Geçtiğimiz hafta ülke gündemi alt üst oldu. CHP lideri Deniz Baykal’ın özel hayatıyla ilgili kaseti konuşmaya başladık... Öncelikle Deniz Bey’in istifa kararı sizce doğru bir karar mı? Bu kararı hızlı mı aldı? Bu Sayın Baykal’ın kendi kişisel tercihi. Sanırım yakın çevresiyle almış olduğu bir karardır. Bizim de bu karara saygı duymamız lazım. Onurlu bir davranış olarak görüyorum. Hem şahsını hem de partisini tartışma ortamı içinde bırakmaması doğru bir davranış. Bu istifanın Türkiye siyaseti için de hayırlı olmasını dileriz.* Bu kasedi kimler ortaya çıkardı sizce? Aslı nedir, komplo mu gerçek mi, bunu da tam bilmiyoruz. Ancak CHP’nin geleceğiyle ilgili tavsiyelerde bulunabiliriz. * İstifadan sonra CHP örgütü “Geri dön” çağrısı yapıyor. Dönerse ne olur Deniz Baykal? Tekrar geri dönmesini sağlayacak bir girişimin Baykal’a karşı yapılabilecek en kötü girişimlerden biri olacağını düşünüyorum. Hafızalarda bu olayın, istifa şokunun izleri yeniyken tekrar başa dönmesini istemek onun iradesine de yapılmış bir saygısızlık olur. Bu yüzden de CHP’nin hassasiyetlere dikkat etmesi gerekiyor. Baykal ve çevresinin bu hassasiyetlere dikkat edeceğini düşünüyorum. Türkiye solu bundan nasıl etkilenir, neler olur bunları izleyeceğiz. * İnsanların, politikacıların özel hayatına bu şekilde giriliyor olması size ne düşündürüyor? “Her yerde dinleniyor ve izleniyor olabilirim” endişesi taşıyor musunuz? Büyük Birader (Big Brother) George Orwell’ın 1940’larda yazdığı 1984 romanında olduğu gibi... Siyasetçilerin gizlisi saklısı olmaz. Gizli sözü, çift gündemi olmamalı siyasetçinin. Her günün her dakikasının izleniyor olduğunu bilmesi lazım bir siyasetçinin. * Bu çok özeli ama...İşin bu yanı da çok tedirgin edici. Bunu kimin yaptığı mutlaka bulunmalı. Kimse böyle bir kaset yok demedi. Baykal, pensİlvanya vurgusunu bİr bİlgİye dayanarak yaptI* Deniz Baykal’ın istifa açıklamasında Pensilvanya vurgusu sizi şaşırttı mı? Hangi bilgilerle bunu söyledi bilemiyoruz. Çok iyi dinledim kendisini, yüz ifadesine çok dikkat ettim. Bir bilgiyle söylediğini düşünüyorum. Telefonda konuşmamış ama bir bilgiyle konuşmuş olmalı. * Bu sözlerle Gülen yanımda mı demek istedi AKP’ye, hükümete? Niye Pensilvanya’yı yanına alıp Hükümet’i, Başbakan’ı karşısına aldı? Evet, bu çok konuşuluyor. Maalesef Türkiye bu tip olaylar üzerinden siyasi kamplaşmayı becerebilen bir ülke. Hatırlarsınız biz Bülent Arınç’a suikast olayını da haftalarca konuştuk, tartıştık. Gerçekten var mıydı yok muydu suikast planı bilemiyoruz. Şimdi de bu gerçekten böyle bir durum var mı yok mu bilmiyoruz. Bu milletin hakkı gerçeği bilmek. * Öğrenebilecek miyiz? Devleti yönetenlerin vazifesi bu iddiaları ortaya koyanları bilmemizi sağlamaktır. Hükümet bu işin arkasındakileri ortaya çıkarmalı. Milletle paylaşmalı. Gülen cemaatİnden bazI kİŞİlerle Baykal’In konuŞmasI doĞru * Gülen Cemaati’nin CHP’ye yakınlaştığı şeklinde bir izlenim oluştu. Kutlu Doğum Haftası konuşmasından sonra da bu konu çok konuşulmuştu. Siyasi partiler ve cemaatler farklı kulvarlarda faaliyet gösteriyor. Cemaatler ve partiler birbirlerinin rakibi değildir, birbirleriyle ittifak yapan kuruluşlar olarak gösterilmelerini doğru bulmuyorum. * CHP ve Gülen Cemaati’nin ilişkilerini takip etmiyor musunuz? İlişkileri nasıl bilmiyorum. CHP’nin Hoca Efendi’nin cemaatiyle bir ilişkisi var mı yok mu bilemiyorum. Ama Hoca Efendi’nin cemaatinin içinden bazı kişilerle Sayın Baykal’ın ve ekibinin oturup konuşmalarını doğru bulurum. Bunlar organik ilişki ve yönlendirme işine girerse bu tasvip edilmez. Öncelikle Deniz Baykal’ın bunu paylaşmasının, söylemesinin bir nedeni olmalı. Bunu yaparken de hükümeti karşısına aldı. Ne maksatla söyledi belki de zaman içinde göreceğiz. Demokratik açılım BAŞBAKAN’IN çöp kutusunda * Deniz Baykal’ın istifası AKP’yi etkiler mi? Etkiler. Deniz Baykal’ın istifası AKP’yi de etkiler. Dengeleri bozar, çünkü Tayyip Erdoğan’ın dengi Deniz Baykal’dı. Bir anlamıyla Tayyip Erdoğan tersini, gölgesini kaybetmiş oldu. * İktidar ve muhalefet Demokratik Açılım’ı masaya yatırmadı. “Son dönemde sivilleşiyoruz, çektiğimiz acılar bu yüzden” diyoruz. Ama hâlâ partiler demokratik değil... Nasıl başaracağız sivilleşmeyi, demokratikleşmeyi? AKP hiçbir hazırlık yapmadan bu işe girdi. Olağanüstü endişelerin ortaya çıktığı bir dönem oldu. Ayrıca MHP ve CHP’nin niçin direttiğini, buna karşı olarak neyi önerdiğini bilmiyoruz. BDP de o zaman DTP’ydi, İmralı’yı işaret etti. Öncelikle Anayasal reformlarla başlamaları gerekiyordu. Onlar topu taca attılar. Korkarım iş sümenin altına konulacak, gördüğümüz şu, bu konu Başbakan’ın masasının altındaki çöp kutusunda. Anayasa değişikliğini de konuşamadık...* Başkanlık sistemi önerisine siz de destek mi veriyorsunuz? Siyasette en kötü tavır kendine demokratlık. Türkiye’de 2002’den istediği her şeyi yapma olanağına sahipti AKP ama reform sürecini başlatmadı. Kendine demokrat tavrı benimsediler. Anayasa, Siyasi Partiler Yasası, Seçim Yasası ve Meclis İç Tüzüğü demokratikleşmeden başkanlık sistemi kabul edilirse büyük yanlış olur. Askeri idare topu tüfeği ile millet idaresinin yüzde yüzünü iptal ediyor. Bu sistem de millet iradesinin yüzde 45’ini ya da 20’sini iptal ediyor. FaŞİST BİR YAPI ÜZERİNDEN BAŞKANLIK SİSTEMİ KURULAMAZ * Temsilde demokrasi sağlanmadıkça, yani baraj inmedikçe olmaz diyorsunuz... Evet. İster yüzde 1 ister yüzde 51 oy alsın bu değişmez. Hem demokrat olduğunu söyler hem de Kenan Evren’in 12 Eylül’de söylediği, “Efendim biz yüzde 10 barajını kaldırırsak siyasi istikrarsızlık olur” derse bu kendine demokratlıktır. Hükümet kendine demokrat. Yine de her şeye rağmen şunu söylüyorum, Türkiye normalleşecek. Kutuplaşma, kamplaşma üslubunu yürütenler itibar görmeyecek. Biz başkanlık sisteminin doğru olduğunu düşünüyoruz ancak bizim sistemimiz demokratik değil. Anayasa, Siyasi Partiler Yasası ve Meclis İç Tüzüğü üzerinden başkanlık sistemi kurmak seçilmiş diktatörleri ortaya koyar. Faşist bir yapı üzerinden başkanlık sistemi kurulamaz. ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ maddesi değişmeli* Referandum Eylül’de yapılacak, bu referandum AKP’nin güven oylaması gibi algılanabilir mi? Böyle olursa bu ülkede kalıcı toplumsal kamplaşma tohumları atılmış olur. Bu konuya gelmeden önce iki konunun altını çizmek isterim. Anayasa’nın ruhunun millet egemenliğine açılması lazım. Mevcut Anayasa’da iki madde var, bunlar katı devletçi ruhu ortaya koyuyor. Bunlardan biri şu: Egemenlik kayıtsız şartsız miletindir, millet bu egemenliğini anayasal kurum ve kuruluşları vasıtasıyla kullanır. Bizim temel meselemiz bürokratik oligarji değil mi? Hadi gel bunu değiştir. * Nasıl değişecek? “Egemenlik kayıtsız şartsız miletindir, millet bu egemenliğini seçilmiş kurum ve kişiler vasıtasıyla kullanır.” Tanzimat’tan beri bize anayasaları dayatanlar “Siz bu toprakların kiracısısınız” diyor. “Biz elitler oturur Anayasa’yı yaparız, kira kontratı gibi de önünüze koyarız” diyorlar. Oysa tapu millette olmalı. Türkiye birkaç sene içinde çözecek bu işleri. * Umutlusunuz? Evet. Türklerin, Kürtlerin, Alevilerin, Sunnilerin, zenginlerin ve yoksulların temsil edildiği bir sisteme kavuşacağız. Bunu yapamazsak millet devlet uyuşmazlığı artar, kurumlar arasında kavgalar büyür. İkinci konu da Anayasa’daki, “Devletin ülkesiyle milletiyle bölünmez bütünlüğü” ifadesi...* Bu nasıl değişmeli? Bir devletin ülkesi ve milleti olmaz. Bir milletin ülkesi ve devleti olur. Aslolan millettir. Milletin devleti olur. Bu topraklarda asırlardır yaşıyoruz, devletler geldi gitti. * Peki AKP referandumu güven oylamasına dönüştürür mü?Önümüzdeki referandumu bir siyasi parti oylamasına dönüştürmesi hata olur. Yani AKP’yi oylatacak kampanya haline gelirse çok net söylüyorum, sonuç ne olursa olsun bu AKP’nin sonunun başlangıcı olur. Aynen Özal gibi olur. Önümüzde 1987 referandumu örneği var. Karşısında 4 lider vardı Özal’ın, tek başına yüzde 50 oy aldı neredeyse. Başarı elde etti o referandumda ama o referandumdan sonra ANAP eridi. AKP bunu siyasi kamplaşma vesilesi yapacak gibi görünüyor. * Siz ‘evet’ diyeceksiniz...Evet. CHP de bir kere de olsa milletin iradesiyle kavga etmesin. CHP bunu Anayasa Mahkemesi’ne götürme tavrına girerse bu da AKP’nin ekmeğine yağ sürer, AKP’nin değirmenine su taşımış olurlar. SAADET PARTİSİ GENEL BAŞKANI NUMAN KURTULMUŞ Saadet Partisi Genel Başkanı Numan Kurtulmuş siyasette dikkat çeken biri. Farklı bir üslubu var. Sabırlı, sakin bir kişilik. Alışık olduğumuz politikacı portrelerinden farklı. Öğretim üyeliği kimliğinden kaynaklanıyor olmalı, açıklayıcı bir anlatım biçimi var. 28 Şubat’tan sonra aktif siyasete atılmaya karar veren, Fazilet Partisi’ne giren ve 2008 yılında genel başkan olan iktisat profesörü Kurtulmuş’la son siyasi gelişmeleri konuşmak üzere buluştuk. Görüşmeden çıktıktan sonra şunu düşündüm. Deniz Baykal’ın istifasından sonra Kemal Kılıçdaroğlu CHP genel başkanı olsa, siyasette aktörler değişse... Numan Kurtulmuş ve Kemal Kılıçdaroğlu karşı karşıya gelse, siyasi tartışmalar sanırım oturması gereken zemine oturur, kamplaşmaları değil uzlaşma formüllerini konuşuyor oluruz. Hayal mi?
Baklİyatta 2008 ve 2009’da satışların düştüğünü söyleyen Reis Gıda’nın patronu Mehmet Reis, krizin iş ahlakını bozmasından yakındı. Reis, “Markalı ürün satmak ve dürüst satıcı olmak her geçen gün zorlaşıyor. Osmancık pirincini baldo diye satarsanız arada üçte bir oranında fiyat farkı vardır. Fasulye diye Çin fasulyesi satılıyor. Sahte pekmez, sahte bal gibi sahte mercimek de var” dedi Mehmet Reis Kastamonu-İnebolu doğumlu. Balıkçı bir babanın oğlu. 6 çocuklu bir ailenin tek okumuş çocuğu. Babasını erken yaşta kaybeden Mehmet Reis, ailesinin geçimini sağlamak için Hukuk Fakültesi’ni 3’üncü sınıfta bırakmış. ’Çocukluğum yamalı pantalonlarla, plastik ayakkabılarla geçti’ diye anlatıyor. 7 yaşında başlamış çalışmaya. İlk yaptığı iş çay bardağı yıkamak, daha sonra da bulaşıkçılığa terfi etmiş. Yaz aylarında İnebolu plajlarında kabin temizlemek ve garsonluk gibi işler yapmış. Her fırsatta da balıkçı babasıyla denize açılmış. Yaşamı bir başarı öyküsü... Sermayesi çalışkanlığı, azmi. Türkiye’de kuru bakliyatı ilk paketleyen isim o. Mercimek, bulgur satarak en çok vergi verenler arasına girmiş. Hâlâ her sabah işinin başında. Çalışma prensiplerini anlatırken, babamın bir sözü vardır, “Teknedeysen teknenin kıçında, tezgahtaysan tezgahın başında duracaksın” diyor. Küresel ısınma, global kriz bir yana Mehmet Reis büyük bir tehlikeden bahsediyor. ’Yemek kültürümüzü kaybediyoruz, Avrupa’nın en hızlı şişmanlayan ülkesiyiz. Çocuklarda obezite oranı yüzde 15’i buldu’ diyor...* Hukuk okurken Unkapanı’nda çalışmaya başlamışsınız... Başarı öyküsü hayatınız... Kitap yazmalısınız diye düşündüm...Düşünüyorum... Ailemin tek okumuş çocuğuyum. Bizim oralarda o dönemde ortaokuldan sonra çocuklar okutulmazdı. Babam okumamı çok istedi. Bir gün annemle odun kesmekten geliyorduk, babam bir arkadaşıyla sohbet ediyordu, arkadaşına, “Ceketimi satarım, Mehmet’i okuturum” diyordu. Babam ben 19 yaşındayken vefat etti. Ve halen babamın bana yazdığı mektupları okurum. 4 erkek, 2 kız kardeştik. Babam balıkçıydı. Babamdan çok şey öğrendim. Çocukken ilk ticari kazancımı hamsiye naylon satarak sağladım. O dönemlerde kese kağıtları vardı, naylon yeni çıkmıştı. Hep çalıştım. Buraya bir mezuniyet belgesi asmak isterdim. Hakim, savcı olmayı da çok isterdim ama olmadı. Şimdi neredeyse 5 bin çiftçiden alım yapıyorum, bu da kutsal bir iş. * Unkapanı’nda çalışmaya nasıl başladınız?Unkapanı’nda pirinç ticareti yapan bir ticarethanede üniversite döneminde çalışmaya başladım. Orası için kurt kapanı, kurtlar sofrası derler. İnanın köpek balıklarıyla mücadele ettim, desem yanlış olmaz. Bir ticarethanede 7 yıl muhasebecilik yaptım. Toptan iş yapıyorduk. 1984 yılında Reis Gıda adıyla kendi şirketimi kurdum. Eşime de evlenirken, ’kasayla portakal satarım, senin geçimini sağlarım’ demiştim, hep çalıştım. * İşinizin dönüm noktası ne zaman oldu? Unkapanı’nda toptan satışlar yapıyordum. Marketler yoktu o dönemde. 90’lı yılların başında tüketicilerin talepleri değişmeye başladı. 1993 yılında değişiklik yapmam gerektiğini gördüm. Hatırlar mısınız bilmiyorum, her şey açıkta satılırdı eskiden. Biz paketli ürüne girdik. Markalaşmak gerekiyordu. Herkesin gittiği yerden gitmemek gerekiyordu. Türkiye’nin duayen işadamları bana ’Mercimeğin, pirincin markası mı olur?’ dediler. Ben ‘Olur’dedim. Şimdi farklı şirketlerin yaptığı araştırmalarında sektörde bilinirlikte uzak ara öndeyiz. Dünyanın her yerine ürün satabiliyoruz. Dönüm noktalarından biri paketli ürüne geçmekti. * Müşterilerin tepkileri nasıl oldu? Paketli ürün yüksek fiyatlı üründür algısını nasıl kırdınız?Bizden önce açıkta satılan makarna vardı. 