Önceki gün Birleşmiş Milletler’de (BM) yapılan oylamada ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti tanıma ve büyükelçiliğini de buraya taşıma kararının durdurulması çağrısı kayıt altına alınmış oldu. Türkiye’nin öncülüğündeki karar tasarısına 128 kabul, 9 ret oyu verilirken, 35 ülke çekimser kaldı. 21 ülke de oylamaya katılmadı.Hukuken bir zorlayıcılığı bulunmayan bu kararın fiilen önemli neticeleri olacaktır. Öncelikle verilen oyların ülkelere göre dağılımına bakıldığında birkaç dikkat çekici hususu belirtmekte fayda var.Birincisi ve belki de en önemlisi “Dünya 5’ten büyüktür” yaklaşımının ilk kez bu kadar yasal bir zeminde gün yüzüne çıkmış olması. Zira BM organlarının yasal yetki olarak en güçlüsü olan Güvenlik Konseyi daimi üyelerinin, yani ABD, Çin, İngiltere, Fransa ve Rusya’nın istedikleri kararı veto edebilme yetkisi dünyanın başka coğrafyalarını ilgilendiren hayati meselelerde söz konusu ülkelerin çıkarlarını esas alıyordu. Güvenlik Konseyinde bu 5 ülkeden 4’ü ABD’nin yanında durmadı. Tek bir veto yettiği için de karar tasarısı diğer bir BM organı olan Genel Kurula taşınmış oldu. Kamuoyunda çok konuşulmuyor ama bugün Genel Kurul kararını tanımayacağını ima eden ABD geçmişte buna benzer bir karar için seferber olmuştu.Peki nasıl?İşte burada önemli bir detay karşımıza çıkıyor. 1956’da Mısır, Süveyş Kanalı’nı kendi lehine millileştirdiğinde İngilizler buraya müdahalede bulunmuştu. Ve o gün BM Güvenlik Konseyi tıpkı Kudüs kararında olduğu gibi İngiltere vetosu yüzünden karar veremeyince olağanüstü yöntemle Genel Kurul’a müracaat edilmişti. O gün BM Genel Kurul’unda kabul edilen metin ABD’ye aittir.Bu örnek önümüzdeki süreçte Trump yönetiminin karşısına çıkarılmalı. Üstelik bugüne kadar daimi üyelerin 260’tan fazla veto yetkisini kullanmış olması, sadece ABD değil diğer üyelerin de geçmişe dönük sorumluluğunu ortadan kaldırmıyor.***İkincisi ABD’nin 1950 sonrasında Ortadoğu’ya barış ve özgürlük getirmek için müdahalede bulunduğu Afganistan, Irak ve Suriye’nin kabul oyu kullanmış olması. Ayrıca olayların bu noktaya gelmesinde büyük etkisi olan Arap Ligine dahil ülkelerin ABD’nin karşısında oy kullanması Türkiye ile şekillenen karşı duruşun ABD yandaşı bölge ülkelerini de bir çıkmaza götürdüğünü gösteriyor. ABD’nin toplam silah satışının %65’nin Ortadoğu’ya yapıldığı hatırlanacak olursa yakın gelecekte küresel silah şirketlerinin farklı senaryolarına hazır olunması gerektiği ileri sürülebilir.***Üçüncü bir tespit de Türk Cumhuriyetlerinin Türkmenistan dışında Türkiye’nin yanında yer alması. Türkmenistan 1995’te BM nezdinde “daimi tarafsızlık” statüsü elde ettiği için zorunlu olarak oylamaya katılmadı. Yeri gelmişken 2005 yılında BM’de yapılan bir oylamada Türkiye’nin Özbekistan aleyhinde oy kullanması ilişkilerimizi durağan seviyeye indirmişti. Şimdilerde iki kardeş ülkenin ilişkileri hızla ilerliyor.Gelelim Türkiye’ye...Muhtemel neticeleri ve kırılmaları itibariyle BM’deki Kudüs oylamasının Türkiye için bir başarı sayılması sürpriz olmasa gerek. Tanıma kararının alındığı 6 Aralık’tan bu yana dünya petrollerinin %42’sini barındıran kimi Arap ülkelerinin hamlelerine rağmen alınan inisiyatif meşru bir zeminde, hatırı sayılır bir avantaja dönüşmüştür. Fakat bu çoğunlukla potansiyel bir durum ve asıl süreç şimdi başlıyor. Bundan böyle ABD-İsrail-Arap bloğundan bölgesel ve ulusal tehdit alanlarına, yeni açılımlara hazır olmalıyız.
Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin tek taraflı kararı ile gerçekleşen gayrimeşru referandumun hükümsüz sayılmasının ardından Bağdat kontrolünde başlayan operasyonların etkileri devam ediyor. Türkiye, İran ve Merkezi Hükümetin uyarılarına rağmen “Bağımsızlık engellenemez!” diyen Barzani’nin ABD tarafından da askıya alınması 2014 öncesindeki sınırlarına dönmesine sebep olmuştu. Hatta tartışmalı uzatmalarla 12 yıl sürdürdüğü Başkanlık görevini 1 Kasım itibariyle sonlandırmak zorunda kalmıştı.Gelinen aşamada Mesut Barzani’nin görevi bırakmasıyla birlikte yetkilerinin önemli bir kısmı Başbakan Neçirvan Barzani’de bulunuyor. Söz konusu yetkilerin en önemlisi dış temsil ve mili güvenlik. Ancak komuta kademesinde atama yetkisine sahip olsa da Başbakan Barzani’nin güvenlik güçleri üzerinde güçlü ve açık bir kontrolünün olduğunu söylemek zor.İşte böyle bir ortamda Kürt Bölgesel Yönetimin üç önemli merkezinden biri olan Süleymaniye’de başlayan protesto gösterileri şiddetini artırdığı gibi bölgenin merkezi Erbil’e de sıçradı. Bunun en büyük sebebi referandumun neticesine bel bağlayarak hemen herkese dolar vaat eden, maaş bağlayan Erbil yönetimidir. Üstelik gelir adaletsizliğindeki uçurum ve petrol kaynaklarının sınırlı bir grup tarafından kullanılması yaklaşık 1 yıldır içten içe sosyal ağları örüyordu. Fakat Barzani, Kerkük başta olmak üzere tartışmalı bölgelerin kaynaklarını halka dağıtacağı algısı oluşturmuştu.Böylesine bir hayal kırıklığı dün akşam saatlerinde Erbil’de, Barzani posterlerinin yakılmasına kadar işi götürdü. Olayların tırmanması ile Irak Başbakanı İbadi bölgeye asker sevkiyatı yaptı.Öte yandan meselenin bir de Türkiye’yi, yani Türkmenleri ilgilendiren yönü var.Geçtiğimiz hafta Türkmen nüfusun yoğun olduğu Tuzhurmatu’da yapılan saldırıda 6 yaşında bir Türkmen çocuk hayatını kaybetti. Bir süredir Tuzhurmatu’da bu tarz saldırılar olduğunu görüyoruz. Tuzhurmatu ilçesi hem önemli bir geçiş noktası hem de güç tahakkümü için bir motivasyon alanı. İşgalden önce nüfusunun %60’ı Türkmenlerden oluşuyordu. Araplar ve Kürtlerin de yaşadığı şehirde meydana gelecek bir kırılma tüm bölgeyi etkileyebilir. Peşmergenin referandum sonuna kadar burayla ilgili yaklaşımı “Tuzhurmatu giderse Kerkük gider.” şeklindeydi. DEAŞ işgalinin ardından ABD desteği ile şehirdeki yönetimi ele alan Peşmergenin tartışmalı bölgelerden birisi olan Tuzhurmatu’yu stratejik gördüğü çok açık. Üstelik buradaki Türkmenlerin önemli bir kısmının Şii olması Haşdi Şaabi ve İran etkisini de gündeme getiriyor. Zaten 16 Ekim’de Peşmergenin çekilmesinde Türkmenlerin ağırlıklı olduğu askeri birlik öne çıkmıştı.Bununla birlikte Tuzhurmatu’daki yeni denge girişimleri aslında Kerkük’ü hedef alıyor. Birkaç gün sonra bu kez Kerkük’te Musalla mahallesindeki Irak Türkmen Cephesi bürosuna roketatarla yapılan saldırı uzun zamandır konuşlandırılan PKK’lı teröristlerin sahaya sürülmek istendiğini işaret ediyor.Dün de Kifri ilçesindeki Irak Türkmen Cephesi bürosu, Türkmen Radyo İstasyonu, Türkmeneli Öğrenci ve Gençler Birliği ile Türkmen Okulu ateşe verildi. Can kaybı yaşanmazken ciddi maddi hasar meydana geldi.Olayların içyüzünü bizzat merkezindeki Türkmen Cephesi (ITC) Başkanı Erşat Salihi’ye sordum: “Buradaki Kürt partileri kendi ihtilaflarını başka bölgelere nakletmek için sürekli olarak ITC’yi hedef alıyorlar. Bunu bayrak krizinde ve referandumda da yaptılar. Sanki ITC Kürt düşmanı algısı yaratarak eylemleri bizim üzerimize yöneltmek istiyorlar. Biz Kürt düşmanı değiliz. Kendi halkımız için mücadele ediyoruz. Şu an Kuzey’de yaşananlar ve bize yapılan saldırılar bir projenin içerisinde gerçekleşiyor. Buradan söylüyoruz. Bizi daha fazla sıkmasınlar.”Öyle görülüyor ki Türkmen demek Türkiye demektir. Türkmen varlığı etkisiz kılınmadan Türkiye’nin etki sahası kırılamayacaktır.
