bakanlığına çağırarak söz konusu ihlallerin sonlandırılmasını istedi.Oysa daha 27 Kasım’da, Soçi’de, üç lider “artık siyasi çözüm”, “terörist grupların sürecin dışına çıkarılması” konusunda mutabık kalındığını ortaya koymuştu.Acaba Türkiye, Rusya, İran ve Esad ekseninde neler oluyor?Dört temel başlıkta bu soruya cevap vermek mümkün:(1) Açıkça görülüyor ki Türkiye ile Rusya arasında ciddi görüş ayrılıkları var. Bu ilerlenen yoldaki sapmalardan öte bir istikamet farklılığına yönelebilir. Nitekim Moskova’nın önceliği İdlib’te Türkiye’nin mızrak ucu vazifesi görmesi ve bugünlerde dördüncü gözlem noktasını kuran Türkiye’nin ılımlı muhaliflerle birlikte oradaki “terörist” gruplara açıkça müdahalede bulunması. Türkiye’nin önceliği ise başından bu yana Afrin...İdlib’de temel bulunma gerekçesi güneyden Afrin’e bir hat açarak oradaki PKK unsurlarını temizlemek.(2) Aslında bu noktada ABD daha öngörülebilir duruyor. Ciddi bir süredir Suriye’nin kuzeyinde Kür t koridoru/yapılanması hedefliyorlar . ABD Merkez Kuvvetler Komutanı Votel, 22 Aralık’ta yaptığı açıklamada DEAŞ’ın canlanmasını engellemek için Suriye’nin kuzeyinde sınır muhafız birlikleri kuracağını açıkladı. Rusya ise böyle değil. Afrin ve PYD kartını Türkiye’ye karşı kullanırken PYD-PKK terör örgütüne açık/örtülü destek veriyor ya da etkileşim kuruyor. Üstü düzey askeri uzmanlar karşılıklı ziyaretler yapıyor. Moskova’da PYD temsilciliği var. Ruslar Türkiye’ye “sözünü tut İdlib’de gereğini yap sonra bakarız” diyor. Yani ABD-Rusya arasında görünür farklılıklar ve ortaklıklar iç içe...(3) Soçi’de 29 Ocak’ta yapılacak olan Suriye Ulusal Diyalog Kongresi’ne bugüne kadar PYD’nin davet edilmeyeceği net bir şekilde açıklanmadı. Sadece Türkiye’nin net duruşuna aykırı söylem geliştirilmiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın uzun zaman sonra Esad’a “Devlet teröristi” demesi de bu konudaki dengenin bozulma ihtimaline karşı olabilir. Eğer Rusya-Türkiye anlaşmazlığı devam edecek olursa Diyalog Kongresi bir kez daha ertelenebilir. Bu bile Türkiye’nin haklı talebinin hala Rusya tarafından gölgelendiğini gösterir.(4) PYD-PKK unsurları ise bu genel durumu iyi kullanmaya çalışıyor. Bir yandan ABD’nin vekil teröristi olmayı kabul ederken bir yandan da Rusya ile teması sürdürüyor. Rusya’nın PYD kartını bırakmaması ile PYD’nin bu tutumu eş zamanlı bir yönelim. Maalesef böyle bir süreç gerek silahlanma gerekse motivasyon açısından terör örgütlerine belirli bir zemin sunuyor.Bu gelişmeler karşısında İYİ KÖTÜ ÇİRKİN kimdir? sorusu daha da karmaşık bir hal alıyor. Ve küresel senaryonun oyuncuları, figüranları farklı yüzlerle karşımıza çıkmayı sürdürüyor.

Devamını Oku

Kıbrıs’ta çözüm için tek yol var...