70’li 80’li yıllarda salça, yağ da açıkta satılırdı. İlk makarna markalaşma yoluna girdi. Çok da başarılı oldu. Biz ilk paketli ürüne girince çok zorlandık. Makarna gibi olmadı. Açıkta satılan ürün ile paketli ürün arasındaki farkı zamanla anladı müşterilerimiz. * Neydi yarattığınız fark? Yalnızca pakete koymak değildi. Bir kere kaliteli ürün alıyoruz, çöpü ayıklıyoruz. Eskiden açıkta, ürünlerin içinden çöp çıkardı... Ama 1994 krizi bizi çok etkiledi. Kuru gıda paketli olma yolunda yine de ilerledi. 2 yıl bekleyen ürünler geliyor* 2001 krizi ve son kriz... Karşılaştırma yaptığınızda en çok hangisi etkiledi?’En ucuz ürün en çok satar’ düşüncesi 2001’de hakim oldu. Perakende noktaları raflara bakmadan en ucuz ürünleri raflara taşıdı. Bu çok büyük bir bozulmayı getirdi...* Kalite kaybı mı? Bu ürünler hile yapılabilen ürünler...* Nasıl yapılıyor hile? Pirincin, fasulyenin, nohut, bakliyatın özellikleri var. Yöre en önemli özelliği, ikincisi boyutlar, nem oranları. Analiz lazım. Nevşehir nohutuyla, Erzincan fasulyesi farklıdır. * Yurtdışından da çok daha ucuz ürün geliyor...Evet. Yurtdışından gelen de farklıdır. Yurtdışından gelen ürünler fiyatları düşürmek için gelen ürünlerdir. Yurtdışından gelip 2 yıl bekleyen ürünler var. Çin’den örneğin fasulye geliyor satılıyor. * 2 yıl beklemiş ürünün sağlığa zararı nedir? Eski nohut ve fasulye yendiğinde şişkinlik yapar. Sindirimi zordur. En çok yeni ve eski ürün karıştırılarak hile yapılıyor. Osmancık pirincine uzun tane Pakistan pirinci karıştırılıyor. Pakistan’dan gelenler yarı fiyatına. Ayrıca nem oranları da önemli. * Kanserojen olabiliyor mu? Rutubetli de olmamalı. Rutubet oranları da ölçülmeli. Bulgur başta olmak üzere küf ve aflatoksin oluşur. Sağlık açısından sakıncalıdır. 2001’den sonra açıkta ürün sattı marketler ve fason üretime girdiler. * Buna karşı mısınız?Ben karşı değilim, istedikleri kadar fason üretim yapsınlar. Ama kaliteli olsun, denetimleri yaptırsınlar. Yöreler yazılsın. * Son kriz?2008 ve 2009’da satışlar düştü. Biz de yüzde 5 kayıpla bitirdik. Birçok şirket bu oranda bir kayba dayanamaz. Bu kriz bence en çok iş ahlakını bozdu. Markalı ürün satmak ve dürüst satıcı olmak her geçen gün zorlaşıyor. İnsan sağlığı düşünen, tüketiciyi düşünen çok az. Osmancık pirincini baldo diye satarsanız arada 3’te bir oranında fiyat farkı vardır. Fasulye diye Çin fasulyesi satılıyor. Arada çok büyük bir fiyat farkı var. Amerika’nın pirinciyle bizimkinin lezzeti aynı değildir. 1981 yılından beri Amerika’dan Carlose pirinci alıyoruz, biz ise oraya Gönen’in baldosunu, Trakya’nın da Osmancık’ını gönderiyoruz. Ege’deki sarı mercimeğin tadını bilirsiniz, yeşil mercimek soyulup sarı mercimek yapılıyor. Aşurelik buğday İzmir’den geliyor, bu ülkede ekmeklik buğdaydan bulgur yapıldı. Denetim var deniliyor ama maalesef böyle şeyler oluyor. Her şey para kazanmak değil. Sahte pekmez, sahte bal gibi sahte mercimek de var. “Az malla nasıl çok para kazanabilirim” diyorlar. * Bir yandan da ürün bazlı krizler yaşanıyor. 2008’de spekülatif bir pirinç krizi oldu...2008’de pirinç, 2009’da mercimek, şimdi de kırmızı et... Spekülasyon yapılıyor çok. 20 milyon ton buğday tüketen bir toplumuz. Hâlâ ben Türkiye’nin tarımda şanslı olduğuna inanıyorum. Eğer siz verimliliği artırıp arzı sunarsanız hile kalmaz, spekülasyon olmaz. Üretimi ve verimliliği artırmak lazım. Kırmızı mercimek 2 yıldır Kanada’dan alınıyor. Pirinç de alınıyor. Geleneksel ürünlerimiz yetersiz kaldı. Halkın sağlıklı ürün yemesi için, üreticinin kazançlı olması için tarım politikalarının gözden geçirilmesi gerekiyor. Önemli adımlar atılmalı. Kırmızı ette de üretim ve verimlilik artsa spekülasyon olmaz. Herkes hemen köşeyi dönmek istiyor * Sıfırdan yarattığınız bir işiniz var. Gençlere ne söylemek istersiniz?Üniversitelere konuşma yapmaya gidiyorum, bakıyorum herkes hemen köşeyi dönmek istiyor. Deniz hep dalgalı, hiç durulmaz, iş hayatı da öyle. Hiç durmayacaksın. Onlarca gıda mühendisim var ama her gün yeni ürünler benim önüme gelir. İşimin hamalıyım ben. Bazen Pazar günleri bile işe gelirim. Amerİka’ya humusluk nohut gönderİyoruz * Siz Amerika’ya ihracat yapıyorsunuz değil mi? Amerika’ya ayda bir konteyner frig gönderiyoruz. Börülce, fava, humus yapımında kullanılan nohut gönderiyoruz Amerika ve Kanada’ya. Ben kendi topraklarımızda yetişen ürünleri gönderiyorum. 5 bine yakın çiftçinin ürünlerini değerlendiriyoruz. * Bir de sarımsak işiniz var...2000 yılında Türkiye’de ilk defa sarımsak fabrikası inşa ettik. Kastamonu Yatırım A.Ş’yi Cem Boyner ve Şükrü Elekdağ ile birlikte kurduk. 2 yıla kadar sarımsak üreticileri sarımsaklarını ırmaklara döküyordu, fabrikanın açıldığı günden beri sarımsak zararına satılmıyor. Ürettiğimiz ürünü mutlaka işleyerek satmalısınız. Türkiye tarım gerçeğini görmeli. Önceden tırnakta soyuluyordu, şimdi el değmeden soyuluyor sarımsaklar. Katma değer yarattık. * Kendi memleketinize de yatırım yapmışsınız...Yalnızca o değil. İnebolu’da bir turizm tesisi açtık. İstihdam yarattık. Ayrıca 600 öğrenciye burs veriyorum. Bunları da övünmek için değil, örnek olması açısından anlatıyorum. Pirinç, mercimek satarak ilk vergi ödeyenim. Şans ve başarı çalışanın ayağına gelir. Çocuklar obez, tencere yemekleri unutuldu * Sizin bir reklamınız var. Alican ile Mertcan. Biri obez, biri sağlıklı. Biri fast food yiyor, biri nohutlu pilav...Türk damak zevki bozuldu. 1982 yılında kişi başına 4.2 kilogram pirinç tüketen Türkiye, 2000 yılında 10 kilograma çıktı, şimdi 6.5 kilograma düştü. Türkiye 550 bin ton pirinç tüketiyor. Bazı ülkelerde 100 kilograma çıkıyor. Ortalama genelde 20 kilogram civarında kişi başına tüketim. 20 milyon ton buğday, 1.5-2 milyon tona yakın makarna ve bulgur tüketiliyor. Sofra kültürü kalmadı. Vedat Başaran’la toplantı yaptık. ’Damak genlerimizi deşifre ettiler’ dedi. Bize ne sunulursa onları yiyoruz. Atıştırmalıklara yöneldik. Hazır gıda tüketiyoruz. 100 bin kitap dağıttık geleneksel lezzetleri anlatmak için. Reklama Alican ile Mertcan’ı bilerek koyduk. Çocuklardaki obezite oranı çok yüksek. * Ne kadar biliyor musunuz? Yüzde 15’e çıktı. Avrupa ülkeleri içinde en hızla şişmanlayan ülkeyiz. Bu rahatsızlık yanında birçok hastalığı getiriyor. Araştırma yaptırdık ev hanımlarıyla 13 ilde, yarısına yakını bulgur, nohut, fasulye yapmayı bilmiyor. Dumansız Hava Sahası gibi doğru beslenme kampanyası yapılmalı. Özellikle de okul kantinlerinde. Çocuklar ambalajlı gıdalara yöneliyor. Gençler börülce nedir bilmiyor...