İslam İşbirliği Teşkilatı İstanbul zirvesi Arap Liginin ikircikli ve samimiyetten uzak duruşu dışında önemli bir sürecin başlangıcıydı. Pek muhtemeldir ki bu süreçte Orta Doğu coğrafyasında yeni bir dalgalanma ve İslam Dünyasında ciddi sorgulamalar yaşayacaktır. Her şeye rağmen Türkiye’nin hamlesi şuan için Filistin’in uluslararası sisteme yansıyan en belirgin umududur.İngiliz gazeteci Yvonne Ridley İstanbul’da gerçekleşen İslam İşbirliği Zirvesi için “Trump’un sahte diyerek kınamayacağı tarihi bir buluşma” diyor. Elbette alınan kararların hayata geçirilmesi yeni buluşmaların gerçekçiliğini ve ciddiyetini etkileyecektir. Türkiye’nin farklı uluslararası mecraları kullanarak meşru girişimlerini artırması daha katkı sağlayıcı olacaktır.Bugün belki çok görünür değil ama Trump’un görev süresinin bitimine doğru ABD içerisinde de farklı mekanizmalar yeni yol haritaları ile devreye girebilir. Zira Trump’un bu kararı yakın gelecekte ABD-İsrail ilişkilerinde Netenyahu ile yükselen Cumhuriyetçiler söylemini ciddi bir sorun alanına taşıyacaktır. Obama döneminde gerilen ilişkiler Netenyahu’nun İran’la yapılan nükleer anlaşmaya yönelik konuşmasıyla giderek tırmanmıştı. İsrail yönetiminin seçimlerden bu yana Trump’a verdiği holiganik destek Cumhuriyetçiler karşısında kümelenen bir kesim meydana getiriyor. Yaklaşan seçimler için geri sayıma girildiğinde anketlerde yükseldiği gözlenen demokratlarda nasıl bir yüzleşme meydana getireceği meçhul.İşte bu gelişmeler olurken Türkiye’nin bazı Arap ülkeleri ile etkileşimi, Kudüs’ün bir oldu bittiye maruz kalıp kalmayacağını belirleyecek.Bakınız... Washington Enstitüsü’nün direktörlerinden Robert Satloff İslam’ın kutsal mekanlarına ev sahipliği yapan ve Kudüs meselesinde en etkili çıkışta bulunması gereken Suudi Arabistan’ın neden tepkisiz kaldığını irdeliyor ve yaşadığı bir olayı anlatıyor. Satloff, ABD Başkanı Trump’un Kudüs’ü tanıma kararını açıkladığında bir düşünce kuruluşunun toplantısı için Riyad’da olduğuna ve üst düzey Arapların Kudüs’ü bir satır bile ağızlarına almadıklarına dikkat çekiyor. Üstelik olaydan kısa bir süre önce Beyaz Saray önde gelen Arap ülkelerinden kimi medya mensuplarına ve diplomatlara brifing vermiş. Asıl önemlisi Arap Ligi Genel Sekreteri Muhammed Al-Issa’nın olaydan haberi olmasına rağmen Kudüs yerine hahamlarla yaptığı dostluklardan, sinagogta yaptığı ziyaretten ve dinler arası diyalogdan söz etmesi...Satloff’un makalesini okuyunca Arap Birliği’nin resmi sayfasına ve sosyal medya hesaplarına baktım. Gerçekten karşınızda 21 saat önce yapılan bir paylaşım duruyor. Burada Araplar, Birleşik Arap Emirlikleri’nde yapılan “Küresel Barış” Forumu’nda konuşuyorlar. Böyle bir organizasyonda Kudüs hakkında konuşmayacaklarsa nerede, ne söyleyeceklerini kestirmek hayli zor olsa gerek.Bakalım önümüzdeki dönemde İslam dünyasının Arap ligi ile imtihanı nasıl sonuçlar verecek...