10 Ocak 2018

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) Pazar günü yapılan erken genel seçimle adadaki iki devletli çözüme sahip çıktı diyebiliriz. Merhum Rauf Denktaş’ın da kurucusu olduğu Ulusal Birlik Partisi (UBP) tek başına hükümet kurma şansını elde edemese de oylarını artırarak yeni döneme ilişkin işaretleri belirginleştirdi. Zira geçen yıl yürütülen müzakerelerin hayal kırıklığı ile sonuçlanması Türkiye ile eşgüdümü yüksek olan Hüseyin Özgürgün liderliğindeki UBP’yi güçlendirdi. Bir de anlaşılıyor ki KKTC’de kronik hale gelen ve kimi zaman vatandaşı yıldıran erken seçim süreçleri katılım oranını düşürüyor. Bir önceki seçime göre katılımın %7 oranında düştüğü ve kayıtlı 190 Bin seçmenin %61’nin sandığa gittiği görülüyor.Hatırlayalım…Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş döneminde başlayan kısmi görüşmeler Mehmet Ali Talat’ın Cumhurbaşkanlığında “Yes be Annem” denilerek çözüme ulaştırılmaya çalışıldı. Denktaş kendi döneminde çözümsüzlüğün sorumlusu olarak sunulmak istendi. ABD, Talat’ın elini güçlendirmek için “Kıbrıs Türklerini artık Denktaş temsil etmiyor” açıklaması yaptı. Hatta Türkiye’de de bu kampanyaya ortak olanlar vardı. Talat’ın ardından Derviş Eroğlu Cumhurbaşkanlığına geldi. Şimdi ise Mustafa Akıncı görüşme meselesinin üzerine gitti. Fakat buna rağmen olmadı…Neden mi?2004 yılında referanduma sunulan Annan Planı bugüne kadar ele alınan metinler gibi Rumların kabul edilemez isteklerini içeriyordu. Benzerleri gibi yanlış ve adalet ölçüsünden uzaklaşmış bir metindi. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti yerine Rumların hak ve menfaatlerini önceleyen Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’ni meşru sayan bir anlamı vardı. O günlerde büyük bütçeli kampanyalarla bir çok sivil toplum kuruluşu adaya gönderilmişti. Kıbrıslı Türkler o gün “Evet” demiş Rumların %75 oranında “Hayır” oyu vermesi ise süreci noktalamıştı. Rumlar, bugün olduğu gibi o gün de Türkleri ve haklarını kabul etmiyor, adanın tamamına hakim olmak istiyorlardı. Eğer bu anlaşma kabul edilseydi KKTC’nin kontrolü altındaki %36.7 toprak %28.7’ye inecek ve Türk askeri 2018’e kadar kademeli olarak çekilecekti.Azerbaycan tanımak istemiştiKKTC bağımsızlığını ilan etmesinin ardından geçen 30 yılı aşkın sürede uluslararası sistemde tanınma sorunu çözülemedi. Her ne kadar Annan Planı döneminde ambargoların kaldırılması çağrısında bulunulsa da başta Birleşmiş Milletler olmak üzere uluslararası kuruluşların ambargoları sürüyor. 2005 yılında Karabağ tehdidi ile AB tarafından engellenen Azerbaycan’ın tanıma girişimi ve İslam İşbirliği Teşkilatında “devlet” statüsü verilmesi dışında elle tutulur bir ilerleme gözükmüyor. Bu sebeple ülke bütçesinin üçte biri Türkiye’den gidiyor. En önemli gelir kaynağı olan turizmde de Türkiye’den gelen turistler %80’lik dilimi oluşturuyor.Teslimiyet sonuçsuzdurMeselenin orta vadede çözülebilmesi için kısa vadeli bir takım tedbirlerin ve yapısal adımların atılması gerekiyor. Son seçimde oy kaybetmiş olsa da DP Genel Başkanı Serdar Denktaş’ın şu yaklaşımı son derece önemlidir. “Bir anlaşma ile dış temsiliyetimizi, Türkiye ile yapacağımızı resmen beyan etmemiz gerekir. Bir de serbest ticaret anlaşmasını, Türkiye ile yapmamız gerekir. Şu anda 600 binlik bir ekonomik pastamız var. Bu 600 binlik pastamızı 85 milyon 600 bine çıkarmamız lazım. Rumlar, bu imkanları kullanmak suretiyle Türkiye’nin Rum iş adamları için de bir fırsat olduğunu anlar. Rum tarafıyla eşit pazarlık masası kurulursa o zaman iki eşit arasında bir federasyon oluşur.”

Devamını Oku

Haray haray men Türk’em...