Geçen yaz Kuzey Ege’ye doğru giderken yol kenarında zeytinyağı satan bir Ayvalıklı amcayla sohbet etmiştim. Rakı şişelerinde zeytinyağı satıyordu, zeytinyağını bir tabağa döküp ‘İsterseniz tadın’ diyordu. O amca bana ‘Bak bu yol boyunca çok zeytinyağı satan var ama hepsi pet şişede. Pet şişede yağ bozulur’ demişti. Kulağıma küpe oldu ama alışveriş yapmadım. Geçen hafta Zeytin İskelesi’nin Genel Müdürü Fatih Cenikli’yle sohbet ettim. Zeytinyağıyla ilgili uzun uzun konuştuk. Türkiye zeytinin anavatanı ama birçok ülkeye göre zeytinyağı tüketimi çok düşük ve ne yazık ki Türkiye’nin dünya çapında bir zeytinyağı markası yok. Türkiye’de üretilen yağlar dökme olarak satılıyor; İtalya’da, Yunanistan’da, İspanya’da ise üzerine bir etiketle, yatırımla marka oluyor. ÇAKMA ZEYTİNYAĞLARI Ve yine ne yazık ki Türkiye’de satılan zeytinyağlarında hilecilik de söz konusu. Çakma zeytinyağı üreticisi de çok. Sızma zeytinyağ diye satılan yağların içinden kanola yağı, pamuk yağı çıkabiliyor. 6 aydır market raflarında yer bulan Zeytin İskelesi bu anlamda sektöre farklılık getirdi. Zeytin İskelesi pet şişede değil, cam şişede satılıyor. Yalnızca sızma zeytinyağı satıyorlar. Fatih Cenikli Cunda aşığı biri. Cunda’da yaşadığı için de yıllardır zeytinyağı tüketiyor. Yıllarca finans sektöründe çalıştıktan sonra Tariş’e girmiş ve Tariş’te uzun süre genel müdürlük yapmış bir isim. Cenikli, Tariş’teki tecrübelerinin ardından Zeytin İskelesi’ne geçti. 30 yıl tekstil sektöründe faaliyet gösteren Kuloğlu Ailesi’nin yatırımı Zeytin İskelesi. Tire’de kurdukları yıllık 15 bin ton kapasiteli fabrika Avrupa’nın en gelişmiş zeytinyağı tesislerinden biri. Hedeflerini de yüksek koymuşlar. “Türkiye’den neden bir zeytinyağı markası çıkmasın?” diyorlar. Zeytin İskelesi Ayvalık ve Edremit Bölgesi’nin sızma zeytinyağlarından yapılıyor. Zeytinyağının sızması makbul, bilmem bunu bilmeyen kaldı mı? Bu yüzden de fiyat farkı var. Fatih Cenikli’nin verdiği bilgilere göre; * Zeytinyağı, sıkma portakal gibi doğrudan da tüketilebilir.* Zeytinyağını saklama sıcaklığı maksimum 22 derece olmalı. * Zeytinyağını ısı, güneş, kokudan korumak gerekiyor. Pet şişeye de konulmamalı. * Sızma zeytinyağı belli bir asit oranının altında olmalı. Asit oranı 0.2-0.8 arasında olanı seçin. Natürel sızmada asit biraz daha yüksek olabilir. * Zeytinyağının ideal kızartma ısısı 180 derece. İçine katkı maddesi koyulmamışsa 180 derecede yanıyor. Diğer yağlar ise 200-210 derecede yanıyor. ‘Naturel zeytinyağ ile 10 kereye kadar sardalya ya da et kızarttığınızda vücudunuz hâlâ o yağı sindirebilir’ deniliyor. Sızma yağ iyi saklanırsa 3 yıl raf ömrünü koruyor, aman kapağını açık bırakmayın... Ezcümle, şarabın eskisi zeytinyağın tazesi makbul. Zeytin İskelesi işte bu bilgiler ışığında üretilmiş bir yağ. Cenikli’nin verdiği bilgilere geri dönersek, Türkiye’de yılda 90 bin ton iç tüketim var. Ölçülen marketlerde 30 bin ton tüketim görülüyor. Markasız ölçülemeyen tüketim fazla. Oradaki yağlar gerçekten zeytinyağı mı değil mi bilemiyoruz. ÇİN REKABETİ YOK Dünyada zeytinyağ üretiminin yarısını İspanya gerçekleştiriyor, en çok ticareti İtalyanlar yapıyor. Türkiye ise İspanya, İtalya, Yunanistan, Tunus, Suriye’nin ardından geliyor. Bu noktada Fatih Cenikli, ‘İspanya ve İtalya marka çıkarıyor. Bu üreticilere baktığımızda marka çıkaracak tek ülke Türkiye’ diyor ve ekliyor: “Üstelik bu alanda Çin rekabeti yok. Çinliler zeytinyağ üretemiyor. Türkiye’nin önemli oyuncu olması için markalaşmak şart.” Bu arada zeytinyağını dünya hâlâ yeni keşfetmiş sayılır. Örneğin yıllardır balık konservesini çiçek yağıyla satan Filipinler artık zeytinyağlı balık konservesi üretmeye karar verdi. Türkiye elini çabuk tutsa, kısa yoldan para kazanmak yerine kaliteli üretimde iddialı olsa 3-4 yıl içinde Türkiye’den bir dünya markası çıkabilir.
KAGİDER’İN konuğu olan TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner, “Bugünkü önceliğimiz doğurganlık hızımızı artırmak değil, beşeri sermayemizi güçlendirmek olmalı” dedi Kagider’in konuğu olan TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Ümit Boyner, “Bugünkü önceliğimiz doğurganlık hızımızı artırmak değil, beşeri sermayemizi güçlendirmek olmalı” dedi. Kadın-erkek eşitliği konusunun hukukun yanı sıra bir zihniyet problemi olduğuna işaret eden Boyner, toplumda cinsiyetçi yaklaşımı yeniden üreten bakış açısının değiştirilemediğini, kadını aile içinde ve anne rolüne hapseden zihniyet yerine bir kadın politikası oluşturulması gerektiğini kaydetti. Ümit Boyner’in üzerinde durduğu konular aslında çok uzun zamandan beri konuştuğumuz ancak ilerleme sağlayamadığımız konular ne yazık ki... Evet kadınların siyasete katılımında çok gerideyiz. Kadın istihdamı çok düşüyor, kadın olmaktan kaynaklanan nedenler kadınların ilerlemesini durduruyor. Ümit Boyner’in konuşmasından önerileri sıralamak isterim: * Kadın-erkek eşitliği konusu, hukukun yanı sıra aynı zamanda bir zihniyet problemi.* Türkiye’de kadının işgücüne katılım oranı yüzde 26, kadın istihdam oranı ise yüzde 23.* Türkiye’de de birçok ülkede uygulanan ebeveyn izni modeli uygulanmalı. Babalar da çocuk bakımı sorumluluğu almalı. * İş yerlerinde kreş imkanları artırılmalı. * Yine kadınların çalışma yaşamına katılımını artırmak için birçok ülkede uygulanan esnek çalışma modeli Türkiye’de de benimsenmeli. Türkiye’de esnek çalışma biçimlerinin uygulama alanı bulabildiğini söylemek güç. Deniz Baykal da Baytok da mağdur BOYNER, CHP lideri Deniz Baykal’ın ortaya çıkan görüntülerden sonra istifa etmesi ve CHP Milletvekili Nesrin Baytok’un durumu konusunda gelen soruları da yanıtladı. Boyner, “Bunu çok şiddetli şekilde kınıyoruz. Hem Deniz Baykal’ın hem Nesrin Baytok’un özel hayatları ihlal edilmiştir. Eşit şekilde ikisi de mağdurdur. Bu olay yanlış bir olaydır ve Türkiye siyasetinde ciddi bir leke olarak kalacaktır” dedi.