Müslümanların kolektif sesi olduğu düşünülen İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT), Türkiye’nin çağrısıyla İstanbul’da toplandı. Biri şekli diğeri içerik açısından olmak üzere zirvenin öne çıkan iki yönü vardı.Şekli bakımdan 57 üyeli teşkilatın en üst karar organı üç yılda bir toplanan liderler ve hükümet başkanları zirvesi. Bir de her yıl toplanan Dışişleri Bakanları Konseyi var. Zirve toplantıları olağanüstü şekilde de gerçekleşebilir. Ancak İİT’nın 1969’da Kudüs gerekçesiyle kurulduğunu hatırlayacak olursak Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır gibi Arap liginin önemli ülkelerinin bakan düzeyinde temsil edilmesi zirve öncesindeki kuşkularımızı haklı çıkarıyor. Nitekim sonuca varılmasının ardından İsrail İstihbarat Bakanı Katz’ın “Kudüs konusundaki olası bir müzakerede muhataplarının Suudiler olacağını” açıklaması önümüzdeki günlerdeki hamlelere yönelik ipuçları veriyor.Peki nedir bu hamleler?Trump’ın Kudüs’ü başkent ilan ettiği açıklamanın satır aralarında iki önemli şey gizliydi. Birincisi hangi Kudüs’ün tanındığı açıkça belirtilmemişti. Yani İsrail’in 1980’den bu yana açıkça iddia ettiği “bölünmemiş Kudüs” kavramına açıklık getirilmiyordu. İkincisi de çözüm için çabaların ve kararlığının devam ettirileceğine yönelik tamamlayıcı vurguydu. Bu açıklamanın ardından BM oturumunda konuşan ABD Temsilcisi Nikki Haley “Bu kararla birlikte barış hedefine daha önce hiç olmadığı kadar daha yakın olduğumuzu inanıyoruz.” demesi ABD kararının iki aşamalı olduğu izlenimini veriyordu. Bununla birlikte Suudi veliaht Salman’ın Kudüs’ün paylaşımında Filistin’i küçük bir alana sıkıştıran yeni bir haritaya evet dediği yönündeki haberler de sıcaklığını koruyordu.Dolayısıyla ABD’nin İİT’nin çağrısında olduğu gibi tanıma kararından dönmesi pek mümkün gözükmüyor. Muhtemeldir ki ABD resmi makamları konu BM masasına gelmeden eli kuvvetlenmiş İsrail’in kazanma şansının yüksek olduğu bir haritayı Arap liginden sahalara sürmeyi deneyecekler.İşte bu noktada İİT zirvesinin içerik meselesi öne çıkıyor.Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Kudüs’ü, Filistin devletinin işgal altındaki başkenti olarak tanım aya davet ediyorum.” sözlerinin sonuç bildirgesinde de yer bulması Türkiye’nin tarihsel bir misyon üstlendiğini göstermesi bakımından büyük önem taşıyor. Dün ki yazımızda gelişmeler karşısında “Ümmet uyanır mı?” demiştik. Sanırım bu aşamada Türkiye uyanırsa Ümmet uyanabilir demek çok yanlış olmaz. Öncü Arap ülkelerinin kontrollü ve kuşkulu halleri İslam ülkelerinin Türkiye olmadan Kudüs ’teki gidişata müdahale şansını giderek azaltıyor.Ayrıca varılan sonucun takibi son derece önemli. ABD-İsrail-Körfez bloğu bu kararın hayata geçirilebilirliğini test edeceği çok açık. Örneğin Endonezya’nın başkenti Cakarta’da düzenlenen 5.Olağanüstü Zirvenin sonuç bildirgesinde İsrail ürünlerinin boykot edilmesi için çalışmalar yapılacağı belirtilmişti. Nerden nereye gelindi söylemeye bile gerek yok.Türkiye vakit kaybetmeden İİT zirvesindeki etkinliği ile Asya’da İşbirliği ve Güven Artırıcı Önlemler Teşkilatı’nı (CICA) toplamayı denemeli ve uluslararası meşru kanalların Kudüs’e akışını hızlandırmalıdır.
