Geçen yılın 25 Aralık’ında devlet içindeki paralel yapının siyasi iktidara yönelik girişimi püskürtülmüştü. Ama bugün o hadiseden söz etmeyeceğim. Nasıl olsa bir yıldır konuşup durduğumuz bu konuyu konuşmak için daha çok vesile bulacağız. Baksanıza, Cemaatin emniyet içindeki örgütlenmesi üzerine yazdığı kitap yayınlandıktan hemen sonra solcu terör örgütü üyesi diye hapse atılan sağcı emniyet müdürü Hanefi Avcı için verilen ceza Yargıtay’da onandı. Öteden beri bu yöndeki kararlarıyla tanınan 9. Daire’nin kararı gösteriyor ki Cemaatin ne yargıdaki etkinliği son bulmuş durumda, ne de daha önce yapmış olduklarından dolayı bir pişmanlık duymaları... Demek ki 25 Aralık ve benzerlerini daha çok konuşacağız.Tabii bu bizim kendi yerel gündemimiz. Mesela dünya nüfusunun üçte biri için 25 Aralık’ın en büyük dinî bayramlarının tarihi olmasından başka anlamı yok. Ama kendi yerel gündemimiz açısından da başka 25 Aralıklar var. “Nereden çıktı şimdi bu” demeyecekseniz, 25 Aralık tarihinin aynı zamanda İsmet İnönü‘nün de ölüm yıldönümü olduğunu hatırlatmak isterim. İnönü ismi bugünlerde Şişli Belediyesi’ndeki tuhaf tartışmalar dolayısıyla gündemde ama İsmet Paşa’nın çok güçlü bir siyasi figür olarak Türkiye’nin yakın dönem siyasi hayatında oynadığı kritik rolün tartışılması hâlâ önemli.CHP geleneğinden gelen veya bu siyasi çizgiye yakın duran gruplar için İnönü öncelikle Atatürk’ün başlattıklarını devam ettiren “ikinci adam” olarak bir tür bayrak. CHP karşıtı gelenekten gelenler içinse tek parti rejiminin bütün olumsuzluklarını şahsında temsil eden bir şer figürü... İnönü’nün böylesine bir olumsuzluk simgesi oluşu büyük ölçüde Atatürk’e yönelik eleştirinin hem yasal yönden hem de siyasi bakımdan sakıncalı olduğu dönemlerin zorunluluğu...(Bu iki grup dışında farklı bir İnönü analizi rahmetli Attila İlhan‘a ait olandır. Nevi şahsına münhasır bir Atatürkçülük anlayışı olan sosyalist şairimize göre cumhuriyetin kuruluş döneminde yapılan bütün yanlış işlerin sorumlusu İsmet Paşa’ydı. İlh...)İşin doğrusu, aradan bunca zaman geçtikten sonra yakın tarihimizin siyasi figürlerini olumlu ve olumsuz yanlarını görmezden gelmeden, artılarıyla ve eksileriyle değerlendirebilme olgunluğuna erişmiş olmamız gerekiyor.İsmet Paşa’nın milli mücadeledeki rolü dışarıda bırakılarak sadece siyaset adamı olarak yaptıkları değerlendirilecek olursa, muhasebe defterinin“artılar” hanesinde iki büyük sevap var: Biri 1938 sonrasında ciddi bir restorasyon başlatarak Atatürk döneminde devlet yönetiminden tasfiye edilen Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Refet Bele gibi milli mücadele kahramanlarının itibarlarını iade etmesi.Diğer büyük sevabı ise Türkiye’yi ikinci dünya savaşına sokmayışı ve bu savaşın sonunda Türkiye’nin batı bloğu içinde yer alabilmesi için çok partili rejime geçilmesine iktidarı bırakma pahasına- razı oluşu...Muhasebe defterinin “eksiler” sütununa bakıldığında ise, yine iki büyük günah görüyoruz: İlki Atatürk döneminde başlatılmış olan modernleşme ve kültür devrimi politikalarının kendi milli kültürümüzün aleyhine olarak ve kimi zaman vandallıkla sürdürülmesi.Diğer büyük günahı ise 27 Mayıs darbesinde oynadığı talihsiz rol. Hem askerleri Demokrat Parti’ye yönelik darbe girişimine teşvik edici tutumu, hem de cunta üzerindeki kredisini harcamamak için- Menderes ve arkadaşlarının idamını durdurmak için çaba göstermekten imtina edişi.Görüldüğü gibi, aradan yeterince süre geçtikten sonra ve topyekûn bir değerlendirme yapıldığında bir siyasetçinin 40 yıl boyunca yapıp ettiklerinden sadece belli başlı konu başlıkları kalıyor geriye. Diğerleri yaşanmışlıklarıyla kalıyor.
