Osmanlıca tartışması sayesinde hiç olmazsa kendi dilimizle ve kültürümüzle ilgili bilmediklerimizi öğrenme fırsatı çıktı önümüze. Bu fırsatı değerlendirelim! Öncelikle öğrenilmesi gereken husus şu: Osmanlıca terimini bir çeşit “galat-ı meşhur” olarak kullanıyoruz. Gerçekte -bazılarının zannettiği gibi- Osmanlıca diye ayrı bir dil yok. Arap harfleriyle yazılan Türkçe var. (Osmanlıca adlandırması devletin resmi diline Türkçe demek istemeyen Tanzimat modernistlerinin icadı. İmparatorluk yapısı içindeki dinî ve etnik unsurları bir arada tutmak için İslam ve Türk ifadeleri yerine her alanda Osmanlı adlandırmasının kullanılmaya çalışıldığı dönemden bir hatıra...)
Klasik dönemin edebi ürünlerinde ve bürokratik yazışmalarda Arapça ve Farsça kelimelerin bolca kullanılması, hatta tamlamaların bu dillerin kurallarına göre yapılması bir şey değiştirmez. Gramer ve sentaks değişmediği sürece dilin yapısı değişmez. Alfabeyle hiç değişmez. Yani büyükbabalarımızın ve büyükannelerimizin bundan yüz yıl önce bizim konuştuğumuz dilden farklı bir dil konuşmadıklarını bilmemiz lazım. Keza yirminci yüzyıl başlarında kullanılan yazı dilinin de bugünkü Türkçeden çok farklı olmadığını bilenler biliyor. Örneğin Ömer Seyfettin’in hikâyelerini, Hüseyin Rahmi’nin romanlarını hatırlayın...
Bu vesileyle kendi kültürümüzle ilgili yeni bir şeyler öğrenmiş olmak bardağın dolu tarafı... Ama bir yandan da meselenin siyasetin konusu olmasının toplumda doğurduğu huzursuzluk var. Sözgelimi belirli bir kesimde “bu işin sonu nereye varacak” sorusuyla birlikte “bunlar yakında Latin harflerini kaldırıp yeniden Arap alfabesini getirirler...” kaygısı da baş gösterdi. Ne var ki bu gereksiz bir korku. Harf devrimi adını verdiğimiz alfabe değişikliği nüfusumuzun yüzde onunun okuryazar olduğu bir dönemde gerçekleşti. Yani zaten çok az sayıda insanı ilgilendiriyordu. O günün otoriter devlet aygıtı eliyle ve kimsenin fikri sorulmadan gerçekleştirildi. Bugün buna imkân yok. Bu bir. İkincisi, harf devriminin uygulanışında geçmiş kültürümüze karşı hoyratlıklar da sergilendiğinden bugünkü toplumun, özellikle de muhafazakâr kesimin kolektif hafızasında nahoş bir hatırası olduğu doğru. Ama harf devriminin asıl gerekçesi olan “batı uygarlığı içinde yer almak” hedefi muhafazakârların da vaz geçebilecekleri bir hedef değil. (Çünkü bu konu “milletin tarihteki yürüyüşü”nün yönüyle ilgili...) Hatta bugünkü muhafazakârların gönüllerinde ayrı bir yeri olan II. Abdülhamit Latin alfabesine geçmeyi Atatürk’ten önce düşünmüştü.
Demek ki “Latin harflerini bırakıp Arap harflerine döneceğiz” kaygısı, bazılarımızın “Yakında erkeklerin dört karısı olacak” beklentisi kadar boş. Yani meseleyi paranoya boyutuna taşımaya gerek yok. Liselerde Osmanlıcanın hiç değilse seçmeli ders olmasına kimse itiraz etmediğine göre bu iş nasıl yapılırsa daha sağlıklı sonuç alınabilir diye düşünüp tartışalım. Kendi adıma, konu ilk gündeme geldiğinde bu dersin gerekli olduğunu ama zorunlu olmasının gereksiz olduğunu söyledim. Öyle görünüyor ki bu noktada bir konsensüs oluştu. Hükümetin görüşü de bu doğrultuda. Bu haliyle de tartışılacak fazla bir yanı yok konunun. Ama siyaset açısından durum o kadar basit değil. Orada kazananlar ve kaybedenler olacak ne de olsa. İktidar partisi Osmanlıca tartışmasından kazançlı çıkan taraf... Çünkü tek başına “Osmanlı” sözcüğünün bile toplumun genelinde olumlu karşılığı var. Dolayısıyla Osmanlıcaya karşı olmak siyaseten doğru bir pozisyon değil. Oysa ana muhalefet partisi her zamanki gibi yanlış bir pozisyonlanmayla toplumun tarihî ve kültürel değerlerine karşıymış gibi bir görüntü verdi. “Ortaçağ Karanlığı” vb. problemli ifadelerle dile getirilen itiraz toplumun genelinde olumlu karşılık bulamayacağına göre tartışmanın kaybedeni de belli.