İslam İşbirliği Teşkilatı bugün İstanbul’da toplanıyor. Beklenti yüksek olsa da İslam Dünyasının içinde bulunduğu durum oldukça kaygı verici. Filistin ve İsrail topraklarındaki değişimde görülen ters korelasyona rağmen 1,5 milyardan fazla Müslüman nüfusu temsil eden ülkelerin özbenlik kaygıları açığa çıkıyor. Türkiye, İran, Ürdün, Endonezya, gibi bazı ülkeler dışında Arap Ligini oluşturan başat ülkelerde kontrollü bir direniş ve bekle gör söylemi dikkat çekiyor.Bu bana 1969 yılında İsrail askerleri Mescidi Aksa’yı kundakladığında dönemin İsrail Başbakanı G.Meir’in şu sözlerini hatırlatıyor. “O gece sabaha kadar korkudan uyumadım. Sanıyordum ki Müslümanlar dört bir taraftan İsrail’e girecekler. Lakin korkulan olmadı. İşte o zaman anladım ki biz istediğimizi yapabiliriz, zira ümmet uyuyan bir ümmettir.”Bugüne geldiğimizde Türkiye, İran, Rusya ile kuzeyde, Suudilerin öncülük ettiği kimi Körfez ülkeleri ABD-İsrail tarafında çıkarlarını konumlandırıyor.Burada hemen hatırlamak lazım.Arap Ülkeleri Birliğinin 2016 yılında Fas’ın ev sahipliğinde toplanması planlanırken Fas bunu kabul etmemiş ve “Arap Birliği’ni her ne kadar bir birlik gibi davransa da bir birlik olmamakla, Arap liderleri sorunlar karşısında somut adımlar atmamakla” suçlamıştı. Bunun üzerine toplantı Moritanya’da gerçekleşmişti. 2017’de Ürdün’de yapılan 28.Arap Zirvesinde Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Avn “Ne için savaşıyoruz? Kudüs’ün özgürleşmesi için mi yoksa mültecilerin döneceği Filistin devleti için mi?” ifadelerini kullanmıştı.Peki kim? Kime? Nasıl özgürlük getirecek?Freedom House’ın her yıl yaptığı araştırmaya bakalım. Buna göre ülkelerin sadece %11’i “özgürlük var” kategorisinde. Bunun bölge nüfusuna dağılımına bakıldığında ise yaklaşık 430 milyonun %5’i özgür ve %83’ü özgür değil. Hızla etkinliğini artıran otoriter yönetimler, yolsuzluk ve yozlaşma, ülkeye ve bölgeye dışarıdan yapılan müdahaleler gelinen bu noktanın belli başlı işaretleri.Neden bu durumdayız?Birinci ve belki de en önemli gerekçeyi Prof. Dr. Erol Güngör “İslam’ın Bugünkü Meseleleri” adlı çalışmasında ortaya koyuyor. “Pratikteki en büyük engel bugün ki Müslüman ülkelerden hiç birinin diğerlerini güçlü bir dayanışmaya sokacak güce sahip olamayışıdır. Hiçbir İslam ülkesi karşısında kendisi için ideal edineceği, hayranlık duyduğu bir devlet göremiyor. Bu zayıflık ve bölünmüşlük onları kendileri dışında teşekkül eden politikaları kabule zorluyor. Yakınlaştırmak şöyle dursun husumetleri artırıyor.”Gerçekten de Osmanlının en büyük gücü buradan geliyordu. Kudreti ve bu kudreti tahkim kılabilme yeteneği diğer İslam devletleri ona katılıyor ya da etki sahasına girmek zorunda kalıyordu. Birinci Dünya Savaşının ardından ABD’nin batı bloğunu, Rusya’nın da sosyalist bloğu kuşatması buna benziyordu. İkincisi söz konusu ülkelerin büyük çoğunluğunda, liberal ölçütlerin hayli gerisinde bir demokrasi seviyesi var. İyimser değerlendirmeyle İslam Dünyasının yarısından fazlasının monarşik bir yönetim sistemi ve oligarşik bir yönetim topluluğu ile idare edildiği görülüyor. Bu kadrolar ülkelerinde neredeyse tüm kaynakları kontrol ederek tahakküm altında tutuyor. Yönetimin başaramadığı hususların muhalefet tarafından giderilmesi gibi değişim süreçleri de yaşanmadığı için, toplumsal hoşnutsuzlukların yerini umutsuzluğa bıraktığı bir döngü hakim oluyor.Tüm bunlar bir arada değerlendirildiğinde Türkiye’nin uluslararası hukuktan kaynaklanan haklılığı, Astana benzeri zeminlere taşıyarak ABD ve İsrail’i harekete geçirmeyi denemesi gerekiyor. Örneğin Asya’da İşbirliği ve Güven Artırıcı Önlemler Teşkilatı’nı (CICA) toplantıya çağırmasını öneriyorum. Bunun önemini anlatmaya devam edeceğim.