5 Ocak 2018

Bu sözü duyanlarınız çoktur. Özellikle İran’daki Traktör Sazi adlı futbol takımının pek çok videosunda rahatlıkla bulabilirsiniz. Ancak bu cümle bambaşka bir önem ve muhtevaya sahip. Türkiye Türkçesinde “Yeter yeter ben Türk’üm” anlamına geliyor.Peki Türkiye tamam da İran’da neden kullanılıyor?Konuyla ilk kez karşılaşanlar için şaşırtıcı olabilir ama 80 milyonluk İran nüfusunun %40’dan fazlası Türk kökenli…İran’ın Tebriz kenti İstanbul’dan sonra dünyada en çok Türk nüfusunun bulunduğu yer. Buna Türkçe konuşulan yerler diyenler de oluyor. Böyle bakıldığında zaten dünyada 300 milyona ulaşan ve Türkçe konuşan bir topluluk söz konusu. İran Devleti resmi olarak etnik dağılımı gösteren bir nüfus sayımı yapmıyor, yapsa da bunu paylaşmıyor. 2014 yılında İran Dışiş leri Bakanı Ali Ekber Salihi’de ülke nüfusunun %40’nın Türk olduğunu ifade etmişti.Ne İstiyorlar?1828 yılında imzalanan Türkmençay anlaşması ile Türkleri ikiye bölünüyor, kuzeyde kalan lar bugünkü Azerbaycan Türkleri’ni, güneydekiler ise 1924’te Fars milliyetçisi Pehlevi rejimi ile başlayan ve bugüne uzanan İran Türklerinin öyküsünü yazıyor. Bu sebepledir ki Güney Azerbaycan Türkleri de kullanılan kavramlardan birisi. İran devriminin gerçekleştiği 1979 yılına gelindiğinde Pehlevi yönetimine karşı neticeyi alan karşı duruş Türkler’e aittir. Fakat o günden bu tarafa kimlikleri ve hakları örselenmekte ve hiçe sayılmaktadır. Zira İran’daki rejim Farisi bir zihniyetin ürünü olarak mezhepçiliği öne çıkaran tek tip bir insan modelini hedefliyor.Mevcut Cumhurbaşkanı Ruhani’de ikinci kez seçildiğinde bu konuda reformlar yapacağı taahhüdü ile Türklerin yoğun desteğini aldı. Anayasanın 15. Maddesine göre Türkçe öğreniminin yasalaşması, Türk Dil Kurumu benzeri bir kurumun açılması ve Urmiye Gölünün kurumasının önlenmesi bunlardan öne çıkanlarıydı. Urmiye Gölü ile Türklerin hakları “ne alaka?” diye sorabilirsiniz. İran, Türkiye sınırında bulunan Türk nüfusun iç taraflara göç etmesini istiyor. Dünyanın 4.tuz gölü tamamen kuruduğunda sınırın 60 km’lik uzantısında yaşama imkanı kalmayabilir. Bu taahhütler yerine getirilmediği gibi bazı Türk aktivistler Türkçü paylaşımları sebebiyle hapiste tutuluyor.Son gösterilerde Türklerin eyleme dahil olmaması İran için bir kazanımdır. Çünkü bilinir ki Tebriz ayağa kalkarsa bunun önünde durmak zordur. Bölgedeki önder isimlerle konuştuğumda yaşadıkları haksızlıklara rağmen bu mücadelenin tarafı olmayacaklarını söylemesi önemliydi. Tüm provoke çabalarına rağmen olaylar büyümediyse bunun en önemli sebeplerinden biri Türklerin organize biçimde eylemlere katılmamış olmasıdır.Şimdi düşünebiliyor musunuz?Dünyanın 4. Petrol rezervlerine sahip ülkesinde, ABD-İsrail-Suudi bloğunun baş düşmanı İran’da neredeyse nüfusun yarıya yakını Türk/Türkçe konuşuyor.Bu durum Türkiye’ye fırsat ve tehditleri bir arada sunan büyük bir sorumluluk yüklüyor.Gelin görün ki uzun yıllardır İran Türklüğü konusundaki çalışmalar yetersiz. Türkiye’nin Tahran’da Büyükelçiliği ve Tebriz, Urumiye, Meşhed’de konsoloslukları var. Yunus Emre Enstitüsünün Tahran’da ofisi var. Ancak kamu diplomasisinde mevcut olan medya, kültür, turizm, yükseköğretim gibi araçların Türklerin yoğun bölgelerinde artırılması lazım. TİKA Tebriz’e bir ofis açabilir. Burada ortak bir üniversite kurulabilir. Eğitim amaçlı tv-radyo projeleri hayata geçirilebilir. TRT yayınlarının izlenmesi ve ortak programlar yapılması istenebilir.En önemlisi de onlar bizim dil ve kültür taşıyıcılarımız. ABD veya başka bir uluslararası gücün oyunlarına karşı savunmasız bırakamayız. Sonra gücümüzün farkına varacağız. Eğer bu süreç iyi yönetilmezse yaklaşan küresel güç mücadelesinde buradaki Türk nüfusu istemediğimiz noktalara çekilmek istenebilir.