Pfizer’İn Genel Müdürü Melih Memecan, küresel krizin Türkiye’de ilaç sektörünü olumsuz etkilediğini söyledi. Memecan, “Krizde ilaç sanayiinde 2 bin kişi işsiz kaldı” dedi. İlaçların marketlerde satılmasına ilişkin gelişmeleri de değerlendiren Memecan, “Türkiye’de ilaçların marketlerde satılması doğru değil. İlaçlar eczanelerde satılmaya devam etmeli” dediDünyanın en büyük ilaç şirketi olan Pfizer, 1957 yılından bu yana Türkiye’de. Ar-Ge çalışmalarına en çok pay ayıran şirketlerden biri olan, yılda 7.9 milyar dolar Ar-Ge yatırımı yapan Pfizer’ın dünyada 14 Ar-Ge merkezi var. İşte bu merkezlerden biri Pfizer ile Hacettepe Üniversitesi’nin işbirliğiyle oluşturuldu. Uzun süre Pfizer’in Macaristan Genel Müdürü olan Melih Memecan 2 yıldır Pfizer Türkiye Genel Müdürü. Alışık olduğumuz yöneticilere hiç benzemiyor. Konuşkan, esprili... Dedim ya alışık olduğumuz yöneticilerden değil. İşe makam arabasıyla gelmiyor. Ortaköy’deki Pfizer binasına Anadolu Yakası’ndaki evinden vapurla geliyor. Ayrıca bir de Scooter’ı var, şehir içinde Scooter’la geziyor. “Apartman dairesinde oturuyorum, şehir dışında izole bir yaşam bana göre değil, şehrin hareketliliğini seviyorum, ama trafik çilesinden kurtulmak için de deniz ulaşımını kullanıyorum” diye konuşuyor. İlaç tüketiminde geriyiz* Pfizer en büyük antibiyotik üreticisiydi değil mi?Uzun süre öyleydi. Ama artık değil. Antibiyotik çok ucuzladı. İlaç şirketlerini döndürecek bir gelir kaynağı değil artık. Yanlış antibiyotik kullanımı bağışıklık sistemini bozuyor. Türkiye bu konuda geride. Türkiye’de kendi kendine herkes hangi antibiyotiği kullanacağını biliyor. Türkiye’de antibiyotik satışları hâlâ çok yüksek. *Türkiye’de çok mu ilaç tüketiliyor? Parasını devlet ödediği için gereksiz ilaç mı alınıyor? Hayır. Türkiye ilaç tüketiminde birçok ülkenin çok gerisinde. Evet herkesin evinde ilaç kutuları var ama bu ilaç tüketimimizin yüksek olduğu anlamına gelmiyor. Almanya ve Fransa ile karşılaştırmak mümkün değil Türkiye’deki ilaç tüketim miktarlarını. Ancak OECD ülkeleriyle, Brezilya, Orta Avrupa gibi ülkelerle kıyaslayabiliriz, onların da yarısı kadar ilaç tüketiyoruz. Yunanistan’ın üçte birindeyiz. Biz yılda kişi başına 100-110 dolarlık ilaç kullanırken, Yunanistan’da 300-330 dolarlık ilaç kullanılıyor. * Dünyada en çok hangi tedaviye yönelik ilaçlar satıyor?Dünyanın en çok satan ilacı kolesterol tedavisi ilacı. Bu insan hayatını uzatmada önemli. İnme, felç gibi rahatsızlıkların nedenlerinden biri yüksek kolesteroldü. Bizim çocuklar gelir mi bilmiyoruz ama birileri 140 yaşına gelecek. İnsan vücudu keşfedildikçe hastalıkların sebebleri ve tedavi yöntemleri artıyor. Bazı hastalıklara artık hiç rastlamıyoruz.* Türkiye’de de en çok kolesterol ilaçları mı satıyor? Maalesef en çok kullanılan ilaçlar astım ve sigaraya bağlı solunum yolu ilaçları. Sigaradan kaynaklanan nedenlerle akciğerlerimizi hasta ediyoruz. * Sigara yasağı sigarayı bıraktırma ilaçlarının satışını artırdı mı? Var artış. Bizim yaptırdığımız ön istatistiklerde sigaraya başlama alışkanlığı yasaktan etkilendi. Kârlılık sorunu var* İlaçların marketlerde satılması konusu var. Marketlerde ilaç satılırsa ilaç satışları artar mı? Bilinçsiz tüketici için bu risk oluşturmaz mı? Sektörün sorunu ilacın nerede satılacağı değil. İnsanlar eczanede değil de başka yerden mi ilaç alacak? Bunu tartışmamız lazım. Eczanede kalınca bir mahsuru yok. Beyaz gömlekli bu işi bilen birileri var eczanelerde, ilaç çok satılsın diye marketlere ihtiyaç yok. Bunun yerine kendi kendine tedaviyi konuşmalıyız. Toplumumuzu bilinçlendirmeliyiz. Eczaneden ilacı doktor tavsiyesiyle almalısınız. Annenize, komşunuza sorarak ilaç almamalısınız. Türkiye’nin ilaç sanayinde tüketim sorunu yok. Kârlılık sorunu var, fon yaratma sorunu var. * Sonuçta devlet ödüyor ilaç harcamalarının büyük bölümünü...Satılan ilaçların yüzde 95’ini devlet ödüyor. Bizim alıcımız devlet. Orada siyasi irade lazım. Sağlık açılımına ihtiyaç var. Çıkmaz içindeyiz. Biz Avrupa’nın dinamizmi olmakla övünüyoruz, her sabah okula gitmek için yola çıkan öğrenci sayısı Macaristan nüfusundan fazla. Türkiye böyle bir ülke. Övündüğümüz bu genç toplum 25 yıl sonra Avrupa’nın düşeceği belaya düşecek. Daha çok kalp, kanser, alzheimer ilacı kullanacak. Bugünden çözüm üretmezsek çok zor günler yaşarız.SCOOTER’LA GEZİYOR, ŞİRKETİN BASKET TAKIMINDA OYNUYOR* Sizin sürekli kullandığınız bir ilaç var mı?Var, kolesterol hapı kullanıyorum. * Eski basketbolcusunuz, hâlâ oynuyor musunuz?Zevkle. Takımımız var orada oynuyorum. Pfizer Basketbol Takımı... Hafta sonları arkadaşlarla toplanıp basketbol oynuyoruz. Ben açık havayı seviyorum. Yürüyüş yaparım, Scooter’la geziyorum. Vapura biniyorum.PfIzer’in 14’üncü Ar-Ge merkezİ Türkİye’de* Ar-Ge yatırımlarına büyük önem veren Pfizer, Türkiye’de de bir merkez kurdu. Neler yapılıyor bu merkezde? Bir adım attık. İlaç geliştirme global iş. Yerel olarak olmuyor. Siyah ırk, sarı ırk, Çinlisi, Japonu... Bir ilaç çıkardığınızda hepsine uyacak. Siyah ırka yaramayan bir ilaç çıkaramayız değil mi? Türkiye’ye baktığımızda bilimsel çalışmalarda çok karanlığız. Bilgi üretmiyoruz. Biz şimdi buna çalışıyoruz. Pfizer’in CEO’su geçen yıl buraya geldi, çok etkilendi. Hacettepe Üniversitesi’yle bir işbirliği yaptık, çok iyi gidiyor çalışmalar.Yeni istihdam yaratamadık* Global kriz ilaç sektörünü etkiledi, özellikle de Türkiye’de...Biz krizin dalgasını geç hissettik. 2009 yılı özel bir yıl oldu. Türkiye’nin ekonomisi Avrupa’nın ithalatını destekleyecek ihracatını sürdürebilseydi biz ilaç krizi yaşamazdık. İhracatın düşüşünden kaynaklanan işsizlik artınca, devletin istihdama bağlı gelirleri de azalınca ilaç bütçesini finanse edecek boyutu aştı. Devlet müdahale etti. İlaç konusu hep regüle edildiği için kutu kutu kim ne satıyor biliniyor. Tasarruf tedbirleri denildiğinde maalesef ilk önce kontrol edilebilir yollara yöneliniyor. İlaç sektörü için sert bir karar alındı. Fiyatlarımız yüzde 20-25 arası kesildi. Kolay fiyatı kesmek. Dünyada para kazanıyoruz, Türkiye’de para kazanmıyoruz. * İşten çıkarmalar da oldu... Maalesef ilaç sanayi 2 bin kişiyi işsiz bıraktı. Başbakan bugün “Bir işçi alın” diye peşinde koşuyor iş dünyasının, maalesef bizim durum böyle. * Siz personel tasarrufunda bulundunuz mu? Hayır. Whyte’ı satın alınca toplamda kayıp olmadı. Biz yeni istihdam yaratacaktık, yaratamadık. Bazı arkadaşlarımızı oraya kaydırdık.