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çağrısı ile 13 Aralık’ta toplanacak olan 57 üyeli İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) Birleşmiş Milletlerden sonra en büyük hükümetler arası kuruluş. Teşkilatın bu ayırt edici özelliği “Müslümanların kolektif sesi” olarak tanımlanıyor. Örgütün ortaya çıkışı da Çarşamba günü irdelenecek olan Kudüs meselesiyle ilgili.İsrail’in 1967’de Araplarla savaşının ardından Kudüs’ü işgal etmesi ve yaklaşık iki yıl sonra Mescidi Aksa’nın Avusturalyalı M.Dennis Rohan tarafından yakılması Siyonist saldırılar açısından bir dönüm noktasıydı. Bu gelişmeler üzerine 25 Eylül 1969’da Fas’ın Rabat kentinde İİT kuruldu. Siyonistler Mescidi Aksa’nın olduğu yerde Yahudi mabedlerinin bulunduğuna ve ortadan kaldırılmasının Mesih’in gelişini hızlandıracağına inanıyorlar. Saldırıda Selahattin Eyyubi’nin fetih nişanesi olarak 1787’de Kudüs’e getirttiği ahşap minber de zarar görmüştü. Türkmen atabeyi Nureddin Zengi’nin talimatıyla yapılan ve 762 yıl burada kalan minber Türk varlığının açık bir göstergesiydi.Bu yıl bir önceki yıla göre Mescidi Aksa’ya baskın düzenleyen fanatiklerin sayısında %15’lik bir artış söz konusu.İİT’nin etki gücüİİT bu önemine karşın uluslararası sistemde etkili bir aktör olmaya başaramadı. Üye ülkelerin başta Suriye, Irak ve Katar olmak üzere bölgenin güvenliğini ilgilendiren pek çok konudaki tavırları son derece manidar, hatta kimi zaman düşmanca... Bunda göstermelik birlikteliklerinin yanı sıra gelişmişlik seviyelerinin de etkisi var. Bakıldığında İİT’nin 57 Müslüman üyesi küresel araştırma harcamalarının sadece %2,5’i, patentlerin %1,6’sı ve bilimsel yayınların %6’sına sahip. Toplam GSYİH’nın ise 0,5’nden daha azını Ar-Ge faaliyetlerine ayırıyorlar. Bu ülkelerde 1 milyon kişiye düşen araştırmacı sayısı 600. Oysa bu sayı İsrail’de 9000. İsrail dünyada patent üretimi bakımından 3.sırada ve Ar-Ge harcamalarının GSYİH’na oranı %4,3 düzeyinde.Kurumsal kırmızı çizgiİİT’nin 2016-2025 yıllarını içeren programında 107 hedef ve 18 öncelikli alan bulunuyor. Bunlardan birisi de Filistin ve Kudüs. Kudüs için 1967 öncesi sınırların esas alınması gerektiği vurgusu var . Yani Yahudilerin Batı Şeria, Doğu Kudüs’ten çıkarılması ve Suriye sınırındaki Golan tepelerinin Suriye’ye ya da Filistin’e iadesi. Arap ülkeleri 2002 yılında yaptıkları açıklamada bunun gerçekleşmesi durumunda İsrail’i tanıyabileceklerini söylemişlerdi. İsrail, BM kararlarına rağmen bu toprakları elinde tutuyor.Toplantının 3 sembolik önemi bulunuyor. (1) Birleşik Krallık, 2 Kasım 1917’deki Balfour Deklarasyonu ile Filistin’de İsrail devletinin oluşturulmasını öngören projeye açıktan desteğini ilan etmişti. Hatta bunun üzerine Netanyahu, Birleşik Krallık Başbakanı May’in davetlisi olarak Balfour Deklarasyonu’nun 100. yıl dönümü kapsamında Londra’ya gitmişti. İşte Trump’un tanıma kararı Filistin ve Kudüs’ün işgalinin yıldönümüne denk geliyor. (2) Zirveye dönem başkanı olarak Türkiye’nin ev sahipliği yapacak olması. 1918’e kadar 400 yıl Osmanlının hakim olduğu Kudüs’ün İstanbul’da görüşülmesi bir başka anlam taşıyor. (3) Zirveye hangi ülkelerin hangi düzeyde katılacağı ise 1.5 milyarlık İslam Dünyasındaki “çürük elmaları” daha net ortaya çıkaracak.Ülkeler arası bölünmüşlük ve husumetin dışında Dönem Başkanı Türkiye’yi zorlayacak şeylerden birisi Mavi Marmara saldırısı sonrası 28 Haziran 2016’da İsrail ile imzalanan usul anlaşması olabilir. Zira burada “Telaviv” yerine “Kudüs”ün kayda geçirilmiş olması teknik açıdan büyük bir hatadır. Tanıma kararına karşı sert duruş göstermek isteyen Türkiye’nin önüne konulabilir.