Devamını Oku

İran’daki olaylar ve Türkiye’nin duruşu

3 Ocak 2018

Dün İran’daki gelişmelerin nasıl bir çerçevede ele alınması gerektiğini ortaya koymuştuk. Öyle görülüyor ki Türkiye’de bir kesim İran’ın ve seçilmiş yönetimin yanında olunması gerektiğine bir kesim de eylemcilerin çıkışına olumlu anlamlar yüklüyor. Bu iki yaklaşım kimi mecralarda “ABD-İsrail destekçiliği” ya da “karşıtlığı” şeklinde bir algı savaşına dönüşüyor. Gelinen aşamada Türk Dışişlerinin ilk tavrı yanlış değildir. Türkiye, İran’daki olaylar hakkında “toplumsal huzur ve istikrarın korunmasına, kışkırtıcı söylem ve dış müdahalelerden kaçınılmasına” dikkat çekiyor. Bir yönüyle temkinli çekimserlik uyguluyor.Ancak İran’da yaşayan Türkler -ki neredeyse tamamı Türkçe anlamakta/konuşmaktadır- Türkiye açısından bir sorumluluk ve aynı zamanda güç unsurudur. Bu süreçte Türkiye’nin onlara yönelik tarih eksenli ve çözüm odaklı bir söylem geliştirmesi gerekiyor. İlkesel tutumu açısından bu kesimlere sükûnet ve bütünlüğü koruma çağrısı yapılabilir. Ancak onların yıllardır İran’da örselenen ve hiçe sayılan hakları konusunda da görünür bir diplomasi kullanılmalıdır.Bunun iki temel dayanağı olmalıdır. Birincisi İran’ın dış ilişkilerini belirleyen etkenlerdir. İran tarih ve coğrafyasından kaynaklanan jeopolitik hamlelerin ötesinde dünyadaki tek Şii İslam ülkesi olarak dini argümanları Anayasal devlete konuşlandırmış bir politikaya sahiptir. Yani “teo-politik” temellidir. Bununla birlikte günün koşullarına uygun bir pragmatiklik söz konusudur. Yeri geldiğinde bu eylemlerin arkasında olduğu ileri sürülen ABD ile bazı işbirliği noktalarına varması mümkündür. Dolayısıyla Türkiye ile dönemsel birliktelikler ve karşıtlıklar yaşanabileceği unutulmamalıdır. İkincisi Türkiye-İran ilişkilerinin bölgedeki yansımaları Türkiye’nin bazı hassasiyetleri ile örtüşmektedir. Gerekçeleri farklı olsa da Irak ve Suriye’deki PKK-YPG varlığı iki ülke için de tehdit olarak algılanmaktadır. O halde Türkiye mevcut koşullar dahilinde İran’ın içişlerine müdahale edilmesine karşı durmalı, komşu halkın barış ve huzurunu önceleyen kontrollü bir diyalektik sürdürmelidir.Diğer yandan Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun “İran’daki olayları Netenyahu ve Trump dışında destekleyen yok.” şeklindeki sözleri İran içerisinde de protestocuları ayrıştırıyor. Hatta İran yönetimi eylemlerin daha da tırmanmaması için bunu bir karşı stratejiye dönüştürüyor. Nükleer silahlar sebebiyle uzun yıllar ambargo altında kalan İran halkının bu konudaki refleksleri belirli bir birikime sahip. Üstelik M.Ali Shabani gibi bazı uzmanlar eylemlerin kontrolde götürülmesi halinde sosyal ve ekonomik reformlara karşı direnç gösteren kişi ve grupların güç kaybedeceğini belirtiyorlar.Halkın %54’ü zor geçiniyorYukarıdaki tabloda görüldüğü üzere Ruhani’nin ilk kez seçildiği 2013’ten bu yana bazı iyileşmeler olsa da işsizlik hala en büyük sorun. Sekiz ay önce İranpoll tarafından yapılan araştırmada İran halkının %54’ü “zor geçindiğini” ve %52’si de en büyük sorun olarak işsizliği gördüğünü belirtiyor. İran İçişleri Bakanı Abdurrıza Rahmanifazli, işsizlik oranının bazı şehirlerde %60’a ulaştığını ifade etmişti. Cumhurbaşkanı Ruhani ise Ocak ayında yaptığı bir konuşmada “Her aileden 2 ya da 3 adet gencin işsiz olması bizi son derece kaygılandırmaktadır” demişti.Elbette bu eylemler İran’da bir yönetim değiştirmeyecektir. Ancak toplumsal fay hatlarının artçı etkileri daha görünür hale gelmiştir. 2009’daki gösterilere göre ülke genelinde hissedilen ve daha çok gençlerin ve orta sınıfın ön safta yer alması kronikleşen ekonomik ve yapısal sorunların bir an önce üzerine gidilmesi gerektiğini gösteriyor.