Öncelikle Hıristiyan dostlarımın Noel Bayramlarını kutluyorum. (Gregoryen Ermeni dostlarımız bir hafta sonra idrak edecekler Noel’i aslında ama onlar da kutlamaları kabule diğerleriyle aynı tarihte başlıyorlar...) Biliyorsunuz, Hıristiyanların da -tıpkı biz Müslümanlar gibi- iki büyük dinî bayramları var. Biri Noel, diğeri Paskalya. Bizim bayramlar kamerî takvime göre belirlendiğinden her yıl başka bir dönemde kutlanıyor. Hıristiyan bayramları ise sabit. Noel daima kış ortasında, Paskalya ise baharda... Aslına bakarsanız, zaten tam da böyle olması gerekiyor. Çünkü bu bayramların mevsimlerle doğrudan bir ilişkisi var. Noel'in Batı Yarımkürenin büyük bölümünde binlerce yıldır kutlanan kış dönümü festivalinin, Paskalya'nın ise bahar festivalinin vaftiz edilmiş versiyonları olduğu muhakkak.Zaten başlangıçta Kilise bunları putperest gelenekleri olarak gördüğü için Hıristiyanlarca kutlanmasını yasaklamıştı. Ama yasak işe yaramadı; insanlar binlerce yıllık geleneklerini terk etmek istemedi. Bunun üzerine bazılarının Güneş Tanrısı’nın, bazılarınınsa Mitra’nın doğum günü diyerek kutladıkları kış festivali Hz. İsa’nın doğum günü olarak Kilise’nin himayesinde kutlanmaya devam etti. Aynı şekilde, binlerce yıllık bahar ekinoksu kutlamaları da Paskalya Bayramına dönüştü. (Doğu Kiliselerinin Noel günü saydığı 6 Ocak ise yine Hıristiyanlık öncesinin ritüellerinden birinin, eski Yunanlıların Işık Bayramının tarihi...)Burada kültürlerin canlılığını ve sürekliliğini görmek durumundayız. Bir dinin, bir inanç sisteminin zaafını değil... Zaten bu sadece Hıristiyanlığa özgü bir durum değil... Müslüman toplumların da İslam öncesi dönemden getirdikleri birçok geleneği İslami bir kisveye büründürerek yaşattıkları bilinen bir husus...Diğer yandan, kültürlerin çatışması bağlamında iyi bir örnek bu konuÖ Mesela bugün bizde yılbaşının kutlanmasına dinî gerekçelerle karşı çıkılması... Çünkü yılbaşı kutlamaları da başta Noel Baba olmak üzere, Hristiyan simgeleri kullanılarak yapılıyor. Bu da bir başka dinin ritüellerini benimseyip uygulamanın saçmalığı ve sakıncaları problemini beraberinde getiriyor.Oysa bizim Hıristiyan simgeleri olarak gördüğümüz unsurların tamamı Avrupa’nın pagan kültüründen gelme şeyler. Noel ağacı, Noel yıldızı, Noel Baba... Hepsi. Üstüne üstlük 'köktendinci' diyebileceğimiz Hıristiyanlar için de bu unsurlar putperestlik döneminin kalıntıları olduğu için sakıncalı. Kilise’nin vaktiyle Noel’i vaftiz ederek dinin bünyesine kabul ettiğini söylemiştik. Ama Reformasyon çağından itibaren Kilise’nin bu türden tasarrufları da daha katı bir yorum düzeyinde sorgulanır oldu. Mesela İngiltere’de bir ara 'Püriten Hıristiyanlık' anlayışına bağlı Cromwell döneminde Noel kutlamaları yasaklanmıştı. Kutlama yapanlar cezalandırılıyordu. (Bugün bile, esas olarak İngiliz ve Hollandalı Püritenlerce kurulmuş olan ABD’de Noel’den ziyade -aslında sonradan icat ettikleri- 'Şükran Günü'ne önem verilir.)Yılbaşı kutlamalarının Türkiye’nin modernleşme döneminde Hıristiyan batı kültürüne duyulan özentiyle kültürümüze ithal edildiği bir gerçek. Yılbaşı kutlamalarının Noel simgeleriyle yapıldığı da doğru. Ne var ki bazı bilinçli ve bilgili Hıristiyanların da Noel’in pagan yılbaşı simgeleri kullanılarak yapılmasından şikâyetçi oldukları bir başka gerçek. Ancak ne İslami hassasiyetler adına yılbaşı kutlanmasına karşı çıkanları ne de Hristiyanlığın kökten değerlerini esas almak isteyenleri memnun etmek sosyolojik realiteler itibarıyla zor. Kültür elbise gibi kolayca giyilip çıkarılabilen bir nesne değil.Yalnız bir de şöyle bir şey var: Noel Baba kavramı önce pagan, sonra Hristiyan kültürünün malı olsa da bugün bütün dünya üzerinde dolaşımda olan malum Noel Baba imgesinin yaratıcısı çok daha farklı bir kültür: O kırmızı-beyaz giysili tanıdık figür 1930'larda Coca Cola firmasının reklam kampanyası için üretilmiş. Yani bugün Müslüman evlerine kadar girmiş bulunan Noel Baba aslında Hıristiyan değerlerinden çok modern kapitalizmin bir simgesi.