Nisan ayında Koton’un kurucusu Yılmaz Yılmaz’la Pazarın Patronu röportajı yapmıştım. Bu röportajda Yılmaz çok yakında tasarımcı Hakan Yıldırım’ın Koton için hazırladığı koleksiyonun mağazalarında olacağını söylemişti. Bu hafta Hakan Yıldırım for Koton yaz koleksiyonu mağazalarda yer almaya başladı. İstinye Park’taki Koton’da koleksiyon tanıtıldı. Koton daha önce de böyle bir açılımı Bora Aksu’yla yapmıştı. Her iki modacı da belli kesimler tarafından yakından takip ediliyor. Yıldırım geçtiğimiz kış, Şubat’ta Londra Moda Haftası’na da katıldı. Orada tasarımlarını “Hakaan” adı ile sundu ve dış basından da ilgi gördü, onunla ilgili ‘Londra’da bir Türk Lokumu’ başlıklı yorumlar yapıldı. Koton ise 2001 krizinden bu yana hızla büyüyen, yurtdışında açtığı mağazalarla başarısını kanıtlayan bir marka. 66 yurtdışı mağazaları var, yılda 15 bin model üretiyorlar. Dinamik, trendleri yakından takip eden ve hesaplı bir marka. Krizde de büyümeyi başardılar. Yunanistan’daki 2 mağazaları da Yunanistan’da yaşanan krize rağmen iyi iş yapıyor. Yurtdışında alışveriş merkezlerinde Mango ve H&M gibi markalarla aynı koridolarda yer buluyor Koton. İki dev markayla rekabet ediyor. Karşılaştırdığımızda eksikleri var ama çıkış hızına ve elde ettikleri başarıya baktığımızda Koton ileride Mango ve H&M gibi bir dünya markası olabilir... İşte bence Hakan Yıldırım da bu anlamda atılmış önemli bir adım. Koton müşterileri Hakan Yıldırım’la tanışacaklar. Hakan Yıldırım’ın Yeni Lüks temalı koleksiyonu Koton müşterisinin ilgisine sunulacak. Hakan Yıldırım bu çalışmasını anlatırken ‘ulaşılabilir lüks’ demiş. Lüks illa da pahalı değil diyor... Kendiyle çelişiyor mu, bilemem. Bir yandan da lüks üretim yapıyor. Ama şu da var. Bir tasarımcının kişisel tatmini de çok önemli olmalı. Hakan Yıldırım’ın bugüne kadar yaptığı lüks tasarımlarla sokakta karşılaşma olasılığı yok. Oysa şimdi sokakta kendine ait bir tasarımını görme olasılığı hayli yüksek. Malum, Koton Türkiye’de çok satan bir marka. Koton çalışanları müşterilerini mağazalarda Hakan Yıldırım koleksiyonuyla buluşturdukça Hakan Yıldırım’ın adı da büyüyecek. Yılmaz Yılmaz yaptığımız söyleşide çok hoş bir şey söylemişti. “Gönlüm dünyanın en iyi tasarımcılarıyla çalışmaktan yana. Bugün Hakan Yıldırım’la işbirliği yaptık, yarın öbür gün dünyaca ünlü bir modacıyla neden olmasın, gönüm bunları ister” demişti. Evet, neden olmasın? H&M bu sezon mağazalarına Jimmy Choo koleksiyonunu taşıdı. Daha önceki yıllarda da Roberto Cavalli, Stella McCartney, Karl Lagerfeld gibi isimlerle çalışmıştı. Kapış kapış satılıyor bu ünlü tasarımcıların koleksiyonları H&M mağazalarında. Bir gün bir Türk tasarımcının tasarımları H&M mağazalarında olsa, Koton da Jimmy Choo imzasını Türkiye’ye taşısa...Hayal mi? Yoo, değil.***DİPNOTKoleksiyondan da söz etmek lazım. Hakan Yıldırım for Koton koleksiyonu 40 parçadan oluşuyor. Bu koleksiyonun çok küçük bir bölümünü İstinye Park’taki mağazada görebildik. Sanırım kısa zamanda ürünler mağazalara yayılacak. Aldığım bilgilere göre, koleksiyonda elbiseler ve diz boyu etekler ön planda. Pembeler, lacivertler, fuşyalar, beyazlar ve siyahlar hakim koleksiyona.
Temiz Tuvalet, Yeşil Yol, Örnek Köyler, Temizlik Rayında gibi kampanları başarıyla yürüten Öztürk, son olarak Gelibolu Yarımadası’nda yürüttüğü 8 milyon dolar harcanan Tarihe Saygı projesiyle yarımadanın iklimini değiştirdi...OPET Yönetim Kurulu üyesi Nurten Öztürk Türkiye’de keşke sayıları çok daha fazla olsa diyeceğimiz insanlardan... Tam bir sivil toplum önderi... Yakaladığı yaşam standardı, başarısı, gücü her şeyin önüne geçmemiş. Ülkesine tutkuyla bağlı, bu toprakları çok seven, çalışma azmiyle dolu, üstlendiği projelerle insanların hayatını değiştiren bir kadın. Bilmeyenler, onu yakından tanımayanlar için kısaca özetleyelim... Nurten Öztürk eşi Fikret Öztürk’le birlikte 1992 yılında Türkiye’nin ilk yerli akaryakıt şirketi OPET’i kurdu. Aslında o bir biyoloji öğretmeni. Bolu-Mengenli. 13 yıl öğretmenlik yaptıktan sonra aile şirketleri olan Öztürkler Petrol’de çalıştı, 1992 yılında da eşiyle birlikte OPET’i kurdu. Aynı zamanda 3 çocuk annesi. 2002’de Koç Grubu’nun OPET’e ortak olmasıyla Nurten Öztürk OPET’in tüm sosyal sorumluluk projelerini üstlendi. “Tuvalet kültürü de nedir?” diyenlere, Temiz Tuvalet kampanyasıyla çok şey öğretti. 10 yıldır devam eden Temiz Tuvalet kampanyasıyla Anadolu’nun en ücra köşelerine ulaştı. “Yeşil Yol Projesi”, “Örnek Köy Projesi” ve son olarak yürüttüğü “Tarihe Saygı Projesi”ni Nurten Öztürk’le konuştuk. Temiz Tuvalet kampanyanız OPET’in benzin istasyonlarında başladı. Türkiye’de ilk kez benzin istasyonlarında tuvaletler istasyonlardaki marketlerin içine girdi, belli standartlara kavuştu. Bebekler ve engelliler için özel bölümler yapıldı... Tam 10 yıldır da devam ediyor. Neydi bu kampanyanın en zorlandığınız noktaları? Biz yürüttüğümüz projelerde sonuç odaklıyız. Projelerimiz sonuç alıncaya kadar devam ediyor. Dediğiniz gibi “Temiz Tuvalet” kampanyamız 10 yıldır devam ediyor. “Temiz Tuvalet” kampanyası “Temiz Okulum” kampanyasını doğurdu, okullarda tuvaletleri yeniledik. Sonra “Sevmek Korumaktır” projesini yaptık, özel dezenfektanla temizlik yaptık birçok yerde. “Temizlik Rayında” dedik Devlet Demiryolu’yla birlikte proje yapmaya karar verdik. Çünkü çok daha fazla insana ulaşmak istedik. İhtiyaçlar bitmiyor. “Zor olan neydi?” diyorsunuz... Bize hâlâ “Neden alafranga tuvalet yapıyorsunuz?” diyorlar. Alaturka tuvalet hem hijyenik hem de sağlıklı değil. Bunu anlatıyoruz. Bayilerimiz “Müşteriler bu tuvaletleri kullanmayı bilmiyor” diyor. İnsanlara iyiyi, çağdaş olanı göstermekten yanayım. Daha iyiyi göstermekten yanayım. Biz kesinlikle alaturka tuvalet yapmıyoruz. ALATURKA TUVALETE HAYIR! * Hiçbir yerde mi? Evet. Eşimle Belgrad Ormanları’nda yürüyüş yapıyoruz. Oradaki tuvalet de çok pisti, orayı yapmak istedik. Bize, “Buraya alaturka tuvalet yapın” dediler. “Ben yapacaksam kesinlikle alafranga olur” dedim. Şimdi orayı gören değişime hayran oluyor. Alafranga tuvaletin üzerine dönen mekanizmalarla temizleyen sistemi koyduk. Çok güzel oldu. Kullanıcıları bilinçlendirmemiz ve eğitimemiz de gerekiyor. * Şimdi de garlardaki, istasyonlardaki tuvaletleri yenileyeceksiniz...Evet. Onların kullanıcı kitlesi farklı. Anadolu’nun her yanına gidiyor demiryolları. Garlarda, istasyonlarda 2 yıl içinde tuvaletleri yenileyeceğiz. Aynı zamanda binalarında da temizlik yapıyoruz. Ne yazık ki garların, istasyonların çoğu tarihi binalar ama bu binalar çok kötü kullanılmış. Taş binaların üstü boyanmış. “Tarihe Saygı” kampanyasında da bu karşımıza çıktı. Orijinal taşı ortaya çıkarmak için “Tarihe Saygı” projesinde binaları kazıdık. Ancak garlarda bunu yapamıyoruz. Kullanılan taşlar farklı. Ayrıca bu garların istasyonların çevresini temizliyoruz ve yeşillendiriyoruz. Benzin İstasyonları ağaçlandı* “Yeşil Yol” projesi benzin istasyonlarının çevresini yeşillendirme projesi olarak doğdu değil mi? “Temiz Tuvalet” kampanyası tüm istasyonlarda sürerken benzin istasyonlarının çevresi dikkatimi çekti. Karayolları Genel Müdürlüğü ve TEMA Vakfı’nın da desteğini alarak OPET istasyonlarının girişindeki 1 kilometre, çıkışındaki 500 metrelik alanı ağaçlandırıyoruz. Batı’dakiler Doğu köylerinden çok farklı değil * Yılda kaç turist geliyormuş?3 milyon kişi. Restoran yoktu. Kahve, çay içecek hijyen koşullarını sağlamış bir yer bulamadık o gün. Burada köy değil, yarımada projesi yapalım dedik. Ve “Gelibolu Yarımadası Tarihe Saygı” projesini oluşturduk.* Siz Doğu’da da kapı kapı gezdiniz, neydi temel fark? Doğu’daki köyle Batı’daki köy arasında büyük fark yok. Batı’da da hiçbir şey yapılmamış. Ancak karnınlarını doyurmak için çalışıyorlar her şeyi de devletten bekliyorlar. Tek fark okuma yazma bilinirliği. Yaptığımız çalışmalarda eğitimli eğitimsiz nüfus sayımını da yaptık. Yarımada’da önce köy meydanlarını yaptık. Kadınlar çalışmalarda çok aktif oldu. Birer ayda bitti köyler. Alçıtepe’de ne varsa eski attık. * Tepki olmadı mı?Hayır. İyiyi güzeli herkes istiyor. Peyzaj çalışmaları yapıldı, sokaklar temizlendi, evler boyandı. İnsanların ellerinde bilgiler belgeler vardı, toprakta buldukları mermiler, aletler vardı. Ellerde kalanlarla köy müzeleri yaptık. Değerli sanatçımız rahmetli Tankut Öktem anıtlar yaptı, ölümünden sonra da kızı ve atölyesindeki mimarlar anıtları tamamladı. Ayrıca köy okullarını güzelleştirdik. Köy kütüphaneleri yaptık. Bilgisayarlar götürdük. Daha sonra 18 Mart Üniversitesi bir araştırma yaptı, bu çalışmalarda yörede ekonomik kalkınma yaşandığı da tespit edildi. Çocuk bakımından, takı kurslarına kadar çok farklı alanlarda kurslar açtık. Bunlar da çok ilgi gördü. Eceabat’ta “Tarihe Saygı Parkı” yaptık. 2.5 dönümlük alana yarımadanın maketini döktük. Gezmek isteyenler nereye gideceklerini orada nelerin yaşandığını görüyorlar. * Bu halinin tanıtılması için yeni çalışmalar başladı değil mi?Evet. Bölgeye çok daha fazla turist gelmeli. Şu anda konaklama sorunu da var. Bu yüzden de pansiyonculuğu destekliyoruz. Bölgenin turistik önemi arttı * Kaç benzin istasyonu var OPET’in?850. Sunpet’lerle birlikte bu sayı 1300’ün üzerine çıkıyor. * Siz bir projeyi yaparken projeler projeleri doğurmuş...Aynen. Biz istasyonları yeşillendirirken yeşili artırma ve güzelleştirme konusunda algı zayıftı. Projelerimizi köylere götürmek istedik. Bazı köyler seçelim, bunlar tarihi köyler olsun, bu köyleri seçip örnek köy ilan edelim dedik. “Örnek Köy” projesi de böyle başladı. Mardin’de, Dara Harabeleri yakınındaki Dara köyünü seçtik. Gaziantep’in Yesemek köyünü daha sonra yaptık. Bize “Örnek köyleri Doğu’da yapıyorsunuz neden Batı’da yapmıyorsunuz” dediler. “Bana öyle bir köy söyleyin ki örnek köy olmaya hak kazansın, ekonomik olarak kalkınsın, insanlar ziyaret etsin” dedim. Kimse yer gösteremedi. Çanakkale Valisi’ne gittim, vali bana Alçıtepe’yi önerdi. Biz oraya gittik. Giderken Kilitbahir’den geçtik. Kilitbahir benim üzerime üzerime geldi. Yıkık dökük binalar, boyasız evler... * Köy projesi yarımada projesine mi dönüştü?Öyle olmak zorundaydı. Alçıtepe’ye girdik. Çamurlu, pis, düzensiz bir yerdi. Oralara biliyorsunuz çok da turist geliyor...Sırada Sarıkamış projesi var... * Gelibolu Yarımadası Tarihe Saygı projesinin fiziki ayakları bitti, var mı yeni proje? Orada bir Panaroma Müzesi yapılacak. Tarihe saygı projelerine devam etmek istiyorum. Aklımda Sarıkamış ve Ankara-Afyon-İzmir hattı var...* “Yapılacak ne çok şey var” diyorsunuz siz sanırım sık sık...Evet. İhtiyaçlarımız çok. Gençlerimize, çocuklarımıza iyi bir gelecek bırakmak için sorumluluklarımız var. İnsanlar iyiye alışınca kötüden kaçarlar... Eğitimli, bilinçli bir toplum hepimizin özlemi, bizim de sorumluluklarımız var...* Tarihi Yarımada projesi için ne kadar harcandı? 8 milyon doları aştık...