Devamını Oku

İran’daki olaylar bizim için neden önemli?

2 Ocak 2018

İran’da 28 Aralık’ta başlayan protesto eylemleri Meşhed’den diğer şehirlere yayılma eğilimi gösteriyor. Katılımcıların sayısal yoğunluğu, slogan farklılıkları ve sosyal medyaya yansıyan algı savaşları gelişmeler karşısında hazırlıklı olmadığımızı gösteriyor. Üstelik Türkiye’nin kendi içerisindeki kırılganlıklar ve küresel ölçekli algı operasyonlarıyla uğraştığı bir dönemde...Aman dikkat diyorum...Bu Türkiye için sıradan bir konu değil.Suriye ve Irak’taki tehlikelerin yeniden gün yüzüne çıkabileceği, Türkiye’nin sahadaki de nge ve etkinlik modelini temelden değiştirebilecek bir muhtevaya sahip. Meselenin gerçekçi ve normatif yanlarını bulup çıkarmak dururken ülkede bir de “İrancı mı? Değil mi?” tartışması alevlenebilir. Bunun dayanaklarını Irak’taki Haşdi Şaabi meselesi ve ardından İran ile devam eden göreli işbirliğinde yaşamıştık.Dolayısıyla son protestoların sebep ve sonuçlarını, Türkiye ve bölgeye yansımalarını, fırsat ve tehdit alanlarını sorgulamak yerine ideolojik/küresel kutuplaşmaya katkı sağlayan yaklaşımlara karşı dikkatli olunmalı.Şimdi üç önemli soruyu gündeme taşımalıyız:(1) Olayların başlama/büyüme potansiyeli bölge dışı aktörlerin kontrolünde mi evriliyor?(2) İran içerisindeki etnik yapının (30 milyondan fazla insan Türkçe konuşuyor ) hassas konumu Türkiye ve hatta Azerbaycan’ı da belirli kırılmalarla karşı karşıya bırakabilir mi?(3) Türkiye’nin bölgedeki kısmi çözüm ortaklarından birisi olan İran ile inişli-çıkışlı diyalektiği sürdürülmeli mi?CIA’nın özel ilgisiEylemlerin başladığı günden bu yana harekete geçirici bir mekanizmanın varlığı seslendirilse de hangi kişi ya da gruplar tarafından yönlendirildiği konusunda ciddi bir bulgu yok. Bu sebeple ABD, İsrail ve buna ilişkin yabancı istihbarat servislerinin olabileceği konusunda yaklaşımlar var. Protestoların tek bir merkezden yönlendirildiği kanıtlanamadığı için eylemcilerin farklı şehirlerde anlık ortaya çıkışları mümkün hale geliyor. Elbette İran devletinin elinde kamuoyuna yansımamış bazı bilgiler bulunabileceği unutmamak lazım.Öte yandan İran sahası CIA için kolay bir hedef değil. Kapalı diplomasi ve İran’ın kar şı istihbarat çabaları ABD’nin ülke içerisindeki yönlendirici etkisini belli ölçülerde kısıtlıyor. Ancak Haziran’da CIA’nın İran sorumlusu olarak atanan ve terörle mücadelede “agresif” yönüyle bilinen Michael D’Andrea’nın bu işin içerisinde yer alabileceği öne sürülüyor. Trump’un İran hakkındaki söylemleri nin sertleşmesinde de etkisi olan Andrea, Lübnan’da İran destekli gruplara operasyon düzenlemişti. 2 Haziran’da NewYork Times’ta çıkan bir makalede bugün yaşanan protestoların motive edilmek istendiği ima ediliyordu.Ekonomik sorunların etkisiProtestoların demografik yönüne bakıldığında 90 doğumlu bir kitlenin ağırlığı oluşturduğu, 2009 yılındaki olaylara göre pragmatik taleplerin öne çıkarıldığı görülüyor. Konuyla ilgili yorumlarda ülkedeki ekonomik sorunların bu süreci meydana getirdiği çokça seslendiriliyor. Ruhani’nin ilk kez seçildiği 2013’ten bu yana bazı iyileşmeler olsa da işsizlik hala en büyük sorun. İran İçişleri Bakanı Abdurrıza Rahmanifazli, işsizlik oranının bazı şehirlerde %60’a ulaştığını ifade etmişti. Cumhurbaşkanı Ruhani ise Ocak ayında yaptığı bir konuşmada “Her aileden 2 ya da 3 adet gencin işsiz olması bizi son derece kaygılandırmaktadır.” demişti. Fakat olayları sadece bu boyutta irdelemek yanıltıcı olabilir. Zira daha kötü dönemlerde sokağa çıkmayan göstericiler neden bugünü seçiyor?