Belki zaman zaman ben de yapıyorum bu hatayı... Cemaat adına işlenen günahlardan bahsederken bu cemaatin şöyle ya da böyle içinde veya çevresinde yer alan bütün herkesi ilzam edecek şekilde konuşuyoruz. Oysa bu insanların çoğunluğu ne olup bittiğinin farkında bile değil. Çünkü topluca cemaat diye anılan bu kitle aslında homojen bir yapıdan oluşmuyor. İç içe geçmiş çok sayıda halka gibi düşünün. Merkeze en yakın olan birinci halka bu yapının gerçek amaçlarından ve olup bitenlerden ne kadar haberdarsa en son halkada yer alan sempatizan kitle bunlardan o ölçüde habersiz olabiliyor. Zira daha fazlasını bilmeleri istenmiyor. Dolayısıyla ne emniyette, yargıda, maliyede v.s. çevrilen dolaplardan ve yakılan canlardan haberdar bunlar ne de birtakım uluslararası güçlerle al takke ver külah çevrilen dolaplardan. İdealist ve fedakâr bir grubun din ve devlet için çalıştığını düşünüyorlar...Sizin bazı kritik devlet birimlerinde cemaat kadrolaşması dediğiniz şey onlar için uzun zaman boyunca dindar vatandaşlarını dışlayan bir devlet aygıtına karşı meşru bir girişim. Hükümetle cemaat arasındaki kavgayı da son tahlilde bir iktidar çatışması olarak değil, yolsuzluk yapan siyasetçilere karşı ahlaklı devlet memurlarının mücadelesi olarak görmeye eğilimliler. Keza sizin “milli orduya kumpas” diye tanımladığınız girişimler cemaat tabanı veya sempatizanları için darbeci ve vesayetçi yapıların tasfiyesinden başka bu amaç taşımıyor. Doğrusu, kısa bir süre öncesine kadar sadece cemaat tabanı değil muhafazakâr ve demokrat kesimlerin de hem cemaat kadrolaşması uyarılarına karşı hem de özel yetkili mahkemeler eliyle yürütülen kumpaslara yaklaşımı bu minvaldeydi. Ama bir kısmı kurunun yanında yaşın da yakıldığını veya devletin milli unsurlarının hedef alındığını görüp erkenden, bir kısmı ise 7 Şubat'ta veya 17 Aralık'ta gerçek maksatlarını fark ederek fikrini değiştirdi. Cemaatle ilişkisi daha organik nitelikte olanlar, mesela bunların okullarında, yurtlarında yetişmiş olanlar veya cemaat kurumlarında çalışanlar için ise bazı şeyler ne kadar ayan beyan hale gelmiş olsa da kabul etmek, bunları “Hizmet”e kondurmak zor geliyor olmalı . Kabul etmek lazım ki bir insanın yıllar yılı inanarak içinde yer aldığı bir yapının kusurlarını görmesi giderek zorlaşır. Dahası görse bile bunları “dışarıyla” tartışmayı arzu etmez; kendi içinde yapması gereken sorgulamayı “uygun bir zamana” erteler. Ayrıca tam da bir kavganın orta yerindeyken kendi grubunu eleştirmek ihanet gibi algılanacağı için bundan kaçınır. Gülen cemaati içinde yer alan kişilerin çoğunluğu için de bu haleti ruhiyenin geçerli olduğunu düşünmek lazım. Zaten bu insanlarla birebir görüştüğünüzde “Tamam, bizim grubun da hataları, günahları var. Ama bu kadar ağır bir cezalandırmayı da hak etmiyoruz” diye savunma yapıyorlar. İlaveten, kendilerine yöneltilen suçlamaların çoğundan vaktiyle birlikte hareket ettikleri siyasi iktidarın da haberdar olduğunu iddia ederek suçlarına ortak bulmaya ve hatta masumiyetlerini ispata çalışıyorlar. Bu da herhalde psikolojik bir mekanizma... İşlenen suçların başka ortakları da bulunuyorsa, kendilerinin suçsuz sayılabileceklerini varsayıyorlar sanki... Bazıları için ise sadece basit bir taktik bu tavır... Asıl amaç, “bizi suçladığınız konularda hükümet de günahsız değil” diyerek kendilerine yönelen tepkilerin hedefini saptırmak. Birileri çıksın, “doğru ya kardeşim, asıl düşmanımız olan hükümet dururken bu zavallılarla niye uğraşalım” desinler diye... Görülen o ki bazıları bunu bilinçli yapıyor, bazıları ise içgüdüyle veya psikolojik mekanizmaların harekete geçmesiyle... Dolayısıyla bugünlerde cemaat dediğimiz yapının mensuplarına seslenirken bu iki grubu birbirinden ayırarak iki ayrı iletişim yolu kullanmak gerekir mi acaba diye düşünmekte fayda var belki...