ABD’de başlayan ve bir dönem burada kahraman olarak sunulan Rıza Zarrab’ın iddialarını içeren davanın seyri ülkemizin sadece birkaç yılını değil gelecek yönelimini de etkileyecek hayati bir öneme sahip.Belirtmek gerekir ki Zarrab’ın yaklaşık 1.5 yıl gibi bir süreye dayanan gizli servisler ile etkileşimini adım adım ABD’ye ve bugünkü davanın fotoğrafına yerleştirdiği anlaşılıyor.Söyledikleri hukuken olmasa da toplum vicdanında yarım kalmış bir irdeleyişin yeniden ve farklı formlarla gün yüzüne çıkarılmasından ibaret. Gelinen noktada birbiriyle ilişkili sayılabilecek iki amaca yönelik olduğu görülüyor. Birincisi İran’a uygulanan ambargonun delinmesi ve bunun hani usullerle gerçekleştiği meselesi. Burada Türkiye’nin üzerine gelinmesi doğru değil. Bu açık bir dayatma ve tahakküm...İşin özü söz konusu iddiaların yerindeliği, ahlakiliği ve vatandaş algısında meydana getireceği etkilerdir. Bunun toplum huzur ve barışına yansımaları olabileceği gibi iç politik etkileri de olabilir.İkincisi de burada iddia edilen ilişkiler ağından yola çıkarak Türkiye’ye bütünsel sonuçları olmaya aday bir takım yaptırımların seslendirilmesi. Özellikle ismi geçen bazı bankalar üzerinden uluslararası anlaşmaların ihlaline dayandırılarak verilebilecek cezalar Türk ekonomisini çok yakından ilgilendiriyor. Ekonomi yönetimi nasıl tedbirler geliştirir bilinmez ama böyle bir vaziyette vatandaşın günlük yaşamı doğrudan etkilenebilir.Dolayısıyla Zarrab’ın itirafçılığı ile derinleştirilen dava süreci Türkiye için milli bir mesele olma potansiyelini taşıdığı gibi iddialardaki ilişkiler, usuller ve kimi haksız kazançların doğru olma ihtimali azınlık bir grubun şahsi çıkarlar manzumesine benzetilebilir.Bugün bir çok vatandaş “ABD Türkiye’yi yargılayamaz” derken bahsettiğim bu çıkar ilişkilerinin gerçekliğini de bir yanda tutmakta ve yakın gelecekte güçlü bir şekilde sorgulamaya hazırlanmaktadır. Doğrusu salt bu çıkar ilişkilerini gündeme taşıyanlar da aynı zaman içerisinde Türkiye’nin sınır ötesinde bu davanın merkezince nasıl kuşatılmak istendiğini görecek ve anlayacaktır.Peki bu kıskaçtan nasıl çıkılabilir?Son yüzyılın en önemli düşünce adamlarından biri olan Cemil Meriç, “Politika ve Ahlak” başlığında şöyle diyor: “Kökü mazide olmayan insan memleketine yabancıdır. Maziyi idrak etmek için inanların kardeşliği, hakikati birlikte arayanların inanmışlığı lazımdır.”Yani hakikati aramak…Nasıl yapacağız bunu?Önce yukarıda bahsettiğim iki ayrı kitlenin ortaklaşmasını sağlayacağız. Sonra Türk yargısına başvurup iddiaların gerçekliğinin ortaya çıkarılması için yeni bir süreci gündemimize alacağız. Özellikle ülkenin milli meselesi olması yönüyle bize bir şantaj aracı yapılmasının önüne geçeceğiz. Afrin’i, Kerkük’ü bu işe kurban etmeyeceğiz.Fakat çıkarlar manzumesinin üzerine giderek varsa sorumluları Türk adalet sisteminin içinde irdeleyeceğiz. İvedilikle Zarrab’ın yanış ıra iddialarda akçalı ilişkilerle adı geçenlerin malvarlıklarına tedbir konulması kamuoyunun güveni açısından katkı sağlayıcı olacaktır.İnanın bu bir tarihi dönemeç ve bu dönemeci millet olarak aşmak mecburiyetindeyiz.Zira Türkiye bir kuşatma ve toplumsal bir buhranla yüzleşiyor. İndiğimiz bu noktadan yeniden yükselişe geçmek için zulme ve yalana değil doğruya ve anlayışa, korkuya ve ayrışmaya değil gerçeğe ve cesarete ihtiyacımız vardır. Çıkış yolumuz budur…