Devamını Oku

Nereye gittiğimizin farkında mıyız?

30 Aralık 2017

Son KHK tartışması bir kez daha gösterdi ki bu ülkenin insanları her geçen gün daha fazla kutuplaşıyor. Kutuplaşma denildiğinde aile, kadın, sosyal devlet, demokrasi gibi toplum geneline hitap eden değerler ve bu değerler bağlamındaki ayrışmayı irdelemek gerekiyor. Türkiye’de derinleşen problem, söz konusu değerlerden çok onların siyasal, ekonomik ve sosyal sistemde nasıl kullanıldığı ile ilgili.Zira siyaset uğraşı çatışma ve uzlaşma güzergahları ile toplumun farklı kesimleri arasında bu değerlerin paylaşımını esas alan bir yol haritası.Çok açık ki son 15 yıldaki siyasal süreçler, ve değişen kimlik algısı ülke insanını iki önemli hazneye sıkıştırıyor. Bunlardan birisi her şeyi kazandığına diğeri ise her şeyi kaybederek yaşadığına inanıyor. Üstelik kazananlar bir kez daha kazanmaya, kaybedenler de yine kaybetmeye yakın olduğunu düşünüyor.Elbette siyasal sistem ve onun yarattığı rekabet alanı kaybedenlerin de varlığını gerektiriyor. Ancak burada şekillenen sorun nerdeyse ikiye bölünmüş toplumun amaç ortaklığını kaybediyor olması. Gelinen aşamada kamuoyu araştırmaları da gösteriyor ki toplumu ya da en azından nitelikli çoğunluğu ortaklaştırabilecek bir siyasal aktör gözükmüyor.İşte bu yönelimin altında güven krizi yatıyor. Güven krizi toplumsal kutuplaşmanın hem kaynağı hem de artırıcı yönü. Birbirlerine güvenmeyen siyasal aktörler, onların takipçileri ve geniş halk kitleleri meydana gelen kutuplaşmada yerini alıyor ve karşılıklı inanışın bir ölçüsü olan güven unsuru etkinliğini kaybediyor.2009 yılından bu yana farklı kurum ve kuruluşlarca gerçekleştirilen saha araştırmaları Türkiye’de ortalama %10’luk bir nüfusun başka bir kişiye güven duyabildiğini ortaya koyuyor.Yine başka bir araştırmaya göre Türkiye’de kültürel sistem ortaklaşa davranışçı ve belirsizlikten kaçma düzeyi yüksek bir toplumu işaret ediyor. Yani yardımlaşmayı üst seviyede tutan, belirsizliği sevmeyen ve güvenli bir hayat isteyen insanlardan meydana geliyor.Peki bu paradoks neden yaşanıyor?İster etik sayılmayan isterse etik ama yanlış olan karar ve davranışlardan kaynaklansın güven eksikliği mutlaka sürtüşme ve çatışma alanı meydana getiriyor. Güven düzeyi düştükçe gizli gündemler artıyor, bir tarafın kazanan diğer tarafın kaybeden olduğu bir toplum oluşuyor. Çünkü güven öyle bir güce sahip ki bir ülke sisteminin tüm alt sistemlerini, ekonomi alt sistemini, siyaset alt sistemini, sosyal alt sistemini besleyen yeraltı kaynağı...Eğer o kaynak kurursa siyasetçiler uzlaşmayı rafa kaldırıyor, vatandaşlar birbirlerine tahammülsüz hale geliyor ve işadamları geleceğe umutsuz bakıyor. Zaten bu üç netice bir ülkenin performans kriterlerine belirliyor. Kurumlar ya da vatandaşlar arasında güven olmadığı taktirde bunun bir maliyeti oluyor.Bunu ortadan kaldıracak ya da belli bir seviyeye taşıyacak olanlar siyasal sistemin unsurları.Sadece siyasal partiler mi?Hayır...Siyasal iktidarla ilişkili, ona yön verebilen sivil toplum ağları, kamuoyu oluşturan medya unsurları…Hatta Yerköy’de bir kahvede iktidarı eleştiren kanaat önderi bile bundan sorumlu...İşte yeni yılda en büyük dileğim ülkem için herkesin bu sorumluluğu yerine getirmesi...

Devamını Oku

CIA’nin yeni Körfez üssü: BAE

27 Aralık 2017

Dünyanın petrol rezervleri bakımından en zengin ülkelerinden biri olan Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) yaklaşık 9.5 milyon nüfusu ile Körfezin en önemli ülkelerinden. Türkiye’nin de 2016 yılında, 9.1 milyar dolar ile tüm Körfez ülkeleri içerisindeki en yüksek dış ticareti BAE ile...Geçtiğimiz hafta Abdullah Bin Zayid’in Fahrettin Paşa hakkındaki sözleri ile gerilen ilişkiler zaten varolan güven problemini daha da alevlendirdi. Son olarak dün Bakanları Enver Gargaş “Türkiye’ye karşı birleşilmeli” dedi.Bunlar birer münferit hamle olarak düşünülmemeli. Zira BAE gelinen aşamada ABD’nin yüzölçümü açısından küçük ama etki gücü yüksek operasyon merkezine dönüşmüş durumda.Nasıl mı?ABD’de istihbarat örgütleri konusunda yazıları olan Jenna McLaughlin BAE’nin bir süredir gölge CIA üssü kurmakta olduğunu ve bunu kendi rutin/istihbarat sistemini yenileme kapsamında gerçekleştirdiğini yazdı.Buna göre mevcut ağı kurmak için ilişki kurulan öncü Amerikalı isim eski istihbarat görevlisi Larry Sanchez. Bununla da kalmıyor. Blackwater adlı güvenlik şirketinin kurucusu Eric Prince ve bir süre Beyaz Saray’a danışmanlık yapmış olan Good Harbor Güvenlik şirketinin yönetici Richard Clarke’de Abu Dabi sermayesinin gözdeleri durumunda.Üstelik özel sektör yoluyla kurulan bu ilişkinin dışında ABD’deki resmi istihbarat kurumları 2011’de National Electronic Security Authority adlı kuruluşun ortaya çıkmasını sağladılar. Bu sistem kurulurken BAE’deki kamu kurumlarının açık ve gizlilik politikasına kadar geniş bir hareket serbestisine sahip oldular. Bu istihbarat ağı sadece BAE için değil Körfez güvenliğinin bir halkası olarak Yemen, İran ve Katar gibi ülkelerdeki kimi terör öğütlerine karşı mücadele üssü şeklinde yönelim gösteriyor.ABD bu yolla hem belli ölçülerde sermaye yönetimine ulaşıyor hem de ülke dışında gayriresmi istihbarat merkezleri oluşturuyor. BAE yönetimi yeni anlaşmaları kamuoyundan gizlese de bu istihbaratçıların ABD’deki statüleri ve yasallıkları sorgulayan çevreler var. İlgili şirketleri ihracaat yapabilirlikleri bunlardan birisi.‘Küçük Sparta’ diyorlarABD, Abu Dabi’nin 39 km güneyindeki Al Dhafra Üssü’nde konuşlandırdığı askeri güçleri bölgedeki olası operasyonlar için kullanılıyor. Halen 4000’e yakın askeri bulunuyor. ABD’nin Ortadoğu askeri sorumluluğunu üstlenmiş olan Anthony Zinni 2014 yılında yaptığı bir açıklamada Türkiye ve S.Arabistan bölgede yıprandılar, Mısır ve Ürdün kendi iç mücadelesinde, bu yüzden artık Arap dünyasındaki en önemli müttefik BAE’dir” demişti. General Zinni veliaht prens Şeyh Muhammed bin Zayid’in davetlisi olarak Ağustos ayında Abu Dabi’ye gitmişti.Özellikle Afganistan’daki NATO gücü içerisindeki faaliyetleri sebebiyle bazı ABD’li komutanlar BAE için ‘Küçük Sparta’ diye söz ediyorlardı. Özellikle 1 Eylül’den bu tarafa İran ile yapılan Nükleer Anlaşma dışında BAE-ABD ilişkilerini etkileyen bir olay yaşanmadı. Pentagon, BAE’nin yoğun silah alımı yaptığını ve bununla kalmayıp bu silahları en iyi şekilde kullanmaya çalıştığını vurgulaması Dubai prenslerinin iyi bir silah müşterisi olduğunu da gösteriyor. Zira 2000 yılında 2.6 milyar dolar olan askeri harcamaları 2015’te 16 Milyar dolara yaklaşıyordu.BAE bu süreçte Türkiye eksenli saldırıların Körfez’deki psikolojik/askeri harekat merkezi haline getiriliyor.