ERKEK egemen lojistik sektöründe dededen kalma işi sürdürerek Uzakdoğu’dan ABD’ye proje lojistiğinde dünyanın en iddialı şirketleriyle rekabet eden Transtaş’ın İcra Direktörü Berna Akyıldız, şimdilerde Libya’yı fetheden Türk iş kadını olarak anılıyor Libya’da 1.5 yılda 16 proje yürüten ve krizde şirketini yüzde 45 büyüten Akyıldız, Kuzey Afrika’daki gümrüklerde sıkıntı çeken işadamlarının cankurtaranı oldu. Şimdilerde işadamlarının Libya’da 45 günde gümrükten zor çıkan malları 5 günde ülkeye giriyorÇevreye büyük önem veriyoruz depolarımızda güneş enerjisi panelleri kullanacağız Bundan 2 yıl önce tanıştım Berna Akyıldız’la. Lojistik sektöründe faaliyet gösteren Transtaş’ın İcra Direktörü olan Berna Akyıldız o dönemde bana 5 yılda gerçekleştirdikleri 10 havaalanı projesini anlatmıştı. Malum lojistik sektörü erkek egemen bir sektör. Berna Akyıldız da dededen kalma bir işi sürdürüyor. Dedesi kamyonla, babası TIR’la taşımacılık yapmış. O, 2 erkek kardeşiyle birlikte Transtaş’ı global bir şirket yaptı. Uzakdoğu’dan Amerika’ya uzanıyor, proje lojistiğinde dünyanın en iddialı şirketleriyle rekabet ediyor. 6 ülkede ofisleri var. İşini çok seviyor ve geliştiriyor Berna Akyıldız. Son olarak global krizde yüzde 45 büyüme sağladı Transtaş. Global krizle birlikte Kuzey Afrika’ya kayan yatırımcıların ilk adresi Transtaş oldu. Libya’da farklı şirketlerin hastane, üniversite, toplu konut projelerine lojistik hizmet veren Transtaş yakında Türkiye’de iç pazarda dağıtım, depolama işine başlayacak. Kaç yerde ofisiniz oldu?Çin-Şangay, Doha-Katar, Dubai, Düsseldorf, Mısır ve Libya gibi yerlerde ofislerimiz var. Merkezimiz İstanbul’da. Dünyanın çok farklı yerlerinde taşımacılık yapıyoruz.Kriz sizi nasıl etkiledi? Daha önceki görüşmemizde büyük oranda Uzakdoğu’dan Avrupa’ya taşımacılık yaptığınızı söylemiştiniz. Aynı zamanda büyük projelerde çalışıyordunuz, ertelenen projeler oldu mu? Geçen yılki krizden Uzakdoğu çok etkilendi. Navlun fiyatlarında yüzde 75’e varan düşüşler yaşandı. Armatörler çok etkilendi. Yeni gemi siparişi verenler çok zor durumda kaldı. Siparişlerini geri çeviremeyenler de oldu. Çok şirket geri çekildi. Bizim iş planımız çok farklı. Bizim bir TIR filomuz var ama bunun dışında kargo uçaklarıyla, gemilerle ve karayoluyla taşımacılık yapıyoruz. Projelerin bütün adımlarını planlıyoruz, daha proje oluşturulurken zamanlama ve maliyetler üzerinde planlama yapıyor, önerilerimizi sunuyoruz. Avrupa’da zaten 3-4 yıldır durgunluk vardı. Krizle birlikte bu durgunluk arttı. Dubai de çok etkilendi, oradaki ofisimize durgunluk yansıdı. Katar çok etkilenmedi. Krizin ilk döneminde ’Biraz bekleyelim görelim’ dediler. Bahreyn ve Abu Dhabi’de başlamış projeler sürdü. En canlı bölge Kuzey Afrika oldu. Türk şirketleri orada çok etkili. Libya’da 16 proje Mısır’da ofisiniz vardı...Evet. Orada 5 yıllık bir deneyimimiz olmuştu. Biz krizde hacmimizi yüzde 45 artırdık. Krize hazırlıklı girdik, maliyetlerimizi düşürdük, kalitemizi artırdık. Libya’da 1.5 yıl evvel ofis açtık. Türk iş dünyası da oraya kaymıştı. Ve çok büyük işler alınmıştı. 9 milyar dolar civarında bir büyüklükten bahsediyorum. Biz 1.5 yılda 16 proje üstlendik. Libya’ya deniz-kara taşımacılığı, ön taşımalar, saha teslimi, gümrükleme hizmetleri veriyoruz. Türk yatırımcı şirketlerinin çözüm ortağı olduk. Libya’ya ilk girdiğimizde çok sorun vardı...Ne gibi?İlk girdiğimizde işadamları Kuzey Afrika’daki gümrüklerde çok zorlanıyordu. Biz Mısır’da tecrübe kazanmıştık. Gümrükten ortalama 45 günde çıkılıyordu, biz bunu 1 haftaya düşürdük. Sonra orada bir şirket kurduk. Coğrafyayı, insanlarını ve iş yapma biçimini yakından tanımak avantajımız oldu. Libya’daki koşullara rağmen batılı anlamda iş yapmamız gerekiyordu. Buna odaklandık ve sonunda oldu. Türk işadamları şu anda çok memnun, çünkü 45 günlük bekleme süresini 5 güne indirdik. Her türlü gözetim ve takibi de biz yapıyoruz. Hangi projelerde varsınız Libya’da? 2 hastane, 2 üniversite, 4 altyapı projesi, toplam 1.639 konut ve 2 askeri binanın yapımı sürüyor. Ağır taşımada uzmanMalzemeleri Türkiye’den mi taşıyorsunuz? Bazılarını. Çimento, demir Türkiye’den. İtalya’dan da çimento taşıyoruz. Türkiye’den neredeyse inşaat malzemelerinin tümünü taşıyoruz. Avrupa’dan özellikle İtalya’dan elektrik ürünleri taşıyoruz. Hollanda ve Almanya’dan yürüyen merdiven ve asansör taşıyoruz. İş makineleri de taşıdık. Libya’da iş makinesi sıkıntısı da var. Fas’tan mobilizasyon malzemeleri, Katar’dan vinçler taşıyoruz. Yurtdışında ofislerimiz olduğu için kapıdan kapıya teslim yapıyoruz. Almanya’dan yükleme yaptığımız malzemeleri direkt teslim ediyoruz. Libya’da yol yapım çalışmaları da var. Libya yeniden yapılıyor. Siz gidip geliyor musunuz?Evet. Trablus’u seviyorum Türkiye’nin 30-40 yıl öncesi. Orada 3 liman gezdim, 300 kilometrelik yol gittim. Libya’da çalıştığımız şirketlerin yüzde 70’i Türk firmaları. Ama biz bir Amerikan firmasının da malzemelerini Çin’den alıp Katar’a götürebiliyoruz. Türkiye ile bağlantılı olmayan taşımacılığımız da var. Ağır yüklerde uzman diyorlar sizin için...Doğru. 500 tonluk trafo, dev beton santraller, vinçler taşıyoruz. Geniş ve ağır taşımalar konusunda uzmanlaştık, değişik taşıma çözümleri var. Hidrolik ve teleskopik araçlar var. Onlarla taşıyoruz. Gittiğimiz ülkede o araçlar yoksa o ülkeye önce taşıma aracını taşıyoruz. Kıbrıs’a vinç götürdük örneğin... İşimiz şantiyede bitmiyor. İş bitimine kadar tüm malzemeleri teslim ediyoruz, taşıma, gümrükleme, depolama, lojistik danışmanlık yapıyoruz. 10 havaalanının yapımında lojistik hizmet vermiştiniz...Şu anda 11 oldu o sayı. Son olarak Sabiha Gökçen Havaalanı’nın dış hatlar terminali için çalıştık. Projelerin çoğunun uygulama kısmı 1.5 2 yılda bitiyor. En uzun proje TAV’ın Katar’daki havalimanı projesi olacak. 2014’e kadar sürmesi bekleniyor.Yurtiçinde dağıtıma başlıyoruz2010 hedefleriniz neler?Bu yıl yurtiçi dağıtım işine gireceğiz. Yakında belli firmaların, ithalatçıların malzemelerini depolarda toplayarak dağıtımını sağlayacağız. Depolardan ara depolara, nihai tüketiciye ulaştırılması konusunda bir çalışma yapıyoruz. Türkiye içi dağıtım filosu kuracağız. Kriz yüzünden mi bu kararı aldınız?Ürün çeşitlendirmek için istedik. Çok da talep var. Alt yapımız hazır. Biz önce zor olanı yaptık, bir Türk şirketi olarak farklı coğrafyalarda ofisler açtık.Şirketler en çok Somali’den geçen gemilerini takip ediyorTeknolojideki yenilikleri takip ediyoruz. Artık müşterilerimiz yüklerinin nerede olduğunu internetten takip ediyor. Hem biz hem de müşterilerimiz bu anlamda en küçük bir aksilikte bilgi sahibi oluyor. Örneğin gemiler Somali’den geçerken, “Nasıl gidiyor, bir terslik var mı” diye bakıyor müşterilerimiz. Çok şükür başımıza kötü bir tecrübe gelmedi oralarda ama en çok o bölgelerde endişe duyuluyor.KADIN YÖNETİCİ İLERİDE OLABİLİRKaç çalışanınız var? 200. Projeler sırasında çözüm ortaklarıyla bu sayı artabiliyor. Her ofisimizde mutlaka Türk müdür oluyor. Farklı kültürleri adapte etmekte zorluk çekilmemesi için buna dikkat ediyoruz. Kadın yönetici var mı sizden başka?Yönetici şu anda yok ama ileride olabilir. Ben olmasını isterim. Erkek egemen bir sektör, yönetim düzeyinde de olmalarını isterim. Kadın çalışan oranımız ofislerde yarı yarıya.