Çeşitli etkinliklere katılmak üzere birkaç gündür Kazakistan’dayız. Dış yurtlara gittiğimizde Türkiye’nin yoğun ve kırılgan gündemi içerisinde az da olsa nefes alma imkanı buluyoruz. İlk olarak merkezi Astana’da bulunan Uluslararası Türk Akademisi’nin Atalar Mirası ve Türkbarometre adlı tanıtım programına katıldık.Büyük bir eksiklikti. Zira Eurobarometre, Afrobarometre gibi uluslararası tespit ve ölçüm sistemleri var. Şimdi Türk Dünyası’da böyle bir alana kavuşuyor. Türkiye, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan ve Azerbaycan’da gerçekleştirilen araştırma sonuçları söz konusu ülkelerin devlet başkanlarına da iletilecek. Her 6 ayda ve değişik meselelerde gerçekleştirilecek. Daha önce yer almayan Türkmenistan ve Özbekistan’ın bu resmi ölçüm sistemine izin vermesi önemli. Türk Akademisinde çalışmalara katılmaları diğer kurumlarla ilişkileri de etkileyecektir.Şimdi ilk kez uygulanan Türkbarometreden bir kaç bulgu paylaşalım.- Turizm başlığında Türk Dünyasında insanların gitmek istediği ilk ülke Türkiye çıkıyor. Bu dağılım Türkiye’nin Türk Dünyası’nın merkezi olma iddiasını güncelliyor.- Türkiye ile ilgili “Kutsal olarak bildiğiniz yerler neresi?” denildiğinde Azerbaycan’da Çanakkale cevabının verilmesi ilginç. Türkiye’de ise insanlar Mekke/Medine’den sonra ÖTÜKEN’i söylüyor. Ötüken bugünkü Moğolistan sınırlarında yer alan bir vadi/yerleşim merkezi ve Göktürkler döneminin tarihsel mekanı. Herşeye rağmen Türkiye’de Türk tarihine ilginin arttığı bir dönemdeyiz.- Türkiye düşmanlarının Atatürk’ü hedef almasının sadece tarihsel nedenleri olmasa gerek. Her fırsatta söylediğimiz gibi Atatürk Türk Dünyasının çimentosudur. Türkbarometrede “Türk Dünyasında kimi tanıyorsunuz?” sorusunda %77.8 ile ATATÜRK birinci çıkarken Kazakistan Cumhurbaşkanı Nazarbayev ve Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan tüm Türk Cumhuriyetlerinde bilinirliği olan liderler...Azerbaycan-Kazakistan işbirliğiGündüz ki sunumun ardından akşam Azerbaycan büyükelçiliğine geçiyoruz ve Azerbaycan-Kazakistan ilişkilerinin 25.yılı resepsiyonuna katılıyoruz. Elçiliğe ulaştığımızda Azerbaycan Cumhurbaşkanı yardımcısı Ali Hasanov’un “Karadeniz havzası ve Güney Kafkasya Jeoekonomisi” adlı kitabının Kazak diline çevirisi tanıtılıyordu. Hasanov’un bizzat katıldığı törende iki ülke ilişkilerinin daha da artırılması konusunda herkes hemfikirdi. Eğer Türk dünyasının her alanda işbirliğini esas alıyorsak Orta Asya ve Kafkasların enerji, ticaret ve siyasette uyumlaştırılması çok önemli. Kazakistan ve Azerbaycan hayati bir konumda duruyor. Bu arada sizler için yakında Karabağ’a giderek en güncel detayları paylaşacağımızı da duyuralım.Alfabe devrimiBir diğer önemli husus bölgede ciddi yankıları olan Kazakistan’ın Latin alfabesine geçme kararı alması. Her ne kadar alfabelerde belirgin farklılıklar devam etse de Kiril alfabesinde kalan tek ülke Kırgızistan olacak. Yakın gelecekte bölgesel entegrasyon baskısıyla Kırgızlar’da buna mecbur kalacaklardır. Şimdi bu köşeden ilk kez açıklayalım. Kazakistan oldukça tepki toplayan alfabe taslağında revizyona gidiyor. Bazı sorunlu harfler düzeltiliyor. Bu düzeltmeler aynı zamanda Türk alfabesiyle uçurumu da azaltmış olacak.Belirtmek gerekir ki Türk Akademisi sadece Türkiye-Kazakistan ilişkilerinde değil Türkçe konuşulan her yere ulaşarak çalışmalar gerçekleştiriyor. Özellikle Moğolistan’daki faaliyetler gizli kalmış tarih perdesini aralıyor. Akademi Başkanı Prof.Dr. Darhan Kıdırali “dilde, fikirde, işte birlik” sözünü geleceğe taşıyor.