Devamını Oku

Hepimizden büyük Türkiye var

26 Aralık 2017

Malumunuz Kudüs meselesi ülkenin hemen her kesiminin içinde yer aldığı bir konsensüs meydana getirmişti. Gelecekte ne olur bilinmez ama BM’de elde edilen neticeyle ilgili muhalif kesimler bile Türkiye’nin inisiyatifine olumlu anlamlar yüklemişti.Az da olsa birlik olabildiğimiz bu gündemin hemen ardından bir KHK (Kanun Hükmünde Kararname) bombası düştü kamuoyuna. Pazar gününden bu yana Türkiye 695 ve 696 sayılı KHK’ları tartışıyor. Özellikle üzerinde durulan madde 696 sayılı KHK’da yer alan 121. Madde. Burada 8 Kasım 2016’da çıkarılan yasanın 37. maddesine bir ekleme yapıldı. Yasanın önceki halinde darbe teşebbüsü ve devamındaki eylemlerin bastırılmasında yer alan “resmi görevlilerin” cezai sorumluluğu ortadan kaldırılıyordu. Pazar günü yayımlanan kararnamede “Resmi bir sıfat taşıyıp taşımadıklarına veya resmi bir görevi yerine getirip getirmediklerine bakılmaksızın...” şeklindeki ekleme ile siviller de buna dahil edilmiş oldu.MHP dışındaki muhalefet partileri eklemelere sert tepki gösterdi. En önemlisi ülkedeki kutuplaşma o kadar belirgin ki bir kesim yasa koyucuyu koşulsuz savunurken, diğer kesim “milis yapılanmaların önünü açtığı”, “iç savaş ortamına katkı sağlayacağı” gibi iddialarla yaklaşıyor. Çok açık ki ülkenin ikiye bölünmüş kesimleri her geçen gün diğerinin hükümet etme olasılığını hayati bir tehdit olarak değerlendiriyor.Böyle bir ortamda yapıcı bir biçimde konuyu masaya yatırıp ülke çıkarları açısından irdeleyecek uzmanların söz söyleme imkan ve kabiliyetlerinin de baskılanması doğru değil. Demokrasi yolculuğunda olduğuna inandığımız bir toplum ve hatta iktidarda bulunanlar için bile en tehlikelisi bu...Zira yanlışa yanlış demek imkanı baskılanıyorsa bu keskin kutuplaşmada doğruya doğru demek de aynı akıbetle yüzleşecektir.Adalet Bakanı Abdulhamit Gül ve Ak Parti sözcüsü Mahir Ünal KHK’daki bu düzenlemenin 15 ve 16 Temmuz tarihlerini kapsadığını açıkladılar. Bu konuda bence en detaylı vurgu Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum’un sosyal medya paylaşımındaydı. Uçum’da aynı tarihlere vurgu yaparken düzenlemenin amacını “Örneğin sivil eylemlerde zarar gören kamu mallarına ilişkin; sivillerle ilgili kamu malına zarar verme suçundan soruşturma yapılmasın, tazminat davası açılmasın, işlem yapılmış olanlar varsa bunlar düşsün diyedir.” şeklinde ifade etti.Öyle görülüyor ki yazılan bu metnin neyi hedeflediği konusunda hükümet cephesinde ortak bir kanaat var. Evet var ama ortadaki metin öyle sıkıntılı bir şekilde kaleme alınmış ki okuyan herkeste “acaba” dedirtecek bir tartışma başlatıyor.Ne yapmalı?İster basit bir organizasyonda ister bir devlet sistemi içerisinde yapılsın hukuki bir metin yazılırken olabildiğince açık-seçik ve herkesin anlayabileceği bir dilde olması beklenir. Yetkililerin açıklamalarından yola çıkarak buradaki sorunu en hafif tabiriyle “kural dışı boşluk” şeklinde tarif edebiliriz. Yani kanun koyucunun istemeden bu boşluğu görmemiş veya unutmuş olması halidir. Bununla ilişkili olarak kanunların yorumlanmasında yasama yorumu uygulanmadığı için yargısal ve bilimsel yorumlama öne çıkar. Yargı yorumunda yargı mercileri soyut kuralları somut olaylara uygularken belirli bir yorum yaparlar. Eğer içtihadı birleştirme kararı yoksa yorumlama hakimden hakime değişebilir. Son KHK’nın muğlak yönleri bundan bir süre sonra meydana gelecek adli bir vakada yargı mercilerine ciddi bir hareket alanı tanımaktadır.O halde yanlıştan dönülmesi bir eksiklik değil; aksine bir katkıdır. İlgili maddede ki (1)süre sınırı belirtilmeli, (2)“devamı niteliğinde eylemler” ile “darbenin bastırılması” bahsinden ne anlaşılması gerektiği açıkça ortaya konulmalıdır.

Devamını Oku