Meselenin adını doğru koyalım. Mesele, illegal bir yapının kritik bazı kadroları ele geçirerek ülkeyi yönetmeye kalkışmasıdır. Mevcut devlet hiyerarşisinin dışındaki bir başka hiyerarşiye bağlı kadroların kendi amaçları doğrultusunda devlet kurumlarını yönetiyor hale gelmiş olmalarıdır. Ne var ki özellikle liberal-sol kesimde cemaatin devlet içinde devlet olma girişimini ciddiye almama ve olup bitenleri sadece “hükümet-cemaat çatışması” bağlamında görme eğilimi görülüyor. Hadisenin elbette hükümet-cemaat çatışması boyutu var. 17-25 Aralık girişimleri hükümeti hedef alıyor olmasaydı bu çatışmanın belki bu kadar erken yaşanması söz konusu da olmayabilirdi. Ama gerçek şu ki “biz baş edemiyoruz, bari cemaat hakkından gelsin bunların” yaklaşımı başınızı kuma gömmek demek.Erdoğan’ın dilinden ve üslubundan rahatsız olabiliriz. AK Parti iktidarının uyguladığı politikaları beğenmeyebiliriz. Hatta bunların ülkemize felaket getireceğini de düşünebiliriz. Ama cemaatin devleti ele geçirme hevesinin önünde engel olarak gördüğü kişi ve kurumları acımasızca hedef alıp yüzlerce, binlerce masum insanın hayatıyla oynamasını nasıl sineye çekelim? Hükümete yönelik yolsuzluk iddialarını tabii ki ciddiye alalım, hatta bunun takipçisi olalım. Ama bu memlekette sanki Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk gibi davalar hiç yaşanmamış gibi her şeyin miladı olarak 17 Aralık’ı kabul etmek hangi vicdana sığar? Hepsini boş verin, birtakım devlet memurlarının devletteki hiyerarşi dışındaki başka bir hiyerarşi içinde emir ve talimat alarak görev yapıyor olmaları kabul edilebilir bir durum mu?Bunları söylediğinizde, “İyi ama siyasi iktidarın hiç mi sorumluluğu yok bu işlerde?” diye bir itiraz yükseliyor derhal. “İktidarın onayıyla veya göz yummasıyla, hiç değilse aymazlığı sonucunda işlemediler mi bunca kötülüğü?” diyorlar. Evet, doğru. Siyasi iktidardan aldıkları güçle ve destekle yaptılar yaptıkları birçok şeyi. Dolayısıyla sorumlulardan bunun hesabını sormak da en doğal hakkımız. Şahsen ben 17-25 Aralık sürecinden çok önce, hatta 7 Şubat MİT krizinden de önce yazdığım yazılarda özel yetkili mahkemelerin işlediği hukuk cinayetlerinin hesabını AK Parti’nin vermek zorunda olduğunu hatırlattım.Ne var ki o günlerde cemaatçi polis ve savcıların Ergenekon sanıklarına kumpas kurduklarını, bilgisayarlara ve cep telefonlarına sahte deliller yüklediklerini vs. anlatanlar, bugün cemaatin mağdur ve masum olduğuna ikna etmeye çalışıyorlar bizi. Çünkü önemli olan siyasi iktidarın yıpranması diye düşünüyorlar. Oysa seçilmiş siyasi kadroların yaptıkları yanlışlar ne kadar vahim olursa olsun, bunlarla illegal bir yapının işlediği suçları aynı kefeye koymak doğru değil. Hükümet mensuplarının yaptıkları işlerin hem yargıda hem seçim sandığında hesabı sorulabilir. Ama Cemaat amacına ulaşsaydı yapabileceğiniz hiçbir şey olmazdı. Bunu da unutmayın...“17 Aralık’ta ortaya çıkan yolsuzluk iddialarının üzerini örtüyorsunuz” suçlaması ise daha 17 Aralık falan yokken cemaati eleştirenler için bu büyük bir hakaret. İkincisi bu yapıyı eleştirenlerin yolsuzluk iddialarını umursamadıkları ayrı bir yalan. Geçen yıl, 17 Aralık’tan hemen sonra “Hükümet’in paralel yapıya karşı haklı mücadelesine toz sürülmemesi için yapması gereken şey yolsuzluk iddialarını örtmeye çalışıyor gibi bir imaj vermekten kaçınması” diye yazdım. Hâlâ aynı görüşteyim. Ama geçen zaman içinde bu yönde doyurucu adımlar atılmadı maalesef. Diğer yandan iddialara konu olan eski bakanlara “Yüce Divanda aklanma fırsatı verilmesini” de savundum. (Vatan okurlarının en azından bir bölümü daha ne yazdığımı bilmeyebilir diye sık sık kendimden örnek veriyorum, yanlış anlamayın... )Şunu düşünün: Kamuoyu 17 Aralık Sürecinde cemaatin niyetinin yolsuzlukla mücadele olmadığını kabul etti. Geçen iki seçimin sonuçları bunu gösteriyor. Ancak yolsuzluk iddialarının büsbütün yalan mı, yoksa kısmen gerçek mi olduğu konusunda böylesi net bir karar yok. Bunun için hem “yolsuzlukları örtmek istiyorlar” suçlamasını boşa çıkararak paralel yapıyla mücadelenin meşruiyetini korumak lazım; hem de hükümet içinde yanlış işler yapmış birileri varsa onların günahının bütün bir camianın omuzlarına yüklenmesine izin vermemek lazım.Haksız mıyım?
Benim açımdan üzerinde konuşulması zor konulardan biri, Gülen medyasındaki meslektaşlarımızın başına gelen hadise... Öncelikle, her ne olursa olsun, basın mensuplarının gözaltına alındığı bir ülke görüntüsü vermekten mümkün olduğunca kaçınılması gerektiğini düşünüyorum. İkinci olarak, “paralel yapı”ya karşı sürdürülen haklı mücadelenin haksız mağduriyetler doğurmamasına dikkat edilmesi gerektiğini savunuyorum. Vaktiyle cemaat eliyle yürütülen Ergenekon vb. davalarda kurunun yanında yaşın da yanmasına itiraz ettiğimiz gibi... Ayrıca bu kişilerle sadece meslektaş olmaktan kaynaklanan bir tür dayanışma duygusu da çoğumuzun yaklaşımını ister istemez etkiliyor.Ancak dün yargıya hükmederken bugün yargının karşısına zanlı sıfatıyla çıkmış bulunan grubun topyekûn aklanması anlamına gelecek bir sahiplenme girişimi de beklenmemeli gazetecilerden. Sadece bugün yargı önüne çıkarılan kişilerin geçmişte kendi meslektaşlarını hedef alan operasyonlar sırasında yaptıklarından dolayı değil... Ahmet Şık, Nedim Şener gibi gazeteciler yazdıkları kitaplardan dolayı cezaevine atıldığında “Bu kişilerin yargı kararı belli olmadan suçsuz ilan edilmeleri doğru değil” diye yazılar yazmaları da değil tek sebep... Bu yapılanlara itiraz eden meslektaşlarını “Yazdıklarına dikkat etsin. Ahmetlerin, Nedimlerin durumundan ders alsın” diye üst kapalı şekilde “uyardıkları” için de değil...(Başkalarını bilemem ama ben o dönemde yazdıklarımdan dolayı biri polis şefi, diğeri gazete yöneticisi olmak üzere iki kişiden aşağı yukarı aynı içerikte iki ayrı uyarı mesajı aldım. Diğer “dostane” uyarıları saymıyorum...)Dün gözaltına alınan Gülen Medyası mensubu kişilerin hukuki anlamda suçlu sayılıp sayılamayacaklarını söyleyebilecek durumda değilim. Zaten bunu söylemek bir gazete yazarına düşmez. Kendimizi yargının yerine koyup hiç kimseyi suçlu ya da suçsuz ilan edemeyiz... Yani, kendilerinin geçmişte başka meslektaşlarımız için söyledikleri gibi, “yargı sonucu belli olmadan suçsuz ilan edilmeleri doğru değil” diyemiyorum. Tam aksine kendilerine yöneltilen suçlamalardan aklanmalarını diliyorum. Ayrıca vaktiyle başkalarına yaptıklarının şimdi kendilerine yapılmasını da arzu etmiyorum. Dolayısıyla şimdi bazı arkadaşlara “Ekremlerin, Hidayetlerin durumundan ders alsınlar” diye haber göndermek niyetinde değilim. Ne var ki gözaltına alınan kişiler görünüşte meslektaşlarımız diye bu kişilerin bağlı oldukları yapının bu ülkeye yaptığı kötülüklerin cezasız bırakılmasını da, bu yapının bir tehdit unsuru olarak başımızın üzerinde sallanıp durmaya devam etmesine de onay verecek değiliz.Polis okullarının sınav sorularını çalmaktan başlayarak ahlakdışı kumpaslarla emniyet teşkilatını ele geçirmek için kendilerinden olmayanların hakkını gasp etmelerine onay verilemeyeceği gibi... Ele geçirdikleri emniyet ve yargı gücünün imkânlarını kullanarak birtakım insanların evlerine silah, bilgisayarlarına doküman yerleştirip ülkenin millî kurumlarında tasfiye operasyonları yapmalarına onay verilemeyeceği gibi... İşlerine gelmeyen içerikte kitap yazan kişileri yine uyduruk suçlamalar ve sahte kanıtlarla hapishanelere doldurmalarına onay verilemeyeceği gibi... Düşman veya rakip gördükleri kişilerin yatak odalarına kamera yerleştirip mahrem görüntülerini elde ederek siyasî ve ticarî şantaj için kullanmalarına onay verilemeyeceği gibi... Kendi devletlerinin millî sırlarını ele geçirip yabancı güçlere servis etmelerine onay verilemeyeceği gibi... Ve belki en önemlisi, bütün bu işleri Allah adına yaptıklarını ileri sürerek aralarına aldıkları tertemiz insanları aldatıp inançlarını istismar etmelerine onay verilemeyeceği gibi...
Abdullah Öcalan 21 Mart 2013’de Diyarbakır’daki Nevruz kutlamalarında okunan mesajında “Bugün yeni bir dönem başlıyor. Silahlı direniş sürecinden demokratik siyaset sürecine kapı açılıyor demiş ve “Artık silahlı unsurlarımızın sınır ötesine çekilmesi aşamasına gelinmiştir” diye örgütüne çağrı yapmıştı. Haddizatında İmralı’yla yürütülen görüşmelerde Çözüm Süreci’nin olmazsa olmazı olarak silahlı unsurların sınır dışına çekilmeleri yönünde bir mutabakat sağlanmıştı. PKK bu adımı attıktan sonra diğer konuların görüşülmesine sıra gelecekti.Ama bildiğiniz gibi Kürt Siyasi Hareketi bu yöndeki taahhüdünü yerine getirmedi. Tam aksine silahlı gücünü özellikle sivil halk üzerinde baskı aracı olarak kullanarak köylerde, şehirlerde kurduğu ‘paralel hükümet’ birimleri daha da pervasızlaştı bu son süreçte. PKK adına kurulan sözde mahkemelerde insanlar yargılanıyor, işadamlarından vergi adı altında haraç toplanıyor, hatta kamu ihalelerine kimin gireceğine bile karar veriliyor.Buna karşı Başbakan Davutoğlu’nun Çözüm Süreci’nin devamı için ‘önce kamu düzeni’ şartını ‘devletin kırmızı çizgisi’ olarak ilan etmesi son derece yerinde bir tepkiydi. Cemaat’in paralel bürokrasi oluşturması tehdit sayılırken PKK’nın bölgedeki paralel yönetim aygıtı görmezden gelinemezdi herhalde.Diğer yandan Süreç’te ikinci ‘kırmızı çizgi’ silahlı unsurların sınır dışına çekilmesi... Siyasi Kürt Hareketi geçen sürede bu taahhüdünü yerine getirmekten imtina etti, çünkü tam da bu dönemde Suriye iç savaşı dolayısıyla ortaya çıkan yeni fırsatlara tamah etti... Hatırlayacağınız üzere, Suriye’nin kuzeyinde üç ‘kanton’ bu bölgedeki siyasi otorite boşluğundan yararlanan PKK’nın Suriye kolu PYD’nin eline geçiverdi. Bu gelişme Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak isteyen Şam rejiminin planlı bir oyunu muydu, bilinmiyor. Ama bilinen şu ki Türkiye’deki Kürt Siyasi Hareketi’nin bütün ayarları bir anda bozuldu. Zira yıllardır hayalini kurdukları bağımsız Kürdistan’ın gerçekleşmesi fırsatı bulduklarını düşünüyorlardı. Dolayısıyla artık ‘getirisi sadece Türkiye’deki Kürtlere demokratik haklar verilmesinden ibaret olan’ çözüm sürecine de muhtaç değillerdi...Kobani ile dayanışma adı altında sergilenen taşkınlıklar ve bilhassa 6-7 Ekim vahşeti aslında Siyasi Kürt Hareketi’nin çözüm süreci konusunda şartların yeniden konuşulması talebini devlete iletme yöntemiydi. Ancak devlet ‘şartlar değişmedi, kırmızı çizgilerimiz yerinde duruyor’ mesajıyla buna karşılık verdi. Üstelik ‘Rojava Devrimi’ konusunda ümit bağladıkları uluslararası dengelerin de umdukları yönde şekillenmeyeceğini az çok gördüler. Bunun üzerine çözüm sürecinden vazgeçilemeyeceğini anladılar.Bir de şu var: Kürt Siyasi Hareketi açısından Çözüm Süreci’nin vazgeçilmezliği büyük ölçüde Öcalan’ın kişisel durumundan kaynaklanıyor. Bu hareketi “içinde doğduğum çaresizliğe, bilgisizliğe, köleliğe karşı bireysel isyanımla başlayan bu mücadele...” diye anlatan Öcalan için Çözüm Süreci öncelikle kendisinin cezaevi koşulları ve bir gün serbest kalabilme imkânı anlamına geliyor. Bu bakımdan devletin elindeki en önemli koz Öcalan’ın cezaevinde oluşu...Çözüm sürecinin geleceği açısından en ciddi problem ise ‘siyasi kanat’ HDP’nin ‘silahlı kanat’ karşısında fazlasıyla güçsüz oluşu. Oysa Kürtlerin taleplerini elindeki silahtan güç alan gruplar değil, halkın verdiği temsil yetkisinden güç alan gruplar dile getirebilseydi işler daha sağlıklı yürüyebilirdi.Siyasi kanat üyelerinin bir gün çıkıp ‘yol haritamızda özerklik var’ derken, ertesi gün ‘hayır, özerklik konusu asla gündemimizde değil’ açıklaması yapmak zorunda kalmaları aslında kendilerine ait iradelerinin olmadığını gösteriyor. Özerlik gibi bir yanlıştan geri adım atmaları olumlu tabii. Ama halkın iradesini temsil etme misyonu olan bir grubun bu kadar iradesiz olması temsil ettiğini iddia ettiği kitle bakımından talihsizlik...
Osmanlıca tartışması sayesinde hiç olmazsa kendi dilimizle ve kültürümüzle ilgili bilmediklerimizi öğrenme fırsatı çıktı önümüze. Bu fırsatı değerlendirelim! Öncelikle öğrenilmesi gereken husus şu: Osmanlıca terimini bir çeşit “galat-ı meşhur” olarak kullanıyoruz. Gerçekte -bazılarının zannettiği gibi- Osmanlıca diye ayrı bir dil yok. Arap harfleriyle yazılan Türkçe var. (Osmanlıca adlandırması devletin resmi diline Türkçe demek istemeyen Tanzimat modernistlerinin icadı. İmparatorluk yapısı içindeki dinî ve etnik unsurları bir arada tutmak için İslam ve Türk ifadeleri yerine her alanda Osmanlı adlandırmasının kullanılmaya çalışıldığı dönemden bir hatıra...)Klasik dönemin edebi ürünlerinde ve bürokratik yazışmalarda Arapça ve Farsça kelimelerin bolca kullanılması, hatta tamlamaların bu dillerin kurallarına göre yapılması bir şey değiştirmez. Gramer ve sentaks değişmediği sürece dilin yapısı değişmez. Alfabeyle hiç değişmez. Yani büyükbabalarımızın ve büyükannelerimizin bundan yüz yıl önce bizim konuştuğumuz dilden farklı bir dil konuşmadıklarını bilmemiz lazım. Keza yirminci yüzyıl başlarında kullanılan yazı dilinin de bugünkü Türkçeden çok farklı olmadığını bilenler biliyor. Örneğin Ömer Seyfettin’in hikâyelerini, Hüseyin Rahmi’nin romanlarını hatırlayın...Bu vesileyle kendi kültürümüzle ilgili yeni bir şeyler öğrenmiş olmak bardağın dolu tarafı... Ama bir yandan da meselenin siyasetin konusu olmasının toplumda doğurduğu huzursuzluk var. Sözgelimi belirli bir kesimde “bu işin sonu nereye varacak” sorusuyla birlikte “bunlar yakında Latin harflerini kaldırıp yeniden Arap alfabesini getirirler...” kaygısı da baş gösterdi. Ne var ki bu gereksiz bir korku. Harf devrimi adını verdiğimiz alfabe değişikliği nüfusumuzun yüzde onunun okuryazar olduğu bir dönemde gerçekleşti. Yani zaten çok az sayıda insanı ilgilendiriyordu. O günün otoriter devlet aygıtı eliyle ve kimsenin fikri sorulmadan gerçekleştirildi. Bugün buna imkân yok. Bu bir. İkincisi, harf devriminin uygulanışında geçmiş kültürümüze karşı hoyratlıklar da sergilendiğinden bugünkü toplumun, özellikle de muhafazakâr kesimin kolektif hafızasında nahoş bir hatırası olduğu doğru. Ama harf devriminin asıl gerekçesi olan “batı uygarlığı içinde yer almak” hedefi muhafazakârların da vaz geçebilecekleri bir hedef değil. (Çünkü bu konu “milletin tarihteki yürüyüşü”nün yönüyle ilgili...) Hatta bugünkü muhafazakârların gönüllerinde ayrı bir yeri olan II. Abdülhamit Latin alfabesine geçmeyi Atatürk’ten önce düşünmüştü.Demek ki “Latin harflerini bırakıp Arap harflerine döneceğiz” kaygısı, bazılarımızın “Yakında erkeklerin dört karısı olacak” beklentisi kadar boş. Yani meseleyi paranoya boyutuna taşımaya gerek yok. Liselerde Osmanlıcanın hiç değilse seçmeli ders olmasına kimse itiraz etmediğine göre bu iş nasıl yapılırsa daha sağlıklı sonuç alınabilir diye düşünüp tartışalım. Kendi adıma, konu ilk gündeme geldiğinde bu dersin gerekli olduğunu ama zorunlu olmasının gereksiz olduğunu söyledim. Öyle görünüyor ki bu noktada bir konsensüs oluştu. Hükümetin görüşü de bu doğrultuda. Bu haliyle de tartışılacak fazla bir yanı yok konunun. Ama siyaset açısından durum o kadar basit değil. Orada kazananlar ve kaybedenler olacak ne de olsa. İktidar partisi Osmanlıca tartışmasından kazançlı çıkan taraf... Çünkü tek başına “Osmanlı” sözcüğünün bile toplumun genelinde olumlu karşılığı var. Dolayısıyla Osmanlıcaya karşı olmak siyaseten doğru bir pozisyon değil. Oysa ana muhalefet partisi her zamanki gibi yanlış bir pozisyonlanmayla toplumun tarihî ve kültürel değerlerine karşıymış gibi bir görüntü verdi. “Ortaçağ Karanlığı” vb. problemli ifadelerle dile getirilen itiraz toplumun genelinde olumlu karşılık bulamayacağına göre tartışmanın kaybedeni de belli.
Babıali, biliyorsunuz, iç içe odalardan oluşan büyük bir eve benzetilir. Gazeteciler zaman zaman bir odadan diğerine taşınırlar. Vatan Gazetesi de güzel tefriş edilmiş, ferah odalarından biri bu büyük evin. Bugün bu odadan selamlıyorum “hane içindekileri”. Ev sahibimize, yani okurlara can ü gönülden “hoş bulduk” diyerek...Selamlama faslından sonra “acaba nereden başlasak” diye fazlaca düşünmeye gerek yok galiba. Türkiye’de gazete yazarının konu sıkıntısı olmaz. Çünkü belki de bu büyüklükteki hiçbir ülkenin aynı anda karşılaşması düşünülemeyecek kadar çok ve çetin problemleri var ülkemizin. Ama işin daha da vahim tarafı şu ki gazete köşesinden dünyaya nizamat veren bizlerin yazıp çizmemizle düzelecek ölçekte de değil bu problemler! Şaka bir yana, Türkiye’nin problemlerinin büyüklüğü esasen bu ülkenin kendi büyüklüğünün ve ulaşmak istediği hedeflerin büyüklüğünün sonucu. Diğer yandan imkânlarımız ve avantajlarımız da büyük.Gerçi bugün toplumdaki kutuplaşma, siyasetteki gerilim hepimizin canını sıkan olgular. Bu yüzden ülkedeki sosyal kesimler arasında uyumun ve milli birliğin idame ettirilebilmesi adına endişeleniyoruz. Ama sadece birkaç yıllık kısa bir zaman dilimi uzun insanlık tarihi içinde ihmal edilebilir ölçüde önemsizdir. Milletlerin akıbetleri de uzun tarih yürüyüşleri çerçevesinde değerlendirilmelidir. Böyle geniş bir perspektiften bu milletin tarih içindeki yürüyüşüne baktığımızda bugünümüzün dünden daha iyi olduğunu göreceğimiz gibi yarının da bugünden daha iyi olacağını ümit edebiliriz. Çünkü insanlık ta en başından bu yana bir tekâmül çizgisi içinde ilerliyor. Devletler, toplumlar, medeniyetler çevrimsel olarak bir süre sonra tıpkı insan ömrü gibi- başladıkları yere dönüp sahneden çekiliyorlar ama insanlık bir bütün olarak geriye gitmiyor. Manevi kazanımlar ve değerler ortadan kaybolmuyor; kurumlar ise başka adlar altında bazen eskisinden bile daha güçlü şekilde varlıklarını devam ettiriyorlar.Üstüne üstlük Türkiye bu anlamda ilk çevrimini tamamlayıp zeval noktasına ulaşan Osmanlı asırlarından sonra ikinci çevrimini yaşıyor. Yani ilk turu bitirdik, ikinciye başladık. İhtişamı yaşadık, sonra bozulmayı ve gerilemeyi ve nihayet zevali gördük. Şimdi ikinci defa tırmanışa geçtik. Bir önceki tecrübemizden elimizde kalan ve bu yeni dönemde yol boyunca biriktirdiğimiz imkânlar bize ciddi bir avantaj da sağlıyor. Bunu da görelim. Dolayısıyla bardağın hep boş kısmına bakıp moralimizi bozmayalım.Türkiye gerek ekonomik anlamdaki gelişmişliğiyle, gerekse -bütün noksanlarına rağmen- demokratik yapısıyla etrafındaki bütün ülkelerden daha ileri seviyede. Bazılarımız bunu cumhuriyetin ve laikliğin sağladığını düşünüyor. Evet, 1923 modernleşme tarihimizde çok önemli bir kırılma anı. Ama rejim değişti diye -veya rejimin adı değişti diye- sosyal yapı baştan aşağı değişmiyor. Türkiye’nin bugün sahip olduğu avantajlar da esas olarak tarihî birikimine bağlı. Daha Fatih devrinde aristokrasinin tasfiye edilip merkeziyetçiliğin inşasıyla başlayan, gerileme asırlarından sonra ise Tanzimat’la merkeziyetçiliği restore eden, 1877’de parlamentosunu kuran, 1908’de ilk serbest seçimleri gerçekleştiren bir devlet geleneğinden söz ediyoruz. Osmanlı saltanatının küllerinden doğan Türkiye Cumhuriyeti’nin de, sanıldığı gibi köksüz olmadığı için, bugün bölgesinde rakipsiz bir enerjiyi temsil etmesi tesadüf değil.Demek ki karşı karşıya olduğumuz temel sorunları günlük gelişmelerden ayırarak ve büyük fotoğraf içindeki yeri itibarıyla değerlendirmemiz lazım. Selin gidip kumun kalacağını unutmamamız lazım. Ülkemizin ve milletimizin yarınının bugününden daha iyi olacağından ümidi kesmememiz lazım. Çünkü insanlığın tarihteki yürüyüşünün daima gelişme yönünde ve olumluya doğru olduğuna inanmamız lazım.Benim, olumlu ya da olumsuz, ülkede ve dünyada bütün olup bitenlere karşı değişmez bakış açım budur.Tekrar hoş